Golsüz Keşmekeş : Antalyaspor 0 – 0 Trabzonspor

Şenol Güneş, sezon başından bu yana ısrar ettiği ve Liverpool maçları hariç (ki o maçlarda da gayet olumlu bir oyun vardı) genelde istediği skorları da elde ettiği bir “4-3-3 sistemi” üzerinde duruyordu. Ancak bu maçta bir değişiklik göze çarpıyordu Trabzonspor’da; son maçlarda çok iyi oyun çıkaran, “neden milli takımda yok?” diye sorgulatan Ceyhun kenardaydı, Alanzinho ortasahada… Alanzinho elbette ki, Ceyhun’un görevini yapması adına sahada değildi, forvet arkası gibi bir pozisyonda maça başlıyordu. Bu da otamatikman sistemin 4-2-3-1′e dönmesi demekti… Bu seçiminin nedenini en iyi Şenol Hoca bilir şüphesiz. Ben şunu söyleyebilirim ki; Trabzonspor bu seçimle birlikte, hem hücumsal, hem de savunma anlamında geçmiş maçlarını aratıyordu. Selçuk ve Colman’ın yanlız kaldığı ortasahada direnç sorunu yaşandı. Anfield’da bile vazgeçilmeyen “önde basma” felsefesini izleyemedik bu maçta Trabzon adına… Sol forvet oynayan Umut’un, savunmaya dönüşleri gayet iyiydi. Kezâ Jaja da, bir forvet için gereğinden fazla “savunma yardımı” yaptı diyebilirim. Ancak, Alanzinho ve Yattara’nın topsuz oyuna dahil olmaması, dönen topların Antalyaspor ortasahasında toplanmasına neden olacaktı… Glowacki’nin, “karşılayan stoper” rolünü Giray’dan beklemek iyimserlik olurdu. Glowacki’nin yokluğu; Trabzonspor’u “takım boyunu kısaltma” adına etkisiz kılan nedenlerin en büyüğüydü…

Takımına her fırsatta devamlı “dönen toplar!!” diye seslenen Mehmet Özdilek, Trabzonspor’a nazaran daha dirençli bir ortasahayla karşımızdaydı. 4-3-3 sistemiyle oynayan Antalyaspor’un ortasahasında; Kerem-Proment ve Ertuğrul üçlüsü vardı. İçlerde oynayan Kerem ve Ertuğrul, daha çok işin savunma tarafını yapabildiler. Hücumda etkinlik anlamında, nispeten Kerem daha arzulu olsa da, biraz “düz” kalındı… Caen’den transfer edilen Proment ise, zaten görevi itibariyle “önstoper” gibiydi… Bu durumda Mehmet Hoca’nın “dönen topları alma” isteğini gerçekleştirdi Antalyaspor, ancak “pozisyon bulma” anlamında, bütün maç Necati ve Tita’nın ayağına bakıldı. Biraz da Dijehoua’nın ara koşularına tabi… Böyle pozisyonlarda da Onur, önsezisiyle Dijehoua’ya geçit vermedi, her ne kadar arada “ölüm tehlikesi” atlatsa da. Zirâ, kaslardan dolayı bacağı bacak olmaktan çıkmış Dijehoua, bir kaç pozisyonda Onur’un üstünden tam sıçrayamayıp, kafasına darbe vurmuş oldu istemeyerek de olsa…Trabzonspor’un bol hücumculu 11′i sebebiyle “gollü geçeceği” beklenen maç; Antayaspor’un rakip planlarını “ortasahadaki direnciyle” yok etmesi sonucu kısır bir görüntü aldı. Ama şu var ki; bu kısırlık “net pozisyon” anlamındaydı. Aslında maç tempolu ve “sanki her an birşey olacakmış gibi” oynandı. Seyir zevki vasat üstüydü diyebilirim… İlk yarıda iki takım adına da gol girişimleri vardı, ancak 2 tanesi çok netti… Bu fırsatlardan ilkini, 30. dakikada Antalyaspor yakaladı. Aslında Trabzonspor hücumdayken, Umut’un sıfıra inip, geriye çıkarttığı topa kimse dokunamayınca, pozisyon Antalyaspor kontra atağına dönmüş oldu. Devamında Dijehoua; kaleciyle birebir kalmasına karşın, Onur başarılı şekilde açıyı kapattı. Bu pozisyonda yazının başlarında “topsuz oyununu” övdüğümüz Jaja, kendi cezasahası önüne kadar gelmişti…

38. dakikada stadyum ışıkları kesilene kadar, başka da önemli pozisyon olmadı. Zaten, verilen uzun arada koyacak pozisyon bulamayan Lig TV; Dijehoua’nın fantom kamerasıyla çekilmiş baldır görüntülerini sundu bol bol. Tam da Musa Çözen, can sıkıntısından kendini “çim sahada yaşayan diğer canlıları tespit etme” işine vermişti ki, ışıklar geri döndü neyseki… Oyuna dönülmesinden kısa bir süre sonra; Antalyaspor ortasahasının kaybettiği topta, bu kez net fırsatı yakalayan Alanzinho oluyor, 40. dakikada kaleciyle birebir kalmışken golü bulamıyordu. İkinci yarıda tempo nispeten daha düşmüştü ilk yarıya nazaran. Bu devrenin en kritik anı; yine Alanzinho’nun kaleciyle birebir kalıp, değerlendirmediği, maçın 3. ve son net gol pozisyonuydu. Dakikalar 57′yi gösterirken Egemen; önce rakip atağını önledi kaptığı topla. Akabinde, bir sonraki oyuncundan da topu kurtarıp, Umut’a doğru “dikine pas” kullanarak, takımını çok önemli bir kontra atağa kaldırmış oldu. Umut ise, harika bir zamanlamayla arkaya koşu yapan Alanzinho’yu gördü, sonucu ise malum; az önce bahsettik… Burada asıl önemli olan şey; bir savunmacının ufakcık bir hücumsal katkıyla, takımına harika bir gol ortamını sağlamasıydı. Egemen, baskı altındaki bir stoperin topu oyuna “olumlu” sokmasıyla, ne denli bir kazanç sağlandığını göstermiş oldu. Aynı Egemen, 74. dakikada bu kez direkt olarak iyi bir uzun top attı. Ancak Burak, ilk kontrolü yapamadığından önemli bir fırsatı tepmiş oldu… Egemen, maç boyunca savunma anlamında da çok diriydi. Dijehoua gibi bir oyuncuyla ikili mücadelelerden bile galip çıktı çoğunlukla. Bununla beraber, iki kez de takımına pozisyon hazırlaması, maçın adamı olmasına yetecekti şahsım adıma. Zirâ Trabzonspor’dan öne çıkan pek bir isim yoktu başka. Antalyaspor ise, takım olarak iyi bir savunma yaptı. Herkes standardını oynadı, birini öne çıkartmak haksızlık olurdu…Oyuna hamleler konusunda Şenol Güneş; 59. dakikada Ceyhun-Colman değişikliğiyle birlikte, Alanzinho’nun sol kenara geçeceği klasik bir 4-4-2′ye geçiş yaptı. Ancak bu durumun pek fark yarattığını söyleyemeyiz… 77. dakikada ise, Alanzinho-Barış değişimiyle birlikte, 4-3-3′e dönerek en azından topsuz oyun dengesini sağlamış oldu Şenol Hoca… Mehmet Özdilek ise; şablonunu değiştirmeden, sadece yorulan bir kaç oyuncunun yerine taze kuvvet manasında hamlelerde bulundu…

Gelecek adına konuşursak; ben Trabzonspor’un yolunu, Ceyhun-Selçuk-Colman ortasahasıyla daha “uzun” görüyorum. Alanzinho, Yattara ile birlikte dönem-dönem sağ veya sol forveti paylaşmalı. Ancak, bir kenarda mutlaka denge açısından Umut olmalıdır… Jaja ise, Trabzonspor’un 4-3-3′üne, Teofilo’dan çok daha önemli katkılar yapacaktır. Bugün biraz sistemsizlikten ortaya çıkamadı. İyi organize olmuş bir takımda, hareketli oyunu, tekniği, hızı, fiziği ve müthiş şutlarıyla “ezber bozacaktır” çoğunlukla… Antalyaspor ise bu görüntüden çıkması için, hücum oyuncularının daha efektif olmasına bakacak. Çünkü ortasahadan ve beklerden gerekli katkıyı alamıyorlar… Necati, bu yapıya daha uygun bir “orta forvet” sanki. Zaten geçen sezon Dijehoua sakatken, Necati orta forvetti ve takımını sürüklüyordu. Tita’nın karşı tarafında uzak forvet oyununu gayet iyi oynayacak bir oyuncu ise mevcuttur; Kenan Özer… Sene başında, Beşiktaş’la sözleşmesi bittiği için bedavaya alınan oyuncu, “kenar forvet” kavramına son derece uyacak yeteneklere sahiptir. Ve inanıyorum ki bunu zamanla gösterecektir.

Sakin Bir İstanbul Derbisi

Önde pres yapan ortasahasıyla, takım boyunu kısaltmış şekilde “net bir 4-3-3 oynayan” İBBSpor; rakiplerini tuzağına düşürmeye devam ediyor. Geçen hafta İnönü’den galip çıkan Abdullah Avcı, karşısında yine dirençsiz ortasahaya sahip bir rakip daha buluyordu bu hafta. Beklerini fazla çıkartmayan, önde baskıyla kazanılan topları “3 yetenekli” hücum oyuncusunun insiyatifine bırakan İBBSpor, sinyallerini daha maçın başında verdiği bir galibiyet daha aldı. Bunun nedenini daha net ortaya koymak için, öncelikle Kasımpaşa’nın oyun yapısına değinmek lazım sanırım…

Kasımpaşa, Yılmaz Vural döneminden bu yana “baklavalı” 4-4-2 oynuyor. Ya da, buna 4-1-3-2 demek daha doğru olur sanki… Bunu açacak olursak; bir defansif ortasaha, etrafında kanat özellikleri olan iki ortasaha, onların önünde forvet arkası ve çift santrafor… Bu şablonla başarılı olunmuş bir örnek sunacak olursak; Eric Gerets’in şampiyon yaptığı Galatasaray’ı söyleyebiliriz… Kasımpaşa da, bu oyun şablonuyla geçtiğimiz sezon izleyenlere zevkli ve gollü maçlar sunmuş, çoğunlukla istediğini alan bir takıma dönmüştü. Özellikle de, evinde oynadığı maçlarda Anadolu takımlarına karşı… Ancak, bu seneye girilirken belirgin bir değişiklik yaşanacaktı ortasahalarında. Murat Erdoğan’la devam edilmeyecek, O’nun görevi bu sezon Yekta’ya verikecekti… Yekta’nın geçtiğimiz sezon yürüttüğü “sağiç” pozisyonuna ise Varela transferi yapıldı… Varela, esasında çok önemli transfer ve iyi bir oyuncudur. La Liga’nın ortasınıf kanat oyuncularından biriydi. Bu maçta da, ilk yarıda Kasımpaşa’nın bulduğu yegane pozisyonlarının, yaratıcı demesek de “sürükleyici” oyuncusuydu. Ortasahayı topla geçtiği bir kaç pozisyonda etkili oldu… Ancak Varela, böyle bir sistemi kaldıracak şekilde ortasaha özelliklerine sahip olmayıp, net bir kanat oyuncusu gibi göründü. Kezâ Dimitrov’da da durum aynıydı…Yekta’nın da çoğunlukla forvet arkasında kaldığı Kasımpaşa ortasahası, İBBSpor’un ağına düşmekten kurtulamayacaktı…İBBSpor’un 3 ortasahası Zeki, Holmen ve Gökhan harika bir oyun ortaya koydu. Hem dengeli pozisyon alıp, bir çok pas arası yaptılar; hem de önde basarak top kazandılar. Bu durum; 3 yabancı stoperi birden eksik olan savunmalarına, pek iş düşürmedi diyebilirim… Üstelik, ortasahada kazanılan her top bir atak başlangıcı oldu. Orta forvet oynayan Tevfik, kesinlikle statik kalan bir santrafor olmayıp, sürekli oyunun içinde olan ve pas alışverişine dahil olan bir oyuncu. Bu durum; İskender ve İbrahim Akın gibi, gerekli zamanda paslı, gerekli zamanda sıfıra inmeye endeksli oynayan oyuncular için fazlasıyla önem arzediyor. İskender ve İbrahim; birbirine son derece alışmış, sürekli kanat değiştirerek oynayan ve bir kaç taktiğe bağlı kalmayıp, oyun içersinde çözüm üreten, önemli bir kenar forvet ikilisidir… İbrahim, çoğunlukla bir “forvet arkası” gibi de oynuyor ve atakları yönlendirebiliyor. İskender de, gerekli zamanda çok iyi bir ikinci forvet, hatta gizli bir santrafor olarak ortaya çıkıyor.

12. dakikada gelen golle, bunun güzel bir örneğini görmüş olduk. Ortasahada kısa ve çabuk paslaşmalarla gelişen atakta; cezayayı çevresinde topla buluşan İbrahim Akın, ender gelişen Ekrem Ekşioğlu bindirmesine karşılıksız kalamadı… Güzel bir pas alan Ekrem, çok bekletmeden yerden, ama defansın arkasına doğru güzel bir “kesme” top bıraktı, “sürpriz santrafor” Iskender de, klasik gol vuruşlarından birini yaptı ve İBBSpor’u 1-0 öne geçirdi… 50 dakikada gelen ikinci gol de şöyle gelişti; “ortasahaya yakın bölgede”, taç çizgisi kenarında topu kazanıp, İbrahim Akın’a aktaran isim “orta forvet” Tevfik oluyordu… İbrahim Akın, çabuk bir şekilde soldan inen İskender’e derin top bıraktı ve koşuşuna devam etti. Biraz Luis Henrique’nin, biraz da ortasahadan destek veren Merthan’ın “kademe” hatasıyla, arka direkte bomboş kalan İbrahim için, İskender’in harika ortasına dokunmak kaldı. Yine Luis Henrique’nin topa güdümlü davranması ve yine Tevfik’in “etrafını da oynatan forvet” yeteneğiyle, İBBSpor Tum’un ayağından 3. golünü buldu. Maçın sonunda da Kasımpaşa, kazandığı “temdit korneri” ile, Luis’in harika sıçrayışı sayesinde golü buldu. Ve maç 3-1 tamamlanmış oldu.

Tribünler malum; İBBSpor müzmin “seyircisiz” cezalı… Bu sebeple teknik direktörlerinin seslerini ve o anki düşüncelerini duymuş olduk… Mesela Abdullah Avcı; “Haydi İskender ! İbo ! Haydi oğlum, biraz daha hareketli !” gibi tembihleriyle; ortasahadan kazanılan topları, gol bulma adına bu iki oyuncunun insiyatifine bıraktığını gösteriyordu. Yılmaz Vural; maç boyunca “Haydi biraz canlanın oğlum!” diye götürdüğü serzenişini, belli bir süre sonra “Lan, canlanın lan!!” haykırışına çevirdi… Oysaki, Kasımpaşa’nın derdi canlı olmamak değildi. İBBSpor’un baskılı ortasaha oyununa, karşılık veremediler, hiç bir şekilde çözüm üretemediler… Rakibin 3 stoperinin de eksik olduğu bir ortamda; ne Ersen’e, ne de Şahin’e cezasahası içinde topu aktaramadılar… İkinci yarıya girerken; iyi oynayan Valera’yı mecburen oyundan alıp, Korhan’ı içeri atmak zorunda kaldı Yılmaz Hoca. Ortasahada biraz “direnç” karşılığı vermek istediler fakat pek olumlu sonuç vermedi bu durum da… İBBSpor, maçın başından beri hükmettiği oyunu rahat kazandı diyebiliriz…

Abdullah Avcı’nın takımı, can yakmaya bu sene de devam edecek. Açıkcası bir Türk takımının böylesine “modern” futbol oynuyor oluşu, beni heyecanlandırdı maç boyunca… Stoperleri döndüğü vakit, kemik gibi bir takım olurlar. Yılmaz Hoca, 4-1-3-2′siyle yine izleyenlere tat vereceği maçlar olacaktır. Ancak geçen sene topladıkları puanı, tekrar bulurlar mı? O konuda şühpelerim var… İki başkanın tribünde iftar sofrası kurması, ilginç ve güzel bir enstantaneydi. Ses yoğunluğundan vardığım tahmine göre, yaklaşık 20-30 civarındaki Kasımpaşa taraftarı, iki kez sesini duyurabildi. Birincisi, ikinci yarıya başlarken Yılmaz Hoca’ya sevgi tezahuratı; ikincisi ise klasik “Abdullah Avcı, yere yatsana!”…

İBBSpor 3 - 1 Kasımpaşa

Q7 Bizi Şarampole Yuvarla : Karabük 1 - Beşiktaş 4

Schuster; Helsinki maçı ile birlikte "geri döndüğü", ortasaha kavramını elinde tutan 4-3-3 şablonunu değiştirmeden, bir kaç oyuncu değişikliğine gitmişti Karabük maçı öncesi. Yine maç öncesi değerlendirmesinde bahsettiğim gibi; ortasaha kurgusunu, iyi işleyen sistemi bozmadıktan sonra, bir kaç farklı isim denenebilir...

Bugün farklı isimlerden biri olarak, aslında sakatlanmadan önce A planında düşünülen "stoper Toraman" vardı sahada. Toraman, bugün iki kritik pozisyonun içersindeydi. Birinde, "neden ideal bir stoper olmadığını" gösterdi, bir diğerinde ise; "herşeye rağmen neden stoperde düşünüldüğü"... İlki mâlum, yenilen gol... Orada ideal bir stoperin, topu direkt olarak karşılaması gerekiyorken, Toraman Emenike'ye doğru aşırdı. Aslında Toraman, "sabitken sıçramak" zorunda kaldığı pozisyonlarda bu tip hataları daha önce de yapmışlığı vardır. İlk aklıma gelen, bir Kadıköy deplasmanında Selçuk'a vurdurduğu kafa... Koşu halindeyken çok iyi sıçrıyor, attığı kafa golleri de hep bu tiptedir. Ancak, "olduğu yerden" sıçrama konusunda sıkıntısı var. Ve bu sıkıntı, mevzu bahis stoper olunca "büyük sıkıntıya" dönüşebiliyor zaman zaman. Sivok, bu "olduğu yerden sıçrama" konusunda çok iyiydi..

Guti'nin paralel pas atma düşüncesindeyken, Emenike'ye asist olacak bir top bırakmasıyla gelişen atakta; Toraman hızla dönüyor, Emenike'yi "zayıf ayağıyla" dengesiz bir şut çıkartmaya zorluyordu. İşte burada da, önde basan savunmalar için yine de stoper olarak vazgeçilememe nedeni yatıyor... Yine de "artıları ve eksileri" topladığım vakit, sağbek Toraman'dan daha iyi verim alınacağı kanısına varıyorum. Yerli stoper olarak da; Ersan'ın üzerine gidilmesi taraftarıyım... Zaten bi' Zapo-Ersan'ı görmedik sanırım.
Sağbek demişken; Ekrem iyice Schuster'in gözüne girmiş gözüküyor... Kaldı ki; geçmiş zamana nazaran, kademe ve pozisyon alma sıkıntısını ufak ufak gidermiş. Ters kademelerde doğacak "kısalık" sorunu da, takımın önde basması neticesinde daha aza indirgenecektir. Önde pres yaparak karşıladığı bir top, Tabata'nın ayağına ulaşıp "serbest atışa" dönüştü. Devamında, top Beşiktaş'ta kaldı ve Quaresma'nın penaltısı geldi... Bazen gereksiz şekilde kaybedilen top, 5 dakika boyunca rakipte kalır, üst üste kornerlere döner falan... Kezâ, ekstra kazanılan bir top da, gol olana kadar kendi takımında kalacağı anlar olur. Aslında bu işleri en iyi Necip yapıyor. Harika bir "önsezisi" var ve rakip için çok ters yerlerde top kapabiliyor... İlerleyen zamanda, takım organizasyon sorununu hallettikçe, bu topları daha iyi değerlendirecektir.
Tekrar Ekrem'e dönecek olursak, bahsedilen golde "fazla dolaylı gözükse de" önemli bir katkısı vardı. Onun dışında, bir kaç kere iyi toplar taşıdı... Avusturya Milli Takımı'nda da banko olarak sağbek oynamaya başladı, hayırlısı bakalım... Zayıf ve kapanana rakiplere göre daha iyi bir sağbek seçeneği. Sert maçlarda ise Toraman'a yönelmek gerek...
Bir de Nobre-Bobo tercihi var tabii... Geçen hafta Nobre tercihi yapılsaydı anlardım. Çünkü, ortasahasını terketmiş bir takımın fazlasıyla topu yerden kaldıracağı belliydi... Ancak, ideal 4-3-3 oynamaya çalışan bir takımda, Bobo her zaman öncelikli olmalıdır. Schuster, herkezi hazır tutmak, motivasyon kaybının önüne geçmek, dinlendirmek gibi sebeplerle bu tercihlerde bulunmuş olabilir, bilemeyiz... Dediğimiz gibi; ortasahayı rakibe teslim etmediği sürece arayışlarına devam edebilir Schuster Başkan, sorun yok... Bugün bol pozisyon verilmiş gibi gözükse de; bunların bir çoğunu duran top ve pas hataları oluşturuyor. Yani, takım savunmasında geçen haftaya nazaran ciddi bir zaaf yaşanmadı. Burada da direkt olarak ortasaha farkı var tabii... Ortasaha dirençli olduktan sonra; Guti ve Quaresma da zaten sahadaysa, skor bir şekilde Beşiktaş'a dönecektir... Burada da, Yılmaz Hoca haklı çıkıyor açıkcası. Hani "getir Guti'yi, getir Quaresma'yı; babam da şampiyon olur!" meselesi...

Bugün özellikle 2. yarıda, direksiyonu eline alıp, takımı sürükleyen bir Quaresma vardı... Aldı, çekti, vurdu, sürdü, içeriyi zorladı; farkın Beşiktaş lehine açılması adına herşeyi yaptı... Attığı golde; topu kaptığı noktadan - vuruşu yaptığı bölgeye kadar olan mesafeyi, 5 ila 6 saniyede katetmiş, izledim hesapladım... Üstelik zemin kötü, çimler büyük ve topla gidiyor... O mesafe de 40 metreden az değildir, büyük ihtimalle fazladır. Yani şunu vurgulamak istiyorum; standard bir kanat oyuncusu o mesafeyi, rahmetli Vedat Ağabey'in tabiriyle "topu kucağına versen de" o kadar kısa sürede katedemez... Diyeceğim o dur ki; bu adam çok büyük bir nimettir... An gelir; top ezer, tribüne şut atar, hakemle duvar pası yapar, trivelayla penaltı atar, rabonayla Süreyya Abi'sine ortalar kısacası; bireysel oyunu sebebiyle, takım disiplini dışına çıkabilir. Ama bu durumlarda da O'na ses etmeyeceğim, çünkü Quaresma'yı Quaresma yapan, Beşiktaş'a bir çok maçı döndürecek özelliği de budur... Sürüklemek anlamında takımın kaptanıdır bir yerde... Bazen adrese götürür, bazen şarampole yuvarlar. "Takla atacaksak da, Quaresma'yla atalım be abi" diyesim gelmiyor değil... Kendimi bi' an, her maçına ayrı "klip" yapıp youtubea süren kardeşlerimiz gibi hissettim. Ama öyle... Aynı şeyler, bugün yine Bobo'nun ağzına harika bir pas atıp, beni benden alan Guti içinde geçerlidir...
İyi haftalar...

Maç Öncesi : Karabük - Beşiktaş

Her zamanki gibi öncelikle, Karabük kafilesine bir göz atalım :Rüştü Reçber, Cenk Gönen, İbrahim Üzülmez, İbrahim Toraman, Zapotocny, Fabian Ernst, Quaresma, Ekrem Dağ, Ersan Adem Gülüm, Tabata, Bobo, İsmail Köybaşı, Hilbert, Nobre, Guti, Necip Uysal, Holosko, Nihat Kahveci.

İstanbul'da kalan yabancının Ferrari olmasından çıkarım yaparsak, Schuster'in stoperlerden birini "yerlileştireceğini" ve Helsinki maçı kadrosunu bozmayacağını düşünebiliriz... Bu stoper hakkında tam emin değilim; Toraman kadroda ve Schuster tarafından fazlasıyla tutulduğunu da biliyoruz. Ancak, yeni sakatlıktan çıktığını da düşünmek gerek. Ersan, İBBSpor maçında gayet iyi oynamıştı aslında, topsuz oyunda da kademesini bilen bir görüntü çizmişti. Bunun dışında Toraman'a nazaran stil olarak daha net bir "stoper". Uzun ve topa sert müdaheleleri var... Ben bu maçta, Toraman'ın da hazır olmadığını düşünerek Ersan'ı önde tutuyorum. Sanıyorum ki; Schuster de savunmayı Zapo-Ersan şeklinde kuracak... Erhan Güven yine İstanbul'da kalmış... Bu durumda Ekrem alternatifsiz görünse de; Schuster bir Toraman sürprizi yapabilir... Toraman - Zapo - Ersan - İsmail dörtlüsünü merak eden ve "iyi olacağını" düşünen biri olarak, bu tatlı bir sürpriz olurdu benim için...
İsmail kafileye dahil olduğu vakit, maçlara da 11 çıktı yanlış hatırlamıyorsam. Ben yine Schuster'İn O'nda ısrar edeceğini tahmin ediyorum. Ortasaha Necip - Ernst - Guti... Bu artık tahminden de öte; kural, umut, bir oruçlunun duası falan... Artık, farklı bir ortasaha fantazisiyle bir maça çıkacağını aklımdan bile geçirmemekteyim... Bunun dışında, Helsinki maçına nazaran bir sağ forvet farkı görebiliriz. Holosko, Hilbert'e tercih edilebilir... Holosko'nun, Slovak Milli Takımı'na çağırılmaya devam ettiğini de belirtelim...

Karabük, Beşiktaş'ın şuana kadar karşılaştığı rakipler arasında "cezasahası içi ve çevresinde bitiricilik" konusunda en tehlikeli takım. Emenike'yi biliyoruz, kalenin etrafında topla buluştuğu zaman çok etkili bir oyuncu. Her açıdan gol vuruşu var ve bu "gol vuruşlarını" yapabileceği açıyı da, kendi mücadelesi, yeteneğiyle bulabiliyor... Yani sadece durup-bekleyen bir golcü değil, ekmeğini de taştan çıkartan komple bir santrafordur bu kardeşimiz... Onun dışında Cernat, ülkesinin o bölgede yetiştirdiği önemli oyunculardan biridir. Bir dönem, fazlasıyla gelecek vaadediyor ve yıldız adayları arasında gösteriliyordu. Fakat, yetenekli olup gerekli patlamayı yapamayangillere dahil oldu zamanla... Özellikle uzun şutları çok etkilidir.

Beşiktaş bu kadrosuyla, hele de işin içine bir de "Necip heyecanı" girince; her maçını lezzetli hale getirmiştir... Hayırlısı...

Hiddink'le Türkiye ve Necip Meselesi

Önce bir kadroyu keselim; kaleciler: H.Arıkan, Onur, Sinan ; sağbekler: G.Gönül, Sabri ; stoperler: Ömer, Toraman, Servet, G.Zan (opsiyonel H.Balta) ; solbekler: İsmail, H.Balta ; defansif ortasahalar: S.Şahin, S.İnan, Aurelio ; oyun kurucular: Emre, Nuri ; kanat oyuncuları: Hamit, Arda, Kazım, Özer (opsiyonel Tuncay) ; ikinci forvetler: Nihat, Sercan, Tuncay ; santraforlar: Semih, Halil

Bilinçli olarak, oyuncu isimlerini "ana mevkilere" göre değil, 4-4-2 pozisyonlarına göre dağıttım. Çünkü bu kadro, bariz bir şekilde tek bir sistem düşünülerek toplanmış bir kadrodur... Yavaş yavaş terkedilmeye başlanan 4-4-2 sistemine; uzun forvetleri, harika kanat oyuncuları ve bekleriyle son derece uygun gözüken Sırbistan bile sıkıntı yaşamıştı Dünya Kupası'nda. Kendimce 4-4-2'den soğuma evresi böyle başlamışken, Schuster'in Beşiktaş üzerindeki denemeleri ve yanılmaları yine aynı sistem üzerinden olunca, işi 4-4-2'den nefret etme noktasına kadar getirdim diyebilirim...

Ancak şu var ki; Arda'nın sıradanlıktan çıkarıp, başka bir sistem haline getirdiği; Nihat'ın ikinci forvet rolüyle performansını bariz şekilde arttırdığı; santraforların daha etkin kullanıldığı; beklerin hücuma katkılarında daha bir verim alındığı; takımın nistepten birbirien yakın ve daha önde oynadığı, Türk Milli Futbol Takımı'na özgü bir 4-4-2 gerçeği vardır... Geçmişe bakıldığı zaman Türkiye, oynadığı en iyi maçlarını bu sistem altında oynamıştır. En bariz örnekleri; Euro2008 ve iki İspanya maçıdır heralde... Kezâ, Amerika'da oynanan turnuvada da, Türkiye bir çok sistemi birden denemiş, ancak en iyi oyununu yine 4-4-2'yle, Çek Cumhuriyeti'ne karşı oynamıştır. O nedenle, Amerika'daki turnuvada da bu denemeleri yapan ve sonuç olarak, 4-4-2'ye bağımlı bir takım oluşturan Hiddink'i anlayabilirim...
Terkedilmeden önce, 4-4-2 sistemi en son Manchester United'la güzeldi şüphesiz... Beckham - Keane - Scholes - Giggs ortasahası, bu sistemi oynayan her takımın hayalini süsleyecek cinstendi. O düzeni örnek alarak, sağlıklı bir 4-4-2 ortasahasının nasıl seçildiğini görebiliriz... İkiliden biri; işin savunma yönünü daha fazla yapan; bir iki adım geride bekleyip, dönen topları alan; gerekli zamanda savunmanın arasında girip sayıyı 5'leyen; bununla birlikte savunmanın top çıkartmasında yardımcı olan, Keane tadında bir "defansif ortasaha"... Diğeri ise; topla ilişkiler konusunda nispeten daha yetenekli; olumlu pas yüzdesi yüksek ve bunları gerekli zamanda "dikine de" kullanabilen; oyunu hangi yöne doğru açmak konusunda karar veren ve uygulayan; gerekli zamanda tempo yapıp, gerekli zamanda topa basarak düşüren; topu aldığında telaş yapmayıp, sahanın her yerini gören Scholes tadında bir "oyun kurucu ortasaha"...

Necip; bu görevlerin ikisinde de sırıtmayacak, ekstrası olarak hareketli, tempolu ve bir kanat oyuncusunda bile zor görülen teknik & dribling özelliklerine sahip bir oyuncudur. Ama şu var ki; 4-4-2'nin ortasahasında, belirli bir görevi "iyi" değil, "çok iyi" yapan isimler tercih ediliyor... Yani; Necip, 2'li ortasahanın "defansif rolünü" üstelene bilir (geçtiğimiz yaz oynanan Akdeniz Oyunları'nda bu görevdeydi), ama Aurelio ya da Selçuklar kadar üstlenemez. Necip, işin ofansif tarafını, oyun kurucu rolünü de nispeten üstlenebilir, ama şimdilik Emre ve Nuri kadar üstlenemez malesef... Yani mesele; 4-4-2'nin ortasahasında, oyuncuların "sınırlarının çizilmiş" olmasında. Necip ise; ortasaha oyuncularına sınır koymayan, elde- avunçta ne varsa dökme fırsatı tanıyan, hareketli ve dinamik oyunculara daha fazla ihtiyaç duyan 4-3-3 sistemi için biçilmiş kaftandır... Ama mevzu bahis 4-4-2 olduğunda, tıpkı Schuster'in de yaptığı gibi "tercih dışında" kalabilir... Nitekim, yine sistem sebebiyle Mevlüt de dışarda kalmıştır. Mevlüt de, 4-3-3'ün ortaforvetinde veya kenarlarında farklı, 4-4-2'nin "sırtı dönük santrafor" rolünde farklı bir oyuncudur...
Buradan "Hiddink, Necip'i almamakta haklıdır" sonucu çıktıysa, kendimi ifade edememişim demektir... Lafın özü; "yetersizlik" ya da her hangi başka bir nedenle dışarıda kalmamış, sadece ve sadece "sistem kurbanı" olmuştur Necip.. Kendisini canlı da izleyen Hiddink'in, performans ya da kalitesi sebebiyle O'nu düşünmemesini "düşünemiyorum!". Şahsi fikrim; A planı 4-4-2 olsa da Necip'in alınması tarafındadır. 3 adet aynı ortasahadan tercih yapılacağına, biri Necip olabilir; takımı gerekli zamanda 4-3-3'e dönmesi esnekliği sağlanabilirdi... Ya da, -Tuncay'ın da kanat özelliği düşünülerek- Özer'in yerine alınabilirdi... En azından, gelişimini onurlandırmak niyetine bile bu hamle yapılırdı, hem Necip hem de Ceyhun Gülselam'a... Ve daha da önemlisi; alınmaması konusunda "hiç bir sistemsel izâhı da olmayan" Volkan Şen'e...

İlerleyen dönemde, Türkiye'nin "ortasaha geleceğini" Necip ve Ceyhun'la görmekteyim... Biri Beşiktaş'ın, diğeri Trabzonspor'un 4-3-3'ünü şenlendirmiştir... Soliçe Nuri'nin ekleneceği, Necip ve Ceyhun'un varolacağı bir 3'lü ortasaha milli takım bazında hayalimdir. Zaten Hiddink'in de, Belçika ve Kazakistan maçlarında "mutlaka" galibiyet üzerine planlar yaptığından, böylesine bir 4-4-2 bağımlısı kadro kurduğunu; ilerleyen dönemde Necip'i, özellikle Almanya maçları için değerlendireceğini düşünüyor ve enseyi şimdilik karartmıyorum... Hiddink er ya da geç Necip'e dönecektir, mesele Schuster'in Necip'ten vazgeçmemesidir...
Şöyle bir şey mesela...

Bir şeyler oluyor Beşiktaş'a...

Değil takım elbise, üstüne frak çekse de 1 kilometreden futbolcu olduğu belli olan Forlan; küreden Napoli'yi çekiyor... 3'de 1 ihtimalle Beşiktaş'a düşecek , ama Liverpool'un grubuna gidiyor... Bu sezonu Serie A'nın ilk 4'ü içinde bitirmelerini beklediğim; Cavani transferiyle yap-bozu tamamladıkları tehlikeli bir takımdı kendileri. Bu kez Dormund; %50 ihtimalle Beşiktaş'ın grubuna düşecek, ama o da gelmiyor ve kala kala kendi liginin diplerinde sezona başlayan CSKA Sofya Beşikaş'ın rakibi oluyor...

Son torbadan ise; Tottenham maçında ortaya koydukları performansla, Fenerbahçe'ye karşı göstermiş oldukları akılcıl ve dinamik oyunun tesedüf olmadığını gösteren Young Boys, yine %50 ihtimal varken Beşiktaş'ın rakibi olmuyordu... 4. torbadan düşen rakip ise ; Rapid Wien... Rapid Wien; aslında deplasmanda Aston Villa'yı yenerek, gruplara kalabilmiş bir takım. Ancak, Newcastle-Aston Villa maçının özetlerini izlemiş biri olarak, o skorun çok da sürpriz olmadığını söyleyebilirim... Nikica Jelavic adında; son dönemde Hırvat Milli Takımı'na da alınmaya başlanan, golcü bir uzun santraforlara sahiplerdi. Ancak sene başında Rangers'a satmışlar... Ancak Wien'de uzun santrafor bitmez; Avusturya Ümit Milli oyuncusu 1.96'lık Atdhe Nuhiu, Jelavic'ten sonra formayı alan isim olmuş....Onun dışında, basının her sene Beşiktaş'a getirdiği Veli Kavlak'ı da bir görmüş olacağız.
Beşiktaş işi biraz sıkı tuttuğu vakit; Porto dışındaki rakiplerinden 12 puan alabilecek düzeydedir. Ama aksi durumda, yine "ortasaha" denemelerinin ortaya çıkacağı maçlar mide ağrıtır... Porto - Beşiktaş maçları da, grup liderini belirleyecektir... Porto'yu anlatmaya gerek yok sanırım; aslında Şampiyonlar Ligi kalibresinde olan, Zenit'e 22 milyona sattıkları Bruno Alves dışında geçen seneki takımı bozmayan; hücumda ana elemanlarının Hulk ve Falcao'nun olduğu "üst düzey" bir 4-3-3 oynayan; Moutinho ile kadrosunu şenlendiren; Walter ve Otamendi gibi bu sezon da klasik "geleceğe hamle" transferlerini yapmış bir camia...
Quaresma'nın eski kulübü olması da ayrı bir enstantane... Dilerim Dragao'da golünü atar da; dramatik anlar yaşanır... Portolular ve Quaresma için tabi, ben o sırada yer çekimine meydan okuyor olacağım her zamanki gibi.

Daha dün "alt torba" diye tabir edilen kürelerden Sevilla'yı, Tottenham'ı, Bolton'u, Wolfsburg'u bulan şans, pozitif yönde dönmüşe benziyor Beşiktaş için. Sonu hayırlı olur umarım...

Maç takvimi de güzelmiş;

16 Eylül: Besiktas JK - PFC CSKA Sofia
30 Eylül: SK Rapid Wien - Besiktas JK
21 Ekim: Besiktas JK - FC Porto

4 Kasım: FC Porto - Besiktas JK
2 Aralık: PFC CSKA Sofia - Besiktas JK
15 Aralık: Besiktas JK - SK Rapid Wien

Helsinki Maçı Sonrası Rakamlarla Beşiktaş

1 -) Hz.Guti ve Necip'in (A takımlar bazında) Beşiktaş'taki ilk golü... Guti, dirençli bir ortasahanın önüde oynadığında, daha da açalım; "karşılayan değil, karşılanan topu aldığı zaman" bu tip golleri, asistleri, ikiye birleri bolcana yapacaktır. Yapıp, pozisyona girdiği anda da "kralım" diyen golcünün yapamayacağı bitirici vuruşlara imza atacaktır... Bugün olduğu gibi...
Necip kardeşimizin gol atması çok önemliydi... Kendine güvenini kazanması demek, en az topsuz oyunu kadar "topla oyunda da yeteneklerini" sergileyeceği anlamını taşıyacaktır. Bugün 4. gol öncesi, taç çizgisi yanında yaptıkları gibi... Attığı kafa golü Ballack stili koktu... Bayern'de böyle öndirek golleri çok vardır. Biraz da rakibin oyundan kopması etken tabi, ama timing denilen zımbırtıyı iyi ayarladı Necipcan... Zaten, Denizli'nin stoper oynattığı Konya Şekerspor maçında; kendi kalesine attığı golde de timingi çok iyiydi, bu kez rakip kaleyi gördü; yakışır...

2- ) Beşiktaş'ın Avrupa Ligi gruplarına katılacağı torba numarası... Utrecht, Ahtapot Paul'u yatırıcasına, 2-0'ın rövanşında Celtic'i 4-0'la eleyince, 2. torba garantiye girmişti... Fenerbahçe ve Galatasaray'ın elenişiyle birlikte; 3. torbadaki el yakan takımlar da (Sampdoria - Manchester City) 2. torbaya yükselmiş oldu... Her torbadan, en çekilmeyecek topu bulmayı başaran Beşiktaş için iyi, ülke puanı için kötü bir haber bu tabi...

3- ) Quaresma'nın, Beşiktaş formasıyla attığı ve henüz hiç biri "normal" olmayan gol sayısı... Ve aynı zamanda bu maçta, Necip'in direkt veya dolaylı olarak katkıda bulunduğu gollerin toplamı... Guti'nin attığı gol öncesi, topu kafayla karşılayıp atağı başlatması. (Buradan, Guti'nin karşılayan değil, karşılananı aldığı anda neler yapabilere geliyoruz tekrar.) Holosko'nun golü öncesi, taç çizgisinde Helsinki ortasahasını talan edip, faule uğramasına rağmen pasını aktarması. Bir de kendi golü...

4- ) Beşiktaş'ın doğru ortasahayla oynayıp, gol yemeden kazandığı maç sayısı... (İnönü Plazen, iki Helsinki, Buca) Bunların 3'ünde Necip vardır efendim... Neyse, artık Necip'i anlatmayacağım. Zaten kendisini ifade etmeye başladı futboluyla...
Hep yapmak istemişimdir bu rakam olaylarını. O nedenle bu maçı böyle geçeyim dedim, nitekim Quaresma'nın golünden sonra ortada pek taktik-maç konuşacak ortam kalmadı. Biraz da dayanamayıp, Trabzon - Liverpool 'a dönerek, bu maçı taciz ettiğimi de itiraf edeyim... Ama taktiksel açıdan şunu söyleyeyim yine de; transfer olmadıkça Beşiktaş'ın çıkması gereken 11 budur, ya da buna yakın olanlarıdır... Gün gelir rotasyonlar yapılır, bir iki isim değişir... Ama umarım en azından ortasaha konusunda, artık başka bir macera aranmaz... Ki Delgado'nun ayrılışı ve Aurelio'nun transferi, "bir maceranın daha sonuna geldik" anlamını taşıyordu sanki... Karabük maçında da; Necip - Ernst - Guti'yi görüsem, tamamdır bu iş... Ya da, savunmada Zapo-Ferrari'yi bozmayacağım, ama yine Hilbert'i de oynayacağım dersen; Aurelio'yu ayağının tozuyla 11'e koyabilirsin hocam. Ernst de bir insan evladı... Gerçi bugün; Necip'in sahada oluşuyla ferahlamış, 85. dakikada "kalp krizi tehlikesi" atlatmak yerine, topuk çalımı falan yapıyordu kerata...
Şu gruptan çıkmak ne demekmiş, bu sene bir tadalım artık...

Avrupa Ligi'ne katılacak takımlar ve torba dağılımları; (Kaynak)


Maç Öncesi : Helsinki - Beşiktaş

Öncelikle Helsinki tarafından bir haber verelim. Medo'nun Partizan'a transfer olduğu ve bu maçta oynayamacayağı ile ilgili haberler var. Zaten Partizan'a karşı gösterdiği performasntan sonra, aksi düşünülemezdi... "Vurdurma orda Medo'ya!" dedik, ama adamı görmeden transfer oldu, neyse.. Bu durum; Helsinki'yi ilk maçtan çok farklı kılmayacaktır. Medo, ciddi anlamda herşeyi yapan ve takımı sürükleyen bir oyuncuydu.

Schuster; maç öncesi açıklmasında; "İlk maçtan sadece 1 değişiklik yapacağım." diye buyurmuş. Bu değişiklik "olasılık sırasıyla" şunlar olabilir; Necip <-> Tabata , Ersan <-> Ferrari , Holosko <-> Hilbert . İBB maçı sonrası ortasaha zafiyetinin, mideye vurmasından sonra; ben Schuster'in kesin olarak Necip hamlesini yapacağını düşünüyorum. Zaten; götürdüğü kadroyo da bakılacağı üzere, rakip & avantajlı skor demeden işi çok sıkı tutuyor, mevzu bahis Avrupa Ligi olunca...
Hilbert - Bobo - Quaresma iyi bir 3'lü olmuştu. Hilbert; hem topsuz oyunuyla, hem de Quaresma'nın sürüklediği ters akınlara yaptığı koşularla "tamamlayıcı" bir oyuncudur. Ortasaha ve defans, ilk maçta uyumlu ve yakın oynamışlardı. Buna bir de; Tabata-Necip değişikliği eklenince, çoğu Beşiktaşlı'nın kafasındaki ideal 11 ortaya çıkıyor... Maçtan sonra kadroyu daha açıklayıcı konuşuruz; şimdilik muhtemel 11'i koyup, kaçalım...

Inzaghi Ne İçtin ? (Video)


Söyle biz de içelim..

Desek de; 15 senedir "gol atma" arzusunu taze tutan, bunun için vazgeçmeyen, fizik olarak düşmeyen ve o çok istediği hedefini her gerçekleştirdiğinde "bir başka sevinen" bu adama saygı duymak gerekir... Her ne kadar; Baggio'nun "veda turnuvasında" o müthiş eforunu yalan etse de, kendisiyle partner olmuşluğu bile yeter...

Maç Yazıları

Türkiye'de futbol yorum programlarının çoğunun lig maçından daha fazla izlendiği, maç yorumcularının teknik direktörlerden daha fazla itibar gördüğü, daha çok tanındığı ve daha fazla para kazandığı bir dönemde yaşıyoruz. Öyle ki; şöhretli eski futbolcular jübile yaptıktan sonra teknik direktör olmak yerine ulusal kanallarda birer koltuk, ulusal gazetelerde birer köşe kapıp maç yorumu yaparak kariyer edinmeyi tercih ediyorlar.

Bu mesleğin bir okulu ve yazılı standartları yok ama bir odağı var. MAÇ. Esas olan maçı yorumlamak, maçı yazmak. Türkiye'de ise gelenek maçı bir kenara bırakıp kulüp yönetimlerinin, teknik direktörlerin, futbolcuların, hakemlerin ve hatta taraftarların teknik sosyal, psikolojik ve ekonomik açıdan doktora yapmış bilirkişi edasıyla yorumlanması. Maç hakkında görsel ve yazılı basında karşılaşacağınız yorumların kapsadığı alan incir çekirdeğini dolduracak kadar ya var ya yok.

Maç ile yapılan kritiklerin ortak özelliği ise normatif olması. Yorumcu ve yazarlarımızın birçoğu futbol sezonu boyunca maçları kendi ideal futbol algı ve doğrularına göre izleyip ona göre yorumluyorlar. Eh, haliyle maçları izleyememiş insanların ertesi gün televizyon ve gazetelerde yorumculardan maç hakkında öğrendikleri ise aşağıdakiler oluyor:

* Teknik direktörlerin hangi diziliş ve taktikleri kullanması gerektiği, kimi değiştirip oyuna alması gerektiği,
* Futbolcuların hangi mevkide hangi görevle oynaması gerektiği,
* Hakemin hangi kararı vermesi gerektiği,
* Taraftarların hangi dakikada nasıl ve ne tür tezahürat yapması gerektiği,
* Yönetimlerin ne kararlar alması gerektiği,

Bunların hiçbiri değersiz görüşler değil ama odak olmaktan ziyade normatif ve öznel yorumlar.

Oysa maç yorumculuğunda esas, dayanağı olmayan, doğruluğu kanıtlanamayacak varsayımsal bir yöntemle maçta olması gerekenleri değil; maçta olanları, sıradan bir futbol izleyicisinin gözden kaçırdığı detayları, bilmediği teknik konuları somut veriler ve görsellerle anlatmaktır.

Maç Yazıları sitesinde bilgimizin el verdiği ölçüde bunu yapmaya çalışacağız.

* Teknik direktörlerin maçta hangi diziliş ve taktikleri kullandığını, oyuna nasıl müdahale ettiklerini,
* Futbolcuların hangi mevkide hangi görevle oynadığını,
* Hakemin ne kararlar verdiğini,
* Taraftarların maça nasıl katıldığını,

vb. maçla ilgili birçok detayı somut veriler, görseller ve hikayeler eşliğinde öğrenmek ve tartışmak isteyenleri bekliyoruz.

Serie A Önizlemeleri : Juventus

Aquilani transferinin kesinleşmesiyle artık bu önyazıyı sunabiliriz... Gerçi, "bizde transfer bitmez" cümlesini İtalya'da en çok kullanan kulüptür heralde Juventus. Nitekim; Di Natale, Capdevilla ve Pazzini için görüşmelerini sonlandırmış değiller. Serie A'nın bu sezon da en çok para harcayan camiası oldular. Ancak geçen sezona nazaran bu kez daha bir "ihtiyaç dolduran" transferler oldu bunlar... Cannavaro yerine Bonucci; kanat oyuncusu kısırlığı çekilirken Pepe ve Krasic; top taşıyan forvet eksikliği varken Martinez; Grygera'ya muhtaç kalınan sağbek bölgesine Motta ve en son hem forvet arkası hem de ortasahaya oynayabilecek bir Aquilani transferi...

Del Neri, şuana kadar görev aldığı takımlarda genellikle 4-4-2 oynatıyordu. Ancak, forvetlerden biri mutlaka yaratıcı, statik olmayan, hareketli ve gezinen bir isim olmuştur. Bu, Sampdoria'dayken Cassano olmuştu, Juve'de de en uygun isim Del Piero ya da Diego... Ancak ben, ileryen zamanlarda Aquilani tercihiyle, daha bir 4-2-3-1'e geçeceğini tahmin ediyorum. Liverpool'da da çoğunlukla Torres'in arkasında yer alıyor ve iyi maçlar çıkarıyordu... Del Piero ise genellikle Torino'daki maçlarda 11 başlar, aksi durumlarda da ikinci yarıda oyunlara dahil olup, sistemi 4-4-2'ye çevirebilir...
Pazzini transferi gerçekleşmediği taktirde, Amauri takımın bankosu olacaktır... Arkasında oynayan isim maçına göre değişir; Del Piero - Diego - Aquilani ve Martinez... Di Natale transferi ise tamamen fazlalık ve hovardalık, hatta şımarıklık olur.
Martinez, hem kanatlarda hem de ikinci forvet görevinde oynayabilen, önemli bir alternatif. Keza Lanzafame de iyi bir derinlik katacak, "Juve ve kanat oyuncusu dendiğinde" akla sadece Camoranesi gelmeyecek... Azzurri'ye çağrılmaya da başlanan ve sezon başında Stuttgart'a verilen Molinaro'dan, çok fazla farkının olmadığına inanandığım Capdevilla'nın transferi "an meselesi" olduğu söyleniyor... Bence ofansif açıdan, De Ceglie'nin üzerinde durulması daha mantıklı olacaktır... De Ceglie - Motta, hücumlara sürekli destek veren ve bu bindirmelerde genellikle sonuç verecek yeteneğe de sahip isimlerdir... Buna, Pepe ve Krasic'in de varlığını eklersek; hem Juventus hem de Amauri için, işler geçen sezondan çok daha iyi gidecek diyebiliriz... Juventus, oyunu kenarlara yayma konusunda fazlasıyla basiretsiz kaldığı bir sezonu geride bırakmıştı...
Klasik, Buffon yine bir sezona daha başlayamıyor sakatlığı sebebiyle... Apar topar biraz da kazık yenilerek alınan Storari, Buffon dönene kadar kaleyi koruyacaktır... Ortasahada; Del Neri'nin Marchisio - Sissoko ikilisini önde tuttuğu görülüyor... Aquilani ve Melo, buraya alternatif isimler... Hiç tartışılmayacak bölge ise şüphesiz tandem olacaktır; hem Juventus'un hem de İtalya Milli Takımı'nın "olağan üstü durumlar" haricinde, belli bir süre defansını Chiellini - Bonucci ikilisi götürecektir... Juventus, geçen sezon tek bir sisteme göre transfer yapmıştı; 4-3-1-2... İşler iyiye gitmeyince reaksiyon göstermediler, sezonu 7. bitirdiler... Bu kez, her sisteme uygun oyuncu kadrosu ve daha iyi bir teknik direktörleri var... Bari deplasmanıyla başlayacak yeni sezonda, Juventus'un neler yapacağını merak etmekteyiz...

Güven'li Slovaklar : Manisaspor 0-3 Ankaragücü

Maç, ilk anlarıyla “Manisaspor’un egemenliği altında geçecek” sinyallerini veriyordu… Belirgin bir 4-3-3 oynayan Manisaspor; özellikle Isaac’in etkileyici uzak forvet oyunuyla sıklıkla rakip kaleye gidiyor, duran toplar kazanıyordu. Oyun içersinde Isaac’e yeterince yardımcı olamayan bir diğer uzak forvet Gökhan Emreciksin, bu duran topların da çoğunu “kötü” kullanarak, Manisaspor’un çabasını sonuçsuz bırakıyordu. Yine de; iki uzak forvetinin sürekli kanat değiştirdiği, Kahe’nin hareketli bir ortaforvet oyunu sergilediği, sağbekten Ömer Aysan’ın hücum katkılarıyla arzulu oynayan Manisaspor; “bir gol olacaksa bu maçta, onu biz atağız” der gibiydi… Görüntü de onu gösteriyordu, ta ki “Hakan Şükür – Finlandiya” dejavusu yaşanana kadar… Bu kez, topu sağbekten uzun oynayan isim Fatih Akyel değil, Uğur Uçar’dı…O topu ısrarla kovalayıp, taştan ekmek çıkartan Hakan Şükür değil, Stanislav Sestak’tı… 19. dakikada “gelişi güzel” atılan bir uzun topla başlayan, Burak’ın ağır kaldığı ve biraz da “hamle kararsızlığı” yaşadığı pozisyonda Sestak; topa hareketlendi, ısrarla kovaladı ve sonuç aldı… Ankaragücü, gol fırsatı denilebilecek tek bir pozisyonla ilk yarıyı önde kapattı… Ümit Özat; tribünde olmanın avantajlarından olsa gerek; ikinci yarıya takımına çok önemli bir hamle yaparak başladı. Hücumda yeterince etkili olamayan Metin Akan’ı oyundan alarak, Adem Koçak ile ortasahayı doldurdu ve Güven Varol’u sağ kenara çekti… Bu durum, Ankaragücü’nü ortasahada daha dirençli kıldı ve Güven’in “iştahlı” oyununa daha bir zemin hazırlandı… Ankaragücü; ilk yarıdaki sistem karmaşıklığını, tek değişiklikle “4-5-1 görünümlü bir 4-3-3″ haline çevirerek bitirmiş oldu… Maç 1-0 giderken, Isaac’in müthiş ortasında Kahe’nin dokunuşu ve direkten top, Manisaspor’un gole en yaklaştığı, aslında “tek yaklaştığı” pozisyondu. Bunun haricinde Ankaragücü, özellikle ikinci yarıda “istediği alacak” bir takımmış gibi göründü. Gerçeken de Güven’in harika oyunuyla da istediğini alacaklardı… Ümit Özat’ın “peşin hamlesine” karşılık olarak, Hakan Kutlu’nun cevabı 55. dakikaya denk geliyordu. Catania’dan kiralanan; özellikle Steaua Bükreş günlerinde adını duyurup, 32 kez de Romen Milli Takımı’nda oynamışlığı olan Dica, Semavi’nin yerine oyuna dahil oldu. “Mahkum oynuyor gibi görülen” Ankaragücü karşısında; Semavi gibi işin daha çok savunma tarafını gerçekleştiren ismin yerine Dica’yı dahil ederek, “pozisyon sayısını arttırma” yoluna gidiyordu Hakan Kutlu. Ancak ilerleyen dakikalar şunu gösterdi ki; bu hamle Ankaragücü’nün tuzağına düşmekti…Bu değişiklik sonrası Ankaragücü, 3 dakika sonra farkı ikiye çıkarttı. Ani kapılan topta, 4-5-1 gözüken Ankaragücü, bir anda 4-3-3′e döndü; Güven sağdan hareketlendi, ortaya çevirdi, Sapara şutladı… Dönen topta, solun uzak forveti Özgür Çek, olması gereken yerdeydi… Bu golden sonra Ankaragücü’nün güveni tamamen yerine geldi, bununla birlikte futbolcu Güven’in da harika oyunu sürüyordu… 65. dakikada; Güven “kendi cezasahasının önünden” topu kazandı, ortasahaya aktardı ve koşuşuna devam etti… Bu koşu, rakip cezasahasının içine kadar sürdü, burada Sapara’nın “pasımsı ortasıyla” topla buluştu ve; “ilk kontrol – düzeltme – top yere inmeden çatala vurma” hareketlerini birleştirerek, bu sezonun hatırlanacak gollerinden birini atmış oldu… Sonrasında Ümit Özat; 74. dakikada Sapara-Rajnoch değişikliğini yaparak bir anlamda maçı bitirdi diyebiliriz… Ankaragücü, iyi oynayan savunmasının önünde, ortasahasını iyice kalabalıklaştırmış ve fizik olarak güçlendirmiş oldu. Bu dakikadan sonra, Ömer Aysan’ın orta şut karışımı vuruşunun, direkten dönmesi haricinde her hangi bir gelişme yaşanmadan maç sonladı…

Manisaspor daha pozitif oynamaya çalışan, sanki gole daha yakın olan tarafmış gibi oynadı. Bununla birlikte sahaya herşeylerini ortaya koymaları, 0-3′lük mağlubiyeti getiriyorsa, düşünülecek-uygulanacak daha çok şeyleri var demektir… Ankaragücü çok iyi bir oyun ortaya koymadı, fakat iyi bir “taktik maçı” yaptı diyelibilirz… Tipik bir İtalyan takıma benziyorlardı; mahkum gibi görünen, ama aslında zor pozisyon veren, topu aldığında hücumda etkili olabilen, az pozisyon bulsa da bunlardan sonuç almayı beceren bir takım… Zewlakow, tecrübesiyle savunmaya çok şey katmış. Yeni transferlerden solbek Klukowski ise, hücuma çıkışları konusunda pek fikir vermese de; savunma olarak yerini bilen, dengeli bir oyuncu olarak gözüktü. Stoper görünümlü fiziği de bir başka artısı… Her ne kadar Slovaklar da çok iyi bir oyun ortaya koysalar da; maçın yıldızı Güven Varol’du… Zaten Manisaspor taraftarı da; eski oyuncularının adına dakikalarca tezahurat yaparak, performansını onurlandırdı… Bir iki ufak rötuş, Vittek’in orta forvete dahil olması, paralelinde Sestak’ı daha bir uzak forvet gibi değerlendirmesiyle Ankaragücü; bu ligin sıkı ekiplerinden biri olacaktır ilerleyen günlerde…

Delgado'nun Gittiği, Aurelio'nun Geldiği Beşiktaş

Kelebek etkileriyle yol alıyor şu futbol denen şey... Denenmişi denemek yerine; ortasahanın "ortasaha gibi olduğu" bir takımda, Delgado "esnek bir hücum hattı" içersinde forvete yakın "denenmiş" olsaydı; İBB maçı Beşiktaş'a döner, Delgado ıslıklanmaz, ayrılacak yabancı farklı bir isim olurdu. Afaki kaldı bunlar elbette... "Öyle olsaydı?"soruları, cevapsız kalacak. Zira, Delgado artık Arabistan yolcusu... Elde kalan bir gerçek var; o da bu takımda Delgado'nun "ortasaha" görüldüğü... Ortasaha Delgado'nun ayrılması hayırlıdır... Kendisine ve takıma zarar vereceği bir bölgede sezon boyu heder edilecekti...

Delgado'nun ayrılış haberi üzerinden 24 saat geçmeden, bir transfer dedikodusu çıka geldi... Ve sonradan iş ciddiye bindi ki; tüm haber kaynakları Aurelio'nun Beşiktaş'la 2 yıllık sözleşme imzaladığı konusunda ağız birliği yapmış durumda. Muhtemelen Delgado'nun maaşıyla, ya da daha yüksek ihtimalle "Delgado'dan daha ucuz" oynayabilecek, alternatif sıkıntısının en belirgin şekilde yaşanacağı bölgede kullanılabilecek, üstelik "yerli" statüsünde bir isim aldı Beşiktaş...

Beşiktaş - İBB maçının tekrarını izlerken, İbrahim Akın'ın golünden hemen sonra 5 saniyelik bir "maç özeti gördüm... Gözleri dolmuş, kan ter içinde kalmış, "bu ne abi?" dercesine bir surat ifadesini almış olan Ernst, ensesini avuşturuyordu... Bu transfer; artık Schuster'in "ortasaha gerçeği" konusunda bazı şeylerin farkına vardığını, Ernst'in artık kan ter içinde kalmayacağını, zaman zaman rotasyonda rahatlayacağını ve alternatifsiz olmayacağını, hatta yabancı statüsünde oynayacak olan ve "kalsın!" diye açlık grevine girdiğimiz Fink'e, eskisi kadar, hatta "hiç" gerek kalmadığını gösteriyor...

Necip'i keseceği hakkında bazı şüpheler hakim. Şu bir gerçek ki; Schuster'in sisteminde Aurelio ve Necip, Quaresma - Aurelio kadar farklı mevkilerin adamlarıdır... Schuster, belirgin bir 4-3-3 oynatıyor. Ve bu ortasahada 1 adet defansif ortasaha ve 2 adet bildiğiniz "ortasaha" mevcut... Şuana kadar Ernst'in defansif ortasaha konusunda alternatifi yoktu, o nedenle Villareal maçı hariç, gazozuna resmi maçlar dahil her maç 11 çıktı Fabian... Aurelio, bu bölgeye transferdir. Necip'in rakibi, Schuster'in planına göre Tabata'dır... Yani Necip için tek tehlike ; Aurelio'nun Ernst'in yerine dahil olduğu maçlarda, açılan kontenjan sebebiyle kendi bölgesinde Tabata'nın tercih edilmesi olur... Bu da ancak "rotasyon maçlarında" gerçekleşecektir diye ümit ediyor, Schuster'in Necip'i A planında düşündüğünü hissediyorum...
Futbolun gerçekleri açısından doğru gelişmelerdir bunlar... Ancak; Feyyaz'ın golüyle ayrı sevindiğim, Baggio hatrına Brescia'nın maç özetlerini beklediğim çocukluk günlerimden "az biraz" kalıntısı kalmış; "aşk evliliği yaptığım futbol ve Beşiktaş'ım" için; "Delgado'nun gittiği, Aurelio'nun geldiği Beşiktaş" biraz kalp kırmıştır... Bir kaç ay evvel yitirdiğimiz Şifo Mehmet'in, hastalığı sebebiyle annesini ve babasını dahi unuttuğu yerde, hatırladığı Beşiktaşlı futbolculardan Delgado gitmiş; otopark operasyonuyla aslında bir çok Beşiktaşlı'yı yumruklamış olan Aurelio gelmiştir...

Vakti zamanında fazlasıyla kızdığım o olaya; bir Beşiktaşlı'nın dövülmesi yerine, küfürlerle başlayan, kavgayla biten iki vatandaşın hazin hikayesi olarak bakmayı daha doğru buluyorum... Aurelio'nun bu tip bir şeyle başka bir zamanda karşımıza çıkmamış olması, Rico'yu sütten çıkmış ak kaşık olmadığının göstergesiydi... Nitekim; O Ricardinho, olay sonrası kısa bir süre sonra denk gelen Beşiktaş-Fenerbahçe maçında müthiş bir devasa posterle karşılanmış, maç öncesi adını haykırtarak, gırtlak yırtmış olmasına rağmen "3 kuruşluk çaba göstermeyerek"; akabinde, Tigana'nın veda için uzanan eline tenezzül etmeyen isimlerden biri olarak; aslında hiç bir zaman "Beşiktaş'ın oyuncusu" olmadığını kanıtlamıştır.. Bu durum Aurelio'yu haklı çıkarmaz, sevgisizliği geri getirmez elbette. Ama bir Bilica gözüyle de bakmıyorum kendisine açıkcası... Bir de işin "deve ve nerem doğru ki?" muhabbetinde olduğu üzere bir Beşiktaşlı profili var... Ne zaman ki; dar gününde olan bir futbolcu ıslıklanarak değil, alkışlanarak oyundan çıkar; o zaman Beşiktaşlı'ya Aurelio ve benzerlerine en sağlamından bir "hayır" deme hakkı doğar... Zirâ, Nihat ve Delgado belki dayak yememiştir, ama yaraları o günün Rico'sundan daha derindir...

Maneviyatı ve futbol gerçeklerini tartıya koyuyorum; "Delgado'nun gittiği, Aurelio'nun geldiği Beşiktaş", eskisinden daha iyi olacaktır diyorum...

Lades... : Beşiktaş 0 - İBB 2

Kalp ve hayal kırıklığı eşliğinde maç yazısına başlamış bulunuyorum. Biraz da "ortasahası boş bir takım" edasında olacak bu yazı, zira yine sonlara doğru bazı ataklar, umutlar ortaya koyacağım ama sonuç verir mi? Ondan emin olamayacağım... Maç öncesi yazısında değerlendirdik; Zapo - Bobo yoktu, hatta 18 dışıydı... Zapo? Eyvallah, Ferrari-Ersan tandemini denemek lazımdı. 18'de başka bir yabancı stoperi bulundurmamak?.. Eh olabilir, her ne kadar Delgado-Tabata'dan birinin yerine Zapo'nun olması gerektiğin düşünsem de... Bobo? Hatta !?!? Neyse, dinlendirmek lazımdır, olabilir... Biraz dinlendirmek, biraz da Holosko'yu orta forvette "görmek" istiyorsun... Eyvallah.. Bobo'yu 18'e almamak? Gerek kalmaz, en kötü Nobre oturuyor diyorsun... Ahlar, vahlar, "eh işteler" arasında ona da eyvallah...

Sonuçta bu hamleler "başka bir fikri" görmek çabasındandır. Ama, bu Ernst-Delgado ortasahasını daha önce görmemiş miydik sevgili hocam? Plazen Hakan'ı milli yapmamış mıydı yarım devrede? Necip hamlesiyle ortaya siyah-beyaz farkı çıkmamış mıydı? O hatadan dönen takım, sonraki 315 dakika boyunca gol yemeden, istediğini alan bir takıma dönmemiş miydi? Maç temposunu yakalamaya çalışan Guti'ye, yeşil yelek hiç yakışmış mıydı?...

Sonunu bildiğim bir filmi izler gibi izledim maçı. İlki 50. saniyede Quaresma'yla bulunan pozisyonlardan biri gol olsaydı, belki senaryonun aynı seyredeceği film, sonuç olarak mutlu sonla bitebilirdi... Ama bu, filmin kötü bir senaryo olduğu gerçeğini değiştirmeyecekti; 5-2 gibi bir mutlu sonla da bitse; Ernst'i 200 metre kare alanda yalnız bırakan bir Beşiktaş'ın hiç bir skoru beni mutlu etmeyecekti...
Necip'in suçu büyüktür; çünkü iki yönlüdür... Belki savunması biraz kötü olsa, "ofansif ortasaha" gözüyle bakılacak; Tabata'dan daha iyi olduğu pas, dribling yeteneklerini de göstermesine imkan sağlanacak... Bugün sahaya giremedi bile, 11 başlaması "futbol kurallarına" dahil edilmesi gereken Necip. Üstelik yerine giren Tabata olunca; az biraz uzak forvet koşuları yapabilecek, fiziğiyle daha bir tehdit olacak Hilbert dışarı alındı, bunları yapamayan-yapamayacak olan Nihat sahada kaldı... Bu sistem Delgado'yu yuhalatarak Arabistan'a uğurladı; bana "Nobre'yi alması lazım artık" cümlesini kurdurttu... Oyuncu seçimleriyle takımı ikiye bölen bu sistem; Schuster'e olan güvenimi zedeledi, moral yakalamış bir takımı sendeletti, 3 puandan etti...

Kendisinden umudu kesenlere "babamda atar" dedirten Plazen maçı golünde olduğu gibi, bu maçta forvete yakın oynasaydı Delgado, yine o "ikinci forvet" koşularını yapabilirdi... Nihat'ın heder edip, baş parmağıyla "iyiydi be" hareketini yaptığı pozisyonlarda, Delgado daha bitirici olabilecek bir oyuncuydu. Ama asla bir ortasha değildi... "Necip ortada, Delgado önde" gibi ufacık bir hamle, çok şeyi değiştirirdi...
Buradan "Nihat suçludur" sonucu çıkmasın. "O olsa daha iyi olurdu" demek, birini suçlu çıkartmak değildir elbet... Zaten bu düzen içerisinde hiç bir oyuncuyu eleştirmem, kurban seçmem... Ama, "Ersan'a yazık oldu" diyebilirim... Bugün hakkında uzun uzadıya methiyeler dizebilirdik Ersan hakkında... Ama bu şablon, O'nun nefis oyununu törpüledi... Bu takımın tandemi Zapo-Ersan olacak gibi duruyor, sağbeki de Toraman... İsmail'de ısrarcıyım, ama şu maçtan sonra İbrahim'i kesmeyen adama birşey diyemem... "Bir müsibet, bin nasihat" demekten başka çare yok... Plazen'in atakları, Hakan'ın performansı sayesinde "nasihat" kalmıştı; İskender'in müthiş trivelası ile de, bu durum müsibete döndü... Umarım bu fantaziyi gördüğümüz son rüya olur da, başka kabuslar yaşamayız... Zaten Delgado da ayrılıyormuş son haberlere göre; sayısalı iyi ama sözeli berbat bir öğrenciye "hukuk fakültesini kazan!" beklentisi gibi bitirildi Delgado... Delgado gider, ortaya Tabata gelirse; bir yuhalanacak adam daha kazanır, ses tellerini açarız. Başka bir şey değişmez... Guti olursa, bir dakikaya kadar dayanır; ismi, ara pasları kredisini bitirmez, ama yine de "tam randımanlı" faydalanılmaz, yazık edilir...

En azından artık bu düzene dönülmeyecek olması bile, Delgado'nun ayrılmasını hayırlı kılar... Tabata'nın da gideceğine dair söylentiler var... Üzerine bir de Fink kalırsa, baya bir hayırlı olur...

Olmayacağını anlamak için bu kadar meşakete, 3 puanı teslim etmeye, heyecanla maça gelmiş adamı üzmeye gerek yoktu be Schuster... Plazen maçıyla belli olmuştu. Neyse, son olduysa canın sağolsun...

Maç Öncesi : Beşiktaş - İBB

Abdullah Avcı'nın İBB'si de, tıpkı geçtiğimiz hafta Bucaspor'da görülen "kısa mesafeli takım, sert bir alan savunması" esintileri sunacaktır. İnönü zeminin son durumu da, Atatürk Stadı'nı aratmayacağı üzere, yine belirli bir süre "pozisyon sıkıntısı" yaşanabilir... Muhtemel olumlu nüanslar, geçen haftaya göre Beşiktaş'ın işini daha da kolaylaştırabilir. Bunlar; Quaresma'nın taraftarı önünde daha bir "farklı" performans göstermesi, Helsinki maçıyla birlikte Hilbert'in kazanılması, Guti'nin maç temposunu geçen haftaya nazaran geliştirmesidir...
Geçtiğimiz sezon, Beşiktaş'ın İBB'yi 2-0'la "rahat tempoda" geçmesinde, Ernst-Necip ortasahasının çok ciddi katkısı vardı. Bununla birlikte, zaman zaman önde basan savunma İBB'yi hataya zorlamış, iki gol de rakibin "çıkmaya çalıştığı" anlarda, kapılan toplarla bulunmuştu. Schuster'le birlikte "önde basan savunma" kurgusuna, takımın her geçen gün daha da alışıyor olması önemli olacak, bu ve diğer maçlar için...

Hilbert, Helsinki maçıyla ilk kez "mevkisinin net olarak belli olduğu" bir bölgede oynadı. 4-1-4-1 düzeninde, Nihat'ın forvet gibi kalmasıyla; hem bir sağ kanat, hem sağ iç, hem de sağbek olmak zorunda kalıyordu çoğunlukla... Ancak Helsinki maçında net bir "kenar forvet" oyunu oynadı, başarılı da oldu... Ters tarafta Quaresma'nın olacağını düşünürsek; zaten Hilbert'in eksik yönü olan "teknik" kısmına ihtiyaç duyulmayacaktır. Quaresma'nın atak girişimlerinde, cezasahasına forvet koşularını yapması; topsuz oyunda bekinin önüne gelerek, savunma dengesini sağlaması dana önemli olacaktır... DK 2010'nun Hollanda'sında; Kuyt gibi bir oyuncunun, ters tarafında Robben ya da Elia gibi bir ismin varolmadığı zaman, daha bir verimsiz kaldığını; ancak Elia veya Robben'in karşı tarafta olduğu bir düzende; hem gole daha yakın olabildiğini, hem de savunma yönünün daha anlamlı kılındığını görmüş olduk... Hilbert - Quaresma örneği de böyledir; Helsinki maçının açılış golünde bu örnek şekillenmiştir...
Kadroda olmayan yabancılar: Bobo ve Zapo... İlk bakışta Bobo yoksa Nobre oynar gibi bir düşünceye kapılabiliriz. Ancak, Zapo'nun kadroda olmayışı bariz bir "kontenjan açma" hamlesi oluyor. Eğer Nobre orta forvet oynayacaksa, Tabata tıpkı Helsinki maçında olduğu gibi Necip'in yerinde sağiç oynayabilir... Ya da daha farklı bir sürpriz yaparak Delgado'yu o bölgede kullanabilir... Bu duruma çok ısınamam açıkcası...
Bir diğer ihtimal; Helsinki maçının son anlarında olduğu üzere, Holosko'nun orta forvet oynaması... Schuster'in, durağandan çok hareketli oynayan "hücumları" sevdiğini düşünürsek, "Holosko'yu orta forvette görmeden karar vermem." gibi bir düşünceye kapılmış olabilir... Bu karara ise sıcak bakabilirim. Hem Bobo'yu dinlendirmiş, hem de Holosko'dan vazgeçmeden önce bir görmüş oluruz orada da... Çok merak edilen Ferrari - Ersan tandemi de, bu maçı daha da izlenebilir kılacak, bazı soru işaretlerine cevap bulacağız.

İBB, her zamanki gibi sıkıntı yaratma ihtimali var Beşiktaş'a... Ama bu kez Beşiktaş'ın, "sıkı alan savunmasına" karşı panzehirleri daha fazla olacak geçmişe nazaran... Sol forvette Ekrem - Quaresma farkı bile başlı başına bir durumken; ortasahada dikine pas uzmanı Guti faktörü, kendini daha da kabullendirmiş "iki yönlü" Necip de işin başka bir boyutu olacaktır...

Avrupalı Trabzon : Liverpool 1 - Trabzonspor 0

Maç başladı, hatta 5 dakika geçti... Trabzonspor kalesinden uzakta savunuyor, top Liverpoollu stoperlerin ayağındayken, rakip yarı alanında 6 Bordo-Mavili adam pres yaparken görülüyor; topu kazanan Trabzonlu, mutlaka etrafında "pas opsiyonu" oluşturan arkadaşını bulabiliyor, toptan çekinen, sorumluluk almayan yok gibi... Ve bunlar Anfield'da gerçekleşiyor. 10 dakika oldu, durum aynı. 15, 30 ve en sonunda dakikalar 40'ı gösteriyorken hala aynı görüntünün bozulmamış olması; "Trabzonspor iyi takım" ve "Şenol Güneş bu ülkenin en modern teknik direktörü" laflarını kullanmam için yeterli referanstı...
Kullandım da. Skor bir anda 3-0'a dönse de, fikrim değişmeyecekti. Benim için takımın göstermiş olduğu "anlayış" önemliydi. Bir Türk takımının, Anfield'da "Avrupai futbol" oynamasını görmek güzeldi... Nitekim; golle soyunma odasına girmiş, Torres'le çıkmış Liverpool'un; 15 dakika süren müthiş baskısını, bir müddet sonra "az hissedilir" hale getirmek de birşeydi... O baskı anında, Serkan'dan acemice bir penaltı hamlesi geldi. Ama, bu durum bir süre sonra "Onur'un daha da güven kazanması" ve hafızalarında yer edecek bir anısı olmasını sağlıyacaktı... Olaki rövanşta bu turu geçerlerse, Onur'un kurtardığı penaltı "Köroğlu Masalı" misali dillere pelesenk olacaktır uzun yıllar...
Trabzon'un yediği gol; "kalesinden uzak şekilde" savunma yapan bir takımın, bir anlık hatayla yiyebileceği bir goldü. Glowacki, maç boyunca yaptığı "önde karşılama" hamlesini yaptı kafa topunda, top Ceyhun'un ayağından sekti, biraz sonra asisti yapacak olan Joe Cole'un önüne düştü... Biraz Egemen'in "bassam mı? kademe mi alsam?" ikileminde kalması biraz da Ryan Babel'in usta plasesi golü getirdi... Böyle bir savunma, az pozisyon verir ama "pir" verir.. Şanssız, basit gol gibi tanımlamalarla karşılaşabilir, "yazık oldu" denip kalp kırabilir... Ama aksi bir savunma (gömülü), direk olarak "kalp krizi" yaşatır... Bunun örnekleri, yine aynı maçta verildi: Trabzon'un Liverpool baskısıyla "zoraki olarak" geri çekildiği, 2. yarının ilk dakikaları...
Liverpool'la, Trabzon arasında bu maça "bakış açısı" farkı vardı. Bu fark da, aradaki kadro kalitesini dengeledi tabi ki... Biraz Avrupa Ligi'ni, Şampiyonlar Ligi kadar önemsememe; biraz Trabzon'u "her halukarda eleme" güdüsü; biraz da Man City maçı düşünülerek başta Gerrard olmak üzere, hafif rotasyon sebepleriyle, klasik ısıran Liverpool yoktu sahada. Torres'in "silkelenme" çabası, Liverpool'u Liverpool yaptı ikinci yarının başında sadece...
Liverpool adına görünen, ya da gözükmeye çalışan önemli bir gelişme vardı; iyi bir Torres ve Jovanovic, birbirlerine yakın oynadıkları taktirde ciddi bir baş ağrısı sebebi olacaklar...

Trabzonspor'un genel görüntüsü, bana fena halde Paraguay'ı hatırlattı... Didinen, savaşan, sahanın her yerinde kalabalık olan, gole daha yakın ama bir o kadar da uzak olan taraf... Gole yakın olmalarının sebebi; sık paslı ve takım boyunun kısa olmasıydı başlıca. Uzak olmalarının sebepleri ise; tıpkı Paraguay'ın Valdez-Cruz-Barrios üçlüsünde çekilen "yaratıcılık" eksikliği, kenar forvetlerin istekli, hareketli ama "ters iş" yapamaz ve sürprizsiz karakterde olmaları; Teofilo'nun alan savunması içinde kaybolası... Jaja'nın santrafora, Alanzinho'nun her hangi bir "kenar forvete" dahil olmasıyla bu sorun halledilebilir...
Son olarak Ceyhun Gülselam: Boyu, fiziği "ah biraz top yapsa, direkt ortasaha yaparım" diyen futbol insanlarının iştahını kabartacak cinsten. Ve evet, bu maçta görüldü ki top da yapıyor... Sakinliğinin yanında, oyunun her anında olması, top alması, sorumluluk arzulaması güzeldi... Burada göremedik ama, her iki ayağıyla muazzam şutları da var. Hiddink, Kolodin'i sırf şutları için bile sarkık ortasahada oynatıyordu. Ceyhun'u görmesi uzun sürmeyecektir... Zaten, bu maçta eminim ki bir çok scoutun da listesine dahil olmuştur...

Sezon Öncesi : Palermo 2010 / 2011

Geçen sezonu 5. bitiren Palermo; son 3-4 yılda izlediği stratejiye devam ederek, "satılma zamanı geldi" düşüncesiyle bir kaç önemli oyuncusu ile yollarını ayırdı ve hemen aynı maliyetlerle takıma yeni ve genç yüzler kattı... Geçen sezon genellikle takımın ilk 11'de yer almış; Kjaer, Cavani ve Simplicio gibi isimler artık Sicilya'da değiller... Sözleşmesi biten Simplicio, Roma ile imzaladı. Her ne kadar, son dönemde fazla forma şansı bulamasa da; Bresciano da bonservisini alıp gidenlerden oldu... Kjaer ve Cavani'den "şimdilik" 17 milyon Euro gibi bir gelir elde ettiler... Şayet sezon sonunda Napoli, Cavani'nin bonservisini de almaya karar verirse, bu rakama 13 milyon Euro daha eklenecek...

Çok iyi gözlemcilere (scoutlara) sahip olan Palermo, her sezon olduğu gibi bu yaz da bazı genç oyuncuları kadrosuna kattı... Kjaer'den boşalan bölgeye, 5 milyon Euro gibi bir bedelle 20 yaşındaki Munoz'u transfer ettiler... Boca Juniors alt yapısı olan oyuncu, Arjantin'in genç yaş kategorisinde bir çok geç milli olduğu ve önemli bir potansiyeli olduğu söyleniyor... Güney Amerika transferlerinde kolay kolay yaş tahtaya basmayan Palermo gözlemcilerine güvenerek, ben de Munoz'un Kjaer'i aratmayacağına inanıyor, daha doğrusu hissediyorum... Bununla birlikte Polonya Milli Takımı'na da yükselmeye başlayan Kamil Glik adında genç bir stoper daha aldılar. Ve son olarak da, Rosario Central'den bir Arjantinli'nin daha geleceği söyleniyor... Bu oyuncu Santigao Garcia, 1.90 boyunda hem solbek, hem de stoper oynayabiliyormuş...
Tabi bu isimler bizim için karakutu... Sezon içinde gördükçe, daha anlamlı değerlendirmeler yapacağız.
Yapılan asıl "kadro" transferleri ise; Maccarone ve Pinilla... Bu oyuncuların ortak özellikleri; Maccarone'nin Serie B'ye düşen bir takımda, Pinilla'nın ise Serie B'den çıkamamış bir takımda olması... Yani 2 "Serie B" patentli oyuncuya yaklaşık 10 milyon Euro ödeyerek sahip oldular, üstelik "sinekten yağ çıkartan" stratejilerine rağmen... Burada da, Palermo transfer komitesinin; "Serie B'den adam mı alınır?" gibi basit bir durum değerlendirmesi yapmadığını, yapılan planlamaya uygun olan her oyuncunun değerli gördüğünü anlıyoruz...
Zaten oyuncu performanslarına bakacak olursak; Maccarone, küme düşen Siena'da ayakta kalan, şanslarının son haftalara kalmasında attığı goller, yaptığı asistlerle büyük katkıda bulunmuş bir isimdi. Takımını kümede tutamasa da, o performansıyla en azından 4.2 milyon Euro'luk bir transfer getirisi sağlamış oldu...
Mauricio Pinilla ise, Avrupa'ya ilk çıkışını genç yaşta Inter'e transfer olarak yapmış; bir çok ülke, takım, belde gezmesine rağmen yeterince patlama gösterememiş; fakat geçen sezon Grosetto formasıyla tam 24 gol atarak "zamanım geldi" sinyalini vermiş; güçlü fiziği ve muazzam kafa golleriyle tanınan, "komple forvet" tabirine uyan bir oyuncudur... Sicilyalılar, Cavani'nin alternatifi olarak görüp, "henüz Cavani satılmadan önce" 5.5 milyon Euro'luk bir bedelle, Pinilla'ya inandılar ve aldılar... Ama hemen yamacında, Abel Hernandez gibi bir kaç sezon önce "yatırım" amacıyla alınmış, ancak geçtiğimiz sezon bulduğu kısa süreli fırsatlarla bile çok iş yapmış, kendisine nazaran daha hareketli, teknik ve hızlı bir rakibi var... Delio Rossi'nin formayı kime vereceğini, her ne kadar kilometrelerce uzak olsam da, en az Sicilyalılar kadar ben de merak ediyorum... Ancak Pinilla, Valencia ile oynanan hazırlık maçında, önce bireysel çabasıyla yaptığı korner ve sonrasında attığı harika bir kafa golüyle önemli bir "başlangıç" kredisi kazanmış gözüküyor...
Son haftalara kadar mücadelesini verdiği, fakat Sampdoria tarafından yüzlerine kapandığı Şampiyonlar Ligi kapısı, onlara başka bir kulvar açtı... Bugün Avrupa Ligi'yla sezonu açıyor, ilk resmi maçlarına çıkıyorlar Renzo Barbera'da... Rakip Maribor. Rossi'nin bu maçta Maccarone - Abel ikilisine şans vereceği söylense de; yine sezon boyunca asıl "gezgin forvetin" Miccoli kalacağını, önündeki ismin Pinilla olacağını tahmin ediyorum. Çoğunlukla çıkacakları sistem ve oyuncu seçimleri şekildeki gibi olacaktır... Maccarone, her ne kadar gezgin olarak, 2'li forvet oyununu da becerse de, asıl patlamaları daha bir kanatta oynadığı zaman gerçekleştirmiştir. Rossi, 4-3-1-2'sini değiştirir de, Pastore'yi daha bir ortasaha yapar, Maccarone Pinilla Miccoli gibi bir forvet üçlemesiyle; 4-3-3'e döner mi bilemem... Ama bazı maçlarda ihtiyacı olacaktır, geçen sezon gerekli dönemlerde "oyunu kenarlara yıkacak" bir isimleri yoktu, sadece beklerinin ayağına bakıyorlardı... O nedenle Maccarone transferi önemli. Asıl kadro sorunu ise; Bresciano, özellikle de Simplicio'dan boşalan ortasaha derinliği olacaktır... Bana göre, Liverani'nin bölgesine ayağı iyi olan bir defansif ortasaha bulmaları gerekecektir...

Sevinci Golünden Güzel... : Beşiktaş 2 - Helsinki 0

Sahada varoluşuyla insanlara ve takımına verdiği pozitif etki; oluşturduğu tehditle rakiplere verdiği korku; hiç birşey yapmasa bile aldığı fauller, gösterdiği kartlarıyla bile bir takımı alıp götürecek bir oyuncudur Quaresma... Ama bununla sınırlı kalmamaya devam ediyor. Bugün yine önce "trivelasını" konuşturdu, sonra da harika bir gol attı. Golünden çok fazla bahsetmeye gerek yok sanırım, youtubeun Quaresma kliplerine dahil olacak bir görüntüydü... Ama asıl şahanesi, benim için golünden de güzel hareketi; Süreyya Ağabey'le yaşadığı gol sevinciydi...

Yaratıcı oyuncu açlığının ortasına düştüğünde, Beşiktaşlılar'ı doyuracağından; çok çabuk etkisini göstermeye başlayacağından; bireysel olarak bir çok maçı döndüreceğinden emindim. Ama böylesine mütevazi bir insan çıkacağını, sadece yeteneklerini değil "özverisini de" Beşiktaş'a vereceğini hiç düşünmemiştim... "Beşiktaş'tır!" dediğim Necip ne kadar kendini bu takıma veriyorsa, Quaresma da hemen o kadar veriyor resmen... 3. bir yıldız deniliyor; lazım mıdır bilemem ama her kim gelirse gelsin, benim 1. yıldızım Quaresma kalacaktır böyle giderse...
Schuster, artık 4-1-4-1'inden tamamen vazgeçmişe benziyor... Bugün yine, "Plazen maçı ve Necip devrimi" ile başlayan düzen devam etti: 4-3-3... Ancak bu sistemin yine "oyuncu seçimlerinden" dolayı (özellikle de Necip'in yerine sağiçte Tabata'nın oluşu ve iki bekte de ofansif tercihler yapılması) biraz "karmaşa" yaşatması muhtemeldi. Ancak öyle birşey olmadı... Bunun nedenleri var elbet; en başta Guti'nin topsuz oyun konusunda Delgado'dan "daha bir ortasaha" olması; Quaresma'nın ters kanadında, geri koşuylarıyla müthiş bir tempo yakalayan Hilbert'in varlığı; ve en önemlisi, önde basan savunma anlayışının git gide daha da oturması...

Quaresma'sı, Guti'si ağza bal çalıp, bir gün bu diyardan gidecekler; bu kaçınılmazdır... Ama bu önde basan savunma olgusu, Beşiktaş'ı her zaman iyi bir takım olarak bırakacaktır. Tabii bunun bir "ekol" olması için, Schuster'den sonra yine aynı mentalitede "kalbür üstü" bir hocayla devam edilmesi de gerekecek... İsim olarak kalbür üstü olmasa bile, futbol görüşü açısından modern seviyede olmalıdır. Zapo, her geçen gün Shuster'i haklı çıkartıyor. Bu savunmaya en çabuk uyum sağlayan stoper oldu sanırım... Ferrari ile çok dengeli bir tandem olacakları aşikar... Avrupa Ligi'nde bu ikili bozulmayacaktır, ama lig maçlarında kontenjan açısından Toraman veya Ersan girebilir... Zaten ileriki dönemlerde bu mentalite daha da oturduğu zaman, araya bir yerli stoper girse dahi; özellikle de İnönü'ye çıkacak Anadolu takımlarının istatistiği, bugünkü Helsinki'den çok fazla olmayacaktır: 1 gol girişimi, 0 korner...

İsmail konusuna girmeden önce, genel bir rahatsızlığımı oraya koyayım... Sadece bizim taraftarda değil, aslında Türk futbolsever yapısında şöyle bir güdü var; "geriye veya yana oynuyorsan korkaksın!". Elvette, önünde boşa çıkan adam varken, kalkıp geriye oynamak basiretsizliktir. Ama bazen "riskten kaçınıp", garanti pasa yönelmenin adı "hazırlık pasıdır"... Barcelona, Liverpool'a karşı 74 pas yapınca "vay be!!" diyoruz, ama bunun hepsinin dikine pas olduğunu düşünürsek, o top okyanusa giderdi... Onların 73'ü hazırlık pasıydı, 74. pasın sahibi Xavi; Overmans'ın önüne bu kez "dikine" kullandı pası ve golle sonuçlandı... O nedenle, bugün İsmail'in kapalı tribünler önünden, riske girmeyip topu Ferrari'ye aktardığında, yükselen "homurdanmalar" hiç hoşuma gitmedi... Böyle bir durum, an gelir takımı "şişirmelere" iter... Nitekim, İsmail'in o garanti pasıyla devam eden atak daha da "olgunlaştı" ve en nihayetinde Quaresma'nın önünde devam etti.. Sonuç: trivela, Tabata uçan kafa, Hilbert'ten "uzak forvet" örneği ve gol...
Hep düşünmüşümdür; geçen sezon Barcelona, Inter karşısında dakikalar 90+lara gelmişken ve gol gerekiyorken, devam eden o "hazırlık paslarını" bir Türk takımı formasıyla yapsalar ne olurdu? Heralde sahaya girerdik... Ama Barcelona formasıyla yapılınca, o inatla devam edilen paslar golle sonuçlanıyordu, sonuçlandı.. Bojan attı ama sayılmadı...
Tabii, bireysel oyuncu tezahuratlarına "Necip'le başlanılması" bir o kadar da hoşuma gitti, onu da söyleyeyim...
İsmail değerlendirmesine girecek olursak; beklentileri hızlı bir şekilde karşılayamıyor olabilir. Ancak şu haliyle bile benim için birinci solbekidir Beşiktaş'ın... Sonuçta 30 yaşında alınan bir yabancı oyuncu değildir ki, 5-10 maç oynatılmadan direkt olarak etki etmesi beklensin... Kaldı ki, sezonun son maçı olan Bursa deplasmanında, tek başına yarattığı "itici güçle", kalitesi konusunda hiç bir soru işareti bırakmamış olsa gerek... Bugün yaptığı bir kaç "pas arası" muazzamdı. Ters kademelerde sıkıntısı olabilir, ama önde basan bir savunmada, yaptığı bu önsezi işi pas aralarıyla çok büyük katkılar sağlayacaktır. Başarısız olduğu zaman faul yapıyor. Ama bu fauller de genelde; faule uğrayan oyuncunun sarı kart isteyemeyeceği, ancak 4-5 faulün üst üste gelmesiyle karta dönüşebilecek "ince" faullerdir...
Hilbert'i bu güne kadar 4-1-4-1 fantazisinde "kuyuya atılmış" bir şekilde izledik... Bugün, daha adam akıllı bir takım organizasyonu içinde, "kenar forvet" bölgesinde oynadı, maçın en iyilerindendi... Mevcut kadroda, yabancı kontenjanı gözetilmeyecek Avrupa maçlarında ideal 3'lü belli oluyor gibi: Hilbert Bobo Quaresma... Bobo demişken, bugün ara ara "Quaresmacılık" yapayım dedi, pazubandıyla birlikte o varyeteler de çok yakıştı... Bugün 2. dakikadaki kafası girseydi, o moralle Oktay'ın rekorunu bile egale edebilirdi... Bir de, alt siyah - üst beyaz kombinasyonu da harikaydı tabi... Bu forma altında çekilmiş bir Beşiktaş posteri, yarın her hangi bir gazetede sunulacak olsa, sabahın köründe kaldırdım sanırım... Yalnız, İnönü'de de Guti'yi tarlanın içine atacaksak işimiz var... O sahanın hali neydi ki?
Şu havalar da serinlese artık.. Nasıl olsa başka türlü "güneşli günler" geliyor, ısınırız...