Hücumdaki iki seçenek dışında, beklenen bir kadroyla çıktı Beşiktaş. Necip yerine, bu stresi kaldırması daha muhtemel bir oyuncu olan Aurelio tercih edilmiş, Ernst’e de, düne kadar Necip’in üstlendiği görev verilmişti… Bu beklenen ve kabul edilebilir bir durumdu. Savunmada ise, zaten pek seçenek yoktu, tek zorlu tercih; İsmail – Üzülmez arasında yapılmış, orada da daha “dinlenmiş” bir İsmail uygun görülmüştü....
Ancak asıl Schuster denemesini hücumsal anlamda gördük. Önemli maçlarda Bobo’yu kesip, Nobre’ye sarılanlar derneğine Schuster de eklendi. Nobre’nin mücadelesinden, stoperleri rahatsız etmesinden, hava topu hakimiyetinden ve son dönemki formundan faydalanılmak isteniyorsa; sahada Bobo varken de kullanılabilir, her maç farklı denemeler yapılan “sağ uzak forvette” değerlendirilebilinirdi. Böyle bir ihtimali, maç öncesi başlığı altında konuşmuştuk…
Ancak, kenar forvette Nihat tercihi vardı, Bobo kenardaydı. Sağlıklı ve üstelik formda olan bir Bobo’yu kenarda görmek, benim için yeterince can sıkıcı ve “kalp kırıcı” bir etkendir… Schuster, maç gecesi uykuya dalmadan önce kafasında bir şekil canlandırmış, Nihat’ı uygun görmüş olabilir… Takımın sembol oyuncularından biri olması, haliyle derbilerde performans yükseltmesinin muhtemel olması, bu tip maçlara bolca çıkmışlığı olması ve her şeye rağmen etiketinde “La Liga golcüsü” yazıyor olması, Nihat tercine iten etkenler olabilir…
2001’de, 2002 yılına geçiş yapılırken Daum’un “satarsanız, şampiyonluğu satarsanız!” diye bahsettiği o dönemin Nihat Kahvecisi, bugünün 4-3-3’ünde hiç tartışılmaz bir sağ forvet olabilirdi… Ama araya dokuz koca yıl, sakatlıklar, eskiyen adeleler ve biraz da “doymuşluk” girdi. Sonuç olarak plan tutmadı, bugünün Nihat’ı uzak forvet oyununa bir hayli “uzak” kaldı… Denizli döneminde ve bu yılın Buca maçında da aynı durum ortaya çıkmıştı zaten. Asla Bobo kadar “tehdit unsuru” oluşturamayan bir Nobre, uzağında ise futbola uzak Nihat… Sonuç olarak çözüm üretemeyen bir hücum hattı.Takımın bu arızası, zincirleme olarak her hattı engelledi ilk yarıda. Hücum aksiyonlarında tek seçenek olarak kalan Quaresma, topu aldığında 3-4 kişi arasında kaldı, çıkar yol, pas opsiyonu oluşturan hücumcu, boş alan yaratan forvet bulamadı. Ortasahada Guti önderliğindeki olumlu paslaşmalar bu maçta da vardı, savunma yine önde basıyordu, ancak hücumdaki basiretsizlik “topa sahip olmayı” değersiz kılıyordu. Buna Ekrem’in sakatlığı da eklendi… Ekrem’in sakatlığı dolayısıyla 10 kişi kalındığı dönemde top Fenerbahçe’ye geçti, ve bir müddet geri alınamadı. Ekrem’in sahaya dönüp, sakatlığı sebebiyle iyi basamadığı bir pozisyonda korner oldu, devamında Ekrem yine basamadı, Santos rahat bir orta yaptı, Hakan boşa çıktı, hoca İsmail’e yapılan faule uyanamadı, Toraman topa güdümlü davrandı ve o “çıkmayan top” en sonunda gol olarak sonlandı…
Basketboldaki gibi mola hakkı olsaydı futbolda, yenilen gol ve ilk yarının son düdüğü arasındaki zamanda, kesinlikle bol bol Schuster molası gelirdi… Sakatlıklara Hakan da eklendi, bir kumar da ; sağbek Üzülmez ile oynandı. Sahada dengesiz, iki kenar forveti de savunmaya katkı sağlamayan ve moral olarak düşmüş bir Beşiktaş; karşısında da bu maçı alacağına iyice inanan bir Fenerbahçe… Bu ortamda maç kopabilirdi, 2. gol ve muhtemel bir kırmızı kart gelmeden ilk yarı bitti, ilaç gibi oldu açıkçası…
Emre’nin ikinci yarıya başlamıyor oluşu, Beşiktaş adına olumlu şeylerin habercisiydi. Çünkü Beşiktaş, artık iyice risk alacaktı ve Emre, bu gibi durumlarda “topla çıkışlarında” araya salacak, takımı yönlendirecek bir isimdi… O’nun olmaması, Fenerbahçe’nin karşı hamle yapma şansını azalttı.
Değişiklik hakları sıkıntı yaratmasaydı, Schuster kesinlike Bobo hamlesini çok önceden yapabilirdi. Ama yine de, ilk yarıya nazaran sakin başladı Beşiktaş maçın ikinci yarısına. Öne çıkan savunma, bu yarı daha başarılı bir oyun oynadı. Ortasahadaki pas trafiği arttı, ve bu paslar dönem dönem gollük pozisyonlara da dönüştü. Fenerbahçe’nin yakaladığı ve Dia’nın pozisyonu hariç, genelde “şutsuz” tamamlanan kontra atakları da gayet normaldi… Baskı kurmaya çalışan takım, savunmasını öne çıkarır. Bu bağlamda pozisyon elbette verecektir, yeri gelir maç da kaybedilecektir. Nitekim Barcelona da arkaya kaçırıyor, bazen gol oluyor, çıkartılmıyor, Hercules gibi bir takıma yenilebiliyor… Ama büyük takım böyle oynar, böyle baskı kurar, böyle pozisyon verir.
Bobo’nun girişi sevindirse de, çıkan ismin Aurelio olması tedirginlik yaratıyordu bende doğrusunu söylemek gerekirse… Bu değişiklik, düz 4-4-2’ye geçiş demekti. Kenar hücumcularının asla geriye yardım etmediği, bunlardan birinin topla yaptıklarında da yetersiz kaldığı (Nihat) ve yorulan Guti’nin artık net bir ortasaha olarak oynaması gerektiği bir 4-4-2… Bununla birlikte, Aykut Kocaman’dan, Alex – Baroni hamlesi geldi, ve ne yalan söyleyeyim; “maç gitti” dedirtti…
Neyse ki; Fenerbahçe de “gömülü” oynamaya devam ediyor, Beşiktaş’ın zayıflayan ortasahasına basmıyordu. Böyle bir pozisyonda Cenk, eliyle ortasahadaki Guti’yi gördü, “baskı görmeyen” Guti, yerleşik savunmaya rağmen çapraz koşu yapan Bobo’ya zehri saldı ve penaltı… Kaleciye meyilli olmayıp, kafasında bir köşe belirleyerek vuran Guti, çok iyi bir vuruş çıkartmamasına ve Volkan’nın köşeyi tahmin etmesine rağmen golü yaptı. Bence de, en doğru penaltı şekli budur… Topa vurulurken “çekimser” kalınmadığı penaltılarda, kaleci köşeyi doğru tahmin etse bile genelde gol olur. Alex hep böyle kullanır mesela…
Sonuç olarak; yanlış kadro ve maç içinde oluşan olumsuz koşullara rağmen gelen beraberlik, Beşiktaş adına önemli bir artı oldu. Bir puana, Fenerbahçe’yle kapanmayan araya nazaran; takımın kendine güveni açısından çok önemliydi… Okul yıllarında, “aha çok fena çuvalladık” dediğimiz sınavlardan geçtiğimizi duyduğumuzda; fazlasıyla sevinir ve güvenle dolardık. “Yapacağız bu işi galiba…” derdik… Bu durumda böyledir. Bu gece, muhtemelen bir hayli bitkin bir şekilde yatağına girecek Beşiktaşlı futbolcu, maçta “sahaya koyamadıklarını”, yaşanan aksilikleri ve buna rağmen yakalanan , aslında “bağır – çağır” gelen beraberlik golünü düşünecek, “Biz bu maçta da yenilmediysek, bir daha zor yeniliriz.” Diyecektir…İki önemli stoperi sakat olan, sağbekini “amatörde bile bu pozisyonda oynamadım be abi...” diyen 37 yaşında bir solbekle idare eden, hücumsal anlamda ciddi şekilde bocalayan Beşiktaş’ın, şöyle bir de istatistiği var bu maçta;
Kaleye Şut (İsabetli Şut) : Fenerbahçe 13 (3) – Beşiktaş 16 (6)
İsabetli Pas : Fenerbahçe 196 - Beşiktaş 354
Topla Oynama Oranı : Fenerbahçe %40 – Beşiktaş %60
Schuster’in Beşiktaş’a aşıladığı bu felsefe sebebiyle, Nihat – Nobre gibi seçimler benim için ikinci planda kalıyor aslında… Nitekim bugün, direkt bu felsefe Beşiktaş’a puanı getirdi kendiliğinden. Aksi bir durumda, “topa sahip olamayan bir takımın” bu kadar olumsuz şartların altından kalkması mümkün olamazdı…
Umarım, şu maç Nihat’ı uzak forvette denediği son maç olur. 4-4-2’nin ve ya baklavalı 4-3-1-2 düzeninde “ikinci forvet” gibi oynayabilir rotasyonda. Quaresma’nın karşısındaki kanat; mümkünse Hilbert olsun, Tabata da fena olmaz, illa birinde “geçmişi”nedeniyle ısrar edilecekse Holosko’da edilsin, olmadı Nobre denensin bazı sıkışan İnönü maçlarında, ya da Ali Kuçik çıkarılsın, ortasaha yine aynı kalacaksa Necip bile kotarabilir dişli maçlarda. Ama Nihat olmasın, bizi adamdan soğutmasın… Bobo ise, lütfen artık “mundar” edilmesin…
Her ne kadar, attığı bir derin pas penaltıya sebebiyet verse de, benim için gecenin hareketi; Guti’nin kornerden iki kez üst üste, araya kimseyi sokmayacak şekilde, topu Quaresma’nın sağ ayağıyla buluşturmasıydı. Bir de; “formanda ter olmaya geldik” tezahüratı, benim için Beşiktaş tarihinin en sağlam tezahüratıdır. Hem melodi, hem söz, hem etki, hem de insanı yormuyor, söylendikçe söylenesiyi getiriyor olmasıyla… Maç boyunca olduğu gibi, maç sonunda da takım tribüne çağırılıp, söylenmiş. Çok şık durmuş…