Lecce ve Cesena Serie A'da!



Gelecek yılı Serie A'da geçirecek iki yeni takım belli oldu, üstelik birisi "yepyeni"... Lecce ve Cesena... Lecce, geçen sezon düştüğü üst lige, şampiyon olarak tekrar çıkarken, Cesena da galibiyet serisini ligin rahat takımlarından Piacenza karşısında da sürdürünce, 19 yıl sonra Serie A'ya yükselen ikinci takım oldu... Brescia, küme düşme potasındaki Padova'ya mağlup olarak, uzun zamandır götürdüğü 2.lik koltuğunu, telafisi olmayan bir haftada kaybetti. Onlar da Sassuolo, Torino, Cittadella ile birlikte play-off oynayacaklar... Son hafta düşme potasından yukarı çıkan Padova ise tam anlamıyla kurtulmuş değil... Triestina ile "düşmeme" play-offu oynayacaklar onlar da...

Coşkulu ve siyah-beyaz bir camiayı, Serie A'da görmekten büyük tat alacağımı söyleyebilirim. Umarım Schelotto gibi değerleri kadrolarında tutup, takviyeler yaparak bu ligte kalıcı olurlar. Düşen takımlara gözünü dikebilirler mesela, Tiribocchi madeni tekrar Serie B'de, unutulmasın...


Juventus'ta Aguero Düşleri

Tıpkı Beşiktaş taraftarının Quaresma sabahlamalarında olduğu gibi, İtalya'nın siyah-beyazında da benzer beklentiler var şu sıralar. Bir kaç hafta önce çıkan Aguero ve Juventus haberleri, şu günlerde ciddiyetini arttırarak devamlı yer alıyor İtalyan haber ajanslarında. Sene ortasında Chelsea'ye gideceği söylenen Aguero için, Juventus ciddi bir teklif yapmak üzereymiş... Kiralık Tiago'nun, bonservisini alma girişimlerinde bulunacak Madrid ekibine, açıktan da 40 milyon Euro teklif edeceklermiş...

Geçen sezon iki büyük transferinden (Melo - Diego) verim alamayıp, 7. sırada sezonu kapatan, Coppa Italia'nın finalistleri sayesinde Avrupa Ligi vizesi alabilen Juventus, bu kez parayı doğru yolda harcayacaktır bana göre... Aguero, Juventus'un "top taşıyamayan forvet hattı" problemine çözüm oluşturur. Hatta bu sorunu çözmek adına, bir diğer Arjantinliler Messi, Tevez gibi oyuncuların dışında alınabilecek en iyi oyuncu olur... Juventus, Pazzini'nin de peşindeymiş... Bana göre Aguero transferi olduktan sonra, bir sonraki hamleyi sağbek bölgesinde yapmaları gerekir. Şayet Aguero gelirse zaten, O'nu tamamlayacak santraforlar Juve'de mevcut. Amauri, Iaquinta gibi isimler, Aguero ile birlikte 4-3-1-2 sistemi içersinde performans artışı gösterebilir... Trezeguet de "nihayet" yolcuymuş... Napoli limanına doğru...


Beklemeyen Bek... İK-3

Dünya futbolu, kanat ve bek kavramlarında çeşitli yollar almıştır zamanla... Bir dönem herkesin kabul ettiği 3-5-2 sistemiyle tek bir kenar oyuncusunun ayağına bakılırdı. Savunma futbolunun ön plana çıktığı 90'lar sonunda ise, hemen hemen her oyuncunun öncelikle birer "savunmacı" kimliğinde isimlerden oluşan "4'lü defans çizgisi" kabulleniliyordu. Bugünlerde "modern futbol" olarak tanımlanan, futbolda nirvana sayılacak düzeye ulaşmak isteyen takımlar ise, 4'lü savunmanın kenarlarındaki bek oyuncularıyla "ofansif fark yaratma" peşine düştüler... Normalde, en azından beklerden birini stoper görünümlü oyunculardan seçemeye çalışan bu takımlar, artık her iki bekiyle de topa hakim olarak, rakiplerini mahkum oynatmayı başarıyolar. Barcelona, Alves transferiyle çok büyük bir fark attı diğer rakiplerine. Zaten ortasaha ve forvetsel olarak "uykusunda bile pas yapan" oyunculardan oluşan Barca, bek bölgesinde de teknik olarak üst düzey bir isme kavuşunca, ortaya böylesine bir rüya takım çıkmış oldu... Hatta ve hatta son sezonda Abidal'dan da vazgeçerek, Maxwell transferi yaptılar ve "iki ofansif bek" olgusunda çok az taviz verdiler sezon boyunca... Bununla birlikte Inter, Maicon'la bir çok gidiyor denen maçı çevirdi bu sezon, hatta bazı maçlarda solbekte Zanetti gibi bir ismi de kullandılar. Chelsea, çoğunlukla Cole-Ivanovic dengesini kursa da, oyunu açmak adına bazı zamanlar Belletti faktörünü de es geçmedi... Keza Real Madrid'in de bu sezonki "rekor ikicilik" yolunda Marcelo ve Ramos'un ofansif katkılarını unutmamak gerekiyor...
"Yetenekli bek" kavramı öylesine gelişti ki, "sıkışan oyunu açmak" adına pivot santrafor tipine bile gerek kalmadı son dönemlerde... Bugün modern futbol oynayan bir çok takım, bünyesinde "pivot santrafor" tanımlı bir ismi barındırmamaya başladı. Artık farkı, oyun kaderini beklerinin katkılarına bırakarak yaratıyorlar... Bunun nedeni de çok açık aslında. Alan savunmasını "mükemmel" yapabilen bir rakip bile, mutlaka karşısındaki bekleri "demarke" durmunda bırakabiliyor. Daha doğrusu bırakmak zorunda kalıyor... Çünkü rakip bekler pozisyon durumuna göre ya aklını "ön kenar oyuncusuna" veriyor, ya da ters kademeyle cezasahası içine girebiliyor. Bu durumda hücum yapan bek oyuncularını durdurmak, sadece karşı takımın "ön kanat oyuncularına" kalıyor... Ki onların da yapabilceği savunmanın bir sınırı olduğundan, kolaylıkla ekarte edilebiliyorlar... İşte tam da burada Mourinho gibi bir teknik direktör, önde oynayan kanat oyuncularına bile "bek savunması" öğrettiği için, kırılması zor bir catenaccio oluşturabiliyor...

Beşiktaş'ın 4-2-3-1 sistemini baz alarak, hücum esnasında solbekin konumunu örnekleyelim;
Beşiktaş'ın atağı soldan gelişme eğiliminde, rakip iyi bir "alan savunması" örneği sunuyor. Rakibin 8 numarası, Beşiktaş'ın 10 numarasını (Delgado), 6 numarası ise Beşiktaş'ın 8 numarasını (Ernst) kontrol ediyor... Beşiktaş'ın sol forveti (11 numara) ise, içeri katederek, rakip sağbekini beraberinde getiriyor... Rakibin 7 numarası burada ya topa sahip olan Beşiktaş'ın 6 numarasına (Necip) basarak, alanını boşaltacak; ya da Beşiktaş'ın 3 numarasını kontrol etmeye devam ederek, 6 numaranın topu "rahat kullanmasına" olanak sağlayacak. Burada 7 numaraların hamlesi "basmak" oluyor genellike ve solbekin önünde güzel bir koridor kalıyor... Kaldı ki, genelde rakiplerin bu kadar iyi alan savunması yapabildiğini söyleyemeyiz. Rakibin sağ beki ya da ön kanat oyuncusu kadraj dışında kalbiliyor çoğunlukla...
Böyle bir ortamda top, ortasahada çabuk bir şekilde sol bekin önüne atılırsa muazzam bir boşluk yakalanabilir. Beşiktaş'ın İnönü'de, CSKA karşısında gelen beraberlik golü, böyle bir atak neticesinde ortaya çıkmıştı...

Bu kez atağın ters taraftan geliştiğini düşünerek, solbekin durumunu değerlendirelim;
Burada rakibin, 11 ve 3 numarasıyla sağ kanadı tamamen kapattığını görüyoruz... Burada iki türlü çözüm var; ya sağbek "şapkadan tavşan çıkararak" rakibin 11 numarasını ekarte edecek, ya da cepheye dönecek... Beşiktaş'ın şuanki idealinde, sağbekin Toraman olacağını düşünürsek, burada cepheye dönmesi daha makul bir seçenek olarak gözüküyor... İşte tam burada da, Beşiktaş'ın 8-6 veya 10 numarasının topu çabucak, ters kanada havale etmesiyle, yine bir diğer bek yani Beşiktaş'ın 3 numarası, takımdaki en "demarke" oyuncu olarak ortaya çıkabiliyor... Ernst ve Necip, bu tip topları atabilen oyunculardır. Delgado da, "ortasahanın içinden" bir bölgede değil de, iki savaşkan ortasahanın önünde serbest adam pozisyonunda oynadığı zaman, bu tip toplarla daha rahat buluşabiliyor ve kanatlarda kendini boşa çıkaran oyuncuları daha rahat görebiliyor... Basel'de, tıpkı bu şekilde sağbek Degen'i meşur etti diyebilirim...

Yine aynı şablonları göz önünde bulundursak bir gerçek daha ortaya çıkıyor... Ülkemizde bir mantık vardır, biraz topla yetenekli bir adam bek oynatılınca "yahu yazık oluyor bu kadar kabiliyetli adam önde kullanılmalı!" gibi bir serzeniş ortaya çıkıyor. Ama görülüyor ki, böyle adamlar asıl rakip savunmanın kucağına atılarak yazık ediliyor... Bekte oynadığı zaman, çoğunlukla demarke olacakken, yeteneklerini daha yüksek yüzdeyle ortaya koyabilecekken, alan savunmasının göbeğine atmak, ya da öyle öngörmek nedendir? Beşiktaş'ın son dönemde en büyük yanlışlarından biriydi bu da aslında; kenar forvetleri "idare edilebilir" görmek, orada Ekrem'i, İsmail'i falan değerlendirmek... Oysaki, o bölgede etkili olabilmek için, kullanılan isimlerin ya Eto'o, Kuyt gibi hem birer santrafor özelliği taşıyıp, hem de topsuz oyunda "yamyam" olması gerekiyor. Ya da Quaresma gibi her iki tarafa da çalım yapabilen, teknik özellikleriyle markajdan sıyrılabilen oyuncuların ortaya çıkması gerekiyor... Nihayet Beşiktaş, bu sezon hem Quaresma hamlesi, hem de Volkan - Ozan'dan birini alma adına transfer çabası, hem de Erkan Kaş ve Ali Kuçik gibi isimleri kampa götürecek olmasıyla bir yanlıştan dönüyor...
Sonuç olarak her halukarda görünen şudur ki; Beşiktaş, tıpkı diğer modern futbol oynayan takımlarda olduğu gibi, ofansif farkı beklerde de yaratmak zorundadır... İbrahim Üzülmez, yaşına nazaran çokca "bindirme" yapıyor... Ama ofansif katkı demek "sadece bindirme yapmak" değildir aslında... Tıpkı İsmail Köybaşı'nın yaptığı gibi; bindirmeleri çoğunlukla iyi sonuçlamak, gerekirse şut atmak, gerekirse oyuna tek yönden bakmayıp, topu paralel pasla ters kanada yönlendirmek, gerekirse çalım yapmak, gerekirse önündeki kenar forvetiyle ikili oyuna girmek gerekir... İsmail, bu ülkenin en iyi bek oyuncusudur, hatta belki de böylesi hiç gelmemiştir. Çizgiye inip, nokta ortalar yapabilmenin dışında, bir "play maker" ayağına sahiptir... Kadıköy deplasmanında penaltıyla sonuçlanan atağı yönlendirmesi, Old Trafford'da Tello'ya attığı paralel uzun topu, Manisa maçında Nihat'ın önüne attığı öldürücü lob pası yapabilecek "benim diyen ortasaha" bile çok azdır... İbrahim Üzülmez candır, kaptandır, fenomendir de, artık bir yedektir... Kendisine her zaman olması gereken sevgiyi ve saygıyı duyacağız. Ama aynı saygıyı, futbola ve Beşiktaş'ın menfaatlerine gösterecek olursak, İsmail Köybaşı çok çok fazla öne çıkıyor...

İK-3 tabiriyle ve de yazı içeriğiyle "bırakın Quaresma'yı, kendi değerlemize bakın!" gibi bir izlenim bırakma güdüsünü taşımıyorum. Ben de salyalar akıtarak bekliyorum kendisini. Ancak şunu söyleyebilirim: Quaresma 7 numara bölgesinde neyse, İsmail de 3 numarada odur! Gözümde en az Quaresma kadar değerlidir, Beşiktaş'ın sınıf atlatma hususunda en az o kadar, belki de daha fazla katkı yapabilecek bir oyuncudur. O nedenle benim için Quaresma'yı kesmek neyse, önümüzdeki sezon solbekte İsmail'i görmemek o olacaktır...
Hatta ve hatta, sağbekte de İsmail etkisi yaratacak bir oyuncu olsa, takımın tüm çehresi değişebilirdi... Rıdvan sakatlanmasaydı, ihtiyaca göre nispeten bu görevi alabilirdi. Amma velakin, şimdi bir şekilde sağ beke de "yetenekli bek" opsiyonunu oluşturacak bir isim bulmak gerekiyor...

Okay Yokuşlu

Bugün göz ucuyla U17 Milli Takımı'nın, İspanya karşısındaki yarı final maçını izledim. Ortasaha olarak dengede giden maçta İspanya, Real Madrid'li Rodriguez ve Valencia alt yapısından golcü Paco ile, forvet hattında fark yaratarak finale yükseldi. U17 takımımızda ortasahayı dengede tutma nedeni ise Okay adında bir çocuktu. Fizik olarak sahadaki oyunculara nazaran bir sınıf üsteydi. Her iki ayağına hakimiyeti, topla olan ilişkileri, fundemental özellikleriyle çok farklı bir oyuncuydu. Tahminen 1.85 civarı boyuyla da, tam bir futbolcu izlemini veriyor, göz dolduruyordu...
Üzerine biraz araştırma yaptım. Zaten epey adı geçen bir oyuncuymuş, Altay'ın göz bebeklerinden... Bu sezon Ocak ayından itibaren A takım 18'ine alınmış ve 223 dakika süre almış, takımının önemli bir viraj noktasında 2 gol atmış. Orduspor'a attığı golle, "2. ligin gol atan en genç oyuncusu" ünvanını kapmış. Altay'da son dönemlerde önemli oyuncular çıkıyor ve bunları iyi parlatıyorlar... Okay'dan da şahane bir modern ortasaha çıkabilir ileriki zamanlarda. 1994 doğumlu bir oyuncu olmasına rağmen, Altay yönetimi O'nu amatör sıfatından çıkartıp, 2012 yılına kadar profesyonel sözleşme imzalatmış...

Bir önceki U17'nin yıldız ortasahası, Fransa'daki turnuvada ödül de alan, bugünün Ümit Milli Takımı'nda banko olmuş Orhan Gülle'ye, Beşiktaşlılar olarak halen profesyonel sözleşme imzalatılamasını beklerken, kendisinden 2 yaş küçük bir oyuncuyu hemen profesyonel yapıp, elden kelepire çıkarma riskini atmış oluyor Altay kulübü... Öncelikle kendi değerli oyuncularını profesyonel yapıp, sonra da bu tarz oyuncuları bünyesine katmalıdır Beşiktaş... Aksi taktirde 2 yıl sonra, bonservisi 5 katına çıkabilir... Her ne kadar, Beşiktaş u16 takımında Cankurt Atasoy adında bu tarz bir ortasaha olsa da, Okay top tekniği konusunda da baya mesafe katetmişe benziyor... Necip, Orhan Gülle gibi oyuncuların üstüne Okay hamlesiyle, geleceğin 3'lü modern ortasahası inşa edilebilir şimdiden...

bkz: Beşiktaş'ın iç transferinde yaş sınırı mı var?

Bu Kez Gökmavilikleri Kadar Uzak...

Son Dünya şampiyonunda o günden bu yana çok şey değişti aslında... En başta Totti'nin milli takımı bırakmasıyla, kupayı getiren 4-4-1-1 sistemi yürüyemez oldu. Konfederasyon Kupası'nda Lippi farklı arayışlar içine girdi. Totti'nin yerine bir forvet arkası bulmak yerine, Luca Toni'nin yanına bir ikinci santrafor olarak Iaquinta'yı düşündü. Tutmadı, hem de hiç... Lippi'nin bu turnuvadan boynu bükük, yeni planlarını ve Luca Toni'yi çöpe atmış olarak döndü... Dünya Kupası elemelerinde ise, kendilerini Azzurri formasıyla kanıtlanmış oyuncular yerine, Serie A'da hep formda olan fakat bir türlü milli takımda as olamamış oyunculara yöneldi Lippi... Gilardino, Pazzini, Di Natale, Pepe, Palombo gibi isimlerdi bunlar. Ve bununla birlikte sistemi de değiştiriyor, Dünya'nın hemen hemen her bölgesinde benimsenmeye başlanan 4-3-3 sistemini kullanarak,santrafor bölgesinde Luca Toni, geçmişten Vieri, Del Vecchio gibi statik, güçlü oyuncuların yerine, artık Gilardino, Pazzini gibi hareketli santraforları kullanmaya başlıyordu... Doğrusu da buydu, İtalya yeniden bir sıçrayış gösteriyor ve zayıf olarak da nitelendireceğimiz gruptan lider olarak Afrika biletini kapıyordu...
İtalya'nın 2010 Dünya Kupası değerlendirmesine, Lippi'nin şuanda elinde bulunan 28 kişilik kadroyu sunarak başlayalım...

Kaleciler: Buffon (Juventus), De Sanctis (Napoli), Marchetti (Cagliari), Sirigu (Palermo). Burada fazla takılmaya gerek yok, Buffon her zamanki gibi Azzurri'nin birinci eldiveni olacaktır...

Defans oyuncuları: Bocchetti (Genoa), Bonucci (Bari), Cannavaro (Juventus), Cassani (Palermo), Chiellini (Juventus), Criscito (Genoa), Maggio (Napoli), Zambrotta (Milan). İtalya'nın her kadrosunda belli bir iskeleti olan ve her zaman en güvendikleri bölgeleri "defans 4'lüsünde" bu kez bir belirsizlik hakim... Turnuva öncesinde yerinin en garanti olduğunu söyleyebileceğim tek isim Chiellini... Fakat yanında bulunan, 2006 Dünya Kupası'nda bütün İtalya'nın "un capitanosu" olmuş Cannavaro'nun, son dönemlerde fizik olarak büyük düşüş içersinde olduğunu görebiliyoruz... Lippi de, eleme maçları olsun, hazırlık maçları olsun, Cannavaro'nun yerine bir alternatif bulma arayışı içine girdi bu sezon. Ama sonunda yine O'na sarıldı diyebilirim... Ferrari, Serie A'da kalsaydı çok büyük ihtimalle Dünya Kupası yolcusuydu... Zira, Genoa'dan yancısı Bocchetti, neredeyse Cannavaro'yu kesecek kadar yükseldi...Sol bek bölgesinde yine 2006'nın yıldızlarından Grosso kadrodan çıkartıldı. Burada Genoalı Criscito yanlız kaldı diyebilirim... Sağ bek bölgesinde yine bir efsanenin (Zambrotta) yanında iki isim daha var. Palermo'da henüz bir iki yıl öncesinde tribünlerde ıslıklanan adam olmuş fakat geçtiğimiz sezonda müthiş performans göstermiş Cassani ve fiziğiyle göz dolduran Napolili Maggio. Zambrotta'nın sene sonuna kadar yeri sallantıdaydı aslında... Fakat Milan'la çıktığı son lig maçlarında "bende hala çok iş var" dedirtti açıkcası. Grosso'ya acımayan Lippi, Zambrotta'yı kadroda tuttu. Büyük ihtimalle 11'deki yerini de alacaktır. Cassani ve Maggio'dan biri de, 28'den 23'e indirilecek olan kadroda İtalya'ya uğurlanacaktır...
Ortasaha oyuncuları: Cossu (Cagliari), De Rossi (Roma), Gattuso (Milan), Marchisio (Juventus), Montolivo (Fiorentina), Palombo (Sampdoria), Pirlo (Milan). Burada da bana göre İtalya'nın banko 3'lü ortasahası: De Rossi - Pirlo - Marchisio olarak şekillenecektir.

Atak oyuncuları: Camoranesi (Juventus), Pepe (Udinese), Borriello (Milan), Di Natale (Udinese), Gilardino (Fiorentina), Iaquinta (Juventus), Pazzini (Sampdoria), Quagliarella (Napoli), Giuseppe Rossi (Villarreal). İtalya'nın 3'lü forvet oynayacağını ön görürsek, bu oyuncuları iki kategoriye ayırmak gerekir: Kenar forvetler ve santraforlar... Sağ forvet olarak oynayabilecek isimler: Camoneresi, Pepe, Quagliarella... Camoneresi de iyi bir sezon geçirmemesine rağmen, o bölgenin en hakkını verecek oyuncudur. 2006 Dünya Kupası'nı alan oyuncular içersinde, Buffon ve Pirlo ile birlikte tekrardan yeri garanti olan 3 isimden biridir bana göre. Sol forvet oynayabilecek isimler: Di Natale, Rossi, Quagliarella, Pepe... Burada da formayı alacak olan oyuncu hiç tartışmasız, ilk milli formasını 2002 yılında Türkiye'ye karşı giymiş olmasına rağmen, Azzurri'de as oyuncu olabilmek için bu günleri bekleyen, Serie A'da uzak ara gol kralı olan Antonio Di Natale olacaktır... Santraforlar: Borriello, Iaquinta, Pazzini, Gilardino... Burada Lippi, Gilardino ve Pazzini arasında zor bir karar verecektir... Bir tarafta eleme maçlarının yıldızı, İrlanda deplasmanında attığı son dakika golüyle takımını Afrika'ya götüren Gilardino, diğer tarafta Serie A'nın yıldızı, özellikle son haftalarda hem ligin kaderini değiştiren, hem de Sampdoria'yı Şampiyonlar Ligi'ne taşıyan Pazzini... Ama burada Lippi'yi ilgilendiren şey, oyuncunun milli takımda ne yaptığı olacaktır. O nedenle Gilardino bu konuda kredisini bir hayli yükseltti... Borriello ve Iaquinta'dan en az biri, İtalya yolunu tutacaktır...

Lippi'nin Dünya Kupası öncesi nasıl bir şablon düşündüğünü ve bu şablon içinde hangi oyuncuları kullanmak istediğini test edeceğimiz bir maç var; İtalya'nın bu sezon oynadığı son "ciddi" resmi maçı olan İrlanda deplasmanında, takımın nasıl bir 11'le çıktığına bakalım:
Bu kadro ışığında değerlendirmek gerekirse: Palombo'nun yerini, Juventus'un bu sezon "bataklık gülü" olan Marchisio; kadro dışı kalan Grosso'nun yerini Criscito; yine kadroda olmayan Legrottaglie'nin yerini herşeye rağmen Cannavaro; Iaquinta'nın yerini Gilardino alacaktır diye düşünüyorum. Sonuç olarak kendime göre Azzurri'nin, Afrika'da göreceğimiz en muhtemel 11'i şöyle şekilleniyor;
Gelelim Dünya Kupası şansına... Elbette favori değiller, aslında 2006'da da değillerdi... Ancak, herşeye rağmen İtalya'yı 2006'da favori gören ben, bu kez aynı duyguları hissetmiyorum... Çok şey değişti İtalya'da... O dönemde takımı sürükleyen Zambrotta, Pirlo, Gattuso, Cannavaro, Camoneresi gibi oyuncuların bugün temposu çok düşmüş durumda... Totti gibi bir oyuncu bu kez hiç yok... O dönemde Del Piero, Materazzi gibi tecrübeli oyunculardan bile yararlanmıştı İtalya... Keza yine o turnuvada çok iyi durumda olan Perrotta, Luca Toni, Grosso gibi isimler kadroda bile yok. İşin kötüsü, yerlerini alabilecek bir alt yapıda oluşmadı İtalyan milli takımında açıkcası. O nedenle ben bu kez Azzurri'nin şansını çok az buluyor, hatta bu kez o kupayı gökteki mavilikler kadar uzakta görüyorum... Ama yinede iyi bir gruptalar ve çeyrek finale kadar fikstür şansları da var. Slovakya, Yeni Zellanda, Paraguay'ın olduğu gruptan lider çıkacak, akabinde son 16'da Japonya, Danimarka, Kamerun'dan biriyle karşılaşarak, çeyrek finale yükselecek gücü görüyorum İtalya'da... Ama bu kupada tekrardan iddialı olup-olmadıklarını test edeceğimiz maç, çeyrek finalde ortaya çıkacak... Çünkü, çok büyük ihtimalle bu kez rakip İspanya olacak...
İtalya'yı her ne kadar favori dışına koysam da, onları kolay lokma zanneden yanılabilir... Yine de formalarında kazanmaya alışmış, içlerinde kim olursa olsun zirve yolunu kovalamış bir büyü vardır. Fikstür avantajıyla gelecekleri İspanya karşısında, alacakları ters bir sonuç yine final hatta kupa yolunu açabilir. Buna da hiç şaşırmam... Dünya Kupası, dakikaların oyunudur.... Burada iyi futbol ya da takım olmaktan öte "adı tam konulmayan" başka sinerjiler de gerekir. Adı konmamıştır, ama Azzurri formasıyla daha önceleri çok kez örneklenmiştir...

İnter'in Zaferi ve Morinho'nun Vedası





Hani hep aykırı demeçlerinden sonra söylenir ya: "Altında imzası olmasa da, bunu söyleyenin Morinho olduğu belli..." diye. Aslında aynı şey oynattığı takımlar için de geçerli. Bugün kupayı kazanan İnter'in başında kimin olduğunu bilmesem, oynadıkları oyun tarzıyla "heralde Morinho'dur" dedirttiler. Tıpkı Nou Camp'taki gibi müthiş bir alan savunması izledik. Bazen öylesine abarttılar ki, tıpkı basketbol maçlarında son hücümu savunan bir takım gibi, ilk yarının son atak şansını elinde bulunduran Bayern'e şut attırmıyorlardı neredeyse, 2 dakika boyunca zorlama pasa yönelttiler ve sonunda Van Bommel'in cılız şutu geldi... Sadece bu örnek bile, takım savunmasında nirvanaya ulaşmanın kanıtıdır.

İnter'de tarih yazan Morinho, basın toplantısında ısrarlı sorulara herkesin beklentisini karşılayacak şekilde cevap verdi. "İtalya'da görevimi tamamladım, İspanya'ya gidiyorum." Real Madrid? "Evet!"

Artık bence de bundan sonra Morinho'yu, ancak lig boyunca Barcelona'yla kapışmak, her sene en az onlarla iki maç yapabilmek, "şunu alın!" dediklerinde paranın nominal değerini düşürürcesine teklif yapabilecek bir camia keser...
Ve bununla birlikte asıl merak ettiğim soru şu: Real Madrid'e İnter'den oyuncu götürürse bu kim olacak? Bununda kendimce yanıtı: Morinho'ya bu sezon 3 kupa kazandıran; lig boyunca bütün kritik maçlarda gol atan, bunu şampiyonluk maçı olan Siena karşısında taçlandıran; Coppa İtalia finalinde yine tek golü atan; Barcelona zaferinde iki gol atan ve sonunda Şampiyonlar Ligi'ni de alıp götüren "Don Milito" olmalıdır... Milito'nun bu performansına verilebilecek en iyi ödül, müthiş bir kontratla O'nu Real Madrid'e taşımak olacaktır. Porto'dan Chelsea'ye geçerken bir kaç oyuncusuna bu onuru vermişti. Şimdi sıra Milito'da... Seneye bugünün yıldızını ve Morinho'yu, ilk maçlarına yine bu sahada çıkarken görebiliriz...

İnter 2 - Bayern Münih 0
Şampiyonlar Ligi Finali 2010

Sür Denizatlarını Serie A'ya! "Cesena Calcio"

Her futbol severin içinde beslediği gizli bir duygu vardır. Bir futbol maçının "çekici" hale gelmesi için coşkulu tribün isteriz, hatta bu sahada yıldız futbolcu görme güdüsünün bile önüne geçer çoğunlukla. Tribünde üzülen heybetli bir kitle olmadıktan sonra, deplasmanda atılan bir golün; heyecanla ayağa kalkıp tepki gösterecek bir evsahabi taraftarın olmadığı yerde, atılan güzel bir şutun, çalımın çok da fazla önemi yoktur... Futbol iyi futbolcularla oynanır, seyirciyle güzelleşir... O nedenle kendi ligimizde de, seyirci potansiyeli olan takımları görmek istemişizdir hep içten içe... Belediye takımlarının yerini, iyi seyircisi olan şehir takımlarının, İzmir takımlarının almasını hayal eder; "ne güzel olurdu!" deriz hep futbol muhabbetlerinde...

Benim açımdan sadece kendi ülkemizde değil, Dünya'nın her bölgesinde bu durum geçerlidir. İtalya futbolunu ısrarla halen takip ediyor olmam, aslında bir inatlaşma değildir. Belki İngiltere, Almanya gibi çoğu ülkeler, İtalya'nın tribünlere giden futbol seyircisi sayısını sollamış olsalar da, İtalya'da başka birşey vardır her zaman: tutku... Tıpkı onlar da bizim gibi futbola "hayat memat" meselesi olarak bakıyorlar, ama nedense iş tribünleri doldurmak olunca sınıfta kalıyorlar çoğunlukla... Cesena, İtalya'da uzun yıllar sönük kalmış bir volkanik camia esasında. Son dönemlerde Serie C, Serie B arasında mekik dokumalarına rağmen, bir çok Serie A takımından daha yüksek bir seyirci ortalamasına sahipler. Maçlarını 24.000 kapasiteli Dino Manuzzi Stadyumu'nda oynayan Cesena, 1991 yılından bu yana Serie A yüzü göremiyor...
Bu lige en son 2006 yılında çok yaklaşan Cesena, Serie B'yi 6. bitirerek play-off oynama hakkı kazanıyor fakat başarılı olamıyordu. Hemen ertesi yıl Serie C'ye düşen siyahbeyazlılar, orada fazla zaman kaybetmeyip, geçtiğimiz sezon oynadıkları grupta şampiyon olarak tekrar Serie B'ye yükseldiler... Ve bugün tekrar Serie A kapısına dayandılar.

Cesena'nın lakabı, ilginç ablemlerinden de belli olacağı üzere Cavallucci Marini, yani "Denizatları"... Serie A'dan uzak kaldıkları dönemlerde bile, İtalya futboluna önemli isimler kazandırmış bir camiadır Cesena. 12 yıl boyunca Milan kalesini koruyan ve 11 maçlık gol yememe orucuyla bu daldaki rekoru Dino Zoff'tan kapan Sebastiano Rossi, Cesena alt yapısından yetişmiş bir kalecidir. Ayrıca yine halen Milan'da kaptanlığını sürdüren Massimo Ambrosini, 90'lı yıllara damga vuran forvetlerden Massimo Agostini, ilerlemiş yaşına rağmen futbol hayatını sürdüren, zamanında İnter, Napoli ve Palermo kalesini de koruyan Fontana, Cesena alt yapısından çıkan bir başka oyunculardır. Bununla birlikte, Piacenza formasıyla 2002 yılında Trezeguet'le birlikte krallığı paylaşan Dario Hübner de, Cesena formasıyla adını duyurmuştur...
Serie B'de, 2. Brescia'nın 1 puan gerisinde bulunan Cesena, kalan iki maçını kazanıp, Serie A'ya direkt katılmanın yollarını arayacak, aksi taktirde 2006 yılında olduğu gibi şansını play-off maçlarında deneyecektir. Her ne kadar, Roberto Baggio'nun emekli olmasından sonra küme düşüp, ortalıkta gözükmeyen Brescia kendisini özletse de, ben Serie A'da yeni bir renk adına Cesena'yı daha çok arzuluyorum... Umarım Modena ve Piacenza maçlarında başarılı olup, siyah-beyaz coşkulu tribünleriyle gözlere hitap ederlerler önümüzdeki sezon...
Cesena'nın bu uğurda en güvendikleri oyuncular: takımın golcüsü Giaccherini, Slovakya'nın Dünya Kupası kadrosunda da bulunan sağbek Martin Petras, Brezilya'lı ortasahaları Guilherme ve genç oyuncular; 1.90'lık Boşnak forvet Milan Djuric ve İtalya Ümit Milli Takımı'nın göz bebeklerinden, Arjantin asıllı Ezequiel Matias Schelotto... Bu oyuncu 7 numaralı formasıyla her iki kanatta da oynayabilen, 1.87'lik boyuyla göz dolduran, golcülüğüyle öne çıkan potansiyel bir yetenek olarak görülüyor. Ve O'nu hem mevkisi, hem de Arjantin asıllı olması sebebiyle "Next Camonaresi" olarak gören Juventus, transfer etmek için şimdiden Cesena kapılarını aşındırmaya başlamış bile...

"Schelotto'nun Triestina ağlarına gönderdiği müthiş plase..."

Beşiktaş'ın İç Transferinde Yaş Sınırı mı Var?

Hatırlanacağı üzere Beşiktaş, yakın zamanda sözleşmesi biten oyuncuların hemen hepsiyle imza töreni gerçekleştirmişti. İmzalanmayan tek oyuncu ise, sözleşmesi biten en genç oyuncu oluyordu: Serdar Özkan. Yine bu dönemde 19 yaşındaki Batuhan da bonservis bedeli karşılığında gönderildi... Peki, en iyimser tarafından bakayım: Serdar içtiği purosuyla, geliştirmediği futboluyla; Batuhan da, saha dışı olaylarıyla gitmeyi haketti... Aslında Beşiktaş gençlere önem veriyordu, ama bu çocuklar haketmemişti...

O zaman hemen şu havadisi geçeyim; Beşiktaş'ın düzenli olarak çeşitli milli takımlara gönderdiği ve A2 takımının yıldızları olan: Orhan Gülle, Furkan Şeker, Sezer Özmen, Erkan Kaş, Ömer Karancı gibi bir çok oyuncu hala amatör statüsünde oynamaktadır. Yani bunun açılımı; yarın bir başka kulüp 100-200 milyar civarında bir yetiştirme bedeli ödeyerek, bu futbolcuları alabilmesi adına açık bir kapı vardır. "Beşiktaş'tan ayrılacak değiller ya!" gibi bir hafiften "kendini kandırmaca" düşününcesine ben de sahiptim, taa ki özellikle Orhan ve Erkan'ın yakın çevresine "ayrılık sinyalleri" verene kadar...

Haksızlar mı?

18 kişilik kadroyu doldurmak adına 3. kaleciyi alan veya hiç kimseyi almadan, yedek kulübesi koltuklarını boş bırakmayı tercih eden; Valentin Granatkin Turnuvası'nda en iyi ortasaha seçilmebilmiş bir oyuncuyu onura etmek adına, en azından İnönü tribünleri önünde ısınmasına bile ortam hazırlayamayan zihniyetin karşısında pek de haksız değiller...

A2'deki oyunculardan Onur'un profesyonel sözleşmesi var, o da bir dış transfer olduğu için bir bakıma... Onun dışında sadece son haftalarda A Takım'la idmanlara çıktıkları ve 18 dahiline alındıkları için mecbren Ali, Atınç ve Cumali ile profesyonel sözleşme yapıldı... Ali Kuçik ile 2013 , Atınç'ın 2012 yılına kadar uzatılırken, Cumali'nin durumu henüz geçilmemiş.... Bunu da TFF sitesinden öğreniyoruz... Taraftarı üfürükten transfer haberleriyle can evinden vurmayı iyi bilen Beşiktaş medyasının, bunları bir "iç transfer" olarak değerlendirmediğinden olsa gerek... Oysa, fizik olarak Muhammed Demirci kadar olabilen Emre Çolak'ın imzası, GS basınında defalarca iç transfer haberi olarak bildirilmişti... Ali Kuçik'in futbol ve fizik olarak Emre'den çok öndeyken, resmi maçta süre alamaması farkı bu kadar büyütüyorken, 18'i eksik bırakmak adına bile düşünülmeyen Beşiktaşlı genç oyuncuların nasıl bir "umutsuzluk" içinde olabileceğini tahmin edebiliyorum...
Bu işi sadece A Takım teknik direktörüne de yıkmak olmaz... Camiadaki maksimum ömrü 5 yıl olabilecek bir hoca için, önünde 15 yıl futbol hayatı olan bir oyuncu tamamen gözden çıkartmak kolay kaçmaktır... Menajerlik oyununda, oyuncunun ismi üzerine sağ tıklayıp, eline bonservisini vermek kadar kolay... Yaparsın 4-5 yıllık sözleşmeni, zamanı gelene kadar veya O'nu A Takım'da değerlendirecek biri gelene kadar kiralarsın... En kötü ihtimalle, Batuhan'da olduğu gibi kendin kullanmasan bile, kayda değer bir bedel karşılığında elden çıkartmış olursun... Özkaynaktan çıkan bir oyuncu her şekilde, zarardan çok karı olur bir kulüp için... Bugün Juventus, bedelsiz olarak 17 oyuncusunu çeşitli kulüplerde kiralık oynatmaktadır...

Basit bir hesap: Alt yapıdan çıkmış genç bir oyuncuya ortalama olarak yıllık 200 bin'den (ki en geniş ihtimalle...) sözleşme yapıldı diyelim... Bu sezon hiç bir katkı yapamayan bir Nobre'nin yıllık maaşıyla, 32 amatör sıfatındaki gençle profesyonel sözleşme imzalanabilirdi...
Hadi diyelim dışardan kaynak yaratmayın, Batuhan'dan gelen parayla "özkaynaktan gelen, özkaynağa gitsin" mantığıyla bakarsak; yine 200 bin ortalamalı toplam 10 futbolcuyla, 3'er yıllık sözleşme imzalamış olursun... Sadece Batuhan'dan gelen gelirle, 10 futbolcunun toplam 3 yıllık sözleşme bedelini finanse etmiş olursun...

Bu kadar zor mu? İş gençlere gelince gidecek para el mi titretiyor? Yoksa "iç transferde" yaş sınırı mı var? Bilelim...


Alakalı konular için bkz;

"10.5 Orhan Gülle"
"Çizgiye İnen Bir Beşiktaşlı: Erkan Kaş"
"17 Yaş Altı'nın, Kalbur Üstü Stoper: Furkan Şeker"

"ÖZ BEŞİKTAŞ"

Beşiktaş'ın Dublin Yolu ve Sorunsallar

Sezon bitti, Beşiktaş'ın Avrupa Ligi resmi belirginleşti... Bununla birlikte gelen sorular var insanların kafasında: Beşiktaş ne zaman Avrupa Ligi maçlarına başlayacak? Eleme turlarında seri başı olunacak mı? Adı geçen büyük takımlarla elemede karşılaşma ihtimali var mı? Gruplarda kaçıncı torbadan girilecek? Zayıf takımlarla eleme maçları oynamanın, UEFA takım puanına katkısı olacak mı?
Hem bu sorulara cevap oluşturacak, hem de biten sezonun ardından, aslında pek de futbolsuz kalmayacağımız bir yaza merhaba yazısı hazırlayalım...
Beşiktaş'ın Avrupa Ligi serünevi 15 Temmuz'da başlıyor. Öncelikle en merak edilen sorudan başlayayım; Beşiktaş'ın Juventus, Man City, Liverpool, Porto, S. Lizbon gibi takımlarla "gruplardan önce" karşılaşma ihtimali yok... Beşiktaş grup maçlarına kadar oynayacağı toplam 3 eleme turunda da seri başı olacak. Çünkü Beşiktaş, "en kötü ihtimalle" Avrupa Ligi'ne katılan takımların oluşturduğu puan sıralamasında 19. konumunda. Gruplardan hemen önce oynanacak olan son eleme turunda ise, 74 takım karşılaşacak ve hatrı sayılır bütür takımlar, 37 takımın oluşturduğu seribaşı grubu içinde olacak Beşiktaş ile birlikte...
90'lı yıllarda, Türk takımlarına meydan okuyabilen bir çok takımdan şuan çok farklı durumda Beşiktaş ve diğer Türk takımları. Gelişen futbol, maddi güç, artan yabancı sınırlaması işi bu noktalara getirdi. Aksi taktirde, iki kornerle turu alıp götüren Kuzey takımlarına, bugün "zayıf rakip" derken, "eyvah" dediğimiz günleri çok yakınen hatırlıyorum... Beşiktaş'ın eleme maçlarında karşılaşabileceği yegane tehlikeli takım Montpellier olur... Montpellier, 10.748 puanıyla büyük ihtimalle ilk 37 dışında kalacaktır son elemede... Son torbadan Wolfsburg'u çeken eller, gidip Montpellier'i de bulacak mı bekleyip göreceğiz...

Gelelim gruplara... Baştan da belirttiğim gibi, Beşiktaş'ın puan olarak önünde şuan 18 takım var bunlar: Atletico Madrid, Liverpool, Juventus, Sporting Lisbon, Stuttgart, AZ Alkmaar, Galatasaray, FC Porto, CSKA Moscow, PSV Eindhoven, Lille, Bayer Leverkusen, Paris Saint-Germain, Club Brugge, Palermo, Getafe, Olympiakos, Steaua Bükreş.

Beşiktaş'ın ilk torbadan gruplara kalabilmesi biraz mucizeyle paralel... Böyle bir ortamın oluşması için, yukarıdaki takımlardan en az 7'sinin elemelerde saf dışı kalması ve Şampiyonlar Ligi Playoffları'nda elenip gelen takımların hiç birinin "Beşiktaş'tan yüksek puanlı takımlar" olmaması gerekmektedir... Beşiktaş büyük ihtimalle 2. torbadan gruplara dahil olacaktır. Beşiktaş'ın 2. torbadan, 3. torbaya düşme tehlikesi de şöyle oluşur; yukarıdaki takımlardan hiç biri elenmezken, ŞL Playoffları'ndan Beşiktaş'a puan olarak avantaja sahip 6 takım daha düşer ve 3. torba yolu gözükür...

Beşiktaş'ın eleme maçlarında kazanacağı puanlar, kendi hanesine yazılmayacak, sadece ülke puanını etkileyecektir... O puan da normalin yarısı olacaktır. Beşiktaş'ın eleme turunda alabileceği bir galibiyet puanı, belli katsayılarla çarpılıp, ülke puanından sadece küsürat oluşturabilecek bir puanla geri dönüş yapacaktır... Ancak şu da unutulmamalıdır ki, o küsüratlar bugün Beşiktaş'ı Manchester City'nin önüne çıkartırken, burun farkıyla Getafe'nin de arkasında bırakmaktadır...
Ayrıca, bir takımın UEFA sıralamasındaki puanını toparmak adına, bazen bu kupada oynamak daha avantajlı olur. Her ne kadar Şampiyonlar Ligi gruplarına kalındığında 4 bonus puanı gelse de, her iki kulvarda da kazanılan maçların puanı eşit dağıtılmaktadır... Old Trafford'da Manchester'ı yensen de 2 puan, Avrupa Ligi'nde Levski Sofya'yı yensen de 2 puan...

Avrupa Ligi maç tarihleri ise şöyle: 2. Eleme Turları: 15/22 Temmuz - 3. Eleme Turları: 29 Temmuz / 5 Ağustos - Grup öncesi Play-Off Turları 19/26 Ağustos

Yani bir bakıma, 15 Temmuz'dan itibaren haftada bir resmi maç oynamaya başlayacak Beşiktaş için, yeni sezon tabirini bu tarihten sonra kullabiliriz... Bilgisayarınızın hemen sağ alt köşesinde bulunan tarihe bakarsanız, henüz sezonu dün tamamlamış Beşiktaş'ın, yeni sezonu açmak adına 2 aydan daha az bir zamanı kaldığını da görebilirsiniz...

Gelelim "Dublin yolu" tabirine... Beşiktaş'ın Avrupa Ligi'nda çok iddialı olduğunu mu düşünüyorum? Hayır... Ama hiç bir keşife, yolun yarısında ölmek uğruna çıkılmaz. Girilecek Avrupa Ligi yolunun sonu, Dublin'de yeni inşa edilen Aviva Stadium olacaktır... Zor mudur? Zordur. Mücize midir? Daha önce bu finali bir Türk takımı kazandıysa (hem de 10 yıl evvel), Rangers, Middlesbrough, Fulham final oynadıysa, yakın zamanda Zenit, Shaktar kupayı alıp götürdüyse pek de mucize değildir. Eski adıyla UEFA Kupası, yeni adıyla Avrupa Ligi'nde her finalde süpriz isimlerle karşılaşılabilinir... Çünkü bu kupa, benliğini arayanların, adını duyurmaya çalışanların kupasıdır... Zaten Liverpool, Juventus gibi takımlar da, bu kupa maçlarında "Şampiyonlar Ligi ciddiyetini" göstermemektedirler...

"Necip Beşiktaş'tır!" Buraspor 2 - Beşiktaş 1

Beşiktaş maça sakin başlamış ve topa sahip gözüküyordu. Bursa taraftarı, sahadaki Beşiktaş'ın oyununu görünce, Fenerbahçe'den gelen gol haberiyle de birlikte, maça coşkulu bakmayı bırakmışlardı. Bugün sahada modern futbol katili Nobre yerine, patlama gücü olan ve de topla ya da topsuz çok iyi koşular yapabilen bir Ali Kuçik tercihi yapılsaydı, Beşiktaş'ın daha 5. dakikada iki tane karşı karşıya kalınmış pozisyonu olurdu... Sonrasında bir kaç pozisyon, ofsayt bayrağına takıldı. Beşiktaş gol atmaya daha yakın gözüküyorken, Toraman'ın ve Rüştü'nün ortaklaşa hatasından Bursa'nın golü geldi... İbrahim Toraman gibi "cengaver" bir oyuncu, sağ bek ya da önliberoda daha sağlıklı kullanılabilir. Fakat stoperde cengaverlikten öte, pozisyon bilgisi, soğuk kanlılık ve "çevre kontrölü" gerekiyor en başta. Bundan 7 yıl önce "bu çocuktan stoper çıkmaz" diyip, önliberoda oynatan Del Bosque, o dönemler "Real Madrid dışına çıkmayan, futbol cahili!" ilan edilmişti. Toraman, gün geçtikçe stoperliğin esas normalarını kazanmaya başlasa da, tam anlamıyla güvenilir bir stoper olamadı. Yine bu nedenledir ki Beşiktaş, son iki sezonda o bölgeye 15 milyon Euro harcadı...
İşin gerçekçilik tarafından bakacak olursak, bu maç öncesi Toraman'dan başka da seçenek yoktu. Atınç olabilirdi, ama ben bu maçta Atınç'ın hata yapma riskine nazaran, Toraman'ın hata yapmasını tercih ederdim, Denizli'nin de tercihi bu oldu. Ancak, Furkan Şeker daha bir stoper görüntüsüne sahip ve Sivok'u tamamlayabilecek stili var... Atınç'ın rol modeli Sivok'tur, ikisi yan yana oynarsa sıkıntı çıkabilir. Furkan ise, çevre kontrolü ve de pozisyon bilgisiyle Ferrari stiline yatkın. Atınç daha çok genç, Furkan daha oturmuş durumda ve daha fazla sıkı maç oynamışlığı var... O nedenle alt yapıdan öncelikle Furkan'ı kullanmak gerekiyor bana göre...

Bursaspor'un attığı ikinci golde de yapacak bir şey yoktu fazla. Nihat ters yerde kaptırdı, gelen ortaya Toraman can havliyle atladı ve gol oldu... Bu dakikadan sonra, Beşiktaşlı oyuncuların çoğunda "ha dördüncü, ha üçüncü" düşüncesini gözlemledim. İki oyuncu dışında: Necip Uysal ve İsmail Köybaşı... Necip için aslında haftalardır bir şeyler yazıyorum. Bugün yaptığı asist öncesi, "İniesta vari" dalışıyla "bu çocukta sol forvet bile oynayabilecek ofansif yetenek var" cümlelerimi haklı çıkarttığı için ayrıca mutlu oldum. Bursa seyircisinin klasik "oley" çekme hevesini, yaptığı ölümcül presle kursaklarında bırakmasına da ayrıca hayran kaldım. Ve dedim ki, Necip Beşiktaş'tır!

İsmail beke geçince, Beşiktaş daha da bir takıma benzedi. Rakibin iki tarafından da ekarte edebilen, sadece çizgiye inme veya orta yapma güdümlü olmayan, oyunu enlemesine de görebilen ve "kalecisinden top istemekten kaçınmayan" bir bek, takımı çok fazla değiştirir... Bugün son 20 dakikada da öyle oldu, İsmail beke geçti ve Necip'in isyanına katkıda bulundu. Zaten gelen gol öncesi de, İsmail'in iki kişi arasından çıkıp, kısa topla Necip'i görmesi ve Necip'in İniesta vari asistiyle fark bire indi. Biraz daha zaman olsa, sırf bu iki oyuncunun çabası bile, Kadıköy'de yapılan anonsun gerçek olmasını sağlayabilirdi...

Seneye bu iki çocuğu 11 oyuncusu olarak planlarına, defterine, kitabına yaz hocam!

Ertuğrul Sağlam helalinden tertemiz bir "helal olsunu" haketmiş, bu gece bir "klişeyi" bitirmiştir... Ayrıca oynattığı futbolla şampiyonluk yolunun; kenar oyuncuların kalitesinden ve beklerin ofasif katkısından geçtiğini kanıtlamıştır...

Motta'nın Eli ve Şampiyon İnter



Nihayet uzun yürüyüş son buldu. Roma, Sampdoria karşısında aldığı darbeyle yaralanmıştı ve bugün öldü... İnter bir çok pozisyon bulmasına rağmen, onuru için oynayan Siena karşısında çok zorlandı. Doğma büyüme Romalı ve de Roma alt yapısından yetişen genç stoper Aleandro Rosi, fanatiği olduğu takımının şampiyon olması için herşeyi yaptı savunmada. 1-0'dan sonra topa basan İnterli futbolcuları gözüne kestirip, dayak atmaya çalıştı... Sonuçta Morinho ve İnter kazandı. 17'şer olan şampiyonluk dengesinde Milan'ın önüne geçtiler. Bundan 5 yıl önce, en fanatik İnterli'ye bile bu öngörüyü sunsanız, size "deli" derdi... Ama şartlar İnter'i ve Milan'ı bu noktaya getirdi. Şike soruşturması sonucunda şampiyonlukların İnter'e devredilmesi ve Milan'la Juventus'un toparlanası zor düşüşler yaşaması, ayağa kaldıran etkenler olmuştu. Morinho hamlesiyle ise, İnter yancı olmaktan çıkıp, Serie A'nın esas oğlanı konumuna gelmiştir...
Roma saygı duyulacak bir mücadele gösterdi. Şampiyonluk potasına girdiklerinden bu yana çoğu final maçını kazandılar, biri hariç... Ancak, Siena - İnter maçının ikinci yarısında skor henüz 0-0'ken, Motta'nın cezasahası içinde topa elle müdahale yapması ve bunun es geçilmesi, Roma'nın üzüntüyü kabullenmesini güçleştirecektir...

Takımını Şampiyonlar Ligi'ne taşımak uğruna Roma'yı bir bakıma şampiyonluktan eden Pazzini, bugün tıpkı Milito gibi görevini muhteşem şekilde tamamladı. Napoli karşısında gelen tek golün sahibi olarak, Sampdoria'ya Şampiyonlar Ligi kapısını açtı... Palermo ise, 90+4'de kazanmasına rağmen seneye Avrupa Ligi'nde boy gösterecek... Pazzini ve Milito, bu sezon takımı adına yaptıklarıyla Dünya Kupası'nda da taçlandıralacaklardır. Her ikisi de, kendi milli takımlarının baş santraforu olmaya yakın...

"Resmi Jubile Maçı" Milan 3 - Juventus 0

Kimi Dünya Kupası kadrosuna alınmış, "ne doğru bir karar!" dedirtmek için, kimi kadro dışında kalmış "aslında bende çok iş vardı!" serzenişi için, kimi giydiği formaya, kimi de futbola veda etmek için sahadaydı bugün San Siro'da... Takım oyunundan uzak, bireysel çabaların bol olduğu, fakat temposuz bir "resmi jubile maçı" izledik... Yüzyıllar önce Gladyatör'ler, bugün yerlerini futbol stadyumlarına bırakmış arenalarda ölmeyi kabullenir, başka bir ölümü onursuz sayarlardı... İtalyan futbol kültüründe yetişmiş bir oyuncu da, ter idmanı havasındaki gösteri maçların yerine, resmi bir maçta formasına ve tribünlere veda etmeyi yeğlemiştir hep. Bugün de bazı oyuncular için öyle oldu. En özeli de Favalli'nin vedasıydı... Bugün, Dünya Kupası kadrosuna alınmış vatandaşı Cannavaro'dan daha formda olduğunu göstererek "hoşçakalın" dedi... Tam 12 yıl önce, UEFA Kupası Finali'inde İnter'e kaybeden Lazio'nun sol beki olan Favalli, o gün sahadaki "tecrübeli" oyunculardan biriydi... Bugün, o zamanlar "genç" oyuncu sıfatıyla pek çok kişinin futbolu çoktan bırakmış ya da sönmüş olduğu bir ortamda, O Milan formasıyla, takımının en iyisi olarak oyundan ayrıldı ve kendisinden iki yaş büyük hocasına gururla sarıldı... Leonardo da, teknik adam olarak Milan'a veda ediyordu. O'na sarılanlar arasında, ilk resmi golünü atan ve Leo sayesinde çıkış yakalayan Antonini de vardı...
Seedorf ve Ronaldinho "seneye bensiz plan yapmayın" derken, Pato Ronaldinho'nun aksine Dunga'yı haklı çıkarttı... Hadi Pato'ya eyvallah, daha dünkü yetme... Ama Ronaldinho'ya saygısızlık yapıldığını düşünüyorum. Yetenekleriyle ülkesinin sembol oyunculardan biri olmuş insanların "milli takımı bıraktım" açıklaması gelmedikçe, 11'de düşünülmese bile kadroda olmaları gerekir. Dünya Kupası'nın esprisi budur. Burada önyargı, antipatik kaçar. Dunga'nın yaptığı iş güzarlık... Maksat, 98 öncesi Fransa'nın yaptığı gibi "sorunlu oyuncu temizleme" ise, Robinho'nun ne işi var?

Bu sezonun hayal kırıklığı yaratan iki büyüğün maçıydı, işin öbür boyutuna girersek... Ama Milan'ın bu duruma "daha az karamsar" bakma lüksü vardır. Geçen sezon transfer alım-satımlarında net 50 milyon Euro kar etmiş ve bugün sıralama olarak pozisyonu değişmemiştir Milan'ın. Geçen sezon da 3. bitirdiler, bu sezon da 3.ler ve direkt olarak Şampiyonlar Ligi'ne kalacaklar. Önümüzdeki sezon Milan için "pamuk eller cebe" sezonu olacaktır artık. Milan taraftar forumlarında adı geçen oyunculara bir anket düzenlenmiş. Orada istenilen oyuncu olarak uzak ara lider Dzeco. İkinci ise Krasic... Hafta içinde Krasic'le anlaşıldığı yazılmıştı. Dzeco ve Krasic transferi, Milan'ı ofansif mezhiyetler konusunda geliştirecektir. Ortasahada ve beklerinde çok sorun yok, ama en az bir de stoper şart. Favalli, takımın en iyisi olarak futbola veda ediyorsa, Favalli'ye saygı duymanın yanında, Milan'ın da dönüp bir arkasına bakması gerekiyor...

Juventus'ta ise Milan'a göre durumu farklı. Daha bir içler acısı... Geçen sezon 2. bitiren takımın üzerine büyük transferler yaptılar. Diego ve Melo... İkisi de, sezonun en kötü transferleri listesinde ilk ikiyi oluştururken, Juventus ise 7. olarak sezonu kapatıyor... Chiellini ve Marchisio dışında bu sezon ayakta kalan, önümüzdeki sezon planlamasında gözü kapalı güvenilecek başka bir oyuncu yok. Beşiktaş'ın 100. yılında herşeyini Lucescu'ya emanet ettiği gibi, Juventus'un da planı önümüzdeki sezon Benitez'i getirip; "biz bu işten anlamıyoruz, gel transferleri de sen yap!" dercesine ipleri teslim etmek olacaktır...

Yılmaz Vural'ın Lipton Reklamı


"Üç büyüklerden birinin hocası olayım, rakip ortasahayı geçerse şerefsizim..." Lafından sonra gülümsememiz henüz solmamışken, bu kez de her maçında şahit olduğumuz "tutmayın küçük enişteyi" figürlerine rastlayacağımız bir reklamla çıkıyor karşımıza büyük insan. Hay Yılmaz Hoca sen çok yaşa!


"Dolardan Hızlı Yükselen Adam" Necip Uysal

Amerika'ya gidecek kadro açıklandı, içinde Necip de var. Beşiktaş'tan sonra, Milli Takım için de "düşünülmesi gereken" bir oyuncu olmaktan çıkıp, kadro oyuncusu olma yoluna girmiş bulunuyor. Gerek üçlü, gerekse ikili ortasaha içinde yaptıklarıyla bu merbeyi haketmiştir. Artık, topun karşısına geçip "burdan geçiş yok" dercesine yaptığı pozisyon savunmasını; azmiyle, çalışma hırsıyla giydiği formasının önünde yapacak, ve onu bırakmayacak... Vedat Okyar'ın tabiriyle: Evsahibi gibi oynayacak...
Güvenini kazanmış ve evsahibi gibi oynamaya başlayan bir Necip'in yapacakları, sezonun ikinci yarısında izleyediğimiz Necip'ten çok daha fazlası olacaktır. Alt yapı maçlarından çok iyi biliyorum ki, sol forvet oynayacak kadar topla yetenekli, forvet arkası oynayacak kadar iştahlı ve şutör biridir aynı zamanda. Şuan, topsuz oyunda yaptıklarıyla 11 formasını kapmaya başladı. Gelecek sezon da, kontenjanı ferahlatmak adına bir çok maç, hatta belki sezon boyunca da 11 oynayacaktır. Gün geçtikçe de Necip'in, parmak ısırtan çift yönlü bir ortasaha olduğu ortaya çıkacaktır.
Erken konuşmak değil bence bu, Necip'te karakteristik bir fark var. Buram buram futbolcu ve Beşiktaş kokuyor...

Normalde yolu Avrupa'ya düşecek bir stili olsa da, ben Rıza Çalımbay'dan sonra bir kez daha, Beşiktaş topraklarında çıkmış, hiç ayrılmamış, kaptanlık pazubandıyla sahada dolaşan bir bayrak adam istemişimdir. Bu uğurda en büyük adayım da Necip Uysal'dır...


bkz: İmrenmek yerine, Necip'le övünmeye başlamak...

"Catania'nın Altın Madeni" Maxi Lopez

Morinho akıl oyunlarının bir semeresini daha almak üzereydi... Drogba'yı kırmızı kartla kaybeden Chelsea, maçı 1-0 önde götürüyordu. Taa ki Maxi Lopez sahne alana kadar... Barcelona hızlı, akılcıl, sık paslı bir oyun oynuyordu her zamanki gibi o dönemlerde de, ama bazen bunlar "sıkı" kapanan takımlara karşı işe yaramıyordu. O nedenle, River Plate'in uzun sarı saçlarıyla birlikte, golleriyle de parıldayan 1.89'luk forvetini devre arasında transfer etmişlerdi: Maxi Lopez...
Nihayet Maxi'nin test edileceği bir ortam oluşmuştu... Sonuç: Pozitif! Maça 64. dakikada dahil oluyor herşeyi değiştiriyordu Barcelona adına. Oyuna girer girmez aldığı ilk topla, Gallas'a müthiş bir vucut çalımı atıp skoru dengeliyordu. 5 dakika sonra da, sağ çaprazdan aldığı topu içeriye orta-şut karşımı sert bir top atıyor, Eto'o ayak uzatıyor ve gol oluyordu... Barcelona, ufakta olsa avantajını arka cebine koyup, Londra'ya uçuyordu... Futbol tarihinin en müthiş maçlarından birine şahitlik eden Stamford Brige çimlerinde, o küçük avantaj büyüyor, turu getiriyordu. Nitekim 3-2 mağlup olan Barcelona turu atkayan taraf oluyordu...

O maçın kredisi ancak 1 yıl sürdü... Hiç bir lig maçında gol atamayan Maximiliano, Barca'nın oyun sistemine ters düşmüştü... Önce Espanyol'a kiralandı, daha sonra kelepir fiyata (2 milyon Euro) FK Moskova'ya satıldı... Büyük, bir o kadar da haksız bir düşüştü bu Maxi için... Henüz 23 yaşındayken Barcelona'dan, Rusya'nın orta sıra takımına düşecek bir kariyeri haketmemişti. Belki çok teknik bir oyuncu olmayabilirdi, süratli bir adam da değildi... Ama tempolu ve sık atak yapmayı seven bir takım için biçilmiş kaftandı. Her topa ayağını sokan, topun düşeceği yeri iyi tahmin eden, fiziğiyle, coşkusuyla "top çarpsa gol atacak" dedirten bir stili vardı. Ama şans O'nu doğru yönlendirememişti, çünkü FK Moskova'da son derece cılız bir takımdı...

Orada da tutunamayan genç oyuncu Gremio'ya kiralandı. Tam unutuluyor, kariyeri bitiyor denecekken Serie A'dan bir fırsat teklifi geldi. Mihajlovic'le sıradışı futbol oynayamaya çalışan Catania, Maxi Lopez'e talip olmuştu. Ve 3 milyon Euro'yla bu transfer gerçekleşti devre arasında... Sonunda, Maxi tam da stiline uygun bir takıma düşmüştü... Maç içinde çokçana 4-2-4'ye dönen, Serie A normlarına aykırı şekilde tempolu oynayan, kenarlardan akıcı gelebilen bir takıma gelmişti...Üstelik, sıkça çizgilere inen, kullanmayı bildiğinde adamı kral yapacak olan bir partnere de sahip olacaktı: Martinez...

Mihajlovic'in hesabı tuttu. Maxi Lopez, Catania'yla başka oldu, Catania da onla... Maxi'den bu yana iç sahada hiç kaybetmediler, İnter gibi bir devi maç boyu sürklase ederek yendiler, Sicilya Derbisi'nde Palermo'ya acımadılar, San Siro'da Milan'ı elinden kaçırdılar... Küme düşme potasından da erkenden uzaklaştılar... Tüm bunları yaparken, Maxi 16 maçta 10 gol atarak büyük katkılar sağlıyordu takımına. Catania için sıfırların başına gelen "1" oluyordu, oynadıkları futbola anlam katıyordu... Maxi şuan 26 yaşında ve kariyerini kurtarmış, kendini tekrar hatırlatmış gibi gözüküyor... Catania'nın önümüzdeki sezon, komşuları Palermo gibi bir sıçrayış gerçekleştirmesi hiç de süpriz olmayacaktır... Maxi Lopez'le Catania, Sicilya'nın başa bela deplasman sayısını ikiye çıkarmıştır...

David Ginola

"Her iki ayağını raket gibi kullanan futbolcu" tabirine benim nazarımda uyan tek insan. Menajerlik oyunlarının çıkmaya başlaması, O'nun futbolunda nirvanaya ulaşmasıyla hemen hemen aynı döneme denk geliyor, "Ginola için gidilir..." diyorduk oynadığı takımlara. Avrupa Ligleri'nden naklen yayınlar henüz başlamamış ve de tek fırsat olan 98 Dünya Kupası'nda da "artisleri afaroz etme" operasyonuna kurban edilmesi nedeniyle kendisini doya doya 90 dakika hiç izleyemedim desen yeridir... Neyse ki youtube denen bir şey var, aklımız estikçe "ne kaçırdığımızı" görebiliyoruz geçmişten...


A2 Marmara Şampiyonu Beşiktaş ve 10.5 Orhan Gülle

Güneş ve sokaklar yaz modunu açmış gözüküyor, stada iki adım yol yürümemiz, kanten içinde kalmamıza yetiyordu, ama neyseki bu kez insaf edilmiş, kapalı üst tribün açılmıştı. Fakat sahadaki oyuncular aynı şansa sahip değillerdi, maçı temposuz oynama hakları vardı ve öyle de oldu...
Beşiktaş A2 takımı kalesini Rasım koruyordu, stoperlerde klasikleşen tandem Furkan - Sezer, sağ ve sol beklerde yine devamlılığı olan oyuncular Oğuz ve Caner vardı. Ortasahada, defansif toparlayıcı rolünde her zamanki 6 numarasını giyen Emir, hemen yamacında Samet, 10.5 numara rolünde ise Orhan Gülle vardı. Üç numaraya vurduğu saçlarıyla bizlere "O mu değil mi?" tartışmaları yaratan Onur Bayramoğlu, Batuhan'dan boşalan 9 numarayla önce sol forvet, daha sonra sağ forvet oynadı. Erkan Kaş da yine ileri ucun kanatlarında şans bulan isimdi, forvet de ise 11 numaralı formasıyla Alper sahne alıyordu...
Rasim, yer tutuşuyla ve de fiziğiyle iyi bir kaleci görüntüsü veriyordu. Kasımpaşa maçta pozisyonlar bulsa da, O'nun reflekslerini test edeceğimiz bir şut göremedik. Zaten genel olarak maçta bol bol "yalan" şutlar atıldı. Bunun da nedeni sıcak hava olabilirdi tabi ki... Sağbek Oğuz ve solbek Caner, yine standart oyunlarını oynadılar. İkisi de kadro oyuncusu olabilir ileride. Furkan-Sezer çok uyumluydular, zaten kendileri A2 dışında, U17 Milli Takımı'nın da tandemini oluşturuyorlar. Bugün gol de atan Furkan'ı daha önceleri uzun uzun değerlendirdiğimize göre, bu kez Sezer Özmen üzerine birşeyler yazmak gerek... İyi pozisyon alan, topu oyuna sokmada fena olmayan bir oyuncu. Gözünü sakınmadan "topa sert" giriyor pozisyonlarda. İleride fizik olarak daha da güçlenirse (ki vücut yapısı buna musait) rakip oyuncuların çok çekindiği bir stoper olabilir. Gerek kullandığı ayağı, gerek stili, gerekse de tipiyle kendisini Pascal Cygan'a benzetiyorum fena halde...

Ortasahada yine Abdurrahman Emir Alagöz'ün güzel ve realist bir oyun vardı... Takımda basit oyunu en güzel gerçekleştiren oyuncu konumunda. Basit oynarken, arada inceleri de yapıyor tabi ki... 2. golde Ömer Karancı'ya uzun pası yollayan isimdi. Keşke boyu da biraz uzun olsaydı, muazzam bir modern ortasaha adayı olurdu... Samet ise, basit oyunu en kötü uygulayanlarından. Hani PES oynarken, top teknik ve de süratli bir adama gelir de, pas veremeye kıyamaz, içeriye dalmayı denersin hep... Samet tipi oyuncular da PES sanallığından çıkıp, sahaya çıkan insanlar gibi. Yeteneklisiniz eyvallah da, bunu ayağınıza aldığınız her topta göstermenize gerek yok. %70 basit oynayın, gerekli yerde %30 bölümde bireysel yeteneklerinizi konuşturun. Büyük oyuncular böyle yapıyor...

Gelelim öz kaynak bünyesindeki 10.5 numaraya: Orhan Gülle... Paf takımıyla oynamaya başladığında, yaşı sahadaki bir çok oyuncudan küçük olmasına rağmen, aksi paralelde fizik olarak en güçlü oyuncular arasındaydı... Bugün de değişen bir şey yok, A Takım'a en hazır oyuncular arasında ve kesinlikle çok farklı bir oyuncu. Topla yetenekler konusunda, A Takım'a transfer edilen 10.5 numaralardan pek farkı yok. Hatta olumlu yönde bazı farklılıkları var: Topsuz oyunu ve güçlü fiziği... Maçta en çok top kazanan oyuncuydu belki de, ve bunu kendini heba ederek değil, fundemental özellikleriyle yapıyordu; doğru pozisyon alarak... Tek eksik yönünün şut olduğu kanısındayım. Bu özelliğini geliştirmek için çok çalışmalı. Pozisyon bilgisiyle ters yerlerde top kapıyor, rahat adam eksiltiyor, önünü kolaylıkla boşaltabiliyor... Bu özelliklerine şutu da katarsa, yap-boz tamamlanmış olur. Tıpkı Gerrard gibi, ortasaha olmasına rağmen takımının en golcü isimlerinden olan oyuncular kategorisine girebilir...
Onur Bayramoğlu, sakatlıktan çıkmanın etkisini atlatamamışa benziyor. Çekingen oynamaya devam etse de, oyun zekasına sahip bir oyuncu olduğu belli oluyor. Bugün topsuz oyunda daha çok ön plandaydı. Maç boyu kenar forvet pozisyonunda oynayan Onur, bazı pozisyonlarda önde kalan beklerinin pozisyonunu alarak kıymetli kademeler gerçekleştirdi... Takımın Orhan Gülle ile beraber en sivrilen ve de A Takım'a yakın gözüken oyuncularından Erkan Kaş, bugün çok fazla ön plana çıkmasa da, iki pozisyonda klasını gözler önüne serdi. İlk yarıda sağ kanattan ters bir çalımla rakibini geçen Erkan, sol ayaklı olmasına rağmen, sağ ayağıyla isabetli ve sert bir orta çıkardı ön direkte bekleyen Alper'e... O güzel hareketi asiste dönüşmedi, ama 3. golde Ömer Karancı'nın önüne tam zamanında bıraktığı topla asist hanesine bir artı koydurdu.... İkinci yarıda oyuna girip, Bojan vari 2 golle yıldızlaşan Ömer Karancı en çok alkışı hak eden oyuncuydu... Özellikle kendisinin ikinci, takımının üçüncü golünü atarken yaptıklarıyla... Erkan'ın önüne attığı topla hareketlenen Ömer, topa basan stoperin sağından atıp solundan geçince, "atağın sonucu ne olursa olsun" alkışlamak için ayağa kalkmış bulundum... Fakat Ömer, bir sonraki çalımı kaleciye atıp, topu boş kaleye yollayınca, o alkışlar belki de bu sezon İnönü çimlerinin gördüğü en güzel gol için geldi... Harikaydı. Sene başında Ümit Milli Takımı ile oynanan hazırlık maçında A Takım'da forma şansı bulmuş ve bir de gol atmış... O maçı izlemiş olan "futbol bilgisine güvendiğim" bir arkadaşım, Ömer'in o zaman da iyi bir oyun çıkardığını ve nefis bir gol attığını belirtti... Hadi bakalım, acaba hareketli oyun santraforu mu geliyor bir adet?

Bu sonuçla Beşiktaş A2 Takımı, Marmara Grubu şampiyonu oldu. A Takımla idmanlara çıkmaya başlayan Ali Kuçik, Cumali ve Atınç "sivil" kıyafetleriyle kupa töreninde arkadaşlarını yanlız bırakmadılar. Güneş altında 90 dakika boyunca sahada kalıp, her zaman birşeyler yapma çabasında olan ve adeta "biten" Orhan Gülle, son düdükle soyunma odasına gitme zorunluluğu hissetti. Sahaya döndü, ama madalya törenini kaçırmıştı. Neyse, kısmet Türkiye şampiyonluğuna...
A2 Takımı bundan sonra 8 takımlı Playoff maçları oynayacak. 8 takım, 2'ye bölünüp 4'erli grup oluşturacaklar. İki grubun lideri bu kez finalde karşılaşıp, Türkiye şampiyonunu belirleyecekler... Maçlar Çorum ve Yozgat'ta oynanacakmış. Buralarda ikamet eden ve de fırsatı olan Beşiktaşlılar, bu fırsatı kaçırmasın derim. Kesinlikle A Takım'dan daha eğlenceli bir oyun oynuyorlar...

Beşiktaş A2: 3 Kasımpaşa A2:1 A2 Ligi Marmara Grubu

Erkut Bu Kez U16 Şampiyonluk Seramonisinde...

Normalde bu tip yaş gruplarında yetenekler öne çıkar, biraz kör dövüşü bir maç olurdu... Ancak "iyi bir birey, iyi bir vatandaş" yaratma sloganlarıyla bizlere tanıtılan bu ligin finalinde, tam bir taktiksel savaş izledik. Az pozisyon, çok mücadele içinde geçen maçta, bir genç takımdan skoru elde edip, maçı bitiren takım savunmasını izledik. Furkan'ın ilginç ve bir o kadar güzel aşırtma kafa golüyle öne geçen Beşiktaş, ortasahadan itibaren topun arkasına geçip maçı bitirerek şampiyonluk kupasını kaldırdı...
Tıpkı A Takım'da olduğu gibi, 4-3-3 sistemiyle sahadaydı Beşiktaş U16 takımı. Aslında doğru olan budur alt yapılarda, bir futbol takımının sistemi belirlenir, A Takım'dan tutun da, alt yaş katergorilerine kadar bu sistem oynanır. Böylelikle genç oyuncular, A Takım'a yükseldiklerinde hem hangi mevkiye hazırlanacağını daha iyi bilir, hem de adaptasyon süreci daha da aza iner... Portolu, Arsenalli bir genç, A Takım'da bir maça çıktığında "sanki 40 yıldır bu takımda oynuyor" yorumlarını beraberinde getirmesi bu sebepledir...
Bu kategorideki oyuncuların parlamasını beklemek, kendilerini hissettirmelerini beklemek biraz iyimser kaçar. Çünkü hala fiziksel gelişme evresinin içindeler en başta, 1-2 yıl içinde boyları, kiloları, sesleri, topa vuruşları değişecektir. O nedenle bireysel olarak fazla değerlendirmemek gerekiyor diye düşünsem de, bir iki oyuncu hakkında özel birşeyler yazmak isterim...

Geçen yıl şampiyonluk kutlamalarında sahne alan Erkut Şentürk'ü izlemiş olduk. İyi de oldu, aksi taktirde kendisinin şampiyonluk kutlamalarına ajanstan gönderildiğini sanacaktım iyiden iyiye... Kendisi için "yerli Beckham" diyorlardı, meğerse sadece şekli-şemali benziyormuş O'na... Stil olarak Sergen modeli diyebilirim. Yetenek olarak sahada en göze çarpan isimdi, takımda sağ forvet bölgesinde oynadı. Bir çok kez seri çalımlarla içeriye hamle yaptı topla, şutlarda başarısız oldu. Ancak kendisinde kesinlikle kumaş var diyebilirim. Topa hakimiyeti muazzam ve de solaktır kendisi...
Golü atan Furkan'ın boyu çok uzun olmamasına rağmen, zamanlaması ve sıçrama başarısıyla çoğu hava toplarında hakim gözüktü. Golü de böyle bir pozisyonda yaptı. Onun dışında sırtı dönük, yüzü dönük gayet iyi bir oyun çıkarttı. Komple santrafor olmaya aday.

Geleyim maçta en çok dikkat ettiğim isime: Hüseyin Cankurt Atasoy... Dikkatleri çeken en önemli özelliği fiziği. Sahadaki en uzun oyunculardan biriydi, muhtemelen 18 yaşına kadar 1.90 civarına ulaşacaktır... Boyu uzun ama fizik olarak da kesinlikle dengesiz değildi, gayet sağlam duruyordu ortasahada... Savunma prensibinin genellikle "pozisyona" dayalı olduğunu gördüm. Hani, Koray Avcı gibi gözü kapalı yatarak müdahale yapan bir tip değil de, rakibin karşısında ayakta kalarak top kaybına, kötü pasa zorlayan oyunculardan... Bunun dışında ortasahanın en gerisinde oynayan oyuncu olmasına rağmen, çoğu atakta hücuma bindirme yapması, boş alanlara hareketlenmesi de çok kıymetliydi. Böyle bir pozisyonda Furkan'ın indirdiği topta önemli bir pozisyon yakaladı, iyi kontrol etti ancak kötü vuruş çıkarttı. Furkan golü atarken, hemen yanında cezasahasında topa yükselen de O'ydu... Bu özelliğiyle heyecanlanıp, geçmiş maçlarını araştırdım. 10 golle takımın en golcü 2. oyuncusu konumunda bu sezon. Demek ki bu tip koşuları, destekleri her zaman yapıyor ve başarılı döndüğü de oluyordu... Erkut yetenek olarak çok etkiledi. Ancak böyle oyuncu yakalama şansı daha fazla oluyor. Nitekim A2'de Erkan Kaş, Samet, u16'da Erkut, yerine giren Metin sol ayaklı ve teknik olarak iyi oyuncular. Keza daha da alttan Muhammet geliyor... Hüseyin Cankurt tipinde ortasahaları yakalamak daha da zorlaştı, o nedenle ben bu çocuğu en az 10 numara adayı yetenekler kadar değerli kılıyorum... Zaten kendisi Erkut Şentürk, Burak Yılmaz'la birlikte Türkiye U16 Milli Takımı'na düzenli olarak davet edilenlerden...

Çocukarı tebrik ediyorum. Maç sonunda çok sevinçli ve heyecanlı görünüyorlardı... Yine maç sonunda tribünlerle "siyah-beyaz" çekilirken, sahadaki oyuncuların, tribündeki taraftarlardan sayıca fazla olması da bir başka ilginç enstanteneydi..

U16 Akademi Ligi Finali
Beşiktaş 1 - Denizlispor 0

Bu satırları yazarken, bir taraftan Batuhan'ın Eskişehir yolunu tuttuğunu da üzülerek öğrenmiş bulundum. Bu haberden sonra yazıyı daha bir hevessiz ve de "boş gelircesine" yazdığımı da itiraf edeyim... Ne değişti? Hani kampa götürülecekti?
Tamam, ben de izledim kendisini, şuan için hazır gözükmüyordu ama yetenekleri ortada. 19 yaşında henüz. Denizli ile problemleri varsa, kiralarsın... Batuhan'ın 15 yıl futbol oynama süresi var daha, Denizli'nin bu takımda teknik direktörlük süresi ne kadar?
Ayrıca 5 yıl boyunca ne zaman istenilse, Batuhan'dan 2 milyon Euro kazanabilirdi Beşiktaş. Bu ne aceledir yahu?

Batuhan'ın gece kulübünde sabahlatıp, maça çıkartın yine Nobre'den daha etkili olur. 29 yaşındaki Nobre'nin 1 yıllık maaşı bile etmeyecek bir meblayla, 19 yaşındaki bir oyuncunun verilmesi bana hiç mantıklı gelmiyor. Bu yönetim çatısı altında, mantıklı gelmeyen şeylerin listesini yapmaya kalksam, bloglamaya başladığıma pişman olurum, orası da bir gerçek... Beşiktaş için değil de, Batuhan adına hayırlı oldu bence... Seneye krallığa oynayabilir.