O Neydi Be Petric !

Şampiyonlar Ligi'nden sonra, Avrupa Ligi'nin de finalistleri belli oldu. Ülkelere bakıldığında klasik bir eşleşme: İspanyol ve İngiliz takımları... Lakin isimleri enterasan tabi ki... Bir tarafta müthiş bir iç saha performansı, çalışma ve takım olmanın getirisiyle tarihinde ilk kez üst düzey Avrupa kupası finali oynayacak olan Fulham, diğer tarafta 74 senesinden bu yana büyük finallerde gözükmeyen, benliğini arayan ve tekrardan büyük takım gibi anılmak isteyen Atletico Madrid... Tıpkı Şampiyonlar Ligi Finali'nde olacağı gibi, bu finalde de alışılmışın dışında bir eşleşmeye tanıklık edeceğiz...

Dün oynanan yarı final maçlarında çok güzel goller oldu. Aquilani, zor açıdan imkansız bir vuruşla golü yaptı. Fulham'ın ilk golünü kaydeden Davies, top kontrolü, rakibini oyundan düşürme ve son vuruşla müthiş bir birleşik hareket örneği sundu. Ama en özeli Petric'in muhteşem frikik golüydü... Mesafe uzak, sağ ayaklı oyuncuların daha iyi vuruş yapabileceği açıdan muhteşem bir kavis vererek sol ayağıyla golü yapıyor. Hem kavisli, hem sert, hem de baraj üstünden tam adrese... 2008 Avrupa Şampiyonası elemelerinde attığı 3. golle İngilizleri saf dışı eden Petric, neredeyse Ada'da ikinci bir kabus yaşatacaktı...


"Sıfıra inen bir Beşiktaşlı" Erkan Kaş #11

Beşiktaş A2 futbol takımını, İnönü'de izleme şansını kaçırmak istemeyenlerle birlikte ben de soluğu orada aldım dün öğlen saatlerinde. Ulvi Hoca ilginç bir çalışma yapmış. Çocuklar belli bir şablonu oynuyor ve bunun dışına hiç çıkmıyor. Oyuncu değişiklikleri olsa dahi, aynı disiplin ve şablon devam ediyor. Aslında bir iki oyuncunun bireyselleri dışında çok fazla göze hoş futbol yoktu. Ama futbolda göze hitap etmek, bazen bir sistemi doğru oynamakla da oluyor. Baklava ortasahalı bir 4-4-2 oynuyordu A2 takımı. Beklerini fazla öne çıkarmayan bir 4'lü savunma, hemen önünde her maç sürekli isim değiştirdiğini öğrendiğim bir 6 numara, onun önünde normalde Orhan Gülle'nin olduğu, dün Onur Bayramoğlu'nun giydiği bir 10 numara, kenarlarda "asla topsuz oyunda kaybolmayan" iki hücumcu kanat oyuncusu, gezici forvet Ali Kuçik ve en önde pivot santrafor rolüyle Batuhan Karadeniz...
Takım, ne oynadığını belli etmek adına, hatlarını bir birine yakın tutmak adına ve savunmayı önde kurmak adına A Takım'dan bile öndeydi diyebilirim. Bursaspor A2'nin 10 numarası, geçen yaz oynanan turnuvanın yıldızı Muhammed Demir, hemen hemen hiç boş alan bulamadı ve maç boyu kayboldu. Sivas maçında A takım 18'ine alınan Atınç, boyuyla güven veriyor. Hemen hemen her hava topunu karşıladı. Yaşı henüz genç, pozisyon bilgisi ve fizik geliştirme adına daha yol alabilir. Üzerinde durmakta fayda var. Onur Bayramoğlu'dan öne çıkacak pek hareketini görmedik. Fakat O'nun da fiziğine rağmen topla iyi olduğunu gözlemledim. İlginç birşeyler çıkabilir O'ndan da. Adını öğrenemediğim ( düzeltme: gelen bir yorumla artık öğrendim: Berlin Futbol Akademisi'nden gelen Caner Turp'muş kendisi ) solbeki çok beğendim, özellikle duran toplarını. Kullandığı kornerlerin hepsinde, Tello'nun 10 kornerden birinde yapabildiğini yapıyor, arka direk - cephe arası bir noktaya sert indiriyordu. Böyle bir pozisyonda Atınç, arka direkte iyi zamanlama yaptı ama kötü vurdu. Bir diğer bek oyuncusu olan ve adının Oğuz olduğunu öğrendiğim çocuk da maç boyu hata yapmadı. Atınç'ın yanındaki stoper pozisyon bilgisi açısından daha öndeydi. Yine bir diğer adını bilmediğim kahramanım (maça önce girebilsem, anonsta isimler söylenirken bir kağıda yazardım...) ortasahanın 6 numarasıydı. Maç boyu ortasahanın topsuz oyun yükünü çekti, top kazanıp en yakınına aktarma görevini iyi yaptı ve hiç temposunu bozmadı... Sağ açık Hamdi, ilk yarıda bir pozisyonda sağdan atıp - soldan geçti, başka da bir etkisi olmadı. Yerine giren, Sergen'in favorisi Samet'in yetenekli olduğu bir gerçek ama bu maçta pek göstermedi kendini. Batuhan, topla ilişkiler (istop, fake, pas) anlamında kendini geliştirmiş fakat hala hareketsiz. Belki de A2 maçlarını pek sallamadığındandır bilemiyorum ama maç boyu kat ettiği mesafe 2 km anca olmuştur heralde. Ali Kuçik bu takımın en yeteneklilrinden kesinlikle. Sürekli dikine oynamayı düşünüyor. Hem gol vuruşu yapabilen bir santrafor hem de adam eksilten, asist zorlayan bir kanat yani tam bir gezici forvet oyuncusu... Golü dışında, hemen her Beşiktaş atağında ismi vardı. İlk yarıda iki kişiyi geçip, uzak direğe yolladığı ve az farkla aut olan "temiz plasesi" muazzamdı. Seneye kesinlikle 4-3-3'ün kenar forvetlerinde değerlendirilmesi gerekiyor.
Ve Erkan Kaş. Bu oyuncuyu düne kadar kağıt üzerinde tanıyorduk. Aston Villa'nın talip olup, GS maçında scout gönderdiğini ve Türkiye u19 Milli Takımı'nın değişmezlerinden olduğunu öğrenmiştik. Dünkü maçla beraber, Erkan Kaş'ı futbol olarak da tanıdık ve çok memnun olduk... 11 numaralı formasıyla ilk yarıyı sol açıkta, ikinci yarıyı ise sağ açıkta oynadı. Böylelikle 90 dakika, kapalı tribün önünde kalmış oldu ve bol bol inceleme fırsatı bulduk... Maç boyunca Ali Kuçik ile beraber dikine oynayan futbolculardandı. Rakibini iki taraftanda ekarte etmesini gayet iyi biliyordu. Bazı pozisyonlarda kenardan cepheye inip, şut pozisyonu kovaladı, bazen de çizgiye indi. Ve genelde başarılıydı. İlk yarıda Ali Kuçik'e güzel bir pozisyon hazırladı, arka direkte Ali kafayı kötü vurdu. Aynı servisten fakat bu kez yerden bir top daha taşıdı Ali'ye, bu kez gol oldu... Yetenekleri dışında dikkatimi çeken özelliği hücum presiydi. Rakip sol beke adam akıllı top çıkarttırmadı. Bastığı her topta etkili oldu, çoğunda kaptı. Hatta gelen gol öncesinde de kaptığı top sonrası çizgiye inmiş ve asist yapmıştı. Her iki kenarda da rahatlıkla oynayabiliyordu. Bir röportajında okuduğum "Her iki kenarda da oynuyorum. Hatta arkadaşlarım hala hangi ayağımı kullandığımı çözmüş değil" ibaresi vardı. Haklıymış, iki ayağına hakim fakat bir solaktır kendisi. Topsuz oyunda, sürekli bekinin önüne kadar gelmesine, maç boyu hücum presi yapmasına ve de sürekli dikine oynamasına rağmen, bu kadar efora karşın maç bitine kadar temposunu düşürmedi. Kesinlikle hayran kaldım. Ve dedim ki, böylesine "sıfıra inme arzusu olan" kanat oyuncusu, A takımda bile yok... Bence kalan 3 A Takım maçında forma şansı bulmalı. Zaten fizik olarak da A Takım'a en hazırlardan... Lakin, en hazırlardan olmasına rağmen TFF'nin resmi sitesinde gördüğüm kadarıyla hala amatör statüsünde. Bir an önce 2015'e kadar bağlamak gerek... Bu arada aynı sistede, Ali Kuçik'in bu sezon sözleşmesini bittiğini de gördüm... Yönetim??? uyuma... O kadar da değildir, heralde opsiyon falan vardır değil mi?

Beşiktaş A2 1 - Bursaspor A2 0

"Hoş Geldin Catenaccio" Barcelona 1 - Inter 0

Cannavaro'nun Cannavaro, Nesta'nın Nesta olduğu bir maç oynanmıştı Euro2000'de. Turnuvanın en golcü takımı ve aynı zamanda evsahibi Hollanda karşısında, turnuvanın en iyi savunma yapan takımı İtalya, henüz ilk yarıda Zambrotta'nın atılmasıyla maça 10 kişi devam etmişti. Bu dakikadan sonra İtalya, Del Piero'nun bir kaç cılız hamlesi dışında ortasahayı geçememiş, tek taraflı bir maç izlemiştik. Hollanda bastırdı, İtalya kapandı... Giren kramplar, kaçan penaltılar... 120 dakika müthiş bir futbol olmuştu sahada gol olmamasına rağmen. Futbolun iki farklı yüzü sahada kapışıyordu ve sonuç olarak İtalya penaltılarla finale yükseliyor, oynadıkları "catenaccio" esintili futbollarıyla Herrera'ya selam yolluyorlardı...
Bugün Nou Camp'ta benzer esintiler izledik... Juve'nin Fulham'a yapamadığını, Inter Dünya'nın en iyi takımına karşı yaptı. Belki bir şut (ki ona da şut denemez) attı ama %93'ü olumlu toplam 737 pas, 42 cezasahasına orta yapan Barcelona karşısında çok az pozisyon verdi... Bütün maç, İnter kalesine 45 metre yakınlığında bir çevrede seyretti...
Üzerine çok şey yazılacak bir maç değildi ama az ve anlamlı sözler yazılabilecek bir maç oldu...

Morinho, Porto'dan sonra yeniden finalde. İnter ise 1972'den sonra bu kupada ilk kez finalde... Son düdüğe kadar hiç bir zaman paniğe kapılmayıp ayağa paslara devam eden Barcelona, hala Dünya'nın en iyi takımı. Stoper Pique, çok az forvetin aklına gelebilecek müthiş bir dönüşle gol yaptı... Bojan'ın 92. dakikada tavana takılan topundan sonra, başta Morinho olmak üzere bir çok İnterli'nin bir süre beynine oksijen gitmemiştir heralde... İnter'in derslik direnci turu getirdi. Maç sonunda Barcelona stad yönetiminin açtığı fıskiye, İnterli futbolcular için sadece bir konfeti veya soyunma odasında yapılacak duşun, sahada yapılması anlamını taşıdı...
Bayern - İnter finali farklı ve güzel olacak, sonunda yine Morinho kazanacak.

Quaresma Etkisi

Olayın sadece söylentiden ibaret olduğu bir transfer hakkında kalem oynatıp, adetim olmayan bir şeyi yapmak üzereyim... İtalya seyahetlerini, her haber ajansının ısrarla bu haberi geçtiğini ve de geçen yıllara nazaran bu transferin "daha bir oluru var" denebilecek düzeyini düşünürsek üzerinde durmakta fayda var diyebilirim. İşin bir de, gözü karartıp "yıldız alacağız!" bodoslamasıyla yapılan transfer harekatında adı geçenler arasındaki, futbol açısından da en mantıklısı olma boyutu da var....

Türk takımlarının, "Avrupa'da adı sanı duyulmuş oyuncu transferi" yapabilmeleri için iki seçenekleri var. Birincisi; bahsi geçen oyuncuların futbolunda son döneme girdikten sonra, hem tekrardan O'nu yıldız gibi görecek bir ülkeye geçiş yapma, hem tekrardan forma şansı bulma, hem de iyi kazanma gibi nedenlerle Türkiye tercihini yapmasıyla oluyor. (bkz: Roberto Carlos, Van Hoijdonk, De Boer, Ailton, Zago). İkincisi ise; yaş olarak hala genç olmalarına rağmen, oynadığı takımlardaki kadro genişliği sebebiyle forma bulamama, "yaramaz çocuk etiketi" veya sakatlıktan yeni çıkma sebepleriyle "uyku moduna geçmiş" yıldız oyunculara, Türk takımlarından gelecek uyandırma teklifleriyle oluyor... (bkz: Carew, Anelka, Kleberson, Keita, Baros)

Quaresma burada "fena halde" 2. maddede yer alıyor ve transferinin bir hayal olmaktan çıkma olasılığı gün geçtikçe artıyor. Inter'in seneye bu oyuncuyu elden çıkaracağı bir gerçek. Ancak, Benfica ile Ramirez karşılığında takas söylentisi var. İşleri ancak bu bozabilir. Di Maria'nın önümüzdeki sezon büyük bir transfer yapacağını da düşünürsek, Benfica için de değerli bir takas anlaşması olabilir bu...

Biz yine de "ya olursa?" olasılığını düşünüp, Quaresma - Beşiktaş odaklı bir şeyler yazalım...
Quaresma neleri değiştirir?

Mustafa Denizli'nin 1 yıllık daha sözleşme imzalamasıyla, Beşiktaş'ın yine 4-3-3 ve benzerleri yani daha çok kenar oyuncularının ayağına bakan sistemle devam edeceği bir gerçek. Savunma, ortasaha hatta Bobo'nun sayesinde forvette çok sıkıntı çekmedi Beşiktaş. Beşiktaş, çoğu maçta dengeyi "kenar oyuncularıyla" bozmak zorunda kaldı, fakat orada da ya mimli bir çocuk ya yaşını başını almış teknik bir ağabey, ya da bekten bozma bir kanat oyuncusunu gördü çoğunlukla... Sağda ise tarak kemiği kırıldığından bu yana Casper modunda, sahada arkadaş arayan bir hayalet vardı. Bu da Beşiktaş'a düzenli bir puan kaybı ve giden bir şampiyonluk bıraktı. Günümüz futbolda artık forvet özellikli kanat oyuncuları bir takıma gömlek giydirmektedir. Bu sezonki Bursaspor'un diğer Anadolu takımlarından en büyük farkı da, Ozan İpek ve Volkan Şen'dir...
O nedenle, Beşiktaş seneye "para harcayacaksa" kenar forvetlerine kalite kazandırmak, farkı orada yaratmak zorunda. Yüklü bir transfer maliyetinin altından, ancak Quaresma gibi bir oyuncuyla kalkabilir... Quaresma'nın sol forvette olduğu bir çok maç, gidiyor derken geri gelir. Özellikle Türkiye Ligi'nde... Şut desen var, fizik desen var, yetenek desen, içe çalım-dışa çalım desen zaten Dünya'nın ilk 5'i arasında... Zaten bu özellikleri sebebiyledir ki, ne zaman, nerede, ne yapıyorsa yapsın hep "para edecek" bir umut beklenip transfer edilesi bir oyuncu olacaktır. 2003'de, Türkiye Okan Koç'lu, Hamit'li, Tuncay'lı, Toraman'lı, Selçuk'lu Ümit Milli takımıyla dize getirdiği Portekiz'de iki büyük yıldız adayı vardı. Cristiano Ronado ve Quaresma... Quaresma o sezon Barca'ya transfer yapmıştı ve daha öndeydi Ronaldo'dan. Lakin Ronaldo, Ferguson'un elinde daha büyük sıçramalar yaptı ve bugün bu noktalara geldi...

İşin bir de "futbol asla futbol değildir" boyutu var. Beşiktaş bu sezon İnönü'de 16 puan kaybetmiş... Aslında büyük bir takım için, "büyük" bir ayıptır bu. Bu kaybedilen puanların en büyük sebebi; Anadolu takımlarının psikolojik olarak Beşiktaş'tan "korkmaması"dır. Beşiktaş'ı hep puan alınabilir, yenilebilir bir takım olarak görmelerindendir. Beşiktaş'ın, 3 farklı skorları bile nadiren almaya başladığını, ileri uçta daha çok futbol fakiri ama "güreşçi" görünümlü oyunculardan tercih edilmeye başlandığını düşünürsek, pek de haksız sayılmazlar aslında... Beşiktaş, o giden 16 puandan, en azından 10'unu geri alması için, rakibe "tehdit" oluşturacak oyuncular almak zorundadır. Ve arada bir de olsa, "gider!" etkisi oluşturacak farklı galibiyetler almak zorundadır... Quaresma bu konuda da çok yardımcı olabilir Beşiktaş'a... Rakip savunma, maçtan 5 gün öncesine kadar her gece "acaba madara olurmuyuz?" diye düşünüp dalacaktır uykusuna... Skor 2-0 Beşiktaş'ın eline geçerse, 2-1'i kovalamaktan çok, 3-0 olmamasına çaba göstereceklerdir... Anadolu takımlarının Alex'li Fener'e ve de Alex'iz Fener'e karşı nasıl oynadığına da bakarsak, önemli bir örnek teşkil etmiş olur... Hatta bırakın Anadolu'yu, Beşiktaş gibi bir takım bile Alex için, adam adama savunmayla bir oyuncusunu feda etmekten kaçınmıyor...

Kombine satışlarına, forma satışlarına, taraftarın moral olarak stada daha pozitif gelmelerine hiç girmeye bile gerek yok... İnsanların youtube'da adını arattığı bir oyuncuyu, canlı canlı izlemek zaten paha biçilemez olacaktır...


Simone Tiribocchi

Yeteneklerinin altında takımlarda oynayarak, futbol hayatını bitirme noktasına gelen bir çok oyuncudan sadece biri İtalya'da... Güçlü, çabuk ve sıkı gol vuruşları yapabilen stiliyle aslında her takımda oynayabilecek, Rooney'e benzeyen görüntüsüyle kesinlikle daha iyi bir kariyeri olabilecek bir oyuncuydu. Torino'nun alt yapısında başlayan futbol hayatı, yine Torino'nun 98 baharında küme düşmesiyle birlikte Serie B'de devam etti... Torino'dan sonra bir başka Serie B takımları olan Siena ve Ancona'da oynadıktan sonra Chievo ile tekrardan Serie A'da kendini gösterme şansı buldu. Chievo'lu 3 sezonda, ancak 29 maçta şans bulabilen Simone, yine de 15 gol atmayı başarıyordu. Buradan tekrar Serie B'ye geçerek, Lecce forması giydi. Güney İtalyan ekibinde sadece 2 sezon forma giymesine rağmen efsaneler arasına girdi. Yine en başından forma şansı bulamadığı takımında, ligin sonlarına doğru 19 maçta forma giyererek, attığı gollerle takımına ivme kazandırmış ve Serie A'ya yükselmelerinde büyük pay sahibi olmuştu. Geçtiğimiz sezon Lecce'nin kümede kalmasında büyük kavga vermiş olan "saklı yetenek", takımının küme düşmesine yine de mani olamadı...

Artık yaşı 31 olan ve nihayet kendini Serie A'da kabullendiren Tiribocchi'nin, bir Serie B macerası daha yaşayacak arzusu kalmamıştı... Ve hayatının en büyük transferini yaparak, 2.7 milyon Euro karşılığında Serie A'nın standart ortasıra takımı olan Atalanta'ya geçiş yaptı. Ama ne acıdır ki, bu sezon da Atalanta büyük düşüş yaşıyor ve Tiribocchi yine, yeniden kümede kalma savaşı veriyor. Bu savaşın son 3 haftasında, Roma deplasmanında takımının tek golünü attı, geçen hafta Fiorentina karşısında gelen kritik galibiyette attığı golle yine baş rol oynadı, haftasonunda ise Milano deplasmanında takımını Inter karşısında 1-0 öne geçiren golünü atmasına karşın, mağlubiyetten kaçınılamadı. Ve bugün Atalanta, Bologna'nın 5 puan gerisinde olup, Siena ve Livorno'dan sonra Serie B'nin 3. yolcusu olma adına en büyük aday... Ve yine ne enterasandır ki, eski takımı Lecce bugünlerde Serie B şampiyonluğunu ilana hazırlanıyor. Yani seneye Lecce'nin yeniden Serie A takımı olması ve Tiribocchi'nin bir "Serie B" oyuncusu olma durumu kaçınılmaz...

Tiribochhi'nin, açısı, pozisyonu ne olursa olsun, nasıl gol vuruşu yaptığına dair sadece iki örnek vermek gerekirse;



Vurdurma Orda Pazzini'ye...


90'lı yılların klasik Türk spikeri repliğini, dün akşam binlerce Roma taraftarıyla birlikte, Palermo kenti de yaşadı... Hafta 4.lük mücadelesi yapanların haftası oldu. Palermo, Cumartesi akşamı Milan'ı 3 golle geçmiş, geçen hafta Pazzini'nin kafasıyla kaybettiği koltuğu geri almıştı. Fakat yine Pazzini, planları bozan golleri yaptı Palermo ve Roma adına. Roma ipleri Inter'in eline verdi tekrardan. Bunun Morinho'nun takımı için nasıl geri tepilmez bir fırsat olduğunu anlatmamıza gerek yok, gereken açıklamayı Mexes'in göz yaşları yaptı zaten... Roma çok ciddi bir fırsatı kaybetti, Sampdoria ise Şampiyonlar Ligi'ne gitmeyi en az Palermo kadar haketti bu geri dönüşle...

Palermo, bir sonraki hafta oynanacak Sampdoria maçındaki beraberlik opsiyonunu kayboldu. O maç tamamen bir düğüm maçı olacak. Bir tarafta 90'lı yılların flaş takımı Sampdoria, diğer yanda henüz 5 sezon önce lige yükselmesine rağmen istikrarlı gelişme kaydeden Sicilyalı Palermo... Hangisi olursa olsun ŞL'ye renk katacaklardır. Umarım bu takımların karşılaşmasını NTVspor naklen yayınlar... Livorno resmen düştü, Siena ise bitkisel hayatta... Maccarone'nin futboluna yazık oldu.

Artık Yeni Bir Bahara...

Aslında üzerine futbol konuşulacak bir maç olmadı. Takımı İnönü'ye meşale ile uğurlayan taraftarın da amacı maç değildi aslında... Herşeye rağmen sezon boyunca mücadelesini gösteren oyunculara teşekkür etmek, gereken yerlere tepki vermekti asıl amaç. Taraftar gibi lige havlu atan bir çok oyuncu vardı sahada, inat edip skora isyan eden oyuncuların yetenekleri de ancak 1 puanı getirdi. Böylelikle Beşiktaş, mantıksal olarak uzaklaştığı zirve yarışından matemaktiksel olarak da şansını bitirmiş oldu...
Havlu atan oyuncuların başında Tello geliyordu. Sağ forvet olarak başlayıp, tamamladığı maçta bir çok pozisyonu "sol ayağına alma" hevesleriyle başladan bitirmiş oldu. Her zamanki şut, derin top arayışlarından eser yoktu. Kullandığı duran topların %70'inin, ön direği tutan rakip oyuncunun kafasında bitmesine rağmen, yine de takımın tek duran topçusu olma kredisini yine kullandı. Nadiren yaptığı "cepheye kesme" başarısını gösterip, hanesine bir asist yazdırmış oldu. Sakatlığından sonra iyiden iyiye "kaçak" ve "derin savunma" yapan Ferrari de havlu atanlar arasındaydı... Zaten ikinci yarıya başlayamadı. Skora isyan edenler ise; her zamanki standart oyununu oynayan Fink, Bobo, Üzülmez ve Necip'ti. Holosko ise çaba gösterip, heba etme arasında bir ikilem yaşayıp durdu maç boyu. Tabata'nın hareketlilik getirdiği dakikalarda, yine aynı oyuncunun tek topuyla Bobo'yu görmesi, Bobo'nun bireysel gayreti ve müthiş asistiyle golünü yaptı Holosko. Ama O da tanınmaz halde genel olarak...

Bobo bir gol attı, attırdı, penaltısı yendi. Ama transfer harekatında ilk öncelik santrafor, ilk tartışılan "Bobo yetersizliği" benim de anlayamadığım nokta bu zaten. "Bu takımdan hangi yabancı gönderilirse, üstünü başını yırtarsın?" sorusuna vereceğim cevap Bobo'dur. Böylesine kabız bir takımda (bkz: toplam gol sayısı) oynamasına ve de ilk devrenin büyük çoğunluğunda olmamasına rağmen 12 gol atma başarısı göstermiş, takıma alışmış, taraftara alışmış, taraftar da O'na alışmışken, etrafına adam akıllı kenar adamları, ortasahaya dikine de hareket edebilen bir ortasaha aramak varken neden santrafor?

Bana göre yapılacak ilk işlem, tam bir mevki erbabı olmadan duran top, şut kontenjanıyla sezon boyu oynatılan Tello'nun yerine, daha iyi duran top kullanan ve de "mevkisi" olan bir yabancı getirmek. Bu ister kenar forvet olur, ister ileriye hamle yapabilen ortasaha. Örneğin, Palermolu Simplicio'nun sözleşmesi bitiyor. Tam bir ortasahadır, zehir gibi de duran top kullanır... Yeste'nin adı geçiyor. O da normalde baklavalı ortasahanın önünde veya kenar forvetlerde oynayabilir. Duran toplarda da iyidir... Ama işte "normalde" diyorum çünkü uzun zamandır pek ses seda yok kendisinden... Bu sezon 11'ini sonradan girdiği toplam 19 maça çıkmış, 1 gol atmış. Bodoslama bir hamle değil de, son durumu takip edilip (ben bile inanmadım!) ilgilenildiyse olabilir...

Maça dönecek olursak. Görmeyi arzu ettiğimiz 3 gençten 2'si sahadaydı, buna da şükür... Oyundan alınan ortasaha seçiminde Necip yerine, Uğur'un tercih edilmesi ayrıca bir güvendir. Zaten Necip maç boyu hareketliydi, yeteneklerini göstermesi için biraz morale, güvene ihtiyacı var. Bu da oynadıkça, skora etki ettikçe gelişecektir... Rıdvan topsuz oyunda sırıtmadı, fakat daha etkili bir ofansif oyun bekliyordum... Uzun zaman sonra ilk kez forma buldu, normaldir... Kenarda ısınmaktan alev alan İsmail, İbo Abisi'nin solbeki 49 yıllığına kiralaması sebebiyle şans bulamadı yine...

Isınmak dedikde... Takımı şampiyon gibi karşılayınca meşalelerle, futbolcularda nasıl bir olumlu etki bıraktığı "Bobo'nun ruh halinden" belli oluyordu... Yine takımı alkışlarla uğurlamak, Necip'in saçını düzeltmesine bile alkış koparmak gibisinden herşey güzeldi. Güzel de, ısınan Serdar Özkan'a yollanan pet şişe de neyin nesiydi? O pet şişe sadece Serdar'a değil, yanında ısınan İsmail'in duygularına da atılmıştır. İsmail "bugün O'na, yarın iki kötü maçta bana!" diye düşünür. Öğrencilik yıllarını hatırlayın, bir hoca sınıftan birini dövünce, derinden hepimiz nefret besliyor ve sevgisizleşiyorduk O'na karşı. Bu durum da aynen böyledir. Bir futbolcu kötü performans gösteriyor diye mimlenmesi sadece zarar getirir...

Öyle veya böyle bu sezon da bitmiş oldu. Kalan maçları artık, forma Beşiktaş olduğu için, belki de şans bulurlarsa genç oyuncular için bekleyeceğiz. Ve derinden hesaplar yapacağız... Muhtemelen pahalı bonservisler verilen bir transfer sezonu daha geçireceğiz, umarım "planlı" şekilde hareket edilir de, seneye yine bu güzelim bahar aylarında meşaleleri "yenilsen de yensen de" gururuyla değil de, şampiyonu karşılama coşkusuyla patlatırız...





Beşiktaş 2 - Sivas 2

Tam Zamanı Şimdi !

Hani diyorum ki; takımı şampiyon gibi meşalelerle İnönü'ye taşıdıktan sonra, takımı gururla alkışladıktan sonra, Bobo Bobo diye bağırıdıktan sonra, Toraman'a da iki haber gönderdikten sonra, sahada da siyah-beyaz forma altında ilgi odağı oluşturacak bir kaç genç oyuncuyu da görsek...
Kendini bulduktan sonra ikinci yarıda muazzam oynayan İsmail'i solbeke alıp, rakip sağbekin Holosko'yla uğraştığından, sağ bek bölgesinden etkili bindirme olanakları bulabilecek ve bunu iyi sonuçlandırabilecek Rıdvan'ı sürüp, İBB maçında uyumlu gözüken Necip-Fink'i Ernst'in yokluğunda bir kez daha değerlendirip, tekrar görüşme yapılacak ve belki de imza atacak Serdar Özkan'ı yeniden sol forvete çekip, hem kendi güvenini hem de taraftarın sevgisini yeniden kazandırıp; hem futbol açısından orada olmanın daha iyi nedenlerini hem de gelecek planları yapmamızı sağlamaz mı?

4-3-3'ün ofansif anlamda da en değerli bölgeleri olan beklerde, yerli statüsündeki en iyi ofansif bekleri;
Kendini bulduğunda topla da ne kadar ince işleri yapabildiğini bir kaç zaman sonra anlayacağımız Necip'i;
Herşeye rağmen takımın en yetenekli oyuncularından biri olan ve kenar forvet bölgesindeki "ters çalım" gereğini hala en iyi yapabilen "mimli" Serdar'ı;

Böylesine stresiz bir maçta bir arada görmeyeceğiz de, ne zaman göreceğiz?

Ben Delgado'yu Özledim

Uefa kupasında gol kralı olmuş ama n'aber?.. 5 milyon denince akla hemen bu geliyordu. Merak bu ya, ben de yaslandım google'la, youtube'a biraz bakındım. Hakkaten fena topçu değil gibi gözüküyodun. Yoldayken "bu nasıl şut lan?" denecek topların ağları buluyordu yerde seke seke... Ama beni en çok Roma deplasmanındaki çataldan dönen şutun etkiliyordu. Hani Sergen'in 90'lı yıllarından bu yana, ayak içi uzun şutlara muhtaç bir taraftar olaraktan... Hakkaten atıyor, attırıyordun. İyi futbolcu olduğun, böyle alım-satımlara alışmış Basel taraftarlarını üzmesinden de belliydi zaten... İsviçre Ligi maçlarının hafta-hafta özetlerini tutan bir sitede ise asıl olayını yakaladım. Meğer, sağbek Degen'in meşur olma sebebiymişsin... Bindirme yaptığı her pozisyonda önüne saldığın ara topların, güzel bir sesi değerlendirmeye alan gazino patronunun kartviziti gibiymiş...
Belki de burada başladı senin görünmeyen yüzünü görmem, anlamam... İlk geldiğin sene, iyi başlayıp kötü giden performansın, Brezilya'dan gelen kulak üstleri ağarmış bir amcanın etkisiydi mesela... Forvet arkasındayken Süper Kupa ve ardındaki lig maçlarına damga vururken, Tigana'nın solbek-soliç arzusu "Brezilya ortasahasına" dönüşünce, solbeke bir Degen beklerken, kendi yerinden oldun... 4-2-2-2 gibi bir zoraki sistemin, zoraki sağaçığı kaldın çıktın...Daha sonra Ertuğrul Sağlam, bugünlerde Batalla'ya tanıdığı genişliği sana tanımıyor, bir tek Cisse'nin olduğu ortasahada sıkışıp kalıyordun. Kimi zaman yama bir forvet, kimi zaman yama bir ortasaha görüyorduk sende... Arada bir çift ortasaha önünde oynuyordun da, "büyük maçların kayıp adamı" lafına gönderme yapıyordun...

Kaptanlıkla beraber, mevkini de geri alıyordun 2008 yazında. Ertuğrul Sağlam duyduğuna değil, bildiğine inanmaya başlıyor, 4-2-3-1'e dönüyordu. Yine asist, gol istatistiklerinde boy göstermeye başlamışken, Metalist maçının ardından yine bir geriye dönüş yaşıyorduk Sağlam sisteminde...
Denizli gelip, bir kaç ay sonra dillendireceği 10.5 numaraya geçiriyordu seni. 4-3-3 oynadığı ancak bir kaç hafta sonra anlaşılan karmaşık sistemin, pek çok şeyi bir arada yapmaya çalışan adamı olarak sahada duruyordun. Hızlı, dikine ve tek paslı oyun mentaline karşıt olarak, rakip önliberoların göbeğindeyken, hücumda çoğalamayan takımın içinde ve de kaleden uzak bir pozisyonda olunca, yapmaya çalıştığın pek çok şey,"hiç bir şey" olarak gözüküyordu... Yusuf kaleye yakın sol forvet bölgesine geçip "şampiyonluğu getiren adam" damgasını yerken, hep o Sivok-Ernst zigzaglı ortasahasında kaybolup, pozisyon icabı bir kaç dakika gözüktüğün sol forvet bölgesinde, Yusuf'tan daha çok gol, gol pası vermene rağmen "sakatlandı şampiyonluk geldi" damgasını yiyen de sen oluyordun.

Form tuttun sakatlandın... Döndün... Hocanın Sivok - Ernst tavşanı başladı, önlerinde yok oldun... İnönü'deki Fener maçıyla bu tavşandan vazgeçildi, birazdan gelecek şampiyonluğun habericisi olan Cisse-Ernst ortasahasında dönüldü, ama sen sakatlandın... Solbek Tello, senden daha iyi forvet arkası oldu... Eminim Tello da bu işe espriyle bakıp, takılıyordur sana "ispanyolca"... Çünkü Türkçe'de iş futbol olunca rastlantı, şanssızlık yoktur. "Klişe" vardır. Delgado, yetersiz denmişse yetersizdir... Sivok ortasahada olunca "bu adam stoper!"dir, Toraman için de öyle... Bobo'yu sol kanada geçiren "eşolleşşek!"tir, ama Delgado gibileri nerede oynatılsa oynasın gol-asist yapmak zorundadır...

Neyse...

Heh neyse işte, artık seneye derken, solbeke "Degen misali" bağlasan durmaz İsmail gelmişken, ortasahaya harbi bir Alaman ortasahası daha gelmişken "tamam" dedik, "bu sefer dönücen adam akıllı yerde oynayacaksın" dedik... Ama yine sakatlandın. "Senin şansını ...." diye giderken bir kaç akşam sonra da yedek subay sınav sonuçları açıklanıp, Çukurca'ya postalandığımı öğrenince aynı cümleye ben muhattap oldum... Belki de bu bağdır aramızdaki "anlama" uyumu ha?... Vazgeçmek yok! Ben teskereyi, sen formanı alacaksın 5 ay sonra dedim içimden... Taa ki; bir sabah içtimasında "oluum Tabata'yı almışık 8 milyona!" haberini duyana kadar bunu tekrarlamıştım... Nizamettin'le, Sezer'le bu 10.5 boşluğunu bir kaç aylığına doldurmak yerine gereken yapılmıştı. "Delgado Beşiktaş'ın 10 numarası değil" klişesi, Beşiktaş'ı 10 milyon Euro içeri atmıştı...

Bugünlerde "Bobo Beşiktaş'ın forveti değil" klişesinde aynı belayı bulmak adına tırsarken diyorum ki; topun ayağına yakışmasını; duruşunun Beşiktaş'a yakışmasını; haliyle hepten taşıdığı numaraya yakışmasını; vole paslarını; paslaşarak kullanılan kornerden sonra orta yerine uzak direği düşünmesini; cezasahasındaki birleşik hareketlerinden sonra dokunduğu sağ dışını; Holosko'yla girdiği verkaçlarını; Bobo'ya saldığı zehirlerini; bana sevdirdiğin ispanyol aksanını; tezahuratındaki melodiyi ya da kısaca tüm amatör duygularımla;

Ben Delgado'yu özledim yaa... Vallaha...
Seni andım bu gece, kulakların çınlasın...

Roma, Inter?

Evindeki Inter galibiyetinden sonra, bir başka düğüm maçı olan Roma Derbisi'nden de çıkmayı bilen Roma, Serie A'daki yenilmezliğini 24, galibiyet serisini ise 6 maça çıkardı. Inter, İtalya Derbisi'nin ardından, Barcelona'yı da 3'leme başarısını gösterdi. Moralleri tavanda olan Morinho'nun ekibi kalan 4 maçını alacak güçte. Fakat Roma da bu hafta oynayacağı Sampdoria maçdan sonra, hedefsiz takımlarla karşılaşmaya başlayacak... İtalya Derbisi'ni kazanmasının arından Morinho için "artık şampiyonluğu vermez" ibaresini kullanmıştım, Roma'nın Lazio'ya takılacağını hesap ederek. Fakat gelin görün ki; Vucinic'in magnum vuruşundan sonra artık "Inter mi, Roma mı?" sorusunda, Recep İvedik'in a,b,c,d şıkları arasında gidip gelmesi sendromunu yaşıyorum...
Roma'nın kalan maçları;

Sampdoria
Parma (D)
Cagliari
Chievo (D)

Inter'in kalan maçları;

Atalanta
Lazio (D)
Chievo
Siena (D)

Benzer bir düğüm ise Şampiyonlar Ligi'nin son biletinde yaşanıyor. Palermo ve Sampdoria'nın 4.lük mücadelesi de son derece heyecan verici. Sampdoria hafta sonunda, Palermo'nun Cagliari deplasmanında yediği 2 gol anonsunun hemen ardından, galibiyet golünü atmış ve 4.lük koltuğuna oturmuştu. Fakat Palermo da aynı dakikalar içersinde, 2 gol birden bularak müthiş bir geridönüş gerçekleştiriyordu. Palermo önümüzdeki hafta moralsiz ve de hedefsiz Milan'ı konuk ederken, Sampdoria ise Roma deplasmanına gidiyor... Palermo için koltuğu devralma an meselesi... İki hafta sonra bu takımlar birbiriyle oynayacaklar. Napoli'yi yabana atmamak gerekirken, Catania ve Milan deplasmanları bulunan Juventus'un, artık 4.lük şansının kalmadığını düşünüyorum...

Palermo'nun kalan maçları;

Milan
Siena (D)
Sampdoria
Atalanta (D)

Sampdoria'nın kalan maçları;

Roma (D)
Livorno
Palermo (D)
Napoli

Napoli'nin kalan maçları;

Cagliari
Chievo (D)
Atalanta
Sampdoria (D)

Cagliari ve Chievo tamamen hedefsiz kalmış ve grafiği kötüye giden takımlar. Atalanta'nın ise o vakte kadar küme düşmesi kesinleşebilir. Palermo ve Sampdoria maçını da düşünecek olursak, Napoli gizliden gizliye hala çok şanslı diyebiliriz...
İki hafta sonra oynanacak Atalanta - Bologna karşılaşması ise, küme düşen 3. takımı belirler. Lecce'de küme kalma savaşını tek başına veren Tiribocchi, ne acıdır ki bu sene gittiği takımda yine aynı mücadeleyi veriyor. Ama bu kez başaracakmış gibi geliyor bana...

Gel 28 Nisan Gel...

Maçın ilk yarısında Inter, çok fazla tempoyu arttırmayıp, golü oluruna bırakan bir mentaliteyle sahadaydı. Bu da, ortasahada baskı göremeyen Barcelona'nın işine geliyor ve akabinde golü de getiriyordu. Golü yedikten sonra Inter, tıpkı haftasonunda Espanyol'un yaptığı gibi, önde basmaya başladı Barcelona'ya. "Barcelona'ya ancak ve ancak, önde basan ve top aldırmamaya endeksli bir oyun panzehir olur" tezi de tekrar doğrulanmaya başladı böylelikle...
Cevap golünün ilk yarıda gelmesi, Inter'in ikinci yarıya daha moralli ve daha az risksiz çıkacağı anlamını taşıyordu. Baskıya devam eden Inter, Barcelona savunmasını dengesiz yakaladığı 2 pozisyonda daha golü buldu. Maicon her zamanki değerli hücum katkılarından birini daha yaptı. Son gol bana ofsaytmış gibi gelse de, Milito'nun takipçiliğini alkışlamak gerek. O kafanın kaleye vurulacağı belliyken bile, topun kendisine düşme ihtimalini göz önünde bulundurdu. Bu özelliğiyle ve bitmek bilmeyen çapraz koşularıyla tam başa bela bir santrafor...

Burnuna alan darbeyle Maicon yerini Chivu'ya bıraktı. Maça solbek başlayan Zanetti, sağbeke geçerek savunma anlamında yine gerekenleri yaptı. Adeleleri iflas eden Milito da yerini mimli çocuk Balotelli'ye bırakıyordu. Bu dakikadan sonra, hücuma katkı sağlayamayan bekleriyle, önde basmayı da bırakmış ve sadece savunmayı düşünen bir Inter izlemeye başlıyorduk. Guardiola'nın hamlesi ise "musluğu kapama" anlamını taşıyordu. İbrahimoviç'i kenara alıp, Abidal'ı sahaya süren Barcelona, Maxwell'i de öne atarak bir 4-6-0 düzenine dönüyordu. Ama Barcelona 4-6-0'ı, hani stoper Pique'nin bile cezasahasında cirit attığı bir sistem...

Kötü bir tek pas sonrası tribün tepkisini arkasına alan Balotelli de maçtan kopunca, ileriye hamle yapma şansı hiç kalmayan Inter için, artık amaç tamamen maçı bu skorla bitirmek oluyordu. Pique'nin, benim diyen forvetin yapamayacağı hareketlerin ardından, kaleye yönlendirdiği topu Lucio, Messi'nin bir iki şutunu, Pedro'nun rovaşatasını Cesar çıkarınca, öyle de oldu; maç 3-1 Inter'in lehine sonuçlandı.

Bir gol, iki asistiyle maçın adamı Milito'ydu. Saygı duyulacak futbolcusu ise Zanetti. Maçın rengini değiştiren adam da, kritik dakikada gol yapan ve Inter'in ortasahadaki tek yaratıcı gücü olan Sneijder'di...

Nou Camp'ta rakibine 2 fark yapmak Barcelona için çok zor bir iş değil... Barca'nın sihirli ayakları, Nou Camp'ın çimlerine değince daha da bir işliyor....
Ama rakip de, 6 senedir bu kupayı bekleyen Morinho'nun Inter'i. Inter'in o maçta da mutlak gol bulması gerek. Aksi taktirde catenaccionun Barcelona'ya işleyeceğini sanmıyorum.

Her halukarda o maçta kıyamet kopacak. Barcelona, çok çok uzun bir süre sonra kendi sahasında oynanacak rövanşa "tur elinde olmadan" çıkacak. Morinho da akıl oyunlarını, beyin damarlarını zorlarcasına ortaya koyacak.
Yani... Gel 28 Nisan gel diyoruz...

Inter 3 - Barcelona 1
20 Nisan 2010
Şampiyonlar Ligi Yarı Final İlk Maçı

Bir Hakem Acizliği...

Denizli maça "bir seçenek dışında" beklediğim gibi Old Trafford 11'ine benzer bir takımla çıktı. Farklı olan seçenek ise, kenar forvetlerinin uyumsuz tercihiydi. İsmail, çizgide kalan bir sol forvet, Tello içeride kalan bir sağ forvet gibi sahadaydı. Ortasahada ise yine sarkık Toraman'ı görüyorduk. Sahada topu taşıyabilecek tek oyuncu İsmail'in silik kalması, sağbekin hiç çıkmaması, ortasaha - forvet uyumsuzluğu ve defansı derinde kabullenme gibi sorunlarla Beşiktaş, ilk yarıda duran topların dışında rakip kaleye yanaşamadı bile...

Devre arasında arzuladığım iki değişiklik vardı. Birincisi; Toraman'ın sağbeke geçişi ve en azından hucüma katılabilecek ve pas yapacak bir ortasahanın eklenmesi nedeniyle, Kaş - Uğur değişimi idi. İkincisi ise; sarı kartı olan ve silik kalan İsmail'in yerine en azından top götürecek ve forvet gibi oynayabilecek bir oyuncu olan Serdar'ın girmesi idi. Ya da direkt bir Kaş - Serdar değişimiyle, ortasahayı 2 oyuncuya bırakıp, Tello'yu Bobo'nun arkasına alarak tam bir Old Trafford deplasman taktiğine dönülebilirdi.. Bunlardan biri gerçekleşti ikinci yarı başında; Kaş çıktı, Uğur girdi...

Toraman sağbeke geçip, müthiş kademeler yaptı. Her ne kadar kötü bitirse de, hücumlara katılarak ortasahaya bir pas opsiyonu sunmuş oldu. Ortasahada, en azından topa basıp, telaş yapmadan etrafına bakabilen bir Uğur'un girmesiyle, daha fazla pas yapma şansı oldu Beşiktaş'ın. Kapılan toplarla bilinçli çıkmaya başlandı. Kendisinden beklenen damgayı, ikinci yarıda vurmaya başlayan İsmail, Fenerbahçe adına "tehlike çanı çalan" bir görüntü çizmeye başladı. Solda aldığı her topta, feyklerine cevap aldı, topu cezasahasına itti... Verilen penaltı pozisyonu öncesinde de, ortasahada topu güzel tutup Bobo'nun önüne müthiş bıraktı... Penaltıya kadar, hakem dışında işler Beşiktaş adına iyi gitmeye başlamıştı. O penaltı gol olsa, daha çok basketbolda kullanılan momentum olayına Beşiktaş sahip olacak, belki de ikinciyi bulacaktı. Ama Ferrari'nin de deyimiyle; "hep kullandığı köşesini" değiştiren Bobo, penaltıyı kaçırdı ya da Volkan kurtardı... Bu kez momentum tersine döndü.

Bilica'yı ikinci sarıdan atmak yerine, eştiği çukuru doldurmakla uğraşan hakemin acziyet hikayesi başladı bu dakikadan sonra... İki metre yanında oluşan pozisyona kendi yorumunun "devam!" olmasına rağmen, 30 metre uzaklıktaki yan hakemine uyup, Ernst'i atmasıyla acizlik belgesini imzalamış oldu... Maçın son dakikalarında zombi kılıklı yan hakemine bir kez daha uyan Göçek, Wederson ve Toraman'ı da haybeden atmış oldu. 2007 yılından bu yana Forzabeşiktaş'tan başlayıp, askerlik dönüşü bloglardan devam eden amatör yazarlık geçmişimde ilk kez hakem içerikli bir başlık atma gereği duydum. Lugano'nun penaltısına vermemek gibi "hatalara" eyvallah diyebilirim de, gözünün önünde oluşan olaylara görmezden gelinmesine, derbilerde skoru belirleyen kart opsiyonlarına hakim olamamalara katlanamıyorum...
Umutların çöpe atıldığı bir derbi sonucu oldu Beşiktaş adına. Erken gole rağmen, kendilerine faul yapılıp yine kendilerine saldırılması, fırça atılmasına rağmen stresle başedebilen ve mücadelesini sonuna kadar gösteren Beşiktaşlı futbolculara bir şey söyleme hakkımız yok. Artık kafayı resetleyip, son maçlardan zevk almaya, gelecek planları kurmaya başlamak gerek. Tabi bu kez CL dışında kalmakla, bu planları "bonservis savurganlığını" düşünmeden yapacak Beşiktaş yönetimi... İbrahim Kızıl için de kötü haber.

Beşiktaş'ın futbolundan alamadığım tadı, maç sonunda basın açıklaması yapan bir yöneticiden aldım... Eski bir Paşa ve ardından DGM Savıcısı olan Engin Baltacı'nın konuşması, hedeflediği yere balta indirecek cinsten ve aynı zamanda da hukuki açık vermeyecek cinsten... Ayrıca, konuşma yaparken kullandığı ses tonu, kendine güveni ve basın mensuplarına karşın "baskınlığı" ile tam bir yönetici havası vardı. Bir açıklama olacaksa, bunu her zaman Engin Baltacı yapmalıdır bana göre...

Fenerbahçe 1 - Beşiktaş 0

Espanyol'dan Inter'e Tiyo; Madrid'e Umut


Gol yoktu ama futbol vardı... Bu klasik deyime en iyi uyan maçlardan birine şahit olduk Katalunya Derbisi'nde. Yeni stadıyla birlikte, seyirci baskısını rakibe ve hakeme daha iyi yansıtmaya başlayan Espanyol, maç boyunca hemen hemen hiç pozisyon vermedi. Üstelik futbolları sadece topun arkasında değildi, karşı ataklarda çabuk çoğaldılar, hızlı ve bilinçli çıktılar. Barcelona uzun zaman sonra bir kırmızı kart gördü. Ne yalan söyleyeyim; Barca'nın sıkıntı çekmesini özlemişiz be...
Peki neyi farklı yapmıştı Espanyol? Barcelona'ya karşı kapanmanın ya da ofansif oynamaya çalışmak anlamsız oluyor. Her iki şekilde de sadece Barcelona galibiyetinin şekli değişiyor. Gollü ya da kemiksiz bir "galibiyet" oluyor sonuç. Ama bu maçta Espanyol, Barcelona'nın sık pas yapma trafiğini bozmak adına, ortasahada "koordineli bir şekilde" rakibine bastı. Yalan bir pres yoktu sahada, Xavi'ye pres yaparken aynı zamanda pas verilecek opsiyonlarını da kapatıyordu Espanyol oyuncuları. Barcelona'ya karşı tek çözüm budur zaten: top aldırmamak. Topun sahipliğini Barcelona'ya verirsen, ister 10 kişi kale çizgisine dizil, ister ortasahayı kalabalık tut... Bir şekilde aşmasını biliyorlar. Ama bu maçta Barcelona'nın işi "şahıslara" kaldı. Espanyol'un dirençli futboluyla, Messi'nin, Alves'in ayağına bakmak zorunda kaldılar pozisyon bulmak için. Ve görüldü ki:Messi de bir insanmış ve Barcelona da bir Dünya takımıymış...

Zaten Guardiola da tehlikenin farkındaydı. Yarı finale 3 kala, tam kadro sahadaydı Barca. Hatta henüz antrenmanlara katılmaya başlayan İbrahimoviç'e bile başvuruldu... Espanyol'un bu oyun şablonu, Inter'e bir tiyodur aslında... Morinho gözünü dört açıp, dakika dakika sentezini yapacaktır bu maç kasediyle... Real Madrid için ise tekrardan bir umut ışığı oldu bu.
Espanyol, yeni stadyumuyla, masmavi tribünleriyle ve modern futboluyla sevimli bir takım oluvermiş. Her sene küçük eklemelerle üzerine koyarlarsa, bu ligin bir Atletico Madridi, Sevilyası, Valenciası olabilecek potansiyelleri var...

Cesar'ın hakkı Cesar'a... Barcelona 10 kişi kalmasına, rakip takımın arzusuna ve bir kaç gün sonra oynanacak yarı final maçına rağmen, hiç bir zaman "tamam olmuyor" demedi, inatla galibiyeti denedi... Olabilirdi de, Messi bir pozisyonda yaptı yapacağını, 5 kişi arasından çıktı. Kaleyi değil de, pas opsiyonunu da düşünüp gitse gol olabilirdi o pozisyon. Ama işte... Madem bu paragrafın adı "Cesar'ın hakkı Cesar'a" oldu; Messi "kale" güdümlü bir makina olduğu için Arsenal gibi bir takıma 4 gol sığdırabiliyor tek maçta...

Espanyol 0 - Barcelona 0

Maicon Attı Şampiyonluk Geldi (Galiba)

Maçın henüz başlarında, Juventus bizlere gerçek bir İtalyan Derbisi izlettirmenin sinyallerini veriyordu. Daha 37. saniyede Iaquinta, güzel bir pozisyonda dönüp cılız bir vuruş yapıyor, ardından Del Piero bireysel çabasıyla getirdiği topu Julio Cesar'ı güç durumda bırakacak şekilde kaleye yolluyordu. Juventus son maçlarının aksine sahada Juventus gibiydi. Inter hemen hemen hiç kaleye yaklaşamıyor, Sissoko, Melo ve Marchisio rakip atakları daha gelişme eğilimindeyken yok ediyordu...
Taaki 37. dakikaya kadar. Bu dakikada Sissoko kırmızı görerek bütün planları bozuyordu Juventus adına. Aslında ilk sarı kartı da kırmızı olabilirdi. Orada Motta'ya direkt olarak bilinçli bir tekme vardı. Sarısı henüz tazeyken, üzerine gidip rakibine atlaması, İtalyan Derbisi'nin kaderini belirliyordu... Hücuma giden yaratıcı bir ayağını ve en önemlisi duran top ustasını kenara almak zorunda kalmıştı Juventus... Ortasahaya Poulsen'in dahil olmasıyla, savunma anlamında pek çok şey değişmeyecekti, yine Inter'e kolay göz açtırmayacaklardı, fakat golü bulması mucizelere kalmıştı artık. Maç Inter'in kontrolüne geçmiş, "Inter ne zaman gol atacak?" "Yoksa maç 0-0 mı bitecek?" sorularıyla sadeleşmişti İtalyan Derbisi... Aslında Inter'e baktığımızda bir "şampiyonluk kavgası" göremiyorduk. Hiç önde basmadılar, prese baş vurmadılar, hücumda çoğalmadılar... Sahada tek isyan eden Maicon'du, golü de o buldu. Hem de müthiş bir şekilde... Halısahada bile kolay kolay adama yaptırmazlardı o top sektirmeleri... Ve ardından gelen müthiş sağdış... Daniel Alves'le birlikte Dünya'nın en iyi 2 sağbekinden biri olan Maicon bu golle Morinho'yu rahatlattı. Ama Inter maçı aldı demek için erkendi, çünkü Juventus her ne kadar kaleyi sıkıştıramasa da duran toplar kazanıyor ve uzunlarıyla yükleniyordu. Inter henüz 1 hafta önce aynen bu şekilde 2 puan bırakmışlardı Fiorentina deplasmanında... Galibiyet golünü henüz bulmuşken, bir duran topla Fiorentina'dan cevap alıp, hayallerini suya düşürmüşlerdi...


Yine öyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalan Inter'e maçı getiren gol, Muntari'nin orta şut karışımı vuruşuna dokunan Eto'o ile geldi... Morinho, son dakikalarda gelen bu gole, ilk golde verdiği tepkiden çok daha fazlasını verdi... O da "1-0" tehlikesinin farkındaydı.

Daha ilginç bir hikayesi olabilecek maç, Sissoko'nun "saçması" sebebiyle daha sadeleşmiş oldu. Ama sırf Maicon'un golü ve Balotelli'nin çataldan dönen frikiğine şahit olmak için bile 90 dakika TV karşısında olmaya değerdi. Hafta içinde gerçek bir "Barcelona maçı" izleyeceğiz. Barcelona'nın İspanya'daki maçlarında artık her hangi bir "bilinmezlik" yok. Buna El Classico da dahil oldu... Fakat "mutlaka anti-tezi olan" Morinho'nun Inter'i karşısında işler o kadar da kolay olmayacak Barca adına... O nedenle bu karşılaşma için "gerçek bir Barca maçı" tabirini kullanma gereği duyuyorum. Dünya'nın en iyi iki sağbekini birden sahada görmek de güzel olacak.

Juventus ise Şampiyonlar Ligi şansından uzaklaşmanın yanında, Avrupa Kupaları'na hiç katılamama riski ile de karşı karşıya kaldı. Aslında birer birer bakarsak "iyi bir kadro" diyebileceğimiz Juventus'un, "iyi bir takım" olabilmesi için eksikleri var. Örneğin forvetleri hep aynı tip. Uzun, güçlü eyvallah da hiç biri "top götüren ve kendi yaratan" değil... Ortasahada da aynı sıkıntı var. Bütün oyuncular dirençli fakat sadece "karşılayıcı". Hiç biri planlayan, topa basan değil. Diego ise çabucak sonuca gitmek isteyen bir 10 numara. Durum böyle olunca Juventus hiç hazırlık pası yapamıyor, topun sahibiyetini rakibe teslim ediyor. Bunun sonucunda defans oyuncuları maç içinde çokcana rakip atakları bitirmekle uğraşıyor, bireysel hatalar kaçınılmaz oluyor... Melo'nun yanına topa basan, gerektiğinde dikene oynayan bir ortasaha ve top taşıyan forvetle Juventus çehre değiştirebilir...

Bu maçta puan kaybedilseydi, şampiyonluk ciddi anlamda riske girebilirdi Inter adına. Fakat kalan maçları düşünerek söylebilirim ki, Morinho bu saatten sonra şampiyonluğu vermez artık...

Roma derbisinin daha eğlenceli olacağını düşünüyorum, ama malesef bizim derbimizle aynı saatte... Artık tekrarıyla falan avunacağız...

Inter 2 - Juventus 0

Derbide Old Trafford Taktiği

Bu maça kadar bir çok kez "düğüm" denildi duruldu... Engebeli giden lig, bize bir çok kader maçı sundu. Fakat bu kez ciddi ciddi bir "düğüm maçı ile" karşı karşıya olacak Beşiktaş. Kaybedildiği taktirde şampiyonluğun yanında, Şampiyonlar Ligi şansı da "yok" denecek kadar az olacaktır...
Mustafa Denizli'nin geleneksel "derbi tavşanı" yine sahne alacak mı? Yoksa sakatlıklar O'nu zaten tek bir seçeneği mi itiyor? gibi sorularla karşı karşıyayız. Rüştü, Toraman, Ferrari ve de Tello'nun oynayabileceği haberi geldi. "Oynayabilir" gibi bir fısıltı bile, bu oyuncuları sahada görmemize yetecektir. Çünkü Mustafa Denizli'nin karşısında aksi bir sonuçla "sezon sonu" anlamı taşıyacak bir maç var...
Ne kadar tavşan sayılır bilmem, ama ben bu maçta Mustafa Denizli'nin sol önde İsmail'i kullanıp, 4-4-1-1'e benzer bir 4-3-3'le sahada olacağını düşünüyorum. Tıpkı Old Trafford'da olduğu gibi...Tello'yu, takımın topsuz oyun dengesini bozmayacak şekilde "10.5 numara oynatmak" ancak böyle mümkün oluyor. Manchester maçındaki İsmail'li 4-3-3, daha çok bir İtalyan 4-4-1-1'ine benziyordu. Kenar oyuncuları içeriye kat etmekten çok, kenar savunmasını düşünüyor, pozisyonlar ise Tello'nun yaratıcılığına ve ortasahanın süpriz koşularına bakıyordu. Nitekim plan tutmuştu, Tello uzun bir şutla golü getirmiş, Fink'in yaptığı süpriz koşulu bir pozisyon ise direkte sonlanmıştı...

Hücum ederken genelde kenarlarını kullanan Fenerbahçe'ye karşı, geçen sezonda buna benzer bir taktile sahaya çıkmıştı Denizli. Aslında işler istediği gibi giderken, Zapo-Zan ikilisinin saçma gömülmesiyle "kaleci degajından" gelen topla Guiza karşı karşıya kalmış sadece Beşiktaş'a sakladığı gol vuruşuyla takımını 2-1 öne geçirmişti. Cisse'nin erken kırmızısı da tuzu biberi oldu işlerin kötü gitmesi adına. Oysaki Beşiktaş'ın istediği oluyordu o maçta...

"Yine aynı mantık olacak sadece o rolü oynayan oyuncuların adı değişecek" gibi bir öngörü sunarsak şu 11 çıkıyor;
Bir de işin Alex boyutu var. Şayet Gökhan Gönül bu maça yetişemezse, Mustafa Denizli önlem eksenini ortasahaya çevirebilir... Daha önce de yaptığı, sarkık önlibero Toraman hamlesi ile Alex'i kitleyip, Ernst-Fink ikilisini hücumlarda daha efektif olmaya itebilir... Bu kez Tello a bir 10.5 numara değil de, bir kenar forveti olarak karşımıza çıkar.
Her iki 11'e de itirazım olmaz açıkcası. Serdar derbi maçlarında ters koşularıyla pozisyon bulabilen bir oyuncu. Her ne kadar şimdiye kadar birini gol yapsa da... Üstelik topsuz oyunda da bir kanat savunucusu olarak daha bilinçli.
Beşiktaş her halukarda temposuz oynayacak. Zaten bu maçta fazla tempo yapmaya gerek yok. Rakibi oynuyormuş gibi görünen, fakat pozisyona bakıldığında daha sık yakayan bir takım görebiliriz Beşiktaş'a bakarak...

Sonuç mu?
Beşiktaş son Kadıköy deplasmanlarında olduğu gibi "traş goller" yemediği sürece kazanacağını düşünüyorum. En azından bu maçtan gol atamadan çıkmayacağına eminim Beşiktaş'ın...

İtalya'da Derbi Haftası

Bir kaç hafta öncesine kadar Milano takımları arasında gözüken şampiyonluğa, çaktırmadan küçük bir seri yaparak ortak olan Roma, İnter galibiyeti ile birlikte ilk aday olu verdi... Spalletti'den miras kalan topsuz oyununa, Vucinic'in formu ve kiralanan Luca Toni ile hücum zenginliği de katan Roma, bu hafta sonu oynayacağı derbi ile kaderini çizme yolunda. Inter maçı gibi "olmazsa olmaz" bir durumdan yüzünün akıyla çıkan Roma'nın, Lazio karşısında ne yapacağı merak konusu...
Roma Derbileri her zaman gerilimli geçmiştir. Fakat aynı zamanda maçların "tempolu" olması, Lazio'nun evsahibi olduğu derbilerde oluyor genellikle. Roma - Lazio karşılaşmalarında Roma her zamanki gibi sakin ve durağan oynuyor, Lazio da ona uyuyor. Fakat Lazio evsahibi olduğu zaman ilk dakikadan itibaren baskılı ve gol yeme tehlikesinden çekinmeden oynuyor. Bu da her zaman Lazio - Roma şeklindeki derbilerini daha makul kılmıştır...
Roma bu maçı kayıpsız atlattığı taktirde önünün açık olduğunu düşünüyorum.

Inter ise bu hafta "Derbi d'Italia" bekliyor. Bu derbilerin en çok kazananı olan Juventus, Fulham'dan 4 yediğinden beri resmen "canlı cenaze" konumunda... Fulham hezimetinden sonra çıktığı 3 Serie A deplasmanından toplam 7 gol yiyip, puan dahi alamayan Juventus, kendi sahasında oynadığı Atalanta ve Cagliari karşılaşmalarında son dakikalarda gelen gollerle bir şekilde "Şampiyonlar Ligi" umutlarını sürdürdü. Palermo ve Sampdoria'nın ardından 3 puan farkla 6. sırada bulunan Juventus'un, önümüzdeki sezon Şampiyonlar Ligi PlayOff'u oynaması için bu maçtan galibiyet alması şart gözüküyor.
Genellikle Meazza'da Inter'e sıkını yaratan Juventus, Torino'daki ilk maçta da 2-1'le Inter'i mağlup etmeyi başarmıştı...
Inter ise hafta arasında Fiorentina'yı kupadan eleyerek moral buldu. Bu hafta oynayacak Roma Derbisi'ni de düşünerek, liderlik koltuğunu tekrar geri alma planları yapacak Morinho'nun, Juventus'u bir şekilde geçeceğini düşünüyorum. Maçın Cuma günü olması da, diğer maçlarla kesişmemesi adına güzel olmuş. Genellikle futbolsuz geçtiğimiz bir günün akşamını, İtalya Derbisi ile doldurmak çok hoş olacak...
Serie A'da bu hafta oynanacak bir diğer ilginç maç ise Genoa'da olacak. Şampiyonlar Ligi bileti için Palermo'nun ensesine yapışan Sampdoria, Milan'ı konuk ediyor. Milan, evinde kaybettiği puanlarla zirveden uzaklaştı. Ama iki rakibi de bu hafta sıkı maçlar yapıyor. O nedenle bu maç onlar için yeniden bir başlangıç olabilir. Ama ben malesef Milan'da şampiyonluk yarışını götürecek endamının olmadığını düşünüyorum...
Genoa derbisini kazanan Sampdoria'nın Milan'ı geçmesi normal sonuç olacaktır bana göre...

Derbi istatistikleri;

Inter ve Juventus tüm kupalar dahil toplam 212 kere karşılaşmışlar. Bunların 93'ünü Juve, 67'isini Inter kazanmış. 52 maç ise berabere sonuçlanmış.
Juventus, 1961 yılında Inter'i 9-1 mağlup ederek, bu derbilerdeki en büyük farkını yakalamış.
Inter'in Juventus'a karşı aldığı en farklı galibiyet ise; 1954 yılına oynanan maçta 6-0'lık skorla gelmiş.

Derbi della Capitale'de ise; Roma'nın 58 galibiyeti bulunuyor. Lazio'nun ise 44 kez rakibini geçtiği görülüyor... Francesco Totti şu ana dek tam "27 Roma Derbisi" oynayarak bu kategoride lider gözüküyor. Marco Delvecchio bu derbilerde 9 gol atarak, Dino Da Costa ile birlikte Roma'nın, bu karşılaşmalardaki en golcü oyuncusu ünvanına sahip. Efsanevi golcü Silvio Piola ise 6 golle, Lazio adına derbilerin en golcüsü...

Şampiyonluk yarışı;

Inter'in kalan maçları;

Juventus
Atalanta
Lazio (D)
Chievo
Siena (D)

(Juventus ve Atalanta maçlarından sonra Barcelona ile yarı final karşılaşmaları yapacaklar.)

Roma'nın kalan maçları;

Lazio (D)
Sampdoria
Parma (D)
Cagliari
Chievo (D)

Barcelona'nın Süper Starları

Günümüzün değil, belki de futbolun icadından bu yanaki en büyük takımı görüyoruz Barcelona'yı izleyerek. Karşısındaki rakibi 1 milyar Dolar harcamasına rağmen yine aciz duruma düşmekten kurtulamıyor. "Kendisi ve diğerleri" farkını bu kadar açıkça ortaya koyan bir takım var mıydı daha önce bilemiyorum...
Futbola aklımın yettiği 90'lı yıllardan bu yana, Barcelona'nın dönem dönem kötü durumlar yaşadığını biliyorum. Ama değişmeyen birşey vardı ki; "bundan iyisi yok!" dedirten süper yıldızların en iyi dönemini bu forma altında geçirmesi. Önceleri Cruyff'lar, Maradona'lar da gelmiş-geçmiş, fakat ben canlı şahidi olduğum dönemlere bir flash back yapmak istiyorum...

Romario (1994-1995)

Barcelona ile kısa bir serüven yaşamasına rağmen, bu formayla 46 maça çıkıp rakip ağlara 33 gol bırakarak ve özellikle şampiyonluğun geldiği 1994 yılında La Liga'nın gol kralı olarak damgasını vurmuştur Romario...1994 Dünya Kupası'nı da Brezilya'ya kazandıran büyük golcü, En Değerli Oyuncu ödülünü de almış, kariyerinin en güzel yıllarını Barcelona formasıyla geçirmiştir...Yine 94 yılının Kasım ayında, Galatasaray Barcelona'yı Ali Samiyen'de 2-1 mağlup ederek, "Türk takımlarının Şampiyonlar Ligi'ndeki ilk galibiyeti" başarısını elde edecektir. O maçta Romario, şık bir topuk plasesiyle topu Hayrettin'in sağından filelerle buluşturacak, fakat Arif'in Barcelona kalecisi Busquets'i "içeri sokmasıyla" bu gol takımı adına puan almaya yetmeyecektir...

Ronaldo (1996-1997)

Cruyff O'nun için "O'nu kimseyle kıyaslamayın!" demiştir... Gerçekten de bir forvetin ihtiyacı olan her özellikten fazlasıyla kendinde barındıran futbolculuğuyla, hiç kimseye benzemeyecek kadar büyük golcüydü, lakabı gibi fenomendi... Güçlü, çabuk, teknik ve hava toplarında da iyi sayılırdı. En önemlisi de gol vuruşları inanılmazdı. Topla hem sert şutlar atabiliyor, gerektiği zaman da kalecileri kıç üstü oturtacak plaseler yapıyordu. Bu nedenledir ki, Barcelona'yla çıktığı 49 maçla 47 gol atarak inanılması güç bir istatistik yakaladı. Bu O'nun en iyi sezonuydu ve yine bu performans Barcelona formasıyla kesişiyordu... Daha sonra büyük bir bedelle Inter'e giden oyuncu UEFA kupasını 98'de takımına kazandırdı. Daha sonra sakatlıklar ve gerisi malum... İzlemeye doyamadığım ve kariyeri tam çıkış noktasındayken şansızlıklarla geriye giden bir oyuncudur. Tabi Ronaldo denice aklıma hemen; o dönemler Oktay'ın Belçika savunmasını bel fıtığı eden golüyle "jenerik arkadaşı olan" Compostela deplasmanında attığı, tekmelere-formasına asılmalara rağmen ortasahadan götürdüğü golü geliyor...



Kendi bugün hala futbol yaşantısına devam ediyor. Corinthians forması giyen oyuncu, fazla kilolarına rağmen arada bir yazmaktan geri kalmıyor...

Rivaldo (1997-2002)

Dünya'nın en iyilerinden sayılır mı bilmem, ama bildiğim bir şey var ki "skoru değiştirme" konusunda Dünya'nın belki de en iyisi... Formda olduğu dönemde "çok kolay bir iş yapıyormuşcasına" uzakttan attığı gollerle, frikikleriyle, birleşik hareketlerinin ardından yaptığı gol vuruşlarıyla, üflesen gol olmasına yetecek kornerleriyle tam bir "kurtarıcı" oluyordu takımı adına.
Barcelona ile müthiş işler yapan Rivaldo, iki kez gelen şampiyonlukta büyük pay sahibiydi. 2002 Dünya Kupası'nda da Ronaldo ve genç Ronaldinho ile birlikte takımının ileri 3'lüsündeki diğer isim ve kupayı getiren bir diğer etkendi...
Adı söylenenice aklına gelen gol konusunda ise, Valencia'ya attığı cezasahası çizgisinden, göğsüyle aldıktan sonra rövaşata ile (yazı ile yazınca ne kadar da saçma geliyor dimi, ama vallaha attı!) yarattığı golü söylerim. Güzelliği kadar, Barcelona için Şampiyonlar Ligi kapısının yine bu golle açılmış olmasıyla aynı zamanda "anlamlı" da oluyordu. Üstelik böylesine kritik maçta Rivaldo'nun hat trick golü de oluyordu bu rövaşata... İşte, kritik maç ve saçma sapan gollerle hat trick. Tıpkı ilk cümlemde anlatmak istediğim vurgu gibi...



Kendisi hala aktif futbol yaşantısına Özbekistan'da devam ediyor...

Ronaldinho (2003-2008)

Bugün Messi için yapılan "insanlık dışı benzetmeler" bir dönem O'nun için yapılıyordu. Yine bugün Messi'nin oynayacağı maça milli maç gözüyle bakıp, kaçırmayan futbolseverler, o günlerde aynı şeyi Ronaldinho için düşünüyordu. Messi, bir takıma level atlatacak inanılmaz bir oyuncu oldu. Fakat "spektaküler" hareket görmek için, Ronaldinho çok daha iyi bir alternatifti. "Ronaldiho çalımı" denecek, kendine özgü ve daha sonra taklit edilmeye çalışılan hareketleri vardı...
Barcelona ile 2 şampiyonluk yaşadı. Fakat en önemlisi, takımının 14 sene aradan sonra kazandığı 2006 yılındaki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğunda önemli katkılar yapmasıydı...

Bugünlerde Milan forması giyen Ronaldinho, Milan'ın futboluna katlanmamızdaki tek etken olmayı başarıyor yine de...

Messi (2000 - "Laporta'yı alkol komasına sokup, sahte bir belgeyi imzalatmadıktan sonra" kariyerinin sonuna kadar)

Kendisini anlatmama gerek yok heralde... Böyle bir oyuncunun başından itibaren kariyerini izlemek bizim için büyük mutluluk. Yıllar yıllar sonra "bir Messi vardı..." diyecekler ve biz O'nu biliyor olacağız...
Her geçen gün, her geçen maç hikayesine yeni birşeyler, yeni terimler katıyor. Merakla izlemeye devam ediyoruz...

Bkz: Messi Türk Olsaydı?
Bkz: Maradona'nın Arjantin'i ve Messi....

"Bu Kadar Olur..." Beşiktaş 0 - Trabzonspor 0

Beşiktaş çıkabileceği en iyi 11'le sahadaydı. Sadece "Yusuf'un yerine Serdar olabilir miydi?" diye düşündüm. Fakat Serdar'ın güven kaybını ve de bu ortasahanın önünde Yusuf gibi daha yaratıcı bir oyuncu gereksinimini düşünürsek, bu seçime de pek itiraz hakkımız kalmıyordu. İtiraz edeceğim nokta Beşiktaş'ın oyun anlayışıydı. Aslında bildiğimiz Trabzon'a karşı "ideal" bir anlayıştı, fakat ortaya çıkan Trabzon çok farklıydı...

Çift forvet ve ortasahayı Selçuk'a teslim eden bir 11'i görünce bu maçı Beşiktaş'ın rahat geçeceğini düşündüm. Ama böyle "sindirile bilinir" gözüken ortasahaları imha etmek için, önde baskı yapmak kaçınılmaz oluyor. Beşiktaş önde baskıyı "iş işten geçene" kadar pek yapamadı. Baskı yaptığı anlarda ise artık Trabzon'un ortasahasında Ceyhun vardı... Hatırlarsanız bugünün Trabzon'a benzer bir takımı, yaklaşık 3 yıl önce Beşiktaş Trabzon'a karşı sürmüştü...Ricardinho'nun ilk formayı giyip, 3'lü ortasahanın soliçinde oynadığı maç... O maçta Ziya Doğan "bugünkü Beşiktaş'ın" yapması gereken "önde baskıyı" yapmıştı ve ilk yarıda skoru elde etmişti.

Beşiktaş 3 dirençli ortasahayla maça başlayarak doğruyu yaptı. Ama daha da "doğru" olması için böyle bir takımın önde prese başlaması şart oluyor. Aksi taktirde bu oyunculardan "yaratıcılık" beklemek zorunda kalıyoruz... Oysaki Eskişehir maçının bir bölümünde ve İBB maçında olduğu gibi önde basan bir takım, yaratıcı olmayan ortasahalarla dahi "rakip için ters zamanda" kapılan toplarla, Xavi'den yaratılmış kadar net pozisyonlar yakalaya biliyor...

Önde baskı gelmeyince, hatlarıyla birbirine yakın oynayan Trabzon, hucüm presinin de katkısıyla çok fazla sırıtmadı topsuz oyunda. Sahada olan Beşiktaş 11'i, bulabileceği pozisyonları buldu aslında. Bobo'nun girip, karşı karşıya kaldığı ve Ekrem'in karambolden şutu ciddi bir kaleci başarısıyla kaçırılmış pozisyonlardı. Bunlardan biri "olsa" ve yahut Beşiktaş golü oluruna bırakmayıp, maça önde baskıyla başlasa 3 puan gelebilirdi. Ama genel olarak, sahadaki 11 "çapına" oranla mücadelesini yaptı ve pozisyonları buldu diyebilirim. Bu takımla bu kadardı, o nedenle oyunculara kızamam. Mustafa Denizli'nin de yapabileceği şey bu kadardı esasında... Bu maçla ilgili tek enterasan ve geleceğe dair fikir verecek an, Nobre'nin ortasahada görülmesiydi... Ernst'in yerine giren Nobre'yi, forveti çiftleyecek sandık ama o ortasahada kaldı. Bir iki top aldı, gayet sakindi ve iyi kullandı kısaca "sırıtmadı"... İlginç bir alternatif olabilir gelecek adına... Forvet bölgesinde 2.3 milyon Euro etmeyeceği kesin. Ama böyle bir pozisyon için de hazırlanıp, "joker" hüvviyeti kazandırılırsa Nobre'ye, yeniden takımın değişmezlerden olabilir...
Tello için "ideal 4-3-3'de yeri yok" düşüncem vardır. Ama 2 sezondur bu sistemi oynamamıza rağmen "ideale" çok az yaklaştık. O nedenle "şahıslarla" yürüyen bu sistemde Tello çok önemli yer arz ediyor. En önemlisi de Tello yokken, duran top kullanacak "hiç adam" kalmaması. O yokken toplar ortalanmıyor bariz "kepçeleniyor"... Koca takımda duran top için tek bir adamın ayağına bakılır mı yahu?
Kalede de bir kötü bir iyi olayla karşılaştık. Kötüsü malum; Rüştü yine çok formdayken bir Fener maçı öncesi baldırı çekti. İyisi yine malum; uzun süre uzak kalmasına rağmen Hakan kaleye hemen ısındı, iyi pozisyon alarak bir iki kritik top çıkardı.

Gelelim maça etki eden Bünyamin Button'ın tuhaf hikayesine...Elbette "skora" etki ettiği hatası verilmeyen son dakika penaltısıydı. Ama o pozisyonda, topun ele temas etmesine rağmen yönünü değiştirmemesi nedeniyle "es geçilebilir" inancını taşıyorum. Es geçilebilir derken: gözden kaçırılabilir...
Ama beni çığırımdan çıkartan hataları daha doğrusu "kararları" kart opsiyonlarında olmuştur. Maçın başından itibaren "el classico'da" bile rahatlıkla çıkan, "umut vaadeden atakları" kesen faullerde kartını kullanmadı. Asıl bombayı da, Burak'ın topa yetişemeyeceği bile belli olan pozisyonda, Üzülmez'e arkadan bodoslama girişinde 2. sarıyı göstermemesiydi... 1 yıl önce Saraçoğlu'nda, çok daha basitini yapan Cisse'ye ikinci sarıyı gösterirken, burada göstermemesiydi... Penaltı, gözden kaçmadır. Ama burada "taktir" hakkı söz konusu. O zaman ben de burada "çifte standart" var derim... Hatta daha da ileri gidip "senin hakemlikle alakan yok kardeşşş" de derim.

Sonuç şudur ki; gerekli olan Kadıköy'de bir Fenerbahçe galibiyeti "kaçınılmaz hedef" olmuştur... Zaten şampiyonluk için Fenerbahçe ve Bursaspor galibiyetleri şarttı esasında. Bana göre o maçların kazanılmasıyla, bugünkü puan kaybının çok da değeri olmayacak "şampiyon olma" adına.
Denizli'nin olduğu yerde tavşan ve "umut" eksik olmaz vesselam...


Beşiktaş 0 : Trabzonspor 0
Fotoğraflar: Hurriyet

Maradona'nın Arjantin'i ve Messi


Messi için tek soru işareti bu kaldı haralde; Dünya Kupası'nı kazandırabilir mi? İnsan olup olmadığını ya da Maradona kıyaslamalarını bir kenara bırakıp, Dünya Kupası'nı kaldırmanın nasıl mümkün olacağını düşünmek istedim. Kaldı ki, Messi'nin iyi bir performansından sonra neden direkt Maradona kıyaslaması olur anlamıyorum... Maradona büyük bir futolcuydu, benim kuşağım O'na yetişemedi. Maradona denince aklıma gelen tek şey, tek canlı izleyebildiğim ve gol attığı maç olan Yunanistan karşılaşmasında "kafasını sallayarak" kameraya koşmasıydı...

"Bir 100. yıl daha böyle topçu gelmez" kanısı varken ortaya Messi'nin çıkması, Allah'ın futbolseverlere bir hediyesi oldu. O nedenle artık Maradona'dan iyi mi kuşkusunu bırakıp, soru sormadan Messi'yi izlemenin tadını çıkartmak lazım... "Maradona mı? Messi mi?" tartışmasında diyebileceğim tek şey var; en azından artık "yeni Maradona" klişesinden kurtulduk. Artık gelecek vaadeden bir yıldız için "yeni Messi" moda olacak. E bu da, Messi'nin Maradona'ya ne kadar yaklaştığını kanılıyor aslında.

Messi'nin Arjantin Milli Takımı'nda neler yapacağını görmemiz için de iki ayımız kaldı. Messi, bir önceki Dünya Kupası'nda da vardı fakat sakatlıktan çıkmıştı ve henüz tecrübesiz, fizik olarak gelişme evresini tamamlamamıştı. Şimdi herşeyiyle hazır bir futbolcu olarak gidecek. Bireysel performans olarak damga vuracağına eminim, fakat Dünya Kupası'nı kaldırmalarında yeterli olacağı konusunda şüphelerim var. O şüphelerimi ortaya çıkaran nokta ise; Arjantin'in oyun şablonunun, Messi'ye Barcelona'daki rahatlığını verememesi.

2006-2007 dönemlerinde Arjantin, klasik bir 4-3-1-2 sistemiyle oynuyordu. Cambiasso - Veron - Mascherano gibi bir 3'lü ortasaha, önlerinde Riquelme serbest oyuncu pozisyonunda, Messi ise ileri ikiliden birisi olarak sahada oluyordu. Bu da Messi'yi çoğu kez sırtı dönük top almaya zorluyor, ve rakip stoperlerin kucağına düşmesini sağlıyordu. Oysaki; Messi topu aldığı anda çevre kontrolünü yapabilecek kadar kaleden uzak olmayı seviyor. Kalenin yakınlarında attığı gollerde ise, forvetlerin boşalttığı alanlara gizli koşular yaptığını görürüz. Yani her iki olayı da gerçekleştire bilmesi için, Barcelona 4-3-3'ünde serbest oynayan bir kenar forveti pozisyonu tam bir biçilmiş kaftan oluyor...

Maradona, son dönemde Arjantin'i 4-3-3'e benzeyen bir formata sokmaya çalışıyor. Ama yaptığı oyuncu seçimleriyle yine "kabız bir takım" olmaktan öteye geçemiyor malesef. Son oynadığı hazırlık maçı olan Almanya karşısında sürdüğü 11, Maradona'nın Dünya Kupası'nda da nasıl bir şablon düşündüğünü de ortaya koyuyordu aslında... O 11'e bakacak olursak;

Burada işin topsuz tarafını gayet başarılı yapabilecek bir takım görüyoruz. Ama olay topla oynamaya dönünce kabızlık ortaya çıkıyor. Ortasahada; kanat-bek stilinden devşirme Gutierrez, her ne kadar hala formunu korusa da, hareketli oyuna ayak uyduramayan Veron, ortasahayı statik kılıyor. Burada tek doğru seçimi Mascherano olarak görüyorum. Olaya bir de stoper özellikli ve hücuma katkı yapamayan bekler eklenince, ileride 3 Messi olsa da ortaya çok farklı birşey çıkarmak mümkün olmuyor... Messi'nin performasını "skora katkı" açısından da katlaması, Daniel Alves'in transferiyle de paralel bana göre... Alves olmayıp, Puyol'un sağ beke çekildiği maçlarda Messi'nin nasıl da ortalıktan kaybolduğunu hatırlarsınız. Çünkü sağ tarafta, Alves'in bindirme yaparak bir "ortasaha gibi" atak oluşumlarına katkıda bulunması, Messi'nin topu daha "tehlikeli" bölgelerde almasını sağlıyor. O'nun yokluğunda ise, Messi topu çok daha geriden alma durumunda, aksi taktirde hiç topla buluşamama tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor... Tıpkı Delgado ve Beşiktaş'ın kaleden uzak kalan oyunu konusuna benziyor bu da. Delgado'nun da aynı derten müzdarip olduğundan defalarca bahsetmiştim. Böyle oyuncular "kaleye yakınken" güzel...

Aşağıda youtube'a eklenmiş, Messi'nin Almanya'ya karşı oyunundan kesitler olan bir video paylaşacağım. Esasında "görsel zevk" adına eklenilmiş bir video olsa gerek. Fakat aynı zamanda Messi'nin nasıl da çaresizce geriden top aldığını, Barcelona'da Maxwell-Alves gibi oyuncuların bile halledebildiği "defans bloğundan - ofans bloğuna top taşıma" işlerini yaptığını görürüz... ;


Elbette Barcelona olmak kolay değil. Ama en azından o mentale takımı yaklaştırabilecek oyuncuların Arjantin'de olduğunu savunuyorum... Ama bu oyunculardan çoğu Maradona tarafından afaroz edilmiş durumda. Örneğin, Schiavi, Palermo gibi 37'liklerin şans bulduğu bir takımda, 10 senedir Inter'in bankosu Zanetti neden çağrılmaz? Milli takımı mı bıraktı, Maradona ile problem mi var bilemiyorum... Fakat Zanetti, ortasahada sağiçde olsun, sağbekte olsun 4-3-3'e uygun bir oyuncu. Otamendi, Burdisso gibi stoperlerden sağbek yaratmak yerine Zanetti'yi orada oynatıp, Alves'in Barcelona'daki "gizli sağiç ortasaha" modelinde bir bek rolünü üstlenebilir rahatlıkla... Zabaleta da, ofansif sağbek açısından farklı bir alternatif...

Solbekte Insua, Monzon gibi ofansif beklerin takımı daha farklı kılacağının yanında, maçına göre Heinze'yi orada tutup, topsuz oyunda en azından sağbekin ofansif çıkışlarına olanak sağlanmasına da karşı çıkmam. Ortasahada ise, Gutierrez ve Veron'un yerine iki alternatifim var. Birincisi, 2006 Dünya Kupası'nda sakatlanana kadar takımının bankosu olan Lucho Gonzales. Lucho, oyunun iki yönünü oynayan, Porto gibi 4-3-3 müdavimi bir takımda bu sistemin her türlü "puştluğunu" öğrenmiş komple bir ortasahadır. Bir diğer adayım ise Javier Pastore. Pastore, 1 yıllık Serie A tecrübesiyle, ofansif sanatına bir de "topsuz oyun ortasahası" eklemiştir. Uzun pas, kısa pas, hareketli oyun konularında usta olan bu oyuncunun, Messi ile çok iyi anlaşacaklarına eminim. Zaten kendisi Almanya hazırlık maçı kadrosuna çağrılmıştı, fakat forma şansı bulamadı. Dünya Kupası kadrosunda olacağını tahmin ediyorum...
Daha çok sonradan oyuna giren bir forvet olarak değerlendirlen Tevez'in ise, bu takımda "sol forvet" bölgesinde banko oynaması taraftarıyım. Ferguson'un elinde, "kenar forvetin topsuz oyunda ne yapmasıyla alakalı" çok fazlaca gelişme kaydeden Tevez, bir çok Şampiyonlar Ligi maçında klasik İngiliz kanat oyuncusu bile oldu... Onun Premier League temposundan ve "winner" özelliğinden sapına kadar faydalanmak gerekiyor. Orta forvette Milito - Higuain seçiminde kararsızım. Ama burada Maradona'yla beraber olup, Higuain diyebilirim...

"Messi'nin katkılarıyla Dünya Kupası'nı alan Arjantin" tezimde ortaya çıkan takım bu oluyor. Elbette maçına göre bir kaç hamle yapılabilir. Dişli maçlarda Pastore'nin yerine biraz daha "topsuz oyuncu" ortasaha kullanılabilir. Ama genel hatlarıyla bu mantıkta bir Arjantin hayal ediyorum. Arjantin, rakibi "sürklase" edebilecek bir oyun tarzıyla başarılı olur. Defansif özelliklerle takımı doldurup, "uyutan futbolla kupa alma" işi Arjantin'e ters... En başta genlerine ters....

Bakalım, bakalım...