Çırak Pasör : Onur BAYRAMOĞLU

Geçen yaz aylarında gerçekleşmiş, heyecan verici genç transferlerden biriydi Onur... Kendisini canlı izleme şansı olanların, "Kaka" olarak lanse ettiği bir oyuncuydu. Hakikaten de, teknik ve pas konusunda Kaka esintilerini veriyordu Onur... Ancak kendisini izlediğim kadarıyla, bir başka "Kaka benzetmeli" oyuncu Pastore ile daha çok örtüşen özelliklere sahip gibi göründü bana. Hem Kaka'ya benzetilmesiyle "akibet" olarak, hem fizik olarak, hem de asıl yerlerinin "ortasahanın ortası" çıkması olarak... Evet, bence bu oyuncuyu bir forvet arkası olarak değil de, "safkan ortasaha" yapmak üzerinde yoğunlaşmak, çok daha doğru olur gibi duruyor...
Pastore, şampiyonlağa oynayan Huracan'da daha çok forvet arkası veya yardımcı forvet gibi oynadı çoğunluka, ve Palermo'ya da bu niyetle transfer edildi. Ancak çok geçmeden görüldü ki; pas, özellikle de "uzun pas" konusunda çok yetenekli olan bu oyuncu, ortasahanın biraz daha gerisinde oynatıldığı zaman çok daha faydalı oluyor, "fark" yaratıyordu. O fark, Palermo'yu Şampiyonlar Ligi eşiğine kadar getirdi... Pastore, Palermo'nun bir çok golünde ya direkt asist, ya da "gol öncesi paslara" sahipti...
İki kez canlı izleme fırsatı bulduğum Onur da, aynı izlenimleri sundu bana. Belki önde oynadığında, yeteneklerini daha iyi sergileyelecek bir oyuncudur, fakat 10 numara pozisyonunda "beklenti ekseni" ister istemez yükseliyor... O açından ben daha basit oyun oynayabilmesi ve attığı uzun pasları daha sık yapabilesi adına ortasahada görmeyi daha çok isterim kendisini. Zaten boy ve fundemental olarak da buna hazır gözüküyor. İzlediğim maçların birinde "sol forvet" gibi oynadı ve topsuz oyunda takımın en iyi isimlerinden biriydi. Gerekli zamanda, önde kalmış bek oyuncusunun pozisyonunu dahi alıyordu... Yaşı genç, fizik olarak daha güçlenmesi gerekir, güçlenlemelidir... Muazzam boyuna bir de kuvvetli bir vucüt eklerse, karşımıza net bir ortasaha oyunusu olarak çıkacak, geriden yapılan pas trafiğini "akıcı" olacak şekilde değiştirebilecek bir oyuncudur. Şuan çırak pozisyonunda olsa da Onur, ileride ortasahanın "usta pasörü" olabilir; takımın ileriye daha isabetli çıkma şansını, hazırlık paslarına yapacağı katkılarla arttırabilir... Şuan Beşiktaş kampında olan oyuncu, umarım en azından geleceğe dair bir ışık yakar Schuster'in umutlarında...

Attığı uzun paslara örnek teşkil etmesi bakımından, geçen sezon oynanan Beşiktaş - Ümit Milli hazırlık maçında (3.40'dan itibaren) Ömer Karacı'ya yaptığı asisti izleyebilirsiniz... Bu ve buna benzer bir çok başarılı denemesine, canlı izlediğim maçlarında da şahit olduğumu söyleyebilirim. Yani o pas kesinlikle bir tesadüf değildi...

"Golü Atacağız" Dediler : İspanya 1 - Portekiz 0

Herşey Torres'e yer aramakla başladı... İsviçre karşısında "bir şeyleri yanlış yapan" İspanya'da, çözüm olarak "Torres ve Villa'yı aynı 11'de nasıl oynatırım?" sorusuna cevap aramıştı Del Bosque. Cevap olacak tek bir seçenek vardı; o da Villa'nın sol forvet oynaması... Aslında, takımda Torres'e yer aranırken, santrafor bölgesinden uzaklaştırılan Villa, o andan itibaren performansını beşe katladı... Tıpkı Honduras'a, Şili'ye karşı olduğu gibi, bu maçta da farkı yaratan Villa oldu...
Aslında Torres'de olduğu gibi, Iniesta'ya da yer arandı takımda, Sergio-Alonso ikilisini bozmadan... Xavi'nin de 10 numara gibi oynadığı 4-2-3-1 sisteminde, "sağ taraftan" başka açık bölge kalmıyordu Iniesta'ya. Barcelona'yı sıkı takip edenler bilir ki; Iniesta o bölgede hiç bir zaman etkili olamamıştır. Ancak, sol forvet olarak başladığı "A takım serüveninde", Ronaldinho'yu dahi kesmiştir genç yaşında.... Fakat asıl farkı; ortasahaya geçtiğinde yaratmış, orada "başka bir futbol" oynamıştır. Gözümdeki "150 milyon Euro değerli Iniesta", ortasahadaki Iniesta'dır.. Zaten bugün de, sıklıkla sağ kanattan sıyırıp, cepheye attı kendisini. Gol de, Iniesta'nın dar alanda paslaşarak başlattığı atağın sonunda geldi... Hani böyle durumlarda hep "gol geliyorum dedi" lafı kullanılır ya... Bunu İspanya'ya ve de Villa'ya söylersek, haksızlık etmiş oluruz. Bugün İspanya, "birazdan golü atacağım!" diyerek oynadı sürekli... Iniesta'nın içe kaymasıyla, oyunu kenarlara yaymakta "yanlız kalmasına" rağmen; hem o görevini, hem de sonunda "asli görevini" yapan David Villa için, hemen yarın heykel çalışmaları başlanmalıdır memleketinde... Barcelona, turnuva öncesi imza attırmakla çok zekice bir iş yapmıştır...
Portekiz maçın ilk görüntüsünde "sanki İspanya'yı ısıracakmış gibi" göründü. Özellikle de Coentrao'nun bu turnuvada sık sık gösterdiği bindirmelere başlamasıyla... Zaten gayet ideal bir 11'le çıkmışlardı; Ronaldo'yu daha serbest oynatmak adına orta forvette Almedia seçimini doğru buldum. Ancak sorun şuydu ki; Ronaldo bu maçta "takımını sahiplenerek" oynayamadı... Almedia'nın çıkarılıp, Ronaldo'nun orta forvete geçmesi ise ipleri tamamen İspanya'ya teslim etmekti. Tutmadığını görünce, bu kez Liedson'u sokarak, Ronaldo'yu tekrar uzak forvete çekti Queiroz... Yani bir bakıma; sırf Ronaldo'nun pozisyon değişimi için, iki değişiklik yapılmış oldu... Portekiz; şayet yukarıya oynayan bir takım olacaksa bu turnuvalarda, Ronaldo'yu kenar forvette sabit tutacak bir santrafor bulmalıdır. Hiç abartmıyorum; Makakula olsa bile çok şeyi değiştirebilirdi Portekiz adına... Belki de Fildişi maçını alıp, İspanya'nın kucağına düşmeyeceklerdi... Tabi o zaman, "liderlik için" karşılarında duracak Brezilya'ya, bugünkü gibi yine "tepkisiz" kalırlar mıydı? Çok yüksek bir ihtimal...

Evdeki Nelson... : Paraguay 0 (P) - Japonya 0

Her ne kadar, bırakın pozisyonu "şutun dahi" çok az atıldığı bir maç olsa da, her iki takıma da kızmamak gerek... En yalın halleri, yetenekleri bu kadardı aslında, hem Paraguay'ın, hem de Japonya'nın. Paraguay, savunmasıyla yürümeye devam ediyor. Bonet - da Silva - Alcaraz - Morel dörtlüsü, ülkelerini çeyrek finale taşıdılar bir bakıma. Aslında hücumu düşünmeyen bir takım da değiller. Ancak, eş özellikli 3 forvetleriyle (hepsi özünde birer orta forvettir) ciddi şekilde yaratıcılık sorunu çektiler. Hepsinin fiziği gayet iyi, buldu mu "yapan" oyunculardır. Ancak onlara tehlileki bölgede servis yapabilecek, ya da adam eksiltip kendi ekmeğini çıkartacak bir oyuncuyu aradılar fena halde... Aslında ellerinde öyle de bir adam vardı, ancak evde bıraktılar: Nelson Cuevas...
Cuevas, her ne kadar kulüp bazında önemli bir patlama yapamasa da, Paraguay'ın yetiştirdiği en iyi ikinci forvettir, benim izlediklerim arasında. Adam eksilten, şut atan, teknik olarak harika bir oyuncudur... Gerek 2002, gerekse 2006'daki turnuvada O'ndan gayet iyi faydalanmıştı Paraguay... (bkz: 2002'de Slovenya maçında yaptıkları). Bugünlerde, memleketinin takımlarından Olimpia formasını giyen Cuevas, istatistiklere göre hiç de fena bir sezon geçirmemiş... Bugün halen 30 yaşında olan ve en "silik" haliyle bile, şuanki Paraguay forvetinin rengini değiştirebilecek bir oyuncuydu kesinlikle. Zaten yaş ortalamasını da pek düşürmüş sayılmazlar... Bugün oynayan Nelson Valdez yerine "evdeki Nelson" sahaya girseydi de, Cuevas - S. Cruz - Barrios forvetine dönülseydi, Santa Cruz da sıradanlıktan çıkmış olurdu bir bakıma...
Kısırdı ama "sıkıcı bir maç" dersem, haksızlık etmiş olurum. En azından sahada çabalayan bir futbolcu grubu izledik. Bizlere ilk kez penaltı heyecanı yaşatarak da, kendilerini affettirmiş oldular... Maça sonradan girip, "300 dakikadır sahadaymışçasına" durağan oynayan Cardozo, yaptığı en iyi işi yaptı, nefis bir penaltıyla Japonya'nın fişini çekti... Japonya ise, Dünya Futbolu'na kelepir ve iyi oyuncuları sergileyerek veda etmiş oldu. Paraguay defansını, Portekiz - İspanya galibinin karşısında daha bir test etmiş olacağız...

Öne Çıkanlar: Eljero ELIA (Hollanda)

İşte sizlere; "haydi girsin de izleyelim!" denilebilecek bir genç yetenek... Kanatlarında "futbolun görsel sanatını" sergileyebilecek oyunculara muhtaç olan; modern 4-3-3 ve varyasyonları için, çok ideal bir "kenar forvet" bulmuş olduk... Çocuk yaşta Ajax havasını solumuş, fakat Twente formasıyla "hayat bulup", 2009'da "yılın en iyi genç oyuncusu" ödülünü kapıp, Hamburg yolunu tutan Elia, kesinlikle turnuvanın öne çıkanları arasındaydı.
İlk kez Danimarka karşısında izledik kendisini bu turnuvada, az bir süre ile de olsa... Robben'in yokluğunda, "sadece çimleri eksiltebilen" Hollanda'ya ilaç oluyor, maçı o dakikaya kadar "Dünya Kupası'nın yüzü suyu hürmetine" izleyen biz futbolseverlere ise; üzerine konuşulacak veriler, görsel anlamda tatlar veriyordu Elia... Topu ayağına aldığında, "hah şimdi ne yapacak bakalım?" diye insanı beklentilere sokacak yeteneklere sahip bir oyuncu izlenimini sundu kendisi... Her iki tarafa çalım yapabilen, "futbolcu gibi" topu kontrol edebilen, rakibin çoğunlukla faulle durdurabileceği bir "bileğe" sahip olan, kendisi direkt istatistiki katkı yapmasa bile, sırf rakibe sunduğu "tehditlerle" bile, takımına çok önemli katkılar sağlayabilecek bir oyuncudur Elia...
Arda'nın, "ataları taa Karayipler'lerden gelmiş, Hollanda sömürgesiyle yaban topraklar altında büyüyüp, yetişmiş, daha bir esmer kavruk hali" diyebiliriz. Ya da bu kadar uzatmaya hiç gerek yoktu; kısacası teknik olarak Arda'yı fena halde andırıyor diyip geçelim... Artısı; daha atletik bir fiziki yapıya sahip olmasıdır... Kendisini 9 milyon Euro ile kadrosuna katan Hamburg, gayet doğru bir yatırım yapmış gözüküyor... 87 doğumlu bu genç oyuncunun, Dünya Kupası'nda aldığı "minik sürelerle" bile, şuanki değerini fazlasıyla arttırdığı bir gerçektir... Muhtemelen Brezilya maçında da, Maicon'un başına belli bir süre musallat olacaktır. Sonuçlarını bekleyip göreceğiz... Hollanda - Slovakya maç yazısında da bahsettiğim gibi, Elia ve Robben'in kenarları paylaştığı bir takım, tadından yenmez bir hal alacaktır...

Avrupalı Latinler : Brezilya 3 - Şili 0

Dunga, Alves ve Ramires'i ortasahanın içinde oynattığı 4-3-2-1 gibi bir sistem çıkarttı karşımıza. Melo'nun hafif sakatlığı sebebiyle mi, yoksa Şili'nin etkili olabileceği tek noktayı kapatmak amacıyla mı bu hamle geldi? Bilinmez... Ama her ne düşünüldüyse, maya tutmuştu; Kaka ve Robinho'dan defansif olarak önemli katkılar da gelince, turnuvanın kanat organizasyonlarını en iyi yapan takımlarından Şili, iyice kilitlenmiş ve çözüm üretemez oldu... Ponce ve Medel gibi, Şili defansını sürükleyen iki oyuncunun olmadığı maçta, Brezilya pozisyon sıkıntısı çekerken, piyangodan bir duran top golü geldi... Esasında; Şili'nin ve Brezilya'nın boy ortalamalarını karşılaştırırsak, piyago değil de "malumun ilanı" ortaya çıktı da diyebiliriz...
Brezilya, açılış golüyle ve de sonraki oyunuyla tam bir "Avrupalı takım" havasını estirdi, aslında turnuvanın başından hatta ve hatta Copa America 2007'den beridir böyleler... "Defansif ortasaha" kavramını futbolcuyken ortaya çıkaran Dunga, Brezilya'yı "Brezilya lezzetinden" uzaklaştırmış olsa da, tam bir turnuva takımına çevirmiş gözüküyor... Bundan Brezilyalılar rahatsızlık duymazlar heralde... Büyük ihtimalle, bu şablonla Dünya Kupası'nı da kaldırırlar. Ancak, kendilerini "dört sene bir" izleyip, alt kuşağa anlattığımız bir milli takımının "benliğinden çıkması" biz futbolseverler için çok da iyi olmasa gerek... Hoş, Cesar'ın hakkı Cesar'a; attıkları 2. ve 3. golde "Brezilya" koktular... İlk golde Robinho'nun taşıyışı, Kaka'nın önüne bırakması; Kaka'nın tek ve "tam ayarlı" hızda pası ve Fabiano'nun kendine güvenli çalımı... İkinci golde; Ramires'in nefis top taşıyışı, Robinho'nun tek vuruş plasesi... Bunlar tamam da; bu Brezilya bizlere 4-5 sene sonra "ne maç olmuştu ama!" diye hatırlayacağımız bir hikaye yazmayacakmış gibi duruyor... Durağan, gerektiğinde yeteneğini ortaya koyup skoru elde eden, ara ara frene basan mükemmel bir "Avrupa takımı" olmuşlar... Ama biz bunlardan izliyoruz zaten Şampiyonlar Ligi'nde...
Şili bu yüzden değerliydi benim için... Bielsa ile hem farklı birşey ortaya koymuşlardı, hem de oynadıkları futbol Latin Amerika futboluydu. Bugün, Valdivia'nın oyuna dahil olmasıyla yine güzel ataklar sergilediler. Valdivia, bu takımın en önemli isimlerinden biridir esasında... Zaten, orta forvet gibi bir pozisyonda çıktığı Honduras maçında da çok iyi oynamıştı, Şili'nin de en iyi maçı oydu... Latin iştahına sahip Şili, turnuvaya veda etti... Avrupalılaşan latinler ise yollarına devam ediyorlar. Bir tek Arjantin kaldı elde, şayet onları da Almanya geçecek olursa; Dünya Kupası 2014'de "farklı birşeyler görme" olasılığımız düşecek, hemen herkes aynı şeyi oynayacaktır... "Arjantin ortasahasını eleştiren, sen mi diyorsun bunu?" diye sorgulayan olacaktır elbet, önceki yazılarımızı takip edenlerden... Benim Arjantin'in ortasahasını eleştirme nedenim; "ofansif olarak da" hiç bir artısının olmadığı, aksine; şahane forvet oyunculardan daha az verim alındığı içindir... Yoksa Arjantin de "ortasahasını kalabalık tutup, beklesin" demiyorum... Amaç nedir; Pastore - Veron - Mascherano ile sağlıklı pas yapsınlar, Messi şut atmak için 15 metre top sürüp, 5 kişi arasından çıkmak zorunda kalmasın... Final "arzumu" yinelemek gerekirse: Brezilya - Arjantin... Ama tahminim: Brezilya - Almanya...

Robben'den Önsöz : Hollanda 2 - Slovakya 1

Futbolseverlere "ninni söylenmesi" muhtemel bir maçta, Robben'i kadroda görmek heyecanlandırdı elbette... Hollanda, belki de "Robbesizlik"ten golü oluruna bırakan bir tempoya sahipti, Robben'le yeniden tempolu ve bambaşka bir hal alabilirlerdi... Ancak, pek de öyle olmadı... Hollanda yine temposuzdu, sakatlıktan çıkan Robben tam olarak fit değildi. Ama yine de, sahada "biraz Robben" vardı, o Robben'in "birazı" yine Hollanda'nın her atağında başrol oynadı... Sneijder'in 80 metrelik harika pasını, klasik "cepheye çekme ve son vuruş" gollerinden birini atarak değerli kıldı. Ben o pastan sonra, garibim Kleberson'u bir kez daha anma gereği duydum... O'nun attığı uzun isabetli paslar; İbrahim Akın'ın, Üzülmez'in, son döneminde de Burak'ın önüne gitmiş, ve sonuç olarak bu ülkeden "2 metre öteye pas atamıyor!" sıfatıyla afaroz edilmişti...
Robben bugün fizik olarak hazır değildi ama teknik becerileri "fark yaratmaya" yetti. Dünya Kupası'nda şuandan itibaren bir hikaye yazacaksa, bu performansı hikayenin "önsözü" gibiydi... Enerjisine tekrar sahip olduğu taktirde, çeyrek finalden itibaren damga vurabilir kesinlikle... Bugün oyundan çıkarken , yokluğunda çekilen "yaratıcı kanat" eksikliğini bir nebze de olsa dolduran genç Elia'ya bıraktı yerini. Maçı rolantiye almış Hollanda, Elia ile yeniden "neşelenmeye" başladı... Acaba Kuyt'ın orta forvette, solda Elia, sağda da Robben'in olacağı bir Hollanda "nasıl olurdu?" diye düşündüm maçı izlerken... Macaristan'la oynanan hazırlık maçında, Elia'nın 68'de oyuna girmesiyle buna benzer birşey denenmiş, maç 3'ken 6'ya gitmişti... Hollanda'nın çok efektif bir takım olabileceğini düşünüyorum, Elia ve Robben'in kenarları paylaşacağı 4-2-3-1'le...
Slovakya, Hollanda'nın gereksizce tempo düşürmeye kalktığı anlarda bir kaza golü bulabilirdi. Van der Wiel'in ofsaytı bozduğu iki pozisyonda, Vittek çok net gol fırsatları yakaladı, ama olmadı... Gerçi maç 1-1 olsa da, Hollanda'nın küçük bir vites arttırımıyla yeniden öne geçerdi diye düşünüyorum. Sonuç olarak, penaltıdan da olsa Vittek, turnuvaya bir gol atarak veda etti ve 4 golle ülkesinin tarihine geçti. Ankaragücü, sözleşmeye "satış opsiyonu" koydurttuğu için şanslı, hem de çok makul bir fiyata...

Messi'yi Durdursan... : Arjantin 3 - Meksika 1

Biz istediğimiz kadar "bu ortasaha ne Maradona?" diyelim... Adamın Tevez'i var, Higuain'i var... Ve her ne kadar daha istatistik yapmasa da Messi'si var... Ortasahanın ileriye hamle yapamadığı bu düzende, Messi topu epey bir arkada aldığından "durdurulabilir" hal alıyor. Ama durdursan da skor 3 oluyor, 4 oluyor... Forvetsel anlamda ciddi ciddi haksız rekabet var, konu Arjantin olunca. O kadar cümbür cemaat "hücumcu" oyuncuları doldursa da Maradona, "Milito, Aguero, Pastore" gibi isimler yine de dışarda kalabiliyor, varın siz düşünün...
Ama ben yine de soracağım "nedir bu ortasahanın hali Maradona?" diye. Çünkü bir dahaki rakip, İngiltere'yi 4'leyen Almanya olacak... Çünkü, herşeye rağmen galip gelen Arjantin forvetine, "topsuz oyun zaafiyetlerinin yanı sıra", ofansif olarak da hiç bir katkısı yok Di Maria ve Maxi'nin... O nedenle, tıpkı bugünün son 4 dakikasında olduğu gibi; Veron - Mascherano - Pastore ortasahasına geçilmelidir diye düşünüyorum. Hem topsuz oyunda daha dengeli olunur, hem de top Messi'nin ayağına "cezasahasına daha yakın" bir bölgede ulaşır... Almanya şakaya gelmez, bugün ofsayt golüne kadar Meksika atakları bunun habericisiydi aslında... Otamendi, Yunanistan maçında yaptıklarıyla formayı kaptığını belli etmişti. Bana göre Pastore de, 2 maçta aldığı toplam 10 dakika gibi bir sürede, en az Otamendi kadar "forma benim!" damgasını vurmuştur... Topu alışıyla, yönlendirişiyle, faul kazandırmasıyla, fiziğiyle ve "henüz gösteremese de" uzun isabetli paslarıyla, şutlarıyla, gizli forvet koşularıyla buram buram "futbolcu" kokan bir kardeşimizdir kendisi... Bu sebeple Palermitano kanadından, Maradona'nın kulağına bol bol "çınlama" gönderildiği kuvvetle muhtemeldir... Palermo taraftarı, Kjaer, Cavani'den sonra bir oyuncularını daha izlemek için, Palermo yönetimi de "sol ellerinin daha bir kaşınması için" istiyordur bunu...
Mükemmel goller izledik bugün. Tevez, bu golü çocukken oynadığımız mahalle maçlarında atsa iptal ederdik, "abandın bilader, teknik vur!" gerekçesiyle... Arjantinli olsam, bu golden sonra gırtlağım yırtılırdı heralde. Suker'in, 98'deki 3.lük maçında bizlerle tanıştırdığı "kaleciyi geçme" tekniğini, bugün Higuain üzerinden izledik... Ve Javier Hernandez, Meksika adına veda golü anlamını taşıyan şahane bir iş yaptı. Yarım yamalak oynatıldığı turnuvada 2 gol atarak, Sir Alex'e de selam göndermiş oldu... Öyle veya böyle, futbolseverlerin dileği tuttu, Arjantin yürüyüşüne devam etti. Almanya - Arjantin, turnuvanın hücumsal anlamda iki değerli takımı. Sonucu bilmem de, harika bir maç olacağı kesin...

Diyet ve Hezimet : Almanya 4- İngiltere 1

Tam da, "acaba bu maç beklentileri karşılamayacak mı? derken; Neuer'in uzun topunu inatla kovalayıp, "taştan ekmek çıkartan" Klose, işin rengini değiştirdi... Harika bir maç izledik, öncelikle bunu söylemek gerekir. Özellikle de; Almanya'nın 2-0 yapması, İngiltere'nin hemen cevap vermesi, akabinde Lampard'ın harika vuruşu, çizgiyi geçen topun gol olarak değer kazanmaması... Bu dakikalarda "tarihe tanıklık ettik" diyebilirim. Verilmeyen gol için "1966'nın diyeti!" diyen olacaktır tabi ki... En azından artık 66 finali daha az yada daha farklı tartışılır hale gelecek. Ancak şu bir gerçek ki; İngiltere o golle durumu 2-2 yapsaydı, momentumu iyice yakalayacak, ibreyi tamamen kendilerine döndüreceklerdi. Hata çok büyük hatadır, yan hakemin bu pozisyonda "gol kararı" verebilmesi için, ille de çizgide olması gerekmiyordu. Eminim, benimle birlikte bir çok futbolsever, daha ilk anda pozisyonun gol olduğunu anlamışlardır, çok bariz şekilde içeri düştü top.. Hatta, "havada duran Neuer de" topun gol olduğunu anlayanlar arasındaymış, bu güzel fotoğrafta görüldüğü gibi...
Lampard, kahraman olmanın eşiğinden döndü. Önce harika bir golü verilmedi, sonra da inanılmaz bir şutu direkten döndü... Jagulaniye alışmış gibiydi, ama biraz gel oldu sanki... Daha sonra Almanya, sahadaki nadir "öz almanlardan" Müller'in önderliğinde, işi hezimet boyutuna kadar götürdü... Teknik direktör olsam, Müller'i halka içersine alacağım her maç kasedini, genç oyunculara izlettirirdim. Teknik olarak çok üst düzey olmayan bir futbolcunun, ulaşabileceği son noktadır... Zekasıyla, fiziğiyle, kondisyonuyla, topa vuruşlarıya, ters koşularıyla harika bir oyuncudur. Bayern Munih'de biraz daha kalıp, daha güçlü bir şekilde Barcelona ya da Real Madrid transferini yapmalıdır... Bana göre kendisine uygun olan kulüp Barcelona'dır... Hatta, yarın transferi bitirseler; Messi - Müller - Villa ile harika bir üçlü bulmuş olurlar, Iniesta'yı da gönül rahatlığı ile ortasahada oynatabilirler...
Mesut Özil'in de "özel katkısının" olduğu son golden sonra, sonucu belli olan basket maçlarının son 10 saniyesini izler gibiydik... Gerrard'ın bireysel olarak dalıp, harika bir "çekişle" önünü boşaltması ve şutu dışında, her iki takım da skoru kabullenmiş gözüküyordu... Capello'nun, 4-4-2' inadı, İngiltere'yi bu pozisyona itti. Her ne kadar "bize uymaz" demiş olsa da, İngiltere gayet iyi bir 4-3-3 oyunu oynayabilirdi... Kurtarıcısının Heskey olduğu 4-4-2'den "kurtulmuş" ve değişmiş bir İngiltere görürüz umarım, bir dahaki turnuvalarda... Almanlar, hücum özelliklerinin ağır bastığı ve göze hoş gelen oyun tarzlarıyla yürümeye devam ediyorlar. Ve aynı mantığı benimseyen Arjantin ile karışalacaklar çeyrek finalde, çok büyük bir ihtimalle... Bize de "tadına doyulmaz" bir futbol zevki sunacaklar. Ve sonunda sanırım, yine kazanan Almanlar olacakmış gibi duruyor, şayet Maradona'nın "ortasahasızlık" ısrarı sürerse...

Afrika'nın Gururları : Gana 2 - ABD 1

Aslında Sırbistan karşısında oynadıkları futbolla gerekli sinyalleri vermişlerdi... Kara Kıta'nın düzenlediği turnuvada, bir Afrika ekibinin süpriz yapıp-yapamayacağı konuşuluyordu hep... Grup maçları belli etti ki; içlerinden biri bunu başaracaksa, o isim Gana olacaktı... Çünkü; Afrika'nın dirençli, güçlü ve "nefesli" ekolüne, taktik disiplin ve yetenek kurgusunu da ekleyen tek takım olarak gözüküyorlardı. Bu testten Almanya karşısında da geçtiler aslında, 1-0'lık mağlubiyete rağmen... Bugün ise, turnuvaya heyecan katan bir başka takım karşısında galip gelerek, Afrikalılar'ın umutlarını sürdürdüler...
Attıkları iki golde de, yetenek ve kuvvet kokusu vardı. Boateng'in inanılmaz efora rağmen, dar açıdan yaptığı net vuruş harikaydı... Gyan'ın uzun deparı, topu kontrolü, sırtına aldığı darbe ve son vuruşu... Diyecek kelime yoktu, uygulamadan kalktı ama sıfat anlamında "altın bir goldü"... Gana'yı bu noktaya taşıyan en büyük etken ortasahalarıdır bana göre. Boateng - Annan - Asamoah üçlüsü inanılmaz bir turnuva çıkartıyor. Hele Asamoah, tam "Morinho'luk" bir ortasaha aslında, ne zaman O'nu isteyecek merak ediyorum... Annan'ın ise Premier League yolu yakındır diye düşünüyorum... Bu ortasahanın mücadelesini değerli kılan ise, önde son derece hareketli oynayan 3'lü forvetleri oluyordu. Bugün kenarları iki adet 89 doğumlu oyuncu paylaşlaşıyordu: Ayew ve Inkoom. Inkoom, özellikle topsuz oyunda çok başarılıydı. Ayew'in ise, pek gözükmediği maçta gelişi güzel yolladığı bir uzun top, Asamoah Gyan'la hayat bulmasıyla, kendisine asist olarak geri döndü... Ancak gördüğü sarı kartla, Uruguay karşısında cezalı duruma düşmüş oldu.... Heralde Muntari "nihayet" Inter'de başlayan kulübe esaretini noktalayacak gibi görünüyor, Ayew'in yokluğunda. Bir diğer kanatta Inkoom yine oynar mı, yoksa yerini ilk maçın etkili ismi Tagoe'ye mi bırakır? Göreceğiz...

Amerika, yapabileceklerini "son haddine kadar" gösterdiler bize... Bu kadar yani, daha fazlası olamaz. Turnuvaya heyecan getiren bir takım oldukları gerçek... Dempsey'in Fulham'ı finale taşıyan "isyanını", Donovan'ın "hayatta tutan gollerini", Altidore'un "güç gösterisini" izlemek güzeldi...
Böylelikle ilk çeyrek final eşleşmesi belli oldu: Uruguay - Gana... Bir bakıma, "klasikleşen" ve hemen her Dünya Kupası'nda rastladığımız "sürpriz yarı finalist" de ortaya çıkıyor yavaş yavaş... Uruguay ya da Gana olacak bu isim. Bir başka sürpriz yarı finalist çıkar mı? Bence çok zor... Çünkü; yarı finale giden diğer yolların ortasında, resmen "kuyu var" diyebilirim...

Güzel Başlangıç : Uruguay 2 - G. Kore 1

Umut vaadeden bir eşleşmeyle, son 16'ya merhaba demiş olduk... Zorlu gruplardan çıkma başarısı gösterip, -diğer tarafa nazaran- yarı finalin daha bir açık gözüktüğü yola koyulan bu iki takımın maçı, vaadettiği kadar güzel bir taktik savaşına döndü. Uruguay, 3 yetenekli forvetiyle yeniden sahadaydı ve hemen maçın başında hücum gücünü kullanmaya çalıştılar. Cavani, Forlan ve son olarak Suarez'in ayağına dokunarak gelişen atak, ilginç bir golle sonuçlandı. Forlan'ın, taç çizgisinden içeri gönderdiği top, Suarez'in "ben boşuna Altın Ayakkabı'yı kovalamadım!" dercesine golü koklaması ve pozisyon almasıyla, adeta paralel bir ara pasına dönüştü ve gol geldi... Bu golden sonra Uruguay'ı belli bir süre etkin göremeyecektik...
Güney Kore, "isyan bayrağını" çekmiş bir şekilde başladı ikinci yarıya. Sık pas yaptılar, önemli pozisyonlar buldular. Onlardan birinde, Arjantin'e de güzel bir gol atan genç Bolton'lu Chung-Young Lee, takipçiliğinin semeresini aldı. O gol, bağır çağır gelmişti esasında... İleri 3'lüsünde Forlan - Suarez - Cavani'yi barındıran Uruguay, "oyunu tutma" başarısını gösteremiyordu. Nitekim, Cavani yardımcı olduğu savunmasına aslında "hiç yardımcı olamıyordu", çünkü savunma bilgisi bir hayli zayıftı. Hatta golden önce, hakemin es geçtiği bir de penaltı yaptırmıştı...
Güney Kore'nin golünden sonra "uzatmalara gitmeyi gözü kesmeyen" Tabarez, Pereira - Lodeiro değişikliği ile soliçini daha da ofansifleştirerek, gemileri yaktı bir bakıma... Belliydi ki, momentumu yakalayan Kore'ye karşı bu takım oyunu soğutamayacaktı... O zaman çözüm; maçın başında olduğu gibi "hücumdu", o 3'lü forvetinden savunma yapmalarını beklemeyip, yetenekli ayaklarını kullanmalarına zemin hazırmaktı... Nitekim öyle de oldu, turnuvanın yıldızlarından Suarez, harika bir gol attı... Reklam panosundan atlayanı çok gördüm, ancak reklam panosunun ardında biriken "gazeteci grubunun" da üstünden atlayanı görmemiştim... O gole, bu sevinç yakışmıştı... Suarez, "ben 4-3-3 oynuyorum" diyen büyük takımlara, mükemmel bir kenar forvet seçeneği sunmuştur bu turnuvayla...
Golden sonra, hemen topsuz oyunda oyunu tutacak bir hamle geldi Tabarez'den: Suarez çıktı, Alvaro Fernandez girdi... Güney Kore herşeye rağmen beraberliği yakalayacak fırsatları buldu yine de, ama olmadı... Sonuç olarak, Güney Kore damga vurarak veda etti turnuvaya. Bu ne bir rastlantıydı, ne Hiddink'in eseriydi, ne de ev sahipliği avantajıydı. Güzel futbol oynadılar, güzel kaybettiler... Uruguay'ın ise yolu açıldı... ABD - Gana eşleşmesinin galibi ile çeyrek final oynayacaklar, ve o iki takımdan her kim gelirse gelsin yine favoriler... Aslında, Türkiye'nin 2002'de yakaladığı güzel bir "fırsat yolu" açıldı Uruguay'a, taaki yarı finale kadar... Orada yine olası bir Brezilya duvarı var... Bakalım; 1950'nin rövanşını izleyebilecek miyiz? Brezilya, bu kez işini şansa bırakmayacak mı? Yoksa günümüzün "Ghiggia'sı" Suarez, takımını sırtlayıp finale kadar götürecek mi? Göreceğiz...
Son 16, güzel bir maçla başladı, umarım böyle devam eder...

Öne Çıkanlar: Carlos CARMONA (Şili)

Bielsa'nın 3-3-1-3 sisteminde, "olmazsa olmaz" isimlerinden Carmona'dan bahsedeceğiz. Hem bir "ön stoper", hem de "sarkık ortasaha" olarak görevlendirilmiş gibiydi, Şili'nin oyun şablonu içersinde... Carmona, bu "karmaşık" görevi layıkıyla yapıyor ve geriye kalan ortasahaların hücuma gerekli desteği vermelerini sağlıyordu. Kendisinin hücumsal olarak asli görevi ise, rakibin uzaklaştırdığı veya cezasahasından güç bela savurduğu toplarda ribound almak ve tekrar takımına geri kazandırmaktı. Bu durum da Şili'ye, çok adamla "önde kaldığı" anlarda, hem savunma anlamında sıkıntı yaratmıyor, hem de biten ataklarının tekrar devam ettirme şanslarını tanıyordu.
En enterasan özelliği ise, gerekli durumda takımın tek stoperi Ponce'a yaklaşarak, 4'lü savunma görüntüsünü verebilmesi oluyordu. 1.80'lik boyu ve pozisyon bilgisiyle, en az bir stoper kadar etkin olabiliyordu öyle anlarda da... Kendisini sarı kart cezası ile İspanya maçında izleyemedik. O'nun görevini Isla üstlenmiş ve bir hayli sallanmıştı... Brezilya maçında, Carmona ile birlikte yeniden 3-3-1-3'ün ortasahasını daha sağlıklı işliyorken göreceğiz. Ancak, savunmada iki önemli isim Medel ve Ponce'un olmayışı, bir hayli başlarını ağrıtacak, Carmona'nın görevini 2'ye hatta, 3'e katlayacaktır...
Elbette, her takımın bir Bielsa'sı olmadığı için 3-3-1-3 sistemini çok sık görmemiz imkansız. Ancak, 4-3-3 sisteminde, defansif ortasaha pozisyonuyla bir çok takıma ilaç olabilecek bir isimdir Carmona. Kendisini henüz 23 yaşında ve Reggiana ile Serie B'de futbol hayatına devam ediyor. Topu kullanma ve şut konusunda da kendini geliştirirse, önce İtalya'nın iyi bir kulübüne, oradan da "hayallerini süsleyecek" bir forma altında bulabilir kendisini.

Öne Çıkanlar: Fabio COENTRAO (Portekiz)

Portekiz, son yıllarda Dünya Futbolu'na bol bol bek kazandıran bir ülkedir... Ancak şöyle bir durum var, o ülkenin öne çıkan bek oyuncularının isimlerine bakarsanız, bunların hemen hepsinin birer "sağbek" olduğunu görürsünüz. Ferreira, Bosingwa, Miguel gibi... O nedenle de, genelde bu bekleri kenarda oturtmak yerine, bir diğer "sağbeki" de, solda değerlendirdiler çoğu zaman... Ve bu isim Ferreira oluyordu genellikle. Ancak, bu turnuvada Portekiz'den sürpriz bir solbek belirdi: Benfica'nın, 1988 doğumlu oyuncusu Fabio Coentrao... Coentrao, önceleri "ön sol kanat oyuncusu" olarak gözükse de, Benfica'nın son döneminde "solbek" oynamaya başlamıştı... Ve bu durum O'nun, elemelerde sadece "21 dakika" süre alabildiği Portekiz 11'inin yolunu açıyordu... Eminim bundan, ne Queiroz ne de her hangi bir başka Portekiz'li hiç pişman olmamıştır. Aksine, bugün takımlarının gruptan çıkmasında büyük rol oynayan bu genç oyuncu hakkında methiyeler diziliyordur ülkesinde...

Portekiz, hem Brezilya hem de Fildişi Sahili karşısında durumu idare etti. Onları gruptan çıkaran etken, Kuzey Kore karşısında attıkları 7 gol oldu. Ve bu 7 golün hemen hepsinde, Coentrao'nun direkt ya da dolaylı olarak katkısı vardı. Modern futbolun, günümüzde en çok aradığı özelliklere sahip bir bekmiş gibi göründü bana. Savunma anlamında yerini kaybetmeden, taktik disipline sadık kalmasının yanında; O'nu farklı kılacak harika bir de sol ayağı var... O yetenekli ayağı, sadece "bindirme yapıp orta kesmeye" endeksli olmayıp, oyunun her tarafını görebilecek bir "play maker" özelliğini yaratıyor kendisinde... Takımına hücum anında nerede faydalı olacaksa, oraya yardımcı oluyor; gerek pas, gerekse "koşu" anlamında...
Savunma açısından da izlediğim 3 maçında, sadece Nilmar'ın ayağına teslim ettiği pasla hata yaptığını gördüm. Orada da Coentrao'nun yine "topu olumlu kullanma düşüncesi" ve Nilmar'ın iyi pozisyon alması yatıyordu, hatanın ana sebeplerinde... Sözün özü; iki yönlü beklerin bir takımı "çok fazla" değiştirebileceğini düşünüyor, Coentrao'yu da o seviyede bir oyuncu olarak görmeye başlıyorum. Fabio Coentrao'yu, yakın zamanda "büyük bir forma altında" görmek kaçınılmaz olacaktır...

Böyle bir oyuncunun ne kadar önemli olduğunu; İsmail Köybaşı'yı konu aldığımız "Beklemeyen Bek" yazısında değinmiştik... *

Öne Çıkanlar: Winston REID (Y. ZELANDA)

Yeni Zelanda, belki de inanılmazı başararak "namağlup" madalyonlarıyla ülkelerine döndüler... 3 maç, yani bir bakıma 270 dakika "mahkum" oynayan bir takımın -biri uyduruk bir penaltı olmak üzere- sadece 2 gol yiyen defansını alkışlamak gerek... Slovakya karşısında, 90+3'de attığı kafa golüyle takımına "mucizevi" bir puan kazandırmanın yanında, genel olarak da çok iyi bir performans sergileyen Winstron Reid, bana göre turnuvanın "öne çıkanları" arasındaydı... Yanına Premier League tecrübesine sahip Nelsen'i alan, bu 1988 doğumlu genç oyuncu, böylesine bir turnuvayı hatasız kapatmıştır diyebilirim...
1.90 boyuyla hava toplarında çok etkili olan ve iyi fiziğinin yanında, aynı zamanda da atletik olarak da "fena olmayan" bir oyuncu gibi gözüktü... Danimarka'nın, Avrupa Futbolu'na bol bol oyuncu ihraç edebilen takımlarından Midtjylland formasını giyen bu oyuncu, son yıllarda takımının değişmez isimlerinden biri olmuştur genç yaşına rağmen. Önce Slovakya, sonra da İtalya karşısında dikkatimi çeken Winston Wiremu Reid'in hakkında araştırma yaparken, Yeni Zelanda - Paraguay maçında, "Arsenal ve Palermo" scoutlarının Reid'i izlemekle görevlendirildiği haberlerini okudum... Palermo'nun gözlemci ekibi her zamanki gibi iyi çalışıyor... Ancak, Arsenal'li scoutlardan olumlu rapor gelirse, hiç şansları yok... Belki de Reid, tıpkı tandemdeki ağabeyi Nelsen gibi, bir dahaki Dünya Kupası'nda "Premier League tecrübeli" bir stoper olarak karşımıza çıkacak... Tabi o zaman Nelsen olur mu bilemem...
Yeni Zelanda'nın Slovakya ve İtalya maçları sonrası değerlendirmemde bahsettiğim gibi: Savunmacı yetiştirme konusunda hiç bir eksikleri yok... Belki biraz "teknik olarak" iyi bir kaç hucüm oyuncusu da çıkartabilirlerse, bir dahaki Dünya Kupası'nda "daha da ilginç" bir sonuç alabilir, haka danslarını bu kez "son 16'ya kalma şerefine" sergileyebilirler...

"Değişimin Habercisi" Slovakya 3 - İtalya 2

Öncelikle şunu söyleyelim; Lippi, bu turnuvada çıkabileceği en ideal kadroya yakın bir 11'le başladı. Belki, Iaquinta inadına itiraz edilebilirdi, fakat O'nunda "ideal bir 4-3-3'ün" orta forvetinde çok sırıtmayacağını düşünüyordum. Yani, bu maçı Lippi'nin üstüne yıkmak olmaz sanki... Aslında İtalya, en büyük hatayı "en baştan" yaptı. Bu takımın ortasahasına ve defasına güvendiler. Cannavaro-Chielli'nin tandeminin, Zambrotta'nın Serie A'da "ne halde" olduklarına bakmadan, bir değişime gitmediler... Açıkcası ben de, bu oyuncuların sırf formalarıyla ve arkasında yazan isimleriyle bile gruptan çıkabileceğini düşünüyordum, her ne kadar turnuva öncesi İtalya değerlendirmem de "bu kez gök mavilikleri kadar uzak..." desem de, gruptan çıkmak İtalya için çok büyük bir zorluk olmasa gerekti...

İtalya'nın 2006'da yine "skoru değiştirme adına" çok efektif olduğunu söyleyemeyiz... Ancak, en ileri uçtan başlamak üzere, takım olarak topun arkasına geçen bir anlayış vardı. Ve bunu 90 hatta 120 dakikaya kadar yayacak dirence de sahiptiler. Bugün "beraberliğin yetme olasılığı" olan bir maçta bile, Slovakya'dan ilk golü yemekten kurtulamadılar... Hem de, Wiess'ı kenarda unutmuş, hücum varyasyonları rastlantılara bırakmış bir Slovakya'ya... Vittek, her eve lazım santraforlardandır esasında, Ankaragücü çok büyük iş yapmıştır bu oyuncunun bonservisini alarak. Sadece attığı goller için değil, hava hakimiyeti, sırtı dönük oynayabiliyor olması ve düzgün pas yapabilen ayağıyla önemli bir "komple forvettir" kendisi. Stoch'a deyinecek olursak; bir kenar forvet için "ekstra" yaratıcı bir oyuncu değil gibi, teknik olarak üst düzeyde olmadığını düşünüyorum. Ama tam bir takım oyuncusu olabilir... Geri dönüşleriyle, hızıyla, içeri katetmesiyle, topu tehlikeli bölgelere pas olarak aktarabilmesiyle bir "taktik oyuncusu" görünümünü sundu... Birşeyleri değiştirmek adına O'nun ayağına bakan bir takım değil de, takım olarak efektif oynayan bir düzenin içinde, önemli bir çark görevi yapacaktır Stoch...
Lippi'nin bu maçtaki en büyük hatası "erken telaşa" kapılmasıydı aslında. İkinci yarıda "zaten eski direncinde olmayan takımın" ortasahasını 2'ye düşürmek biraz fazla oldu... Slovakya, Vittek'in indirdiği her topta 3 oyuncusuyla birden yanlız kaldı ortasaha... Bu da, önemli kontra atakları beraberinde getirdi ve İtalya 1'i bulamadan, Slovakya 2'yi buldu... Oysaki Slovakya, Yeni Zelanda karşısında bile "telaşa kapılacak" bir kumaşı olduğunu göstermişti. Bir Pirlo - Gattuso ve forvet değişimi yetebilirdi İtalya'nın skoru 1-1 yapmasına... Quagliarella, Lippi'nin "pişmanlıklar" listesine girmiştir heralde... Lippi, -keşke Iaquinta'da direnene kadar, bu çocuğu oynatmaymışım- demiştir bu maçtan sonra... İlk golde "delici" özelliğini, ikinci golde "uzun şut" yeteneğini konuşturdu Napoli'li... Ve belki de Prandelli önderliğindeki "kaçınılmaz değişimin", "değişmez" öğelerinden biri olacaktır kendisi... Evet, artık bu turnuva İtalya için değişimin habericisidir. Ve bunu yapabilecek isim de, doğru tercih edilmiştir diyebilirim... Prandelli, "küme düşmekten averaj hesabıyla" kurtulan Fiorentina'yı alıp, şahlandırmıştır tekrardan. 5 yıl içinde, sadece son senesinde ilk 10 dışında kalmış, iki kez de Şampiyonlar Ligi'ne götürmüştür... Tüm bunların dışında "futbol olarak da" Serie A'nın en göz alıcı oyunu ortaya koyan takımını yaratmıştır...

Şunu da söylemek gerekir, futbol dışı olarak da İtalya'nın "efendileşmesi" pek yaramamış sanki... Bugün yine de takımı değiştirebilen oyuncular, mental olarak rahatsız adamlardır: Pepe ve Quagliarella... Nitekim; ikisi de kırmızı görebilirdi ama maçı çevirebilirlerdi de....
Genç jenarasyondan Balotelli önderliğinde, tekrardan "arızalı" Gök Mavilileri geri döndürmek gerek... Artık Azzurri'nin beklerini; Milan'lı Abate ve Inter'li Santon teslim alacaktır diye sanıyorum... Zaten Abate, Zambrotta'yı sezon içersinde çoğunlukla yedek bırakmıştı... Fiorentina'da banko oynattığı öğrencisi De Silvestri'yi de düşünebilir tabi... Andrea Pirlo'nun yerine, bir başka "Andrea" olan ve Sampdoria ortasahasında neredeyse sezon boyu oynayan Poli'yi hazırlamak gerek... Camoranesi'nin alternatifi de hazır: Cesena'lı Schelotto... Orta forvet için Manchester United'lı Marcheda geliyor. Ve tabi ki; bugün bile gözlerimin aradığı Balotelli... Acı son, belki de uyanış olacaktır Gök Mavililer'e... Ve o uyanış için yeterli bir genç oyuncu havuzu ve iyi bir de teknik direktörleri olacak... Bekleyelim görelim...

Öne Çıkanlar: Mauricio ISLA (ŞİLİ)

Bielsa'nın tezinde "kendini farklı rolde bulan" oyunculardan biri oluyor Isla da... Udinese'de sezon boyunca ortasahanın sağında oynayan bu oyuncu: Bielsa'nın Şili'sinde önce sağbek, ama aslında sağbek değil "sağ bek görünümlü gizli bir sağ açık" olarak, sonra da 3-3-1-3 sisteminde "ikinci 3'lünün sağında" rol aldı. İşte, konu Bielsa'nın bir sistemi olunca, oyuncuların pozisyonlarını böyle "adres tarif eder gibi" veriyoruz malesef... Ben kendisini Honduras maçında, yani sağbek görünümlü oynadığı maçta daha çok beğenmiştim. Artık modern futbolda, "ofansif bek" kavramı bir çok pozisyondan daha değerli kılınmaya başladı. Bunların başında da "ön kanat oyuncusu" geliyor... Isla, bir sağbek olarak da defansif olarak durumu kotarmanın yanında, takımınına geriden inanılmaz bir itici güç verebileceğini, Daniel Alves - Maicon gibi "üst düzey bek" olma yolunda gelişim kaydettiğini göstermiştir bu turnuvayla... Hızlıca çizgiye inen, 90 dakika boyunca ritmini bozmayan, teknik olarak iyi bir oyuncudur. Şili'nin 88 doğumlu "ışık saçan jenarasyonu" içersindedir kendisi de...
Aslında bu oyuncu, turnuvada dikkat çeken ilk Udinese'li değildi... Yine bir diğer Şili'li Alexis Sanchez, Gana'nın önemli oyuncularından Kwadwo Asamoah, İsviçre'nin değişmez ortasahası Gökhan İnler, İtalya'nın skora isyan eden kanat oyuncusu Pepe, Slovenya'nın mucize kalecisi Handanovic... Bunların dışında Zapata, D'Agostino, Lukovic, Di Natale, Floro Flores gibi oyunculara da sahipler. Ama, ligi 15. bitirdiler... Bu durum da: "Söylesene Pasquale, bu takım niye yerlerde?" diye sormak lazım sanki...

İki Yönlü Bir Sağbek "Erkam Reşmen"

Yeni sezonu açan Beşiktaş'ta, hazırlık kampı içersinde hangi genç oyuncuları göreceğimiz de belli olmaya başladı... Bugün yapılan A Takım kahvaltasına katılan bazı genç oyuncular vardı: Sezer Özmen, Erkan Kaş, Cumali Bişi , Onur Bayramoğlu, Erkam Reşmen, Atınç Nukan, Ali Kuçik ve Umut Kaya... Şüphesiz aralarında gözüken en sürpriz isim Erkam Reşmen'dir heralde... Ancak, şöyle bir 2-3 yıl öncesine döndüğümde, bu ismin çok sürpriz olmadığını, hatta çok yerinde bir hamle olduğunu da söyleyebilirim.
Paf takımını en sıkı takip ettiğim dönemlerde; Erkam da tıpkı Kenan Özer, Aydın Karabulut, Koray Şanlı, Emre Özkan gibi "dikkat çeken" bir oyuncu olarak göze çarpıyordu. Takımın değişmez sağbeki olan bu oyuncunun en önemli özelliği, maç boyunca sağ çizgiden sıklıkla bindirme yapması ve bunu 90 dakikaya yaymasıydı. Son iki yılda nasıl bir gelişim kaydetti bilemem, ama her ne kadar İsmail Köybaşı gibi teknik olarak ekstra bir bek olmasa da, dinamizmiyle, çabukluğuyla, hücuma katılma iştahıyla ciddi anlamda gelecek vaadediyordu. O dönemlerde yine stoperden devşirme bekleri oynatıyor, İnönü'de oyunu açma adına sıkıntı yaşıyordu Beşiktaş... Ben, "en azından İnönü'de Erkam denenmez mi?" diye çok düşünmüştüm... Ne diyelim? Kendisini A takımla idmanlara çıkarken görmek bugüne nasipmiş...
1989 doğumlu bu oyuncunun, Çorumspor'da geçirdiği 2 yıl boyunca, fizik olarak "gözle görülür" şekilde bir hayli geliştiği aşikâr... Çorumlu futbolseverler tarafından adına "fanclubler" açılması, gitmesine ağıtlar yakılmasını referans alacak olursak, futbol adına da o şehre bir damga vurmuş olma ihtimali yüksektir... Zaten, kiralandığı iki sezon boyunca toplam 72 maça çıkmış, bu inanılmaz bir rakam... Rıdvan'ın malesef hala yürüyemiyor olmasıyla, ciddi anlamda "ofansif yerli bek" adına alternatif sıkıntısı yaşanıyordu. Umarım bu konuda Erkam, Beşiktaş'a yardımcı olur ve "sıfır" maliyetle olay kapanır... Temennimiz, Miguel Torres ile Real Madrid'deki "alternatif bek" sorununu çözen Schuster'in, aynı ilgiyi Erkam Reşmen'e de göstermesidir. Tabii burada Erkam'ın da performansı çok önemli bir unsur olacak. Hazırlık maçlarında kendisini görecek olursak, daha sağlıklı değerlendirme yapma şansımız olacaktır. Şimdilik "hayırlısı olsun" diyelim bakalım...
Bu arada, yine o dönemlerde kendisini bir hayli tuttuğum "sol tarafın bek oyuncusu" Emre Özkan; Beşiktaş'la sözleşmesini 2013 yılına kadar uzattıktan sonra, geçen yıl olduğu gibi Orduspor'a kiralandı.

Fotoğraflar Anıl Demirci'den...*

"Pastore'den Işık..." Arjantin 2 - Yunanistan 0

Maradona, G. Kore'yi 4-1'le geçmesi sebebiyle "kafaca" rahatlığını, bugün sahaya da yansıttı... Kısmi bir rostasyon vardı Arjantin'in 11'inde, ancak asıl farklılık sistemde gözüküyordu. Veron ve Bolatti'nin sahne aldığı ortasahayı, Maxi de sıklıkla içeri kat ederek 3'lüyordu sanki... Beklerde de yenilik göze çarpıyordu; Clemente Rodriguez, solbekte "iki yönlü bek" ihtiyacı doğduğunda, hazır olacağını gösterdi. Ancak bir diğer bek Otamendi ise, "sırıtmamasının" yanında, sanki 11'i de zorlayacak bir performans gösterdi. Belki ofansif olarak çok etkili değildi ama her dönen topta vardı, en azından toplayıp, en yakınına aktarıyordu... Dinamizmiyle önemli bir savunma katkısı sağlayabilecek bir isimmiş gibi göründü genç oyuncu. Hızıyla da, Samuel - Demichelis gibi "ağır" bir tandeme, sıklıkla yardımcı olabileceğini gösterdi... Maradona'nın ciddi anlamda kafasını karıştırdığına eminim...
Ama benim için "maçın özeli", Pastore'yi Arjantin formasıyla görmem oldu... Halen Veron ve Bolatti'nin var olduğu sahaya dahil olarak, ortasahayı "sanki" değil, alenen 3'lemiş oluyordu Pastore... Bu dakikadan sonra ortasahada olumlu pas ortalaması artıyor, Messi kendisini az da olsa "Barcelona'daymış gibi" hissetmeye başlıyordu... Pastore'nin sahada olduğu 13 dakikalık süre, bol bol elektrik saçtı futbolseverlere. Bu elektrikten nasiplenip, kafasında bir "ampül" yanmış mıdır Maradona'nın? Bilemem... Ama şayet bir şeyler "dank" ettiyse, ortasahayı boş bırakmayarak, öldürücü hücum oyuncularının daha rahat hareket ettiğini ve topla daha olumlu yerlerde buluşabileceklerini farkettiyse, Arjantin finale yürüyor demektir... Çünkü, Veron - Mascherano - Pastore gibi bir ortasaha, hem rakibe karşı daha bir direnç sağlar, hem de Messi önderliğindeki hücum oyuncularını yeniden "durdurulması zor!" denecek düzeye ulaştırır... (Bu konuya daha önce de; "Maradona'nın Arjantin'i ve Messi" konusunda da değinmiştik.)
Bugün o 13 dakika, Martin Palermo'ya bile gol attırdı... Önde Milito ya da Higuain olursa, varın siz düşünün. Palermo'nun da hayatı her geçen gün enterasanlaşıyor, "beni kitaba dök arkadaş!" diyor resmen kendisine... Arjantin'in efsanevi golcüleri arasında sayılmasına rağmen, bir "dünya kupası golüne" ancak bugün erişebildi... Ki, Maradona bu takımın başına geçmeden önce, Palermo'nun "bir dünya kupasında dol atma" hayali, en az "benim böyle bir hayal kurmam" kadar gerçekçilikten uzaktı. Ancak şans bulduğu eleme maçlarından Peru karşısında, attığı "Maradona'yı çimlere uçuran" son dakika golüyle, kendisini bir anda Dünya Kupası'nda buldu... Ve bugün de, Messi'nin devam eden şassızlığı, O'nun şansı olarak geri döndü... Ne diyelim; yakışır...

"Kenar Forvet Kavramı" ve Ali KUÇİK

Lentini konusunu açarken, diğer transfer rekorları da gözüme ilişiyordu... Bundan tam 10 yıl önce, Hernan Crespo'nun transfer rekoru kırarak Lazio'ya geçişini hatırladım... Futbolun ne kadar hızlı geliştiğini ve değiştiğini anlamak, sırf bu örnekle bile mümkün oluyor sanırım... Crespo, bugün yine 10 yaş gençleşmiş dahi olsa, o parayı eder miydi? Parma'dan Lazio'ya geçerken bugünkü değerle; 44 milyon Euro'ya mal olan bu forvet oyuncusu, bugün en fazla "büyüyen futbol ekonomisine rağmen" 20 milyon falan ederdi diye tahmin ediyorum. Modern futbolda artık iyi kafa vuruşları, gol vuruşları yapan "uzun santraforların", statik oyun anlaşıylarını değiştirmedikçe fazla revaçta olamadıklarını görüyoruz... Kaldı ki; bu tip santraforların belki de en iyi örneklerinden bir isim, bugün halen dünya futbolunda boy gösteriyor: Huntelaar... Ancak kendisi Real Madrid macerasından sonra, "modern futbolu en geriden takip eden takımlar arasında bulunan" Milan'da da tutunamadı... Oysaki, 10 yıl öncesine baktığımızda "transfer rekoru kırabilecek" bir isimdir Huntelaar. Cezasahası içinde ve çevresinde "buldu mu atan", iki ayağıyla gol vuruşu yapabilen, harika kafa vuruşları olan, sırtı dönük oynayabilen bir oyuncu... Belki O'nun kadar iyi gol vuruşları yapamayan, fakat O'ndan çok daha hareketli bir isim olan Dzeco için, bugün Milan kesenin ağzını açmış durumda... Çünkü artık modern futbolun en büyük gereksinimi "hareketli futboldur". Belki, gol vuruşları iyi olan statik bir adamla yakalanan pozisyonların %80'i gol olur, ama "hareketli bir santraforla" yakalanan pozisyonların sayısı 3 iken 7-8 olacaktır...

Modern futbolla ısıtılıp, tekrar önümüze konan 4-3-3 sisteminde "kenar forvet" denen bir mevki ortaya çıkarak; hem tedavülden kalkan "kendini topsuz oyun ve fizik olarak geliştirememiş" 10 numaraları kurtarıyor, hem de Aguero, Alexis Sanchez, Stoch gibi, 10 yıl öncesine kadar "bu boyda forvet mi olur?" denip, kapının önüne koyulacak adamları fazlasıyla değerli kılmaya başlıyordu... Örneğin Di Natale'nin de, "yılların eskitemediği Serie A forvetlerinden biri" olmasına rağmen, ciddi anlamda adını duyurması, ancak son dönemlerde mümkün oldu.... Bunun sebebi de, yine modernleşen futbol ve buna uyan Udinese'nin, sağlıklı bir 4-3-3 sistemi kurup, Di Natale'yi "sol forvet" oynatmaya başlamasıdır... Aslında Di Natale hep aynıydı... Ha keza yine İtalya'dan Frencesco Tavano ve Tiribocchi gibi isimler de, 10 yaş genç olsalar çok büyük piyasa yapacakları yerde, bugün "kaliteli ayaklarını" sergileme imkanı bulamamaları sebebiyle, gerekli ilgiyi futbol hayatları boyunca tadamamışlardır... Bunların yanında Krasic, Pepe, Vela gibi "normalde sıradan bir kanat oyuncusu" olabilecek oyuncuların, "kenar forvet" tabiriyle çok daha farklı tipte oyuncular olarak karşımıza çıkabiliyorlar, yine modern futbolun 4-3-3'ü sayesinde...
Bugün "uzak forvet", "kanat forvet" ya da "kenar forvet" olarak tabir edilen bölgenin, ne kadar büyük önem taşıdığını Dünya Kupası'nda da sıklıkla görüyoruz. Hemen her maçda, o pozisyonda oynayan oyuncuların "fark yaratmasıyla" skorlar değişiyor... Örneğin; Uruguay, Suarez'in muthiş "kenar forvet" oyunuyla G. Afrika'yı 3'lemiştir. Keza, Ronaldo ilk maçta daha çok "santrafor gibi" kalmasıyla etkisiz gözükmüşken, Kore karşısında daha bir "kenar forvet" tadında sahada oluşuyla, kendisinden 7'ye giden maçta büyük bir verim alınmıştır... Yine David Villa, Torres'in orta forvet oynamasını değerlendirip, "sol kenar forvet" oynadığı maçta, Honduras'ı tek başına sürklase etmiştir...

Buradan bizim "özkaynaktan" bir isime gelelim... "Eğer içlerinden biri, gelecekte çok büyük bir yıldız olacaksa, bana göre bu isim Ali Kuçik'tir..." Bu sözler 3 yıl önce Beşiktaş Paf Takımı'nı çalıştıran Fikret Hoca'ya aitti... Ali Kuçik de, önceleri bilindik bir "kanat oyuncusuydu"... Ancak, sonraları Batuhan'ın etrafında oynayan bir "gezgin forvet" rolünü alınca, Fikret Hoca'yı haklı çıkartacak, asıl önemli noktaları belirdi... Ali, iyi bir "kanat oyuncusu" olmasının yanına, son dönemlerde iyi de bir "golcü" sıfatını ekleyince, ortaya modern bir kenar forvet örneği çıkmış oldu...
Buradaki maç özetlerinde, Ali'nin özellikleri hakkında fikir sahibi olunabilir. Kendisini canlı izlemiş biri olarak da söyleyebilirim ki; süratli ve teknik oluşunun yanında, çok iyi gol vuruşları yapan ve 1.79'luk boyuyla "sürpriz" koşularla kafa gollerinde de eksik kalmayan, fizik olarak A takıma hazır gözüken bir oyuncudur. Örnek vermek gerekirse; Arjantin'den bolcana çıkan kenar forvetlere benziyor kendisi; Aguero, Lavezzi gibi... Schuster'in bu tip oyuncuları, ayaklarına ters kanatta değerlendirmeyi sevdiğini söyleyebilirim. Hatta, Robinho'yu "sol forvet" olarak oynatmaya O başlamış, kendisinden en büyük verimi alma başarısının yanında, bugün halen Dunga'nın O'nu aynı bölgede oynattığını düşünürsek, Brezilya milli takımı için de iyi bir referans oluşturmuştur... Kenar forvet konusunda alternatif sıkıntısı yaşanacağı muhtemeldir ve o nedenle Ali Kuçik'in kampla götürülüp, önümüzdeki sezon için de "kadro oyuncusu olarak" düşünülmesi gerekir... Zaten kendisini bir iki hazırlık maçında gördüğü taktirde, Schuster'in de Ali Kuçik'i çok tutacağına eminim...
2013 yılına kadar Beşiktaş'ta olduğunu ve 1991 doğumlu olduğunu hatırlatarak, konuyu noktalayayım...

"Alterntif Stoperi, Yakınında Aramak" Sezer ÖZMEN

Özkaynaktan sevindirici haberler aldık bugün... Önce Necip Uysal'ın sözleşmesi iyileştirilerek 2015 yılına kadar uzatıldı. Sonrasında "resmi olarak açılanmasa da", Haber1903 kaynaklı olarak, Sezer Özmen'le profesyonel sözleşme yapıldığının haberini aldık... Sezer, tıpkı Furkan Şeker gibi genç milli takımların değişmez oyuncularından biri olarak göze çarpıyor.... Hatta geçtiğimiz sezon oynanan u17 Dünya Şampiyonası'nda beraber tandemi paylaştılar. Akıllarını futbola verdikleri ve doğru yönlendirildikleri taktirde, bence önümüzdeki yıllarda sırayla "üst kademe" milli formalarını da giymeye başlayacak, o tandemi bir gelenek haline getireceklerdir...
Sezer Özmen, stil olarak "karşılayan" bir stoperdir. Hiç gözünü sakınmadan topa giren, rakip oyuncuların "üzerine gitmeye" korkacağı bir savunma anlayışına sahipdir. Tabi bu O'na bazen "kart" olarak da geri dönebilir... Ama bu agresif oyununu "kurallar" dahilinde gerçekleştirirse, tam bir yıldıran stoper modeli oluşturacaktır... Kendisi (gördüğüm kadarıyla) 185 boy civarında ve sol ayaklı bir oyuncudur. Stoper bölgesine göre, topla ilişkileri gayet iyidir ve ara ara "topla çıkışlar" yapabilen bir oyuncudur. Kendisini hep tip, hem de stil olarak bir dönem Arsenal'de oynayan ve Villareal'e geçmeden önce Beşiktaş'la adı anılan Pascal Cygan'a benzetiyorum. Cygan'ın adı geçtiği dönem, O'na ciddi anlamda ihtiyaç vardı ve gelmesini çok istemiştim. Kim bilir? Belki de kısmet "özkaynaktan" çıkan Cygan'adır...
Şuan kendisi, mentaliyle ve de fiziki düzeyiyle, A takıma "hazır gözüken" alt yapı oyuncularından birisidir. Ve kesinlikle kampa götürülüp, önümüzdeki sezon da Beşiktaş'ın "alternatif stoper" açısından düşünmesi gereken isimlerden biridir... Bugün Sezer gibi bir oyuncu, sadece 1 yıl her hangi bir Anadolu kulübünde oynasa, Beşiktaş da dahil olmak üzere tüm büyükler; "3 milyon Euro'dan" teklifi açardı... O nedenle, bazen şöyle bir alt yapıya bakıp, düşünmek lazım... O oyunculara "benim" gözüyle değil de, uzaktan baktığın "ellerin ellerinde" bir oyuncuymuş gibi izlemek lazım... O zaman belki anlaşılır değerleri, uzakta aranan şeylerin hemen "yakınlarında" olduğu görülür...

"Bielsa Yürüyor..." Şili 1 - İsviçre 0

Bu kez, eleme turlarında sahnelediği 3-3-1-3 sistemiyle sahadaydı Bielsa... Belliydi ki, İsviçre'nin "hesapsız" 3 puanı sebebiyle, bu maç tamam ya da devam maçı olacaktı. Beraberlik halinde dahi, son maçın İspanya ile oynanacağı hesap edilirse, tur şansı oldukça düşük olacaktı. Arka üçlüde yine tek "stoper" Ponce, solunda ve sağında normalde defansif ortasaha görevinde futbol hayatlarını sürdüren Medel ve Jara vardı. Önde de her zamanki sigorta görevinde Carmona... Carmona, bu sistemin en önemli kilit adamı şüphesiz... Hem hücuma gerekli desteği veriyor, hem de topsuz oyunda hemen Ponce'a yaklaşıyor...
Isla ve Vidal, ilk maçta 4'lünün kenarlarındaydı ve bu maça göre daha etkin bir oyun koymuşlardı, özellikle de Isla... İsviçre, "saçma ötesi" bir kararla 10 kişi kalınca, Bielsa'nın iyice iştahı kabardı ve çift oyuncu değişikliğiyle ikinci yarıya başladı. Vidal'ın yerine Mark Gonzalez... Bu değişim biraz "tavşan üstüne tavşan" tadındaydı ama tuttu... Bence yine de Gonzalez'in, Beausejour'un yerine dahil olması gerekiyordu. Valdivia - Suazo değişikliğini ise olumlu buldum. Hem Suazo'nun sakatlıktan çıkmış olmasıyla silik kalması, hem de Valdivia'nın, Şili'nin sık paslı ve hızlı oyununa daha uyumlu bir orta forvet olmasıyla, yerinde bir karardı... Şili, ofsayt kokan bir akında, Paredes'in müthiş çabası ve "hızlı düşünmesi" ile golü buldu, sonrasında fazlasını kaçırdı. Her ne kadar hakem hatalarıyla kazanılmış bir maç olsa da, Şili'nin "gruptan çıkma" ihtimalini yükseltmesine sevindim. Çünkü, son derece farklı ve eğlenceli bir takımlar... İspanya - Şili maçının harika geçeceği umutlarım da sürüyor...
Özellikle son bölümleri olmak üzere, güzel bir maç daha oldu. Ama Marsel İlhan sebebiyle sık sık "kanal değiştirme" tacizlerime uğradı... Nitekim, maç yazısını da Marsel - Daniel maçının oyun ve set aralarında geçiyorum... Ne de olsa, Wimbledon da "tenisin dünya kupası" bir yerde, ve orada Milli Takım tadında bir Türk var bu sefer. 0-2'den müthiş bir geri dönüş yaptı, şuan da son sette üst üste servis kırıyor, hem de servisi çok güçlü olan rakibi karşısında...

"Favoriler..." Brezilya 3 - Fildişi Sahili 1

Bu turnuvada, savunmayı veya hücumu çok iyi yapan takımlar gördük... Ama ikisini birden yapanların "en iyisi" Brezilya gibi gözüküyor. Esasında Dunga, son Copa America turnuvasında da bunun sinyallerini vermişti. O dönem Brezilya, "Brezilya gibi" değil de, üst düzey bir Avrupa takımı gibi oynuyor ve sonucunda da Arjantin'i 3-0'la geçerek, kupayı kazanıyordu... Güney Amerika'nın, bir diğer futbol büyüğü Arjantin'e de, farkı burada atıyor aslında... Arjantin "her zamanki gibi" yine hücumu mükemmel yapıyor. Ama Brezilya 1994'den bu yana, savunma yapmayı da öğrenerek, iyiden iyiye "turnuva takımı" dengesine büründü. Özellikle de, "bek oyuncusu" ve de stoper çıkartma adına Arjantin'e göre çok çok öndeler...
Bugün Luis Fabiano'dan "komple forvet" resitali izledik. Harika goller attı; ilk golü kesin jeneriklik... İkinci golü aslında "asıl jeneriklik olan" olayıydı, fakat elle kontrol duruma epey bir gölge düşürdü. O gol olmasa da, maç 1-0 seyretseydi ne olurdu? Sorusuna; benim cevabım "Brezilya yine regal şekilde golünü bulurdu..." olur açıkcası...

Kore maçında yanlız kalan Maicon'a, Kaka'nın ve Fabiano'nun da çabaları eklenince, maç koptu gitti... Pozisyon yemeden, maçı bitirdiler aslında kafalarında. Elano da, tam bir "taktik görev" işini götürüyor Brezilya'da. Bu golünü de, Kore maçında olduğu gibi "benim diyen forvetlerin" bile yapamadığı "net bir iç dokunuşla" kaydetti. Ama heralde (klasik olacak ama) nazara geldi, kötü bir darbe aldı... Daha sonra anlaşıldı ki; pek nazarın değil de, rakip oyuncuların "hazımsızlığına" kurban gitmiş...
Ancak Fildişili oyuncuların unuttuğu bir şey vardı sanki: Gruptan çıkma ihtimalleri hala sürüyordu, fakat bu ihtimalin gerçekleşmesindeki "ana nokta", Brezilya'nın Portekiz'i mağlup etmesiydi... Şimdi o Portekiz karşısında Kaka yok, Elano yok...
Şuana kadar izlediğimiz maçlarda, "futbol açısından" en umut veren karşılaşma Arjantin - Brezilya olur gibi duruyor... Bu "Latin Amerika Derbisi" tadını verecek iki büyük futbol ülkesinin, finalden önce karşılaşma ihtimalleri yok. Umarım, ikisi de finale çıkar da, Dünya Kupası Finali'nde "yaşanmamış" bir eşleşmeye tanık olur, hem de zevkli geçmesi en olası karşılaşmanın "son maçta" hayat bulmasına tanık oluruz... Ama, "şimdi de olduğu gibi" o finalde de favorim Brezilya olurdu, onu da söyleyerek "üç noktalayayım"...

"Lippi Çeşme'ye" İtalya 1 - Yeni Zelanda 1

Avrupa büyüklerinin tökezleyişleri devam ediyor... Güney Amerika'nın milli takımları, yenilikçi çalışmalarla bu turnuvaya gelerek "fark yarattığını" ne kadar söyleyebilirsek, Avrupalılar'ın da "tembelce" B planı arayışlarını yapmayışı sebebiyle, bu çöküşe zemin hazırladıklarından bir o kadar bahsedebiliriz... Heralde bunların en başında da Lippi'li İtalya geliyordur... Lippi, 2006'daki kadro yapısının neredeyse "tamamen" değişmesine rağmen; aynı taktiği, farklı oyuncularla oynatmaya çalışıyor. Yine amacı 4-4-1-1 gibi bir şey oynamak; o dönemki ortasahanın solunda oynayan Perrotta'nın görevinde Marchisio, diğer kanat Camoranesi'nin yerinde ise Pepe var... Totti'nin gezici, top tutan forvet rolü, Iaquinta'da, Luca Toni'nin bıraktığı "sırtı dönük santrafor" emati de Gilardino'da...
Hem bu oyuncuların, bir önceki dönemden aldıkları görevlere "uymayışını", hem 2006 kadrosundan geriye kalan bir çok oyuncunun eski formundan uzaklığını, hem o sistemi götüren beklerlerden bugün birinin İtalya'da kalması (Grosso), diğerinin 4 sene önceki halinden eser kalmamasını (Zambrotta), bunların üzerine bir de Pirlo'nun sakatlanışını da düşünürsek; bugüne dek alınan 2 puanın, çok da sürpriz olmadığını söyleyebilirim şahsım adıma...
Oynanan iki maçın ışığında bakacak olursak; İtalya'nın B planı ne olmalıydı, ya da artık "ne olmalı?" diye sormak gerekiyor kendimize... Sahaya bakıyorum, Azzurri ruhunu taşıyan çok az oyuncu var... Bunların başını De Rossi çekiyor, daha sonra Montolivo ve Pepe... Buradan da, Pepe'nin ikinci yarıdaki çıkışını anlamadığımı söylemek istiyorum... İtalya, herşeye rağmen reaksiyon gösteren bu oyuncuları daha "verimli" kullanmak zorunda. Mesela, ortasahaya Gattuso ya da Palombo eklentisiyle, De Rossi ve Montolivo içlerde oynatılıp, iki yönlü oyunlarından daha fazla güç alınabilir... Bu oyuncuların oluşturduğu 4-3-3 yapısında, Pepe; mutlaka ileri 3'lünün bir kenarında oynamalıdır. İster sola konulup, sağa Camoranesi'yi eklersin, ister sağda oynatıp, Serie A kralı Di Natale'ye umut bağlarsın... Orta forvet ise biraz muamma... Iaquinta; en çabalayan, fakat geriye kalan santraforlara (Gilardino - Pazzini) nazaran gol bulma ihtimali "en az olan" oyuncudur... Pazzini ve Gilardino ise maç içinde "nerede bu adam?" dedirttir, göründüğünde ise santra yaptırır... İlk iki maç Gilardino şansını kullandı, artık sıra Serie A'nın son haftalarına damga vurmuş Pazzini'de... Belki "maç kazanmak adına" Zambrotta sol bekte oynatılıp, Napoli'nin ofansif beki Maggio da değerlendirilebilinir...
İkinci yarıda, İtalya 4-3-3' dönmeye çalıştı, Di Natale ve Camoranesi'nin girişiyle... Ancak, 15 dakika sonra Marchisio - Pazzini değişikliği ile bu durum kısa sürdü, yeniden 4-4-2 gibi birşeye dönüldü. Ama ne yapsa olmuyor İtalya... Artık, hemen kısa vadade bir değişim gerek. Brezilya 2002'de, bir Kleberson eklentisiyle "dengesiz" görüntüsünü bırakıp, şampiyon olmuştu. İtalya'nın da öyle bir şey bulması gerek... Lippi bazı şeylerden pişmanlık duymuştur heralde... Mesela Totti'ye, "gel bir Dünya Kupası daha yaşa, sonra beraber gideriz... Sen cansın, sen Un Capitano'sun" diyip, milli takıma geri döndürmediğine pişmandır... Ya da Cassano'yu, Luca Toni'yi, hatta ve hatta 3'lü forvetin iki kenarında da oynayabilecek Alessandro Matri'yi almadığına pişmandır... Bazı şeylerden pişman olsun, olmasın; artık her halukarda, Lippi'nin milli takım sonrası "İtalya'nın Çeşmesi" neresi ise, oraya demir atmalıdır artık... Modern futbolda "inat", insanı "sistemsiz bir takım kurmaya" götürüyor. Buna bir çok yerde, her defasında, bol bol örneklerle tecrübe ediniyoruz, futbolseverler olarak...
İşin ilginç tarafı, İtalya son maçında "yine berabere kalarak dahi" gruptan çıkabilir... Böyle "gökten ballı" durumlar sıklıkla ortaya çıkıveriyor konu Gök Mavililer olunca. Haydi hayırlısı bakalım...

Öne Çıkanlar: Alexis Sanchez (Şili)

Hızlı, dinamik, oyunun her zaman içinde var... Aslında bu özelliklere sahip bir çok oyuncu bulabilirsiniz, ancak Sanchez bunların yanına tekniğini ve top sürme yeteneğini de ekleyince farkı yaratıyor. Modern futbolun şu sıralar en çok gereksinim duyduğu "yaratıcı kenar forvet" örnekleri içersinde parıldayan bir oyuncu. Kendisini hızla çizgiye inerken de görebilirsiniz, ceza yayı üzerinden adam eksiltip, şut attığını da... Tek eksiği; "madem yetenekliyim, her fırsatta göstereyim" güdüsüyle, topu aldığında bir adam geçmeden, ayağından çıkartmama huyudur sanırım. Eksiğinin "yetenek yoksunluğu" değil de, mental olduğunu düşünürsek, "kaliteli futbolcu" düzeyine gelmesinde iyimser bakabiliriz. Enerjisini ve yeteneklerini; zamanlı ve akılcıl kullandığı taktirde, Udinese'den bir üst kademeye, "iyi bir bonservis, iyi bir kontratla" yükselmesi çok olası... 1988 doğumlu oyuncuyu, Bielsa'nın "farklı ve aksiyonik" kurgusu içersinde izlemekten tat alıyorum açıkcası...

Grup (C)adı Kazanı

İngiltere de, Fransa gibi "maç kazanmadan" kupa almayı hedefleyen takımlardan biriymiş, bu belli oldu... Cezayir gibi bir takıma karşı bile, "bu gruptan ben çıkarım!" görüntüsünü veremediler. Hatta, ancak "kaza golüyle" bir takımın galip gelebileceği bu maçta, Cezayir'in o kazayı yapma ihtimali de hiç az değildi... Slovenya maçının ardından da bahsetmiştik; Cezayir'de defans anlayışı, mücadele, fizik konularında pek sıkıntı yok. Zaten Avrupa'nın iyi liglerinden gelen oyuncuları var. Ama sıkıntıları "teknikte" yatıyor... Aksi taktirde, Meksika'nın Fransa'ya yaptığını yapabilirlerdi.
Kağıt üzerinde, aslında "teknik" konusunda sıkıntı çekmemesi gereken İngiltere'nin de sorunu aynı gözüküyordu Cezayir'le... Saha içersinde "girişimci" bir oyuncu yok, farklı bir şeyler bulabilecek, rakibe beklenmedik sıkıntılar yaratabilecek birinin eksikliği var sanki... Çok ezbere oynuyor İngiltere yıllardır... O ezberi "kenarlarda" bozmaları gerekiyordu. Ancak bunu yapabilecek Walcott, Adam Johnson gibi isimleri Ada'da bıraktılar... Özellike Adam Johnson tam bir "ezber bozan" kenar forvetidir aslında. Rakibin iki tarafından geçen, içe de çalım yapabilen, ortanın dışında; ara pas, şut tehtidi de taşıyan bir oyuncudur kendisi. Johnson - Rooney - J. Cole gibi bir üçlü forvet, değişik bir İngiltere izlettirebilirdi bizlere... Ama korkarım ki, Slovenya karşısında kazanacaklar, yine Capello "haklıdır" dedirtecekler...
Slovenya, Cezayir'e nazaran daha olumlu ataklar geliştirebilen bir takım. Ancak, oyunu tutma anlamında nasıl sıkıntılar yaşadıklarını da görmüş olduk... Hakemin "kendi kurallarına göre" bir ihlal gördüğü gol, olması gerektiği gibi; gol olarak sayılsaydı, Sloven halkı bu saatte halen 2-0'dan verdikleri maçı konuşuyor olacaktı... Konfederasyon Kupası'nda olduğu gibi, bu turnuvada da Amerika'nın eğlenceli oyunu sürüyor... Sürekli oynamak istemeleri, tempoları, skora isyanlarıyla, son 16'ya da kalmalarını umut ettiğim bir takım olu verdiler...
Normalde "Orhan Ayhan" tadında, "bir zamanlar O da böyle goller atıyordu..." örneklerini sunan biri değilim. Ama bugün gelen 2 gol, zihnimi gerilere götürdü... Birsa'nın, sol ayağının içiyle "orta karar bir hızla" topu köşeye süzmesi, beni Sergen'in 93-97 arası dönemine götürdü... Şutuna güvendiği sıralar, bu tip bir çok gol atıyordu Sergen. Ancak ikinci gelişiyle, 100. yıl da dahil olmak üzere, hiç "uzun şut" denemesi yapmamaya başlamış, beni bol bol söylendirmişti... Donovan'ın attığı golde ise, Beşiktaş'ın Trabzonspor'u 7-1'le geçtiği maça gittim... O maçta, Oktay yine aynı açıdan kaleye yaklaşmış, dar açısı sebebiyle vurabileceği tek noktayı görmüş, topu tavana yollamıştı... Ama Donovan'ın farkı, karşısında "kaleci" oluşuydu... Müthiş bir gol izledik...

İngiltere 0 - Cezayir 0
Slovenya 2 - ABD 2