Julian Schieber ve Altyapı Farkı

Dün akşam Nürnberg; İlkay Gündoğan ve Mehmet Ekici’nin golleriyle Werder Bremen’i deplasmanda mağlup etti. Mehmet Ekici ve Ömer Toprak’ın Türk Milli Takımı’nı seçmesiyle gelen moral, beni de bu maçın özet görüntülerini aramaya itti diyebilirim… Her ikisi de önemli oyuncuya benziyor, özellikle İlkay Gündoğan’la alakalı çalışmalar devam etmeli. Tekniği, pozisyon takibi gayet iyi…Yalnız, bu maçın özetlerinde benim daha çok ilgimi çeken oyuncu Julia Schieber oldu. Aşağıdaki görüntülerden de görüleceği üzere, her golde direkt olarak katkısı var. Müthiş bir fiziğe ve kalıplı bir oyuncu olmasına rağmen gayet iyi sürate sahip… En önemli özelliği ise devamlılığı gibi görülüyor, her pozisyonun içinde var. Ve ilk golde görüleceği üzere, sarf ettiği efor “beynine” olumsuz yönde hükmetmiyor ve çabuk, doğru karar veriyor…

Aslında topla ilişkiler konusunda çok büyük yetenek değil, hatta net pozisyonları harcadığını görüyoruz. Onu değerli kılan mental ve fiziksel özellikleri. Son vuruşlarını da geliştirirse, Almanya Milli Takımı; Müller’in alternatifini bulmuş olacak. Zaten kendisi hali hazırda, Alman u21 formasını giymekteymiş… İşte burada; “neden 3 milyon Türk’ün yaşadığı Almanya’dan, 70 milyonluk Türkiye’ye nazaran daha çok futbolcu çıkıyor?” sorusunun cevabı var. Almanlar öncelikle “futbolcu” yetiştiriyor. Sadece teknik özelliklere bağımlı değiller… Bizim çocuklar topla ilişkiler konusunda Dünya’nın en önde gelen yetenekleri arasındadır, ancak iş fizik ve mentale gelince durum değişiyor. Schieber’in 21 yaşında sahip olduğu fiziğe, bizim oyuncular 27’inde ancak kavuşuyor en iyi ihtimalle… Ne zaman pas, ne zaman şut atılacağı seçimini de, yine aynı yaşlarda “ancak” öğrenebiliyorlar.

90 sonrası doğumlular kuşağı olarak, özellikle Beşiktaş’ta iyi bir alt yapı geliyor. Artık sadece topla yeteneklere değil, fiziğe ve “akla” bakılıyor… Bu yolda devam etmek, alt yapıdan topçu değil “futbolcu” çıkarmaya bakmak lazım…

Ortasahanın Zaferi: Milan 1 – 2 Juventus

5 yıl kadar önce, kendilerine iki kez Şampiyonlar Ligi Finali oynatmış, birini de kazandırmış sisteme dönen Milan, son 4 maçını kazanmıştı Serie A’da… Ancak kazanırken dahi, özellikle Napoli maçında ciddi şekilde sallanıyorlardı. Bunun en büyük etkeni, bugün yine o sistemi oynayan oyuncuların, 5 yıl önceki formlarından uzak kalmalarıdır elbette… Cristiano Ronaldo’ya omzu koyup, taca atan Gattuso’dan eser yok. Faulsüz top alamıyor hemen hemen… Pirlo’nun topla ilişkileri taze kalsa da, o da topsuz oyunda eskisi kadar yok. Prince Boateng, bu iki oyuncuya nazaran daha enerjik olsa da, ortasahadaki mücadele zaafını yok sayacak kadar etkili olamıyor. Yani, Auxerre maçında sakatlanan Amborossi’yi ciddi şekilde arıyor Milan. Hele de, Juventus gibi ortasahası daha güçlü ve bu maça Şampiyonlar Ligi finaliymişçesine bilenmiş bir rakibe karşı daha da aranıyor…

Aslında maça bakıldığında Milan baskın görünüyordu, ortasaha topsuz oyunda dirençsiz olsa da, topla etkili oluyordu, bir de hemen önlerinde Robinho vardı tabii… Ibrahimovic – Pato ikilisi ve bekten sıklıkla çıkan Antonini… Milan’ın pozisyon bulma adına sıkıntısı yoktu, ancak geri planda kolay gol yiyecek bir yapısı vardı.Juventus ise dün akşam daha bir “taktik maçına” çıkmıştı. Totti’nin başlattığı sahte 9 modasında bu kez Del Piero vardı. Solunda Martinez, sağında Quagliarella… Özellikle Quagliarella harika bir oyun çıkardı, hatta hayatının kafa golünü attı da diyebilirim. Maçın bir anında, San Siro’ya gelen Juveliler O’nun adını haykırdı, sonuna kadar da hak etti… Üç savaşçı ortasaha (Marchisio, Melo, Aquilani) ile oyunu tutup, bu üç oyuncuyla sonuca gitmek istediler maç boyunca. Bu savaşa ikinci yarıda bir de Sissoko eklendi… Çıkan Martinez’in yerine ise Aquilani yanaştı. Böyle bir şey gerekiyordu; çünkü sakatlanan De Ceglie’nin yerine Simone Pepe oynuyordu, üstelik bek pozisyonunda… Hiç de sırıtmadı diyebilirim. İtalyan oyuncuların bu mevki çeşitliliğini seviyorum. Hemen hemen her bek, stoperde de oynayabiliyor; kanatları da bek pozisyonunu kotarıyor rahatlıkla… Del Neri’nin, maçın bir çok noktasında olduğu gibi bu değişiklik hamlesi de olumluydu. Zaten ikinci golde topu kapan, fakat boş pozisyonda vuramayan Sissoko’ydu; imdadına yetişip, “bak böyle atacaksın birader!” diyerek, tek vuruşta köşeyi bulan isim de Alessandro Del Piero… Del Piero’nun futbolculuğu hala çok büyük, bunun yanında fahri olarak Del Neri’nin yardımcı antrenörlüğünü yapıyor gibi… Oyundan çıktığında; kenardan verdiği direktif ve moraller, Del Neri ile olan koyu muhabbeti bunu gösteriyor.Sonuç olarak; Milan bu oyun yapısı ve kadro seçimiyle daha çok “iyi maç” oynar ve sonunda “nasıl kaybettik yahu!” der… Juventus ise daha çeşitli bir kadroya ve uzun yolda daha başarılı olabilecek bir sisteme sahip. Inter’le farkı 3’de tuttular, Milan’la 2’ye indi. Lider Lazio ise bugün; son iki maçında iyi oynayarak kaybetmiş, Schuster’in tabiriyle “yaralı hayvan” modundaki Palermo ile oynayacak, üstelik Sicilya’da… 13:30’daki maç, Tv 8’den yayınlanacak. Kaçırmayın derim; Pastore’yi izlemek adına can atmak için, ille de Barcelona’ya gitmesini beklemeyin derim…

Maç Öncesi: Beşiktaş – Sivasspor

"Futbolcu adam duruşundan bellidir…” diye bir söz var ya, en sağdaki arkadaş bunu doğruluyor gibi değil mi? Neyse… Beşiktaş haftada iki maç oynamaya devam ediyor, bir müddet de öyle sürecek gibi. Bir Beşiktaşlı ve futbolsever olarak bu durumdan şikayetçi olduğum pek söylenemez, biraz bencilim bu konuda…

Yukarıdaki üç oyuncu da Sivas maçında yok, Quaresma’nın Porto maçına da yetişemeyeceği söyleniyor. Aurelio takımla çalışmış ama çift kaleye katılamamış, onun da daha zamanı var gibi gözüküyor. Cenk, Sivok, Ekrem direk sakat, yani koşamaz vaziyetteler… Bununla beraber Perşembe günü 120 dakika ter döken, bol bol yağmur yiyen adamlar var. Onların arasında “as” gibi gözüken oyuncular: İsmail, Guti, Zapo, Hilbert, Bobo, Tabata… İsmail’in yerine Üzülmez oynayabilir, zaten onlardan hangisine as diyeceğimizi şaşırdık, sürekli değişmeli takılıyorlar. Hilbert malum “made in Germany”, o yüzden bu hafta sonu da oynasın bir şey olmaz… Zapo zaten stoper, sıkıntı yok. Hafta içi oynanacak Porto maçından cidden ümitliyim; 9 puanları var, iki kritik oyuncuları yok, bununla beraber Beşiktaş maçı sonrası Benfica ile oynayacaklar. Muhtemelen rotasyona girebilirler ufaktan. Hadi ağzımdaki baklayı çıkarayım: Hulk otursun yeter... Adamı hasta etmesin! O yüzden ben, Bobo ve Guti’yi Porto’ya karşı diri görmek isterdim, muhtemelen Schuster de öyle isteyecektir…Tahmin ve umut karışımımla oluşturulan 11’e bakacak olursak, Porto’ya karşı çıkan takımla benzerlikler görüyoruz. Savunma ve ortasaha 1 adam haricinde tamamen aynı. Porto maçında yenen 3 golde de “ikincil hataların” ismi Toraman yerine, Mersin karşısında umut aşılayan Ersan… Sağ uzak forvette; Nihat yerine Holosko. Tamam, Holosko formda olduğu dönemlerin en fazla %60’ını oynayabilecek form ve moralde. Ancak, kendisi solda oynatılarak, bu performans değeri %20’lere düşürülüyor bence. En formda olduğu dönemlerde bile, sol kanatta bocalamıştı… (Gerek bu, gerekse de Onur’un sol forvet oynaması gerektiği konusunda, daha önce şöyle bir makale* yazılmıştı.)

O maçta Nobre’nin oynadığı gizli 9 rolünde, bu kez Tekke görülüyor. Stil olarak daha uygun bir oyuncudur zaten, bu değişim de tıpkı diğerleri gibi “olumlu”… Bir tek geriye Bobo – Onur farkı kalıyor. Sol forvetteki Bobo ile, yine o bölgedeki Onur arasında çok fark görmüyorum açıkçası. Hatta, o rolün asıl gereksinimlerini ortaya koyacak olursak, Onur biraz öne dahi çıkabilir. (Geri dönüşler, ortasahadaki pas alış-verişlere katılma, derin pas, uzun şut,…)

Hem kritik adamları dinlendiren (Guti, Bobo) hem de skoru elde edebilecek bir takımdır bence bu. Tabata dahi en faydalı olduğu oyununu, bu şablon ve mevki içersinde göstermişti yine Porto maçında. Ayrıca Rıza Çalımbay, ortasahada set baskı uygulatabilecek bir teknik direktör değildir. Yine bazısına adam, bazısına alan savunması verir, takımını zig-zaglaştır… Sonuç olarak kimin ne oynadığı belli olmaz, sağlıklı bir baskı uygulatılmaz. O nedenle, Beşiktaş geçmiş maçlara nazaran ortasahadan daha kolay çıkabilir bu maçta. Kısacası, her hangi bir kaza beklemiyorum…

Grileşen Formalar: Beşiktaş 3 – Mersin İ.Y. 0

Gençlerin günü dedik ama çıkan 11; 29 yaş ortalamasıyla bu senenin en yaşlı 11’i olabilir… Çoğu da uzun süredir maç temposundan uzak kalmış isimlerdi. Bununla beraber yağışla ağırlaşan zemin, zamanla direnç kazanan rakibe baskı yapma zorunluluğu, gerekli gollerin geliş süresini yükseltebilirdi.

Yükseldi de, 3 golle biten maçın açılışı 100. dakikada oldu. Fakat Beşiktaş pozisyon bulmakta zorlandı da mı, bu goller gecikti? Hayır… Özellikle beklerin olağan üstü çabasıyla, Beşiktaş gerekli pozisyonları buldu, topu içeri atamadı. Bunda, Beşiktaşlı oyuncuların üzerindeki “kazanamama” baskısı etken olabilir. İki golle maçı bitiren Bobo, maç 0-0 giderken daha rahat gol yapacağı pozisyonlar yakalamıştı mesela…

Evet, bugün bekler tek kelimeyle muazzamdı. Bir takımın bekleri, hücum anlamında ancak bu kadar katkı yapabilirdi kapasitesine oranla. İsmail, ne denli bir potansiyel olduğunu bir kez daha hatırlattı. Hilbert’le ise, bir kez daha sağbek piyangosunun farkına vardık. Genel olarak 120 dakika futbol oynamaya çalışan, mücadelesini veren, Schuster’in sene başında aşılamaya çalıştığı duyguya cevap verip; “golden sonra durmayan” bir takımın içinde, en çok grileşen forma beklerindi…Bir de Guti vardı tabii… 117. dakikada, yerde kalmasına ve maç boyunca bitap düşmesine rağmen, hemen kalkıp stopere pres yapan Guti… Ya biri O'na "Mersin buraların Valencia'sıdır" demiş, ya da bu adam hakikaten büyük insan... Az önce bahsettiğimiz beklerin güzel oyununda, en büyük pay sahibi kendisiydi. Boşa çıktıklarında genelde topla buluştular ve o toplar %90 oranında Guti’den gitti. Dirençsiz bir ortasahanın içinde olduğu için, topsuz oyunda da geçmişe oranla daha büyük efor sarf etmesi gerekiyordu, 120 dakika o konuda da elinden geleni yaptı. Kimine göre hem Quaresma, hem de Guti “yatmaya geldik!” demişlerdi imza atarken, ama zamanla görülüyor ki; her ikisi de “ispat” için burayı seçmişler…

Yusuf, 4-3-1-2’nin soliçinde yer alıyordu, yani ortasahada… Bu gelecek için hem Yusuf, hem de Beşiktaş adına bir tehlike olabilir. Sonu Delgado’ya benzeyebilir… Bugün rakibin standardı belliydi, yeterince direnç koyamadı ortasahada. Defansif zaaf bir kenara, dönen topları alamayan bir ortasahanın hücuma da katkısı yoktur, isterse her biri top cambazı olsun… Nitekim; Necip ve Onur takıma dahil olduğunda görüldü ki; ortasahadaki “direncin” asıl hedef noktası hücum yapmaktır… Guti ve Ernst-Necip-Onur’dan ikisi ile kurulacak bir ortasaha 3’lüsü, özellikle İnönü maçları için idealdir. Onur, bugün topun dolaşmasında Guti’ye epeyce yardımda bulundu. Asisti de gayet şıktı…Ersan, yine zor bir ortasahanın arkasında oynamasına rağmen, tıpkı İBB maçında olduğu gibi hiç sırıtmadı, hatta gayet iyi gözüktü. Özelikle ön baskıyla ortasahada karşıladığı toplar, hızlı dönüşleri, ikili mücadelelerden galip çıkması, her iki ayağıyla topu oyuna “doğru” sokma çabası, 81. dakikadaki frikikte; kendisini topun başına çeken özgüveni ile mutlaka daha fazla süre alması gerektiğini kanıtladı. Hele de Schuster’in oyun yapısında…

Fatih sıçrama yeteneğinden pek bir şey kaybetmemiş, bugün yakalanan ilk fırsatta bunu gösterdi. Daha doğru kurgulanmış bir takımda, kesinlikle iş yapacaktır. O izlenimi veriyor… Bobo’nun yokluğunda orta forvet oynayacak insanın, sırtı dönük aldığı topu 10 metre geriye atacak cinsten biri olmayacağını bilmek sevindirici… Ayrıca Quaresma’nın trivelaları artık daha fazla cevap bulacak gibi. Holosko’nun da Plazen’e attığı muazzam gol başına bela oldu. O gün bugün, kendisini %95 oranında solda görüyoruz…

Maçın hiçbir noktasında telaş yapmadım diyebilirim... Bir gol sonrası kolayca 3’e, 5’e gideceği belliydi, doğaldı. “Eh be kardeşim, alt tarafı Mersin maçı amma konuştun!” da diyebilirsiniz. Ama ben, 120 dakika maçın içinde olan, formasını çamurla grileştiren bu takımı sevdim. Özellikle Necip ve Onur sonrasındaki kısmı... Asıl mesele budur; iştahı kaybetmemek lazım. Teknik olarak elbet hatalar vardır, çıkan 11’de olduğu gibi… Ancak takımın oynama arzusu, teknik detayların önüne geçiyor çoğu zaman. Zamanla hallolur, Schuster’e güveniyoruz diyorsak, bu kuru bir cümle olmamalı…

Maç Öncesi: Beşiktaş – Mersin İdman Yurdu

Kağıt üzerinde “nefes alma” periyodu olarak gözüken fikstür başlıyor Beşiktaş adına. Bununla beraber Guti ve Tekke’nin sahaya dönüşü iyi birer sinyal. Mersin maçı hem galibiyeti hatırlamak, hem de kenarda köşede kalmış bazı oyuncuları değerlendirmek açısından iyi bir fırsat. O nedenle bu tip maçlar hep ilgimi çekmiştir, sahada ve tribünde farklılıklar yaşanır. Evet, böyle maçlarda tribünler de farklıdır… “Beşiktaş olsun, gerisi teferruat” diyen insanlar uğrar böyle maçlara, skor elde edildiği taktirde ilginç tezahüratlar türeyebilir… “Pascal bizi diskoya götür!” mottosu Üsküdar Özsahrayıcedspor maçında çıkmıştır mesela… O maçın “sahadaki” farklılığı ise; forma şansı bulamayan Fazlı’nın harika kafa golleriyle hat-trick gerçekleştirmesi ve o gollerde büyük pay sahibi olan altyapı ürünü Salih’in içine Beckham kaçmasıydı…

Yarın yine sahada ve tribünde farklılıklar yaşabiliriz. Ağır sakatlık geçiren ve uzun süredir takımla çalışan, hatta çift kalelerde oynayıp, goller atan Rıdvan’ı sahada görebiliriz mesela… Bununla beraber çok merak edilen Zapo – Ersan tandemi için de iyi bir fırsat. Geçtiğimiz ay profesyonel yapılan ve U19 milli takımına sürekli çağırılan Furkan Şeker’in, Zapo’nun yerine sahada olmasını isterdim. Ancak, bu buhranlı dönemde Schuster’in “riskli” gözüken bir 11’le sahaya çıkmamasını da anlayabilirim… Twitter hesabında Atınç; “ben yine de kendimi kampa alayım da, ne olur ne olmaz :)” tadında bir şey yazmış. Bir umudu var, anlıyorum… Kayseri’ye yedek adayı olarak götürüldü, demek ki Schuster’in aklında var bir köşesinde. Bugün olmaz, yarın olur… 2 metrelik kardeşimizi yeniden göreceğiz bu forma altında.Ortasahada yine Fink, Ernst’i yormama kontenjanından dolayı sahada olabilir. İçlerde; Necip – Onur – Tabata 3’lüsünden ikisi yer alacaktır. Necip’e son dönemde fazla yük bindi, o nedenle en makulü Onur – Tabata gibi duruyor… Bu maçta “ayağı alışsın” misali, Guti’ye de süre verebilir Schuster, tedirginlikle tahmin ediyorum. Bu arada; Cenk sakat, zaruri durumlarla yeniden Rüştü kalede oynayabilir. Hem, maç eksiği de var…

Hücuma gelecek olursak; Nobre sakat, Bobo yorgun, Fatih Tekke arzulu. O nedenle orta forvet 33 numaranındır… Bir üst karede “bir de biz ekmek yiyelim be abi” dercesine Hakan’a şut atan Ali Kuçik, Porto maçı sonrası A Takım’la çalışmaya devam etti. Bu maçta forma giymesi yüksek ihtimal, 11 veya kenardan... Umarım 11 olarak çıkar. Filip de çok oturdu… Bu maçta Yusuf da yeniden formasını giyebilir, Ali 11 başlasın, 70’de değişsinler. Güzel görüntü olur…Mersin’in kadrosunu dikizleyecek olursak, Süper Lig’de adı duyulan birkaç iyi adam görüyoruz; eski Galatasaraylı kaleci Kerem, Altay dönemlerinden hatırlayacağımız ortasaha Fatih Egedik, Musa Kuş, Fatih Şen, beleşçi diye tabir edilen Yunus Altun, bir de alt liglerin Hakan Şükür’ü Şehmus Özer… Kadroda bazı yabancı oyuncular da var; en ilgimi çeken ise Romanya Ümit Milli formasını da giymiş, 21 yaşındaki Vlad Bujor adında bir genç oldu. Emenike’den sonra, alt liglerdeki takımların genç transferlerini hafife almamak gerek. Bir de kişisel olarak; her ne kadar henüz forma şansı bulamasa da, eski mahalle arkadaşım Orhan’ın Mersin’de oynaması da bir başka olay… Zamanında Okocha çalımını yedirdiğimiz adamın, Guti ile karşılıklı oynama şansı var… Vay arkadaş!


Maç Saati 20:00 - Yayın: Kanaltürk

Mahallede “Bitirici” Diyin Gösterirler: Şahin Aygüneş

Şu sıralar, gol oburluğu yaşayan Kasımpaşa’nın en değerli iki oyuncusundan biridir Şahin, diğeri ise Yekta… Geçtiğimiz sezon Karlsruher alt yapısından, Kasımpaşa’ya geçen 20 yaşındaki oyuncunun en önemli özelliği “temiz” gol vuruşlarıdır. Yakaladığı pozisyonlarda şut atmaz, gol vuruşu yapar… Bu sezon Fenerbahçe’ye attığı golle bu özelliğini bir kez daha konuşturmuş; Gerd Müller’in, Dünya Kupası Finali’nde Hollanda’ya attığı gol misali, topu “rakip stoperin kapattığı köşeye” bırakarak, kaleciyi önsezi kontrpiyesinde bırakmıştır… Fiziki yapısı, hatta "koşuşu" da Müller’i fena halde andırıyor ayrıca.
Bununla beraber, sadece pozisyon “yakalamaya” çalışan bir oyuncu olmayıp, maç içersinde pozisyon “yaratma” çabasına da düşen bir oyuncudur. Bunu yapacak tekniği, orta karar sürati ve “etrafını pozisyona sokacak” pas özelliklerine sahiptir. Handikapları, genelde mental özelliklerinde baş gösteriyor. Mesela; daha basit oynaması gereken yerlerde, iki kişi arasından kurtulmayı deneyip, çıkmaz sokaklara girebiliyor…
Yılmaz Vural’lı Kasımpaşa, baklavalı düzeniyle genelde kanatlardan gelmeyi yeğliyor, cepheden ise sadece Yekta’nın ayağına bakar vaziyetteler. Bu oyun tarzı Şahin’e biraz ters esasında. Kendisi, Schuster’in 4-3-3 orta forveti için tarif ettiği normlara uyan bir oyuncu; araya koşu yapar, yakaladığını %80 oranında bitirir. Bununla beraber tekniği iyidir, ayağına giden top, duvardan seker gibi geri gelmez… Şahin’in iyi bir eğitimden geçirilmesi, akabinde mental problemlerini gidermesi durumunda, gayet modern bir santrafor olabileceği kanaatindeyim…

Seri Sonu: Kayserispor 1 – 0 Beşiktaş

Bir mağlubiyet daha… Ama bu kez farklıydı, geçtiğimiz sezonlara benzeyen tepkisiz kalınmış bir maçtı Beşiktaş adına. Bir buçuk saat sonra Napoli de maç kaybetti, geçen haftaki Beşiktaş gibi. O an, bu maça neden bu kadar üzüldüğümü anladım…

Onur’u sahada görmek sevindiriciydi, fakat öte yandan “sıkıntılı” adam sayısı fazlaydı. Nihat, Toraman, Fink, Rüştü, beline üst üste maç binmiş Üzülmez… Nihat baya gençleşmiş, u14 kategorisine yakışır şutlar atıyordu... Bir de o “ah nasıl kaçtı be!” surat ifadesi yok mu?

“Toraman’dan neden stoper olmaz?”dersleri devam ediyor, hem de video destekli… Bugün yine adam kontrolü yerine, topa güdümlü olmasıyla bolca pozisyon verildi, birinde Furkan boş kaleye atamadı. Zapo’da bu basit stoper bilgisi var, o nedenle Rüştü’nün boşa atladığı pozisyonda, topu Santana’nın önünden aldı. Ama Zapo hata yaparsa, arkasında hata toparlayacak bir başka stoper yoktu, Porto maçında görüldü. Beşiktaş, yarım stoperle lig ve Avrupa Ligi yarışını sürdürüyor, ters sonuçların ana kaynağını bulmak çok zor olmasa gerek… Devre arasında Sivok’un dönmesi, hatta kendisine bir yancı transfer edilmesi şart gözüküyor. Serdar Kesimal’dan bu maçta iyice emin oldum, harika bir savunmacı. Beşiktaş’a gelmesini isterdim, fakat Kayseri’nin Serdar’a karşılık Fulya’yı isteme tehlikesi de var tabii…

Fink konusunda hoca haklı çıktı. Maçsızlıkla pek alakası yok, mantalite olarak pek yakışmıyor bu oyun tarzına. Top savunmadayken saklanıyor, baskı altındaki oyuncuya kendini gösterip, pas imkanı sağlamıyor. Topsuz oyunda ise gayet hantal, bir kere müdahale yaptı, o da faul oldu. Onur’un zayıf fiziğine rağmen daha net müdahaleleri var. Zaten savunma artık fizikten öte “akıl” oldu günümüzde. Mesela Onur zayıftır, ama inanın Mustafa Sarp’tan, Fink’ten daha etkili savunma yapar. Pozisyon alışıyla, hareketliliğiyle, müdahale bilinciyle…

Onur demişken; kendisi bu maç sahte 9 – forvet arkası arası bir şey oynadı. Özgüveni, arzusu, enerjisi yine yerindeydi fakat çok zor bölgeydi. Hele de, 10 kişi topun arkasına geçen bir rakip karşısında, merkezde çözüm üretmek çok daha zorlaşmıştı. Bir kere solda göründü, Bobo’ya etkili bir pas indirdi. Maçın genelinde sola yakın oynasa, Kayseri daha genişler, pozisyon şansı artardı Beşiktaş adına. Sağdaki Nihat handikabına rağmen… Maç öncesi başlığı altında, bir arkadaşımız yorum düşmüş; “Necip daha net şut imkanı bulacakken, bir pozisyonda topu Nihat’a verdi.” Cidden bu durum da sıkıntılı, bir dönem Hakan Şükür, Henry gibi oyuncular için de bu tarz bir şikayet vardı. Sahada sağa sola fırça çeken bir “ağabey” varsa, genç oyuncuların pek seçim şansı kalmıyor. Bu amatör futbolda da, halısahada da aynı durum… O nedenle “varlığı yeter” desek de Beşiktaş’ın çocuğuna, sanki “varlığı zulüm” noktasına doğru ilerliyoruz…Beşiktaş’ın tepkisiz kalma nedeni başlıca buydu; Kayseri’nin 10 kişi ile topun arkasına geçmesi, Beşiktaş’ın merkezden gelmesine izin vermesiydi. Beşiktaş da maç içinde bir B Planı bulamadı, golü oluruna bıraktı. Aynı mantık Kayseri’de de vardı, fakat daha dirençli ve bilinçlilerdi. “Atan kazanır” dedirten gole, daha yakın olan Kayserispor’du. Son dakikada da olsa, atıp kazandılar. Yalnız “son dakikada öyle gol yenmez” demek istiyorum… Beşiktaş’ın önpresi arttırması gerekiyordu, yoksa bu ortasahanın derinde kazanılan toplarla takımı pozisyona sokması zordu. Yine de gole yaklaşılan anlar oldu, Fatih Tekke’nin auta giden kafası içeri girse, her şeye rağmen 3 puanla giderilmiş bir hafta olabilirdi. Tekke’yi, uzunca süre sahalarda olmamasına rağmen oldukça hazır buldum. Kesinlikle faydası olacaktır ilerleyen zamanlarda.

Tekke döndü, Guti döndü, Quaresma’nın eli kulağında… Bununla beraber Beşiktaş, Galatasaray deplasmanına kadar 4 maçlık kolay denebilecek bir seriye giriş yapıyor. Sorun büyük olmasa da, iyi takım denilen her rakibe puan dağıtılması sıkıntı. Bursa da, Beşiktaş’ın geride bıraktığı seriden daha sertiyle karşı karşıya kalıyor bu haftadan itibaren. Az hasarla atlatırlarsa, Beşiktaş’ın sıkıntısı soruna döner. Aksi halde, Beşiktaş yine de ilk yarıyı zirveden uzaklaşmadan noktalayabilir. Sivok’un dönmesi, devre arasında akıllı bir transfer stratejisi önemli. Maçı izleyen Hiddink, Kesimal ve Hasan Ali’yi yazmıştır bir kenara… Özellikle Hasan Ali’den çok etkilendiğimi söyleyebilirim. Ofansif yetenekleri ortadaydı, dün defansif özelliğini de konuşturdu. Özellikle iki adet ters kademesi vardı ki, muazzamdı. Kayseri genel olarak iyi bir takım olmuş, üstelik yaş ortalaması da düşük. İyi taranarak bulunmuş gurbetçilerle, kenarda köşede kalmış faydalı yabancılarla bir harman oluşturmuşlar. Küçük bir Udinese tadında… Bu arada, aynı Hiddink’in Toraman’ı silmesi de muhtemeldir.

Schuster, Necip ve Onur’lu bir 11 çıkartarak “gönlümde” 1-0 önde başladığı maçı, B Planı üretemeden kaybetmesiyle 1-1 sonlandırdı. Bir kez daha görüldü ki; Beşiktaş’ın bu savunmasıyla “rakibi kontrol” ederek maç kazanması zor. Dün akşam, Schuster’i oyun felsefesinde eleştirilenlerin istediği gibi bir kurgu vardı, yine mağlup olundu. Üstelik rakibe eskisi kadar sahayı dar edemeden…

Maç Öncesi: Kayserispor – Beşiktaş

Özel uçakla Kayseri’ye yol alan kafileye göz atalım öncelikle; Rüştü Reçber, Cenk Gönen, İbrahim Toraman, Tomas Zapotocny, İbrahim Üzülmez, İsmail Köybaşı, Michail Fink, Fabian Ernst, Necip Uysal, Roberto Hilbert, Onur Bayramoğlu, Nihat Kahveci, Bobo, Fatih Tekke, Holosko, Yusuf Şimşek, Ersan Gülüm, Guti Hernandez, Atınç Nukan.

Kadro 19 kişilik, en sürpriz isim olarak duran Atınç Nukan yedek adayı olarak götürüldü sanırım. Toraman takımdan ayrı çalışıyordu çünkü, son durumu öyleydi… Bu durumda, uzun zamandır hayalini kurduğumuz Zapo – Ersan tandemini görme ihtimalimizde artıyor. Ben Ersan’dan umutluyum. Her haliyle futbolcuya benziyor bu arkadaşımız. Kendisini ilk kez, doğru kurgulanmış bir takımın içinde izleyebiliriz. Götürülmemesi sürpriz olan isimler var; Hakan ve Nobre kadro yok, “uzak doğu suikastçılarını” andıran yeni imajıyla göz dolduran Tabata ise cezalı. Hakan’ın biraz maç ortamından uzak kalması hayırlıdır… Fatih Tekke ise ilk kez 18’de olacak sanırım. Ya da erken konuşmayalım, hostesi çağırırken kolu molu çıkmasın sonra uçakta…
Maça dair ön analizlere, Kayseri hakkında bir iki kelâm ederek giriş yapmak istiyorum. Sağbeklerinde stoper kılıklı bir çocuk var, kendisini tuttuğumu blogta da açıkça ifade ettiğim Serdar Kesimal. Yani bu maçta Bobo gibi bir ismi sola yakın oynatmak çok mantıklı olmaz ki; zaten kadroda Nobre de yok… Bobo bu maçta ortaforvet oynayacaktır. Solda ise mutlaka Onur olmadır bana göre. Onur; içe de hareketlenen bir oyuncu olmasıyla, Serdar’ı üstüne çekecek ve iyi pas becerisiyle İsmail’i bol bol çizgiye kaçırabilecek bir stile sahiptir. Her zaman Hilbert’in üzerinde durulan, sürpriz bek çıkışlarını, bu kez İsmail daha sık yapmalıdır bana göre…Kayserispor 4-3-3 oynayan ve tıpkı Beşiktaş gibi savunmasını zaman zaman öne atan bir takım. O nedenle, Holosko’yu bu maçta ideal yerinde, yani sağ forvette görmek isterdim. Zaten giden kadroya bakacak olursak, ya Holosko oynayacak ya da Nihat… Holosko, üzerine takımın “yaratıcılık” yükünü almadığı sürece, iyi bir yardımcı oyuncudur. Onur gibi bir ismin solforvette, Bobo gibi pozisyon hazırlayan bir yeteneğin ortaforvette ve Guti’nin ortasahada olduğu bir ortamda; akıcılık özelliğini sağ bölgede kullanabilecektir… Ayrıca Holosko’nun “geri dönüşleri” de önem arz eder bu maçta. Guti, Porto maçında Tabata’nın yaptığı kadar bekine yardımcı olabilecek tempoya sahip değil, zaten bu mücadeleyi ondan beklemek de yersiz olurdu. Holosko’nun bekine yardımları önemli, böylelikle Guti’nin de yükünü bir nebze alacaktır. Bilindiği gibi; Kayseri’nin solbekinde Hasan Ali Kaldırım adında önemli bir yetenek var. Ani ve etkili çıkışları olabiliyor. Holosko’nun hem bunları önleyebilecek, hem de Hasan Ali’nin boşalttığı kadrajlara girebilecek gücü vardır, en kötü gününde bile bunları yapan bir oyuncudur…

Bu deplasmandan sonra Mersin kupa karşılaşması, daha sonra ise hafif zorlayıcı lig maçları geliyor Galatasaray derbisine kadar… Bu deplasmandan alınacak galibiyet, 15 puanlık serinin ilk çentiği olabilir...

Mahmut Tekdemir

22 yaşındaki oyuncu, İstanbul Belediyespor’un altyapısından çıkmış sayılır. 15 yaşında amatör transfer yapmış ve burada profesyonel olmuş. Muhtemelen Abdullah Avcı; bu camiaya ayak basışından itibaren, kendisini gelecekte önemli bir “taktik oyuncusu” olacak şekilde yetiştirmiş, gelişimini izlemiştir. Özellikle bu yıl Mahmut Tekdemir’de önemli bir sınıf atlama görülüyor. İBBSpor da bunun semeresini fazlasıyla alıyor… Bu sezon izlediğim maçlarında, Mahmut’u 3 farklı bölgede gördüm. Stoper, 4-3-3’ün defansif ortasahası ve iç oyuncusu olarak… Daha çok, Beşiktaş’ta Aurelio ya da Ernst’in rol aldığı bölgede yer alıyor. Hemen her iyi maçında da kendisini o bölgede görüyoruz. Dönen topları almakta başarılı, topla buluştuğunda asla bocalamıyor ve risk almamayı yeğliyor… Bugün bir özelliğini daha keşfettim ki; tıpkı Aurelio gibi “baskı yapan oyuncu” ile topun arasına girerek, zaman kazanıyor. Bunu yaparken topu daha ölü bölgelere sürerek akılcı bir seçenek kullanıyor.
İki ayağıyla da top süren, garanti pas yapan, şut atan bir oyuncu. Şuan İBBSpor’a “modern takım” diyebiliyorsak, bunda çok büyük katkısı var. Bir diğer ortasahaları Gökhan Süzen’in, Kasım ayındaki “yeni milli takım oluşumunda” yer alacağı söyleniyor. Aurelio ve Selçuk’un sakat olduğu ortamda, Tekdemir’e de fırsat doğabilir… Zaten kendisi halı hazırda Ümit Milli Takım’ın değişmez oyuncularından. Ancak bu kategoride yaş haddine takılmak üzere…
Fink’in gönderileceği kesin, Aurelio’nun dönüşü “muamma” olan bir ortamda, devre arasında Beşiktaş için de iyi bir “rotasyon transferi” olurdu…

Serie A Maç Yayınları TV 8'de Başlıyor

Inter gücünü korumuş, Juve ve Milan kadrosuna kalite katmış, 7 kız kardeşler'den Lazio yeniden atağa kalkmış, Genoa, Palermo ve Napoli gözünü yukarılara dikmişti bu sezon. Kısacası; geçmiş yıllara nazaran hareketlenen bir Seria A vardı, fakat adam akıllı bir yayıncısı yoktu.

Gün güzel haberle başladı, TV 8 yayın haklarını almış ve bu hafta naklen maçlara başlıyorlar;

Pazar 21-45: Inter - Sampdoria
Pazartesi 21:45: Napoli - Milan

Bizde bu platformda, yeniden bazı Serie A maç analizlerine, oyuncu değerlendirmelerine başlayacağız sanırım. Özellikle Kayseri-Beşiktaş maçının üstüne, Napoli - Milan nefis gider...

Uruguay Görünümlü Beşiktaş

Schuster’in basın toplantısında dillendirdiği, Manisa'ya karşı oynayan takıma eklenecek “tek farklı isim” Nihat olmuştu. Zaten pek de seçenek kalmamıştı… Çıkan kadro; Beşiktaş’ın ve Schuster’in bu sezon uyguladığı “önde basan” anlayışın değişmeyeceğine işaretti. Ancak farklı bir plan vardı bu kez hücum hattında, bana direk Dünya Kupası’ndaki Uruguay’ı anımsattı…

Bobo, tıpkı Cavani gibi kenara açılan ikinci santrafor gibiydi. Nihat ise Suarez… Özellikle Villareal’de “Suarez” tadında oynuyordu zaten kendisi. Halen canlı skorlarda, Villareal adını görünce refleks olarak “Nihat atmış mı acaba?” diye bakasım gelir… Maçın ilk anlarında umut vaat ediyordu Nihat, özellikle de hücum anlamında. Aradan bi’ 3 yıl çekme imkanımız olsa, girdiği ilk pozisyonda topu ayağından fazla açmadan gol yapabilirdi. Ama artık eskisi gibi olmasa da, maçın ilk yarısında “eskiye en yakın” performansını veriyordu…Maçın bana göre en şaşırtıcı performansı Nobre’den geldi. Evet, Forlan rolü de O’nundu… Rol paylaşımlarında “ana karakteri” en az aratan da Nobre oldu, resmen 9.5 numara gibi oynadı. Ortasahada pas opsiyonları oluşturdu ve hepsini doğru kullandı. Nihat’a sol ayağıyla derin top bile bıraktı… Bobo’yu fiziki mücadeleden uzak tutup, maç boyunca diri kalmasını sağladı. Hücum üçlüsünün, “topsuz oyunda” geriye en fazla yardım eden isimdi aynı zamanda…

Genel olarak takım maksimumunu veriyordu maçın ilk anlarından beri. Üstelik 13’de 12 yapmış Porto karşısında, önde baskı oyunundan taviz vermeden, “maçı kazanabilirim” hissini uyandırıyordu… Bu; bir Beşiktaşlı olarak beklemediğim bir performanstı açıkçası. Maç öncesi “çizgi biraz geri çekilmeli mi acaba?” diye düşünsek de, Beşiktaş aynı düzeniyle varlığını hissettiriyordu. Zaten yenen gollerin hiç birinde çizgi savunma sendromu yaşanmadı… Mevcut 11 ve geri dönüş zaafları yaşayacak hücum hattıyla "önde baskıdan" başka çare bir savunma şekli de yoktu...

Muhtemelen yarın çok konuşulacaktır; “Porto’ya karşı da hücum oynamaya çalışırsan böyle olur!” edasında… Beşiktaş bir maçlığına geçmişe dönüp, savunmasını arkaya atsaydı; skor olarak daha iyi bir sonuç alamayacağına eminim. Hatta, bir iki yan topta Falcao’yu “pivot santraforlaştıran” savunmayı görünce, çok daha kötü olabilirdi diye düşünmeden edemedim… Üstelik Beşiktaşlılara “maçı kazanacağız” hissini hiç uyandıramadan, denemeden, yorulmadan teslim olunabilirdi. Büyük ihtimalle öyle de olurdu…Ancak bugün, onca eksiğe rağmen kendi oyununu oynayan ve Porto’ya giderini yapan bir Beşiktaş vardı sahada. İlk goldeki hataları (Evet sadece Hakan değil, sabit durduğunda sıçrayamayan Toraman’ın da hatası vardır) es geçtim, Zapo’nun Metalist ve Fenerbahçe dejavusunu yaşattığı “topa çekimser kalma” olayı gerçekleşmese, Beşiktaş bugün mağlup çıkmayabilir, hatta kazanabilirdi… Hatta oyundan düşen Nihat’ı sahada tutup, “stoper çıkartma” hamlesini yapmasaydı Schuster, belki farklı şeyler yaşanabilirdi... O “anlamsız” tercih: Boşu boşuna Necip’i geri attı, ortasaha baskısını düşürdü, Hulk’un yeşermesine imkan tanıdı... Ali Kuçik; hem ilk resmi maçını Porto karşısında oynayacak kadar şanslı, hem de kendisini gösterme fırsatını böylesine “yüksek seviyeli” bir maçta yakaladığı için şanssızdı… Ayağı titredi bugün, ezmeyeceği topları ezdi. Normal şartlarda Nihat’ın pasına sadece harika hareketlenemezdi, çok da güzel bitirirdi. Normaldir... Umarım A Takım’la çalışmaya, süre almaya devam eder.

Beşiktaş’ın da tıpkı bugün Porto’nun yaptığı gibi; “zor oldu ama kazandık” dedirten, sistemin ve yeteneklerin “kendiliğinden” maç kazandığı hale ulaşması için daha epey bir zamanı var. Bu yolda Schuster doğru isimdir. Bu felsefeye yatkın oyuncuların eklenmesilye, kadronun kalite seviyesi yükselecektir zamanla. Bunu yaparken Porto gibi az maliyetle geçiştirmek, hatta üzerine para kazanmak için scout sistemi de şarttır…

Beşiktaş'ın, Dünya Kupası'ndaki Uruguay'a en az benzeyen tarafı "gol şansıydı" bugün. Sonuca üzüldüm ama kesinlikle “mutsuz” değilim… Guti’nin ve Quaresma’nın döndüğü Beşiktaş; Fernando'yla Maicon’un olmadığı, “9 puan” rahatlığındaki ve o maçtan 3 gün sonra Benfica’yı ağırlayacak olan Porto der ve giderim…

Avrupa Ligi: Beşiktaş 1 - 3 Porto

Maç Öncesi: Beşiktaş - Porto

Galiba en kısa “önyazılardan” biri olacak. Bu kadar önemli bir maça yakışmayacak ama ne yapalım… Malum, üzerinde çok tartışılmayacak bir avuç kadro kaldı Beşiktaş’ta. Pek seçenek yok gibi… Hele ki ortasahada; Necip ve Ernst isimleri UEFA kriteri gibi oldu bu maç için.

Onur, Fink, Yusuf verilen listede yoklar. Normal şartlarda 18 tamamlanamıyor, fakat 21 yaşın altında, 2 senedir kulübün bünyesinde var olmuş oyuncular eklenebiliyor bu durumda. Furkan ve Caner şu sıralar Galler’de, U19 Milli Takımı ile eleme maçı oynuyorlar. Zaten onlar da defansif isimlerdi, elde kalan diğer profesyonel yapılmış gençler de savunma ağırlıklı. Hücum anlamında bir derinlik sorunu çekilebilir, bu da Ali Kuçik ile giderilecek sanırım. Ancak ortasahada hiç derinlik yok… Emir Alagöz kriterlere uyuyor, fakat profesyonel yapıldığı haberi doğru mu, yanlış mı hala ortaya çıkmadı…

Schuster de açıklamasında “son 11’de tek bir değişiklik yapacağım” demiş Porto maçı için. Kimin çıkacağı belli: Fink… Kimin Fink’in yerine dahil olacağı ve nasıl bir 11’le çıkılacağı konusunda olasılıkları “yüksekten, düşüğe göre” sıralayalım;En büyük olasılık bu bence, Schuster’in daha önceki 11’lerine yabancı değil… Tabata’yı ortasahada da düşündüğünü biliyoruz, Nobre – Bobo – Holosko üçlüsünü sevdiğini de… Büyük ihtimalle Ernst Fink’in görevini alır, Tabata içe çekilir; 4-3-3 tadında bir takım sahaya sürülür. Bir de böyle bir ihtimal var ki; bana göre çok daha makul… Ortasaha daha dirençli, savunma daha “bilinçli”… Zapo – Ersan tandemini herkes gibi ben de merak ediyor ve iyi olacağını tahmin ediyorum. Ancak hem bu tandem, hem de Toraman’ın defansif ortasaha olması fazla yenilik olur Schuster için… O nedenle bu olasılık biraz düşük.Son şekilde görülen olasılık durumu; “Hoca Mustafa Denizli’ye telefon etmiş” dedirtebilir… İlk kadroya benzer bir durum, fakat bu oyuncularla 4-2-3-1 oynamak daha elverişli. Sofya maçında kısa bir süre buna benzer bir dizilişe dönüldü, Manisa karşısında 10 kişi kalan takım yine böyle bir hal almıştı zaruri durumlardan… Schuster, Nobre’yi ufak ufak “kenar forvet” olarak görmeye başladı. O nedenle bu 11’in de olasılığı düşük olsa da, ihtimal dahilinde…

Bütün tahminler Schuster’in “1 değişiklik yapacağım” sözü üzerinde gerçekleşmiştir, onu belirteyim… Hangisi daha iyi derseniz; ben ikincisini seçerdim... Sonuç olarak Porto’nun kazanması normaldir. Hele de, rotasyonu daha sağlıklı gerçekleştirmiş ve İstanbul’a gücünde gelmiş bir Porto’nun, 18 çıkaramayacak duruma düşmüş Beşiktaş’ı yenmesi daha da normaldir… Schuster beraberlik demiş, iyi olur bu ortamda. Kazanırsak, harika olur… Beni futbola daha da sıkı sıkıya bağlar öyle bir sonuç.Ama en azından Beşiktaş’ın silik kalmayacağını biliyorum. Skor beni mutsuz etmez, Beşiktaş’ı silik ve plansız görmek mutsuz eder… Bu takım her ne koşulda olursa olsun reaksiyon gösterir. Bugün yenilir, yarın yenilmez, öteki gün yener… Sonuçta 1 günde olacak işler değil bunlar; karşı taraftaki Porto, Beşiktaş’ın bu sene edinmeye çalıştığı felsefenin üzerinde yıllarca duruyor. Hem de daha doğru, “ince eleyip, sık dokuyarak” bulunmuş oyuncularla…
Beşiktaş’ın amacı bu kategoriye girmektir. Bugün, bu kategori takımlarının el altındadır, yarın yükselmeye başlar. Bir Barcelona olamaz ama bu felsefeyle Porto, Lyon mertebesine erişebilir Beşiktaş… Schuster ve büyük takım felsefesi inadımız bundandır…

Kısa olacak dedim, uzun oldu galiba yine. Demek ki neymiş; konu Beşiktaş ve futbol olunca, muhabbet ister istemez uzarmış…

Hafifletici Sebepler: Beşiktaş 2 - 3 Manisaspor

Her ne kadar, maç öncesi yazısında da belirttiğimiz üzere, Onur’un oynamasını beklesek de Fink’in yerine; oyuna başlanan 11, Guti ve Quaresma’nın yokluğunda çıkılabilecek “ideal” 11’lerden biriydi... Fink’e yanlış seçimdi diyemeyiz; Ernst – Necip ortasahasının iyi referansları vardı ve Fink de, pekâla “Aurelio” görevini görebilirdi ilk bakışta… Ama pek öyle olmadı maalesef. Hem maç temposundan uzak kalması, hem de bu sisteme uyumsuzluğu sebebiyle bir hayli sırıttı Fink. Ne Aurelio gibi “stoper kademelerinde” yer alabildi, çoğunlukla boşlukları kapatamadı; ne de Ernst gibi hareketli ve baskılı olabildi. Kendisini bu sisteme uygun görmeyen Schuster’i haklı çıkarttı bir nevi… Guti’nin yokluğunda, ortasahada “incelik” eksikliği olduğu bir ortamda, Onur daha uygun bir seçenek olurdu sanki...

Beşiktaş, gol bulma konusunda pek sıkıntı çekmeyecek gibiydi maçın başlarında. Dirençli ortasaha ön baskıyı iyi yapıyor, Nobre – Bobo ikilisi “içeriyi” karıştırıyordu. Ama aynı ortasaha baskısı Manisaspor’da da vardı. Kendi yarı alanlarına kadar Beşiktaş’ın hazırlık pası yapmasına izin veriyorlardı, fakat orta çizgide kademeli ve kalabalık şekilde prese koyuluyorlardı. Öyle bir anda Necip, acemice “riskli” bir paralel pas attı, sonucu gol oldu. Aslında aynısını Rapid Wien maçında Holosko da yapmış, sonra gidip kendi hatasını kapatmıştı. Rakip baskı yaptığı anda yapılabilecek en kötü seçenek; gelişi güzel şekilde atılan bir “paralel” pastır…

Aynı Necip, bu kez rakip kaleye tehlike oluşturacak şekilde “derine” lob bir top attı. Nobre’nin müthiş çabası, Bobo’nun golü… Maç dengelendi. Ancak Beşiktaş’ın gol bulma şansı kadar, gol yeme olasılığı da yüksekti. O olasılıkların, her iki taraf için de en güçlü tarafı “duran toplardı” ve piyango önce Manisa’ya vurdu… Daha sonra Tabata acemice kendini attırdı, akabinde ise Schuster; Holosko’yu oyuna alarak maçı Manisa lehine çeviren bir hamle yaptı .Maç iyice zora girmişti, hatta zora girmekle kalınmadı; Yiğit’in golüyle büyük anlamda “gitti”… Ama yine de son dakikaya kadar “umudu taşıyan” bir takıma dönmüştü Beşiktaş… Sahada iki çocuk skora isyan ediyordu. Biri Makukula’yla omuz omuza girdiği mücadeleden galip çıkıp, atak başlatıyordu. Necip’in bu hareketi, Gattuso “Gattusoyken” Ronaldo’ya omzu koyup, taca attığı pozisyonu gözümün önüne getirdi. San Siro yıkılmıştı o anda… Bir de diğer çocuk; bence maça 11’de başlaması gereken, en kötü; Holosko’nun yerine oyuna dahil olması gereken, sonunda “geç de olsa” Schuster’in bizlerden mahrum bırakmadığı Onur Bayramoğlu. Top taşıdı, cezasahası içine pas attı, yığınlı verkaçlara girdi, itici güç oldu… Bu üç şey, giden 3 puanın acısını hafifletti… Beşiktaş’ın inadı; insana Digiturk menüsünden “new game” seçeneğini arattırıyor, mağlubiyete rağmen “hemen bir dahaki maç gelsin!” arzusunu uyandırıyordu… Bu da bir şeydir…

Zaten 10 kişi kalınmış, 1-3 mağlup duruma düşülmüş bir ortamdan “ayaklanıp” umudu son ana taşıyabilecek takım sayısı çok fazla yok bu ligde… Bu takım hala şampiyonluğun en ciddi adayıdır. Yeter ki, 75. dakikadan sonra kapalı tribününün de belirttiği üzere; futbolcusunu yuhalayan taraftar bi’ “silkinsin” kendine gelsin. Gerisi kolay... Beşiktaş, zamanla "puandan büyük" değerleri olan bir futbol felsefesi ve "güven" aşılanıyor, geleceği olan asıl mesele odur.

Son olarak: Kayseri’de hazır Tabata’da kızarmışken; Onur 11’e…

Maç Öncesi: Beşiktaş – Manisaspor

Öncelikle zayiat raporu verelim; Quaresma, Guti, Aurelio, Ekrem’in oynayamayacak olması kesin, İsmail'in oynaması zor, Ferrari ve Zapo ise oynayacak durumda. Son gelen bilgiler böyle… Fatih Tekke’nin ise düzelmesine rağmen güç sorunu var, son 15-20 dakika oynaması muhtemel. Fink de sakatlığı düzeldiği taktirde, bu sezon ilk kez bir resmi maçta 18'e girebilir...

Aurelio’nun sakatlığı bu maç için problem olmayabilir, ancak uzun vadede önemli bir alternatif sıkıntısı yaşatacaktır Beşiktaş’a bu durum… Hele ki, 34 yaşındaki bir oyuncunun adale yırtığı yaşaması pek hayra alamet değil maalesef. Aurelio için ne kadar “tükenme” anlamını taşıyorsa, bu üzücü durum Onur Bayramoğlu için bir o kadar “fırsat” anlamına geliyor. Zaten geçmişe bakılırsa, genç oyuncuların as kadroda yer alabilmeleri “üzücü sakatlıkların” akabinde gerçekleşiyor hep…Genel olarak, bu sakatlık sonrası Onur “rotasyon hamlelerinde” ilk seçenek olacaktır. Ancak Guti’nin de olamayacağı Manisaspor karşısında Onur’u oynatmak, rotasyondan öte “zaruri” bir durumdur… Pas yeteneği olarak Guti’ye en yakın oyuncudur mevcut Beşiktaş kadorosunda. Zaten Schuster de bu sebeple kendisinini “Guti’nin alternatifi” olarak kadroda tutmaktadır sene başından beri, tekliflere rağmen hiç biryere kiralık göndermemiştir...

Aurelio’nun transferi, Ernst’in dönem dönem “Gutileşmesi” sebepleri, O’nu bu alternatiflikten biraz uzaklaştırdı. Ancak bu maçta Aurelio yok ve “Gutileşen Ernst” yeniden sene başında oynadığı yere yani defansif ortasaha bölgesine geçmek zorunda. Bu durum da Onur’a 11 kapılarını açıyor ciddi anlamda…

Necip – Ernst – Onur, uzun zamandır merak ettiğim bir üçlüdür aslında. Son derece dinamik ve hızlı top çeviren bir yapı görebiliriz ortasahada. Hele de bu maçta yine zaruri durumlarla “baklava” ortasahasını görecek olmamız; kendilerine daha fazla iş, daha fazla sorumluluk getirecektir. Bu durum; başta handikap gözükse de, arka planında Necip için “kendini iyice kabullendirme”, Onur için de “parlama” fırsatını saklıyor…

Beklerde pek seçim şansı yok bu maçlık. Tandemde ise, ortasahada boşalan “kontenjandan” faydalanılarak, Zapo-Ferrari ikilisini görebiliriz diyorum.

En son Ankaragücü karşısında “ikili santrafor” oynayan Bobo ve Nobre’yi, yeniden yan yana oynarken göreceğiz. O maçta Nihat forvet arkası olarak başlamış, takım ilk anlarda “topu geriden alamama” sıkıntısını yaşamıştı. Tabata oyuna girdiğinde ise, bazı sorunlar hallolmuş, maç tamamen Beşiktaş’a dönmüştü. O görüntü Schuster’in kafasında bir ışık yakmıştır şüphesiz ve bu kez Tabata ile başlanacaktır. Zaten Tabata’nın da en faydalı olabileceği bölge orasıdır… Guti ve Quaresma’nın yokluğunda Beşiktaş’ın yapması gereken de budur zaten: Geriye kalan oyunculardan “tam randıman” alınabilecek bir sistem kurgulamak, B Planı’na dönmek. Bu sistemde; hemen her oyuncu tam randıman verebileceği bir düzenekte oynuyor olacaktır…

Manisaspor; Hikmet Karaman’la yeniden bir “hava”, Trabzon galibiyetinden sonra ise yeniden bir “güven” kazandı. Ligin en iyi orta forvetlerinden biri ellerinde: Makukula. Bununla beraber Simpson da tekrar kendini ofansif bölgede “golleriyle beraber” göstermeye başladı. Ancak savunma olarak ciddi sıkıntıları var. İyi oynadığı maçlarda bile çok kolay gol yiyebiliyorlar. Beşiktaş savunmayı önde kuran bir takım olunca da, Makukula’nın negatif etkisi daha az olacaktır…

Eksiklere rağmen, şayet bu kadroyu görecek olursak; ben Beşiktaş’ın maçı zorlanmandan kazanabileceğini düşünüyorum. Yok eğer yeniden Holosko’ya Quaresma rolü verilir, ya da Nihat baklavanın önünde oynarsa; çözümsüzlük baş gösterebilir, işler ciddi anlamda sıkıntıya girebilir...

Milli aradan sonra oluşan Beşiktaş özlemi, Onur'u 11'de görme ihtimali, kezâ Fatih Tekke'nin muhtemel forma siftahı ile, bu maç yeterince "çekici" hale geldi kendi adıma...

Reçete: Azerbaycan 1 - Türkiye 0

Teknik olarak nasıl bir yazı yazılır şu maçtan sonra bilmem. Sonuçta, bu takım Azerbaycan’a yeniliyorsa, sorun teknikten fazlasıdır. Zaten ilk 11’e şöyle göz attığımızda, pek itiraz edilemeyecek bir takım görüyoruz; belki Özer’e itiraz edilebilir… Ancak günümüzün modern 4-3-3’lerine bakacak olursak, Özer’in de mantıklı açıklaması var. Bu sistemin kenarlarında oynayan oyunculardan biri “tutucu” diğeri ise “akıcı” olmalıdır. Tutucudan kasıt; adı üstünde, topu ayağında tutabilen, bindiren bekine zaman ve alan kazandıran, gerekli zamanda içe hareketlenip “ortasaha gibi” oynayabilen, gerekli zamanda şut atan, ara pası bırakabilen kanat oyuncuları. Ülkemizde bu konuda Arda tektir yerli olarak. Genel olarak lige baktığımızda bu tarz oyunculara örnekler: Arda, Quaresma, Stoch, Tita ve Özer… Sonuçta Özer de, göz önünde olan oyuncular arasında, bu kategoriden bir oyuncudur. Yetersizdir ya da arkasındaki bek “ileri çıkamayan ve güvenini yitirmiş” Hakan Balta’dır diyerek, bu seçime yanlış diyebiliriz. Bence de yanlıştı, Sercan daha mantıklıydı…

Diğer seçenekler ise, ideal veya ideale yakın oyunculardı. Zaten, aslında takıma isim isim bakıldığında bir sorun çıkmaması gerekirdi. Ama çıktı… Çünkü sorun sadece teknik-taktik konularla açıklanabilecek düzeyde değildi... Emre’nin dillendirdiği üzere; takımda çok sayıda milli takım yorgunu, kendi kulüplerinde tartışılır vaziyette olan, baskıdan – eleştiriden yılmış, kendine güvenini kaybetmiş, Marmara Açıkları’na elinde oltayla yol almasına ramak kalmış oyuncular vardı… Bu durum tüm takıma yansıyor, birlikte hareket edilmiyordu sahada. Bir zaman sonra Türkiye formasyonu: “2 defans – Hamit – Azeri Defansına muz orta yapan kanatlar – Top bekleyen meraklı kalabalık” halini aldı… Bu maç bir bakıma milat kabul edilmelidir. Burada da Hiddink’in “asli görevi” devreye giriyor: Reçete yazmak… Bu ülkeye daha önce de, isim olarak dönemin büyüklerinden sayılan teknik direktörler gelmiştir: Derwall, Piontek… Onların Türk Futbolu’na vurdukları damga; “finallere götürmek” olmamış, yaptıkları darbelerle, yazdıkları “reçetelerle” ülke futbolunu değiştirmeleriyle olmuştur… Ben de Hiddink’ten bunu beklerim, yani “reçete yazmasını”… Ortada yürümeyen bir şeyler var ve birileri, bu yürümeyen ülke futbolunun “ikiye takması için”, itici güç olarak farklı hamleler yapması gerekiyor. Bu da şu ortamda Hiddink’ten başkası olamaz… Zaten kendisinin görevi; mevcut kadroyla şampiyonaya katılmanın ötesinden bir şeyler olmalı. Bu kısa vadeli mücadeleyi, daha az maaş alan ve daha az ismi duyulmuş her hangi bir teknik direktör de verebilirdi…

Milli Takım’a öncelikle bir “ekol lazımdır”… U17 Milli Takımı ile A Milli Takımı, felsefe ve sistem olarak “aynı dili” konuşmalı, bağlantılı hareket etmelidir. Geçtiğimiz Mayıs ayında U17 Avrupa Şampiyonası vardı, İspanya’nın kazandığı.... Birkaç maçlarını izlemiştim; A Takım’ın oynadığı sistemin aynısını oynuyorlar. Iniesta, Villa, Silva “yukarıda” ne oynuyorsa, aynı tarz ve düşünceye sahip küçük Iniestalar, Villalar, Silvalar, genç milli takımlarında da mevcut… Bize bakıyorum; U17 4-2-3-1 oynuyor, Ümit Milli baklava oynuyor, A Milli Takım her maç sistem değiştiriyor falan. Herkes ayrı telden, hiçbir koordineli çalışma yok… Bunu oturtmak, tabii öncelikle “alt yapı” sorununa da esaslı dokunmak lazımdır… Alt yapı sorunlarına “mağlubiyetler sonrasında” yakınan mantaliteden sıyrılıp, 3-2 yendiğimiz Belçika’nın yaş ortalamasına bakıp, “yolumuz yol mu?” diye iyi günde de sormalıyız kendimize. Bunu sorarken de “yabancı kontenjanı çok yahu” diye aynı klişelere takılmamalıyız. Son Avrupa Şampiyonası’nı ve Dünya Kupası’nı alan İspanya’da yabancı sınırlaması mı var? Ya da şöyle sorayım; Bojan Krkic’te ısrar eden Barcelona’nın, ondan daha iyisini almak için parası mı yok?

Mesele mantalitede, o değişmezse; yabancı sınırlaması daralsa dahi, kulüpler hazıra konmaya devam edecek; Necip, Ernst’le rekabet etmek yerine, Uğur İnceman’la rekabet edecektir… Federasyon, çeşitli organizasyon ve fikirlerle; kulüpleri genç oyuncu çıkartmaları adına teşvik etmelidir. Mesela; milli takım düzeyine gelmiş bir oyuncunun, milli maç primine ihtiyacı yoktur. Ona verilecek 100 bin’lik prim, o futbolcuyu yetiştiren kulübe verilebilir mesela, her galibiyette hatta milli takımda her oynayışında… Ya da, Türkiye Kupası’nın şeklini değiştirilir; o kupada “yabancı oynatmama” kuralı konur, 23 yaş altı “Türk oyuncularla” kurulu takımlarla oynanır... Yayın gelirlerinden de ödenek ayrılır, o kupada başarılı olan kulüpler maddi olarak da ihya edilir… Sorunu “yabancı kontenjanını daralt gitsinlerle” arayacak olursak, hiçbir zaman çözüm bulamayız… Öncelikle halk ve futbol yönetimleri olarak bunu “istememiz” gerekiyor…İstenmiyor, yönelinmiyorsa da; bu gibi faaliyetlerle "teşvik etme" yoluna gidilmelidir. Yoksa biz daha çok gurbetçi peşinde koşarız...

Ofsayda Düşmeyen Almanya...

Sabri’nin solbekte oynaması, Hamit’in maç boyu sol çizgide kalması, Özer'in tamamen maç dışında kalması, sakatlanan Aurelio’nun görevi Nuri’ye devredilmesi, Semih’in yerine Halil tercihi vesaire… Hiddink farklı bir şey planlamıştı, ama neyi planlamış anlayamadık. Çünkü sahada işleyen hiç bir şey yoktu… O yüzden bireysel oyuncu tercihlerine nazaran, asıl can sıkıcı noktaya; Türkiye’nin vasıfsız futboluna değinmek gerekir…

Almanya asla Dünya Kupası’ndaki temposunda değildi, bunu öncelikle belirtmek lazım. Sadece Müller ve Mesut standardına yakın futbolunu oynadı, bu da maçı “rahat” kazanmalarına yetti. Biraz Tuncay dışında maç boyunca ön presi düşünmeyen hücumcular ve ortasahalar, Alman Ekolü’nü bırakıp, Ertuğrul Sağlam Ekolü’ne bürünmüş Ömer Erdoğan önderliğindeki “derinde bekleyen” tandem, arada kaybolan bekler, “golü çağıran” bir Türk Milli Takımı. Evet, günümüz futbolda “gömülü savunma” artık sadece golü çağırmak anlamına geliyor. Hele de, tarihi boyunca bu tip bir savunmayı hiç becerememiş bizler yapınca bunu, mağlubiyet hatta “ezilmek” kaçınılmaz oluyor. Gününde olmayan Almanya da, bu tip savunmalara karşı oldukça başarılı olmuştur her zaman. Gömülü savunmaların yok edicisi Miroslav Klose, topun kendi kanadından ortalanmasına rağmen santrafor pozisyonunu alabilen “uzak forvet” Müller… Yediğimiz ilk golde bu iki isim birden vardı.

Açık söyleyeyim; Halil o golü atsaydı alacağımız puanın sayısı pek değişmezdi: Sıfır… Bu mantalitedeki takımın, kaçınılmaz sonudur bu çünkü. Mesele gol pozisyonuna girmek değil zaten, ona bakılırsa Wembley’deki 4-0 kaybettiğimiz İngilere maçında; Ünal’ın boş kaleye attığı bir şut üst direkte patlamıştı, maç da sanırım 0-0 gidiyordu o sıra… O şut gol olsa, puan mı alacaktık? Hayır… Bence dün Halil o golü atsa, yine puan çıkmayacaktı. Çünkü sahada ciddi anlamda kendine güvensiz ve silik bir futbol vardı. Oyuncu seçimleri mi, yoksa Almanya’yı gözde fazla büyütmek mi bizi bu yola soktu bilemiyorum. Ama durum tam da böyleydi…

Çocukluğuma döndüm; ne zaman yiyeceğiz acaba diye bekleyerek geçen dakikalar; spikerden “ofsayt olması lazım!” yorumcudan maç 2-0’ken bile “eyvah eyvah!” sesleri; kazanmayı deneyemeden yenen 3 gol… Sadece Feyyaz’ın penaltıdan atacağı bir gol eksikti; o da olsa 90’lı yılların yapbozu tamamlanacaktı…

Bu ülkeye gelen “modern futbol elçilerine”, oyunu önde kabul etmek; kalesini uzakta savunmak için “çizgi savunma” oynatıyor diye “ofsayt taktiği yaptırıyor!” edalarıyla sallayan futbol ulemaları memnundur umarım. Çünkü maç boyunca Almanlar 2 kez ofsayda düştü. Onlar da kalenin ağzında kalan oyuncularıydı… Almanya deplasmanından puan alamamak, hatta 3-0 yenilmek normaldir. Ancak bu şekilde değil…Diğer gruplar da yeterince karışık, saçma sapan skorlar gelmeye devam ediyor. Almanya maçları dışında puan kaybetmezsek, en iyi 2. olma ihtimalimiz bir hayli fazla... Yeterki şu silik futbolu son görüşümüz olsun. Sercan ve Necip gibi genç ve "kazanmaya odaklı" enerjileri, bu takıma enjekte etme zamanımız geldi de geçiyor bu arada...

Almanya 3 - Türkiye 0

Liderin Yeni Azzurri Elçileri

Sezona Sampdoria mağlubiyetiyle başlamasına rağmen, sonrasında müthiş bir performans sergileyen Lazio, puan sıralamasında lider pozisyonunda Serie A’da… Oysaki henüz birkaç ay önce “düşme” tehlikesi yaşayan, ezeli düşmanlarının “bayrak adamı” Totti tarafından “hadi kümeye hadi!!” hareketine maruz kalan bir takımdı bunlar… Bugünlerde Roma aşağılardayken, Lazio en tepede. Etme, bulma dünyası diye buna derim ben… Kolarov’u yüklü bir bonservisle Manchester City’e satan Lazio, iki önemli transfer yaptı o gelirle. Onlardan biri Hernanes… Bugünlerde Milan’ın da dönmeye çalıştığı, 4-3-1-2 sistemini oynayan Lazio, baklavanın ucuna Hernanes’i kazandırınca işler olumlu yönde değişmeye başladı. Bir diğer önemli transfer ise “içtendi” aslında… Geçen sezon satın alma opsiyonlu kiralanan santrafor Sergio Floccari için konan 8.5 milyon Euro’luk bedeli ödediler Genoa’ya ve oyuncuya tamamen sahip oldular…

Buradan asıl konumuza gelelim; Lazio’nun bu çıkışı, kadrolarındaki 2 oyuncuya, “arayış içersinde olan” ve yeni yüzlere itiraz edecek durumda olmayan Azzurri’nin kapılarını açılıyordu… Floccari ve Stefano Mauri. İki oyuncu da K. İrlanda ve Sırbistan maçları için İtalya Aday Kadrosu'na alındı... Floccari “genç takımlar da dahil” olmak üzere ilk kez milli heyecanı yaşıyor. Lazio’da soliç pozisyonunda oynayan Mauri ise, Montolivo’nun yarattığı boşluğu doldurmak adına, 2004 yılından bu yana ilk kez kadroya çağırıldı. 30 yaşındaki oyuncu büyük ihtimalle banko oynayacak. Floccari’nin ise önünde bir Borriello engeli var… Özellikle Floccari için sevindim, kendisi Atalanta dönemlerinde beğendiğim bir oyuncuydu… Klasik; geç açılan ya da “geç fark edilen” İtalyan santraforlar arasındadır aslında. 25 yaşına kadar alt liglerde oynadı, Messina formasıyla Serie A’ya merhaba dedi… Ancak asıl çıkışı Atalanta’daydı. Klasik İtalyan santraforlarına nazaran, sadece “golcü” değil; statik olmayan, yaratıcı, bir çok şeyi yapabilen bir santrafor izlenimini sunuyordu… Sırtı dönük oynuyor, gerekli zamanda adam eksiltip, pozisyonunu kendisi de hazırlayabiliyordu. Bu görüntüsü O’nun kontrat ve bonservis değerini arttırdı. Önce “eski dost” Genoa’ya “Milito’nun boşluğunu doldurmak üzere” 10 milyon Euro gibi bir bedelle transfer yaptı. Ancak, Genoa Acquafresca'nın üzerinde yoğunlaşmayı tercih edip, kendisini aynı sezon Lazio’ya kiraladı. Sonrası malum; son durak Lazio şuanda ve 28 yaşında Azzurri’ye yükselme onuru…

Bence Borriello’dan önce düşünülmeli, fakat Prandelli’nin kadrosunda yedekte gözüküyor. İrlanda için beklenen 11 şöyleymiş: Viviano; Cassani, Bonucci, Chiellini, Criscito; De Rossi, Pirlo, Mauri; Pepe, Borriello, Cassano (4-3-3)

Modibo Maiga: Sochaux

Geçtiğimiz sezon sonunda “batan geminin malları” furyasına katılanlardı Maiga. Küme düşen Le Mans’da dikkat çeken isimlerden biriydi. Durumdan faydalanan Sochaux, Maiga’yı 3 milyon Euro bedelle kadrosuna kattı. Geçtiğimiz sezonu “olumlu anlamda” aratan ve iyi giden Sochaux’da, Maiga transferiyle ne kadar haklı ve “hesaplı” bir iş yapıldığı bugünlerde ortaya çıkıyor.

Sochaux’da daha çok 4-4-2’nin “gezin forveti” pozisyonunda kullanılan Maiga, geçen yıl Le Mans formasıyla 32 maçta 7 gol atabilmişti. Yeni pozisyonunu sevmiş olacak ki; şimdiden 3 gole ulaşmış durumda. Bununla birlikte, Sochaux’un hemen her galibiyetinde payı olan oyuncu önemli bir “itici güç” konumunda gördüğüm kadarıyla.

Tekniği, top sürme yeteneği gayet iyi. Son maçta gösterdiği uzaktan şutlarda da fena değil… Bunun yanında 1.85 boyu ve atletik yapısıyla, aslında tam bir 4-3-3 “uzak forveti” tarifi gibi bizim Malili… İyi bir takım içersinde, Maiga’dan daha fazla yararlanabilinir….24 yaşındaki oyuncunun, Sochaux düzeyinin de bir üstüne sıçramasını bekliyorum yakın zamanda, takip etmek gerek…

Arda, Nuri ve Hiddink'in B Planı

Bazı oyuncular vardır, direkt olarak üzerine plan yapılır. Teknik direktör; sıradaki maçı önce kafasında oynatır, senaryosunu da kendisi yazar… Ve o senaryoda da, bazı oyuncular esas oğlandır; onlar olmazsa, ya da erken kaybedilirse “film biter”. O zaman başka bir senaryo yazmak durumunda kalırlar; ya başka bir esas oğlan bulurlar, ya da birçok karakter üzerine kurarlar oyunu… Arda bunlardan biriydi, bunu sadece ben değil; Hiddink’de söylüyor. A Planı’nın artık kalmadığını, bir B Planı’na geçiş yapılacağını belirtiyor. Arda, şüphesiz yetenek olarak Türkiye’nin en önemli oyuncusudur, buna Mesut Özil gibi kimliğinde yazmasa da, kanı Türk olan oyuncular da dâhil… Ancak bizim ülkemiz, Arda’nın yeteneklerini, gelişimini bir şekilde sınırlamaya başladı birçok nedenle. Arda; 23 yaşında, önünde uzunca bir zamanı olan, gelişim için çabalaması gereken ve geliştirdiği vakit çok daha önemli yerlere gelebileceğinin farkında olan bir futbolcu gibi yaşamıyor artık. Galatasaray’ın sembolü olmuş, kaptan, ununu elemiş, ceketini asmış, artık bir tık üstüne gerek duymayan 35 yaşındaki adam gibi yaşıyor, ya da öyle yaşatıyorlar…

Galatasaraylı olmayan biri olarak, belki Arda’ya “gitsin – kalsın” deme hakkım yok. Ancak şunu söyleyebilirim; Arda için en hayırlısı çok yakın zamanda yurt dışı transferini yapmak olacaktır. Yeniden gençliğini ve gelişmesi gereken yeteneklerini kullanması, yeniden profesyonel gibi yaşaması, yeniden “futbolcu” olduğunu hatırlaması için. Aynı hayırlı durum, Galatasaray için de geçerli aslında. Buradan, Almanya maçı ve Hiddink’in B Planı’na geçecek olursak; Arda “hücumda topu tutmak, takıma zaman kazandırmak” adına çok önemliydi diyerek başlayayım… Ömer ve Servet’in hemen önlerinde de Aurelio’nun, kendilerini zamanla geriye atacak olmalarıyla, maç içince çoğunlukla “kaleden uzak” kalabilir Milli Takım. Burada tercih edilecek bir Tuncay seçimi, maçı tenis maçına çevirebilir… Topun iki kale arasında sıkça mekik dokuduğunu ve “hayal bu ya!” Türkiye’nin de bu “tempo” içersinde en az Almanya kadar pozisyonlar bulduğunu varsayalım. Yine de kazançlı çıkan Almanya olacaktır; çünkü onların hücum hattı gol bulmaya, yüzdeli oynamaya daha müsait. Mâlum: Mesut, Podolski, Klose ve Müller… Bunun dışında; hareketli bir oyundan kimin daha önce düşeceğini tahmin etmek, çokta zor olmasa gerek…

Ama işin farklı boyutlarına da baktığımız zaman; o bölgede için Tuncay’dan başkası da görülemiyor alternatif olarak… Hem topsuz oyunda Müller’e etkin savunma yapılabilecek olması, hem de bu ülkenin “uzak forvet koşuları” konusunda en başarılı ismi olmasıyla… “İleride topu tutamak” handikabı da, 4-2-3-1 gibi bir sistemde; Nuri’yi forvet arkasında kullanmakla aşılabilir. Zaten Nuri, önceleri hücuma yakın pozisyonlarda oynamış, daha sonra harika bir “ortasaha oyuncusu” olma hususunda önemli aşamalar kaydetmiştir. Emre’yi “insani karakteri” olarak Milli Takım’a yakıştıramayabilirsiniz, ancak futbol karakteri olarak takımın çok önemli bir dişlisidir. Her şeyden önce bir alışkanlık olmuştur Emre takım arkadaşları için. Örneğin sıkışan bir solbekin gözü Emre’yi arar, Emre de çoğunlukla bunun farkındadır. Baskı altında bir sigorta unsuru oluşturur, maçın temposunu ayarlar vesaire… Elbette Nuri de bunu yapabilecek bir oyuncu, zaten Dortmund’da yapıyor da…Ancak ben Nuri’yi Emre’nin yerine “zamanla” monte edilmesini (Azerbaycan, Kazakistan gibi resmi ya da her hangi hazırlık maçlarında, Nuri oraya da alıştırılabilinir.) ancak şu ortamda kendisini, bu tip forvet arkası pozisyonlarında değerlendirilmesinin daha doğru olacağını düşünüyorum. Böylelikle Nuri’yi de Milli Takım’dan soğutmamış, “umutsuzluğa” sürüklememiş oluruz… Romanya maçında bu tip bir şey denenmişti; ancak forvet arkasında Emre, ortasahada Nuri vardı. Tam tersi bir durum daha olumlu olacaktır, “alışkanlıklar” adına da, daha doğru bir seçim olur… Her şeyin dışında, maçın Almanya ile oynanacak oluşu ve haliyle Nuri’nin üzerinde oluşacak ekstra motivasyonu da kullanmak gerek…

Maç ne olur bilmem, ancak şöyle bir kadroyla şansımız olur diye düşünüyorum. Grup liderliği isteniyorsa, bu maçtan beraberlikle çıkılmalıdır en azından. Aksi halde; Almanya’ya karşı orada yenilip, burada kazanılsa bile, grup liderliği çok zor olacaktır… Çünkü geriye kalan maçlarda Almanya’nın daha başarılı bir performans göstereceği fazlasıyla aşikârdır. Kaldı ki; bizim maçlar dışındaki en dişli deplasmandan 3 puanla çıktılar… Realist düşünecek olursak, şu Azerbaycan maçı daha önemlidir aslında. Bu tip maçlarda puan kaybetmeyen bir Türkiye, en iyi ikinci olarak da gidebilir 2012’ye…

Nuri demişken; insan gecenin 3'ünde gol diye bağırttırılır mı be kardeşim?