Serie A’dan Notlar

Futbolda özgüveni geri kazanmak için kritik dönemeçler olur. Bu durum Milan için, San Siro’da oynanan Real Madrid maçında geçerliydi. O maçtan hemen önce yine aynı statta Juventus’a kaybetmişlerdi. Olası bir mağlubiyet takımın kendine güvenini dibe vurdurabilirdi ve de beklenen bir şeydi aslında… Ancak Milan o maçta yenilmedi, çok iyi oynamamasına rağmen son saniyeye kadar da üç puana yakın taraftı. Milan, o maçla birlikte ufak bir özgüven kazandı, akabinde Bari’yi deplasmanda 3-2 yendi… Serie A’daki galibiyetler sürecek, onlardan biri de Milano derbisi olacaktı… Ve Milan bugün Sampdoria deplasmanında puan kaybetmesine rağmen liderliğini koruyor. Aslında bu maçta da gayet iyi oynadılar, şutlarda Sampdoria’yı üçe katlamışlar istatistiklere bakılırsa. Ancak Milan’daki santrafor kısırlığı ileride baş ağrıtabilir. Pato ve Inzaghi uzun süreli sakatlık geçirince, Ibrahimvic mahalle maçı, alman kale dahil her türlü futbol ortamında gözükmeye başladı. Ve son açıklamasında da “Çok fazla maç oynadım, aşırı yıprandım. Biraz dinlenmeye ihtiyacım var…” demiş. Ancak bu pek mümkün gözükmüyor. Çünkü şuan elde en uçta oynayabilecek başka bir oyuncu yok.Crespo’nun saçlara ak düşmüş fakat hala yazmaya devam ediyor… Attığı iki golde de gol vuruşları çok temiz, hele ki ilk goldeki pozisyonda topu içeri atabilecek çok fazla oyuncu yok dünya futbolunda. Inter, geçen seneye nazaran daha bilinmezli bir takım. “Kesin kazanır” denilecek maçlardan bile hasarla ayrılabilir. Ancak Benitez’le beraber izlenesi daha “lezzetli” bir takıma dönüştüler, her maçları ayrı panayır gibi. Biz futbolseverleri ilgilendiren konu da bu olmalı… Defansı önde kuruyorlar ve çok adamla hücum yapıyorlar. Son maçta Stankovic ders niteliğinde goller attı. Gömülü savunmanın arasından şut denedi ve o toplar bir şekilde girdi… Tıpkı İsmail’in Kasımpaşa’ya attığı golde olduğu gibi… Kalabalık savunmayı aşma konusunda, ille de kenardan atılacak ortalara bağımlı kalmamak gerek. Böyle şutları da denemek gerek. Çok iyi gitmese de girme ihtimali yüksek oluyor. Hala şampiyonluğun en ciddi adayıdır bence Inter. Çok sıkı rakibi olduğu söylenemez, Lazio sallantıda; Milan ise kadro derinliğinde sıkıntı yaşıyor. Biraz yeni felsefeye alışılmasıyla, seri şekilde yukarı tırmana bilirler...

Miccoli sanki yıllık iznini kullanmış gibi döndü futbola… Hiç de öyle ağır sakatlıktan dönmüş gibi bir performans sergilemiyor, direkt kaldığı yerden başladı diyebilirim. Yine maç içinde çok etkili olmuş, golü de gayet şık… Palermo zamanla “dişli” bir takım oluyor, özellikle Balzaretti ve Nocerino’nun formları göz kamaştırıcı. Bunlara Miccoli ve Pastore’nin kişisel yetenekleri eklenince Palermo sıkmadan maç kazanan bir takıma döner. Ve geçen sene kıyısından döndüğü Şampiyonlar Ligi’ne katılma hakkını kazanabilir bu kez… Bu da, transferlerde ince eleyip, sık dokuyan bir yapıya açıktan 30 milyon Euro ek katkı demek olacaktır…Cagliari yine sessiz sakin bir Sardunya akşamında, asansör takımı olmaya devam etmesi muhtemel Lecce’yi 3-2’yle geçmiş… Alessandro Matri, Cagliari’nin aldığı sınırlı galibiyetlerin hemen hepsinde net katkıya sahip. Bu maçta da bireysel yetenekleriyle goller atmış, özellikle ilk golü muazzam. Yukarıda bahsettiğim Palermo’lu Nocerino ve Balzaretti ile birlikte, “yenilenen” Azzurri’de mutlaka değerlendirilmesi gereken bir isimdir…

Bu Mauro Zarate’den Arjantin’de 60 tane var… Şaka değil, gerçekten her 3 Arjantinliden 2’si Zarate tipinde çıkabilir. Aguero, Lavezzi, Messi, Tevez hatta Di Maria… Başka bir ülkenin vatandaşı olsa, çok rahatlıkla milli takımlarda oynayabilirdi. Ancak Arjantin’de önü kapalı. Kulüp bazındaki patlamayı ise her an yapabilir… Son dönemlerde tam bir dikiş tutturamıyordu, sürekli kiralık gidiyordu bir yerlere. Ancak Lazio’nun son döneminde önemli bir performans gösteriyor. Güçlü, atletik, teknik ve şutu olan bir kenar forvet… Her eve lazım!Zemini sertleştirmediği sürece, hafif kar yağışının olduğu, sahanın beyaz bir pamuk tarlasına döndüğü maçlar genelde zevkli geçer. Ancak Brescia – Genoa maçı pek öyle olmamış… Zaten Gian Piero Gasperini’den sonra Genoa çekilmez bir hal almış. Juventus maçında çekememiştim de zaten, 2. golden sonra kapattım maçı…

Miccoli ve Di Natale, kendi kulüplerinin Del Piero’su olma yolundalar… Formalarını kanıksadılar, bir başka formayı artık düşünemiyorlar... Futbol hayatlarının sonlarına yaklaştıkça, futbolları da bu forma altında büyüyor. Miccoli’den bahsettik, Di Natale de yazmaya devam ediyor… Son maçta önce bir penaltı attı, sonra da kornerden direkt gol attı… Bir frikiği de direği yaladı, o da girse herhalde “bir maçta 3 ayrı tip duran toptan, direkt gol atan adam” olarak rekorlar kitabına girerdi. Frikikten atmadı ama uzun şutla çatalı gördüğü an görülmeye değerdi…

25 Dakikada Beşiktaş...

Schuster’in bariz şekilde maça özgü stratejisinin olduğu bir maçtı. 65 dakika topu rakibine verdi, 25 dakika kendisi oynadı diyebilirim Beşiktaş için. “Bu doğru bir plan mıydı?” Sorusuna verecek cevabımız; “kazanan haklıdır” olabilir. Hem de 8 senedir beraberliğin dahi lüks olarak bakıldığı bir deplasmanda kazanıldıysa…

Holosko penaltı pozisyonuna doğru topu sürmeden önce, hangi şartlarda topun kazanıldığına bakalım. Aurelio’nun pres boyu ortasahaya kadar uzamıştı; yani maçın başındaki strateji “genelinde” olduğu gibi derinde savunmak ve ani çıkmak değildi. Ancak 8. dakikada genel penaltı golü Beşiktaş’ı böyle bir anlayışa itti.

Schuster’in bu kez rakibi çalıştığını tahmin ediyorum; çünkü derinde savunmak düz mantıkla Galatasaray’ı durdurmak anlamına gelebilirdi. Çünkü eldeki tek merkez hücumcusu Pino’ydu Galatasaray’ın. Pino; çabuk kaleye inen ve adam eksiltme özelliği iyi olan, fakat mevzu santrafor oyununa gelince biraz bocalaması muhtemel bir oyuncudur. Çünkü sırtı dönük top almaz, hava toplarına kalkmaz ve en önemlisi golcü zekâsındaki ara koşuları denemez, hızlı bir oyuncu olmasına rağmen. Tüm bunlar Beşiktaş’ın savunmasını derine çekmesini mantıklı kılan durumlardı.Ancak kısa zamanda görüldü ki; Beşiktaş’ın tandemi kaleye yanaştıkça daha tehlikeli bir hal alıyor, hem Toraman hem de Ersan topu bomba sanan adamlara dönüşüyorlardı. Zaten Galatasaray’ın bulduğu her pozisyonda, mutlaka Beşiktaş stoperlerinin yaptığı hatalar temel oluşturuyordu. Neyse ki Cenk her zamanki gibi iyi günündeydi, çok zeki çıkışlar yaptı. Bununla beraber Ersan her ne kadar ilk yarıda saçmaladığı pozisyonlar olsa da, ikinci yarıda toparlandı; çok iyi pozisyonlar alarak, kritik yerlerde çalım yemeyerek ve de şişirilen bir çok topa karşılık vererek önemli katkılar sağladı.

Ama en önemlisi Aurelio’ydu. Üstelik de savunma derine çekildiğinde, Aurelio’nun stoperin arasına sızdırdığı “ek savunma katkıları” önem taşıyordu. Bununla beraber Hilbert, hem Toraman’ın yerini kaybettiği sıralar aldığı stoper pozisyonuyla, hem de ters kademelerde önemli işler yaptı. Kısacası savunma olarak ilk yarıdaki ufak saçmalamalar hariç, Beşiktaş’ın istediği oluyordu. Ancak asıl mesele top kazanıldıktan sonra yatıyordu…

Holosko her ne kadar penaltı yaptırdıysa da, harika bir plasesi çatalda patladıysa da; genel olarak geçmiş maçlardaki performansından iyi değildi. Yine sahada çok dalgındı, hep bir kararsızlık vardı. Zaten iyi bir Holosko, Galatasaray’ın savunması öne çıktığında daha sık görünmeliydi. Ancak penaltı pozisyonu dışında hiçbir dribling ya da topsuz koşuda bulunmadı. İsmail’e yaptığı savunma yardımları iyiydi ama o zaten standardıydı.

Tabata son maçlarda kıpırdanmaya başlamıştı ama yine merkezden biraz uzak, tamamen kanat oyuncusu gibi kalınca yeniden silik günlerini hatırladı. Sabri’ye gösterdiği sarı kart pozisyonu öncesi yaptıkları gibi; merkeze yakın olduğunda hareketliği ve mücadeleci yapısı işe yarıyor. Ancak kanat oyuncusu olacak kadar ne bir topsuz koşuşu var, ne de bir driblingi… En uçta da klasik Nobre olunca, Beşiktaş’ın hücumsal anlamda her yolu tıkanmıştı. Ve bu da Galatasaray’a üst üste atak yapma imkanını veriyordu… Neyse ki; tüm bu yaşananlara rağmen Beşiktaş, “Hagi’nin Schuster tuzağına” düşeceği ana kadar golü yemedi…

Tuzak dakikaları 60’ların ortalarında başladı Hagi için. Önce Servet’i çıkartıp, Barışı soktu ve Cana’yı stopere çekti. Sonra da, geriden top alacak yegane hücumcusunu yani Elano’yu çıkarıp, hazır olmayan Baros’u sahaya sürdü. Galatasaray, 4-4-2 görünümlü ancak kenarlarında Pino ve yorulmuş Kewell’ın varlığını hesaba katarsak, aslında 4-2-4’e geçiş yaptı. Üstelik de stoperlerden biri Cana’ydı ve bu takımın hücum yapmaktan, savunmasını öne çıkarmaktan başka hiçbir çaresi yoktu…Ancak o ana kadar derinde savunan Beşiktaş’ın oyuncu yapısı, her an şekil değiştirebilecek durumdaydı. Öyle de oldu; direnci düşen ve yorulan Galatasaray’ın üstüne bu kez Beşiktaş gitmeye başladı ve ağırlığını hissettirdi. Bu anlarda Holosko’nun bir topu direkten döndü, Nobre’nin kafa golü sayılmadı. Üzerine bir de Necip hamlesi gelirken, Schuster Guti’yi yamacına çağırdı…

Necip ile ortasaha direnç kazanacak, Guti merkeze ve Nobre de uzak forvete geçecekti. Bu değişiklikten sonra top daha fazla Beşiktaş’ta kalmaya başladı. Sadece 4 dakika sonra, harika paslaşmalar sonucu Nobre’nin golü geldi… Guti'nin pasını bir başkası atsa başlık sebebi olurdu, ama o attığı için normal karşılıyorum. Yine maç içinde oynadıkça açılan İsmail'in de goldeki katkısını es geçmemek gerek... Nobre, bu kısacık anda ideal bir 4-3-3’ün uzak forveti olabileceğini gösterdi aslında. Kafa şutlarında %66 oranında gol isabetiyle oynadı, savunmaya yardımları gayet iyiydi. Sağ forvet Nobre’nin, tek forvet Nobre ile arasında siyahla beyaz farkı vardı. Bu fark, Beşiktaş’ı daha fazla sıkıntıya sokmadan maçı getirdi.

Golden hemen sonra Ali Kuçik hamlesi yapılmalıydı, tam ona göre bir ortam oluşmuştu. Sabri’den “bana göre” nizami omuz darbesiyle topu alıp, umut vadeden bir atak girişimine yönelecek olması bu tezi doğruluyordu aslında. O pozisyondan önce kendisinden daha avantajlı olan ve de çabuk bir oyuncu olan Sabri’yle koşu yarışını kazanmıştı… Umarım bundan sonra daha sık şekilde kadroya girer, elde böyle çabuk ve taktik oyuncusu olacak çok fazla forvet yok… Hatta Holosko’nun ruh halini göz önünde bulundurursak “hiç yok” da diyebiliriz…Nobre’nin golüyle yerinden fırlayan ve İspanyolca bir şeyler mırıldanan Schuster sevinmekte haklıdır. Bir strateji düşünmüştür, uygulamıştır ve kazanmıştır. Molaya 3 maç kaldı. 3 maç sonra sakatlar dönüyor, bazı yeni transferler ekleniyor. Beşiktaş’ın bundan daha iyi duruma geleceği kesin gibi… İyi duruma gelecek de, yarıştaki durumu parlak olacak mı? O hala çözülmüş bir soru değil. Pazar günü Premier Leauge saatinde oynanacak Bursaspor maçıyla beraber bu sorunun da cevabı ufak ufak netleşecek…

Ateşli bir soğuk algınlık eşliğinde yazdım yazıyı, tekrar kontrol edemedim. Sürç-ü lisan affı diliyorum… Yazıyı da çok fazla yaklaşarak okumayın, size de bulaşmasın diyerek bir Alpay Özalan esprisiyle sözlerimi noktalayayım.

Galatasaray 1 - Beşiktaş 2

Derbi Öncesi: Galatasaray - Beşiktaş

Geçenlerde Lig TV, yakın dönemin Beşiktaş – Galatasaray derbilerini veriyordu. “Adamın sağından atıp, solundan geçemeyen Holosko” bir çok etkileyici performans sunmuştu, onu hatırladım… Yine karşısında oynadığı taktirde moralsiz, formsuz ve taraftarla arası iyi olmayan bir Servet olacak. Ancak kendisi de aynı durumda… Bu kez moralsizliği antrenmanlara da yansımış olacak ki; gelen haberlere göre A2 ile oynanan hazırlık maçında da epey silik kalmış. Tüm bunların dışında, Beşiktaş’ın eksikleri yine Holosko’yu tek seçenek olarak bırakıyor. Bir de öyle bir şey var…

Lakin derbinin son antrenmanında Ali Kuçik A Takım’la çalışmış. Bayram değil, seyran değil? Çoktandır da A Takım’la çalışmıyordu bildiğim kadarıyla. Yoksa haftalardır gönlümüzden geçen, artık Schuster’in de aklından mı geçiyor diye heyecanlandım. Malum; savunma arkasına adam kaçırmayı seven Galatasaray defansı ve en önemli özelliği savunma arkasına sarkmak olan bir Ali Kuçik… Beşiktaş’ın lehine bir eşleşme olur. Yine aynı isimlerde “patlama” aramaktansa, böyle bir hamleyle Schuster gözümde 1-0 öne geçer, Ali’nin performansı ne olursa olsun…

Fatih Tekke yine kadroya alınmıyormuş sanırım. Nobre’yi yeniden sahte 9 rolünde görmek muhtemel. Tabata Gençler maçında fena değildi, Konya maçında iyiydi. 11’de olması kuvvetle ihtimal; Holosko – Kuçik seçiminde sürpriz yaşanabilir. Tabii, Holosko oynar da üstüne bir de gol atarsa şaşırmam, onu da söyleyeyim… Ama sorun şu ki; kadroda özellikle de hücumda tamamen bilinmezli isimlere sahip Beşiktaş. Sadece Bobo’nun ve Quaresma’nın belli bir standardı vardı, onlar da yok.

Galatasaray’ın ortasahası önde baskı yapan bir yapıda değil. Biraz derinde bekleyip, Pino ya da oynarsa Baros’un önüne top atmak isteyecekler. Bu durumda da; Guti’yi ortasahanın arkasında tutmaktan çok, muhtemelen hafif gömülü oynayacak Galatasaray savunmasının yakınlarında oynatmak daha mantıklı olabilir… Beşiktaş 2’li ortasaha gibi oynamaya başladı Gençler maçından bu yana. Yine öyle bir düzen olursa, Guti ikili ortasahanın önünde oynadığı taktirde skora net etki eder.İkili ortasaha ise sıkıntılı. Aurelio ve Ernst’in oynayıp oynamayacakları tartışılıyordu. Zaten yaşlar 30 üstü ve maç temposu da ağır gelmiş gibi gözüküyor. Ernst’in düşüşü bariz göze çarpıyor… Necip’le ortasahaya neden enerji katılmaz, pek anlam veremiyorum. Aurelio’nun yerine daha uygun tercih olabilir, hele de ortasaha 2’li oynayacaksa daha da fark ettirir. Böyle bir düzende ortasahaların sınırı genişliyor, bu da daha fazla enerji anlamını taşıyor…

Savunmada çok bir değişiklik olacağını zannetmiyorum. Şuana kadar hiç hatalı gol yememesine ve kalecilerin “libero” oyununa en uyumlu isim olmasına rağmen sürekli kesik yiyen Cenk, bir derbi yaşamayı hak etmiştir bence. Tecrübeyi bilmem de, “güven” yaşta değil yetenektedir biraz… Ne olursa olsun, kalede Cenk olduğu vakit diğer kalecilere nazaran daha bir güvenle maça baktığımı söyleyebilirim.

Bu kez kadro yok, zaten “gönülden geçen ve Schuster’in hesapları” karışımı bir 11 yapıyoruz tutmuyor. Bakalım, maç sonunda gerçek kadronun üstüne naçizane yorumlarımızı yaparız.

Pres Yapıyorum, Koru Beni !

On derste hücum futbolu adı altında bir kitap çıksa, önsözünde şu “topun kaybedildiği noktaya pres” olayı olurdu herhalde… Bütün kopuk bağları birbirine yakın tutan; ani baskıyla hem rakibin ciddi kontralarını önleyen, bununla beraber yeni bir hücuma imkan veren; rakibin “puan alma” inancını büyük anlamda yitirten bir özelliktir bu, doğru yapıldığı taktirde tabii…Coğrafya derslerindeki küre misali, konu modern ya da hücum futbolu olunca, bizim de değişmez örnek maketimiz Barcelona oluyor… Barca, “topun kaybedildiği yere pres” mevzusunda nirvanaya ulaşmış bir takımdır aslında. Topun kaybedildiği noktada, hemen kim yakınsa anında pres yapıyor. Diyelim Daniel Alves sağbek olmasına rağmen, rakip kale önlerinde dolanıyor; top kaybedildiği zaman “pozisyonuna geri koşmak” yerine, hemen orada prese başlıyor… Asıl mesele pres yapmak değil tabii ki; onların buradaki asıl farkı “sonrasında” başlıyor. Pres için yerini boşaltan adamın pozisyonu “anında” dolduruluyor bir başka oyuncuyla. Hani yolu olduktan sonra, su akacak yerlerini bilir ya… Aynen o durumdalar. Rakip pres görürken, pas verebileceği oyuncuların da önünde birer Barca’lı buluyor. Çok büyük ihtimalle uzun topa ya da top kaybına meyil veriliyor. Film de burada kopuyor zaten…

Beşiktaş da hücum oynamak isteyen, savunmasını önde tutup; sürekli rakibine baskı hissettirmeyi amaçlayan bir takımdır Schuster’le beraber. Her ne kadar son maçlarda “zaruri” sebeplerle, bu olgular ikinci plana atılsa da… Ancak bu futbolun “önsözüdür” dediğimiz, topun kaybedildiği yere pres; kısaca “ön pres” konusunda biraz sınıfta kalınıyor maalesef. Daha doğrusu denenmiyor, ya da az deneniyor… Çünkü bunu yapabilecek oyun zekasına sahip, kademe anlayışı az biraz sıkı olan oyuncu sayısı çok az… Zaten Konyaspor da attığı gollerle, bu savı kanatlar gibiydi hafta sonu.Şimdi burada İbrahim Üzülmez’in yaptığı savunmaya dikkat edelim. Bir kere duruşu “ofsayt” zaten Üzülmez’in, sırtı dönük şekilde savunma yapıyor ve topa sahip olan oyuncunun hamle yönünü gözlemleyemiyor. Bir de teorik olarak ofsaytta olması gereken bir oyuncu var orada: Montano… Ancak, Üzülmez gereksiz şekilde kendini geriye atarak, o oyuncunun ofsaytta kalmamasını sağlıyor. Burada işin doğrusu, Üzülmez’in Grajciar’a topla yürüme şansı vermemesiydi. Burada direkt olarak topa sahip oyuncuya pres yapsa, Montano ofsayda düşecek ve Granjiar’a sadece “çalım atma” seçeneği kalacak. Grajciar çalım atarsa ki, bu kadar kolay değil; hem kendisinin kaleye olan açısı değişecek, hem de zaman kaybedecek. Bu da, geriden destek veren Ernst ve Holosko’ya zaman kazandırma anlamını taşıyacak. Yani bu kontra, kontra olmaktan çıkacak bir nebze. Ki bunlar da, İbrahim’in çalım yediği varsayımı sonrasındaki gelişmeler tabi…Ancak Üzülmez “geri basmaya” devam edince, hatta topa sahip oyuncuya “sırtını dönmekte” ısrar edince, üstelik cephedeki adamdan vazgeçip hala ısrarla kenara doğru kaçan oyuncuyu kontrol edince; Grajciar sahilde dolaşır gibi kalenin yakınlarına kadar geliyor ve “baskısız” bir şut imkânı buluyor… Potansiyelini bir kenara bırakıp, kayıtsız şartsız İsmail’i o bölgede görme istediği de buradan doğuyor aslında. Yani, 36 yaşındaki adamın hala bu hatalarını izlemektense; “21’lik İsmail oynasın, isterse kendi kalesine frikikten gol atsın be abi!” diyerek, ikinci gole geçiş yapıyorum.Golün öncesinden bir resim, sağ stoper Toraman yine başka diyarlarda… Nedenini sorgulamıyorum, alıştık artık. Herhalde hücuma çıkınca orada kaldı diyorum… Neyse, Toraman “madem pozisyonumu kaybettim, burada baskı uygulayayım” diyor ve aslında doğruyu yapıyor. Yukarıda bahsettiğimiz olay. Bundan sonra, “arkayı kollayacak” oyunculara ve onların paylaşacağı kademelere kalıyor iş… Erhan ortada sağ stoper olmadığı için mecburen içe kayıyor. Ernst ise, kısa zaman sonra yanındaki oyuncunun Ersan’ın üzerine gittiğini görünce, dikkatini tamamen Grajciar’ın üstüne verecek. Yani Erhan’ın daha fazla içeri kat etmesine gerek kalmayacak. Hilbert ise, Hakan Aslantaş’ın farkında ve koşu ile yakalayabileceği mesafede…Pozisyonun devamında Ernst yaklaşık 5 saniye “eliyle” uzak bölgedeki adamı göstermesine rağmen, Erhan hala içe kaymaya devam ediyor. Hibert de müthiş bir laubalilik gösterince, Hakan’ın önünde önemli bir boşluk kalıyor…Montano, bu hatayı çok iyi seziyor ve Hakan’a harika bir top atıyor. Erhan, geri kalmış saat misali; bir pozisyon öncesinde alması gereken Hakan’a basıyor ve hem Grajciar’ı boş bırakıyor hem de Hakan’a olan presi yetersiz kalıyor. Yani tamamen oyundan düşüyor… Ernst ise, Erhan’a kızarak oyuna küsüyor ve o da Grajciar’ı takibi bırakıyor. Golü atacak oyuncuya son anda müdahaleyi yapacak olan adam yine bizim “cengaver” Ersan… Bu pozisyonda ise, tek bir oyuncunun (Toraman) yerini kaybetmesine rağmen zincirleme bir kademe sorunu yaşanıyor. Son ana kadar testten tek geçen isim Ernst… En büyük ihale de bana göre Hilbert’de. Çünkü en büyük bir pozisyon hatası, en ufak “lakaytlıktan” iyidir… Maç sonunda küfür yiyen Holosko, kenarda oynadığı vakit hiç böyle bir laubalilik yapmaz mesela topsuz oyunda. Keza Gençlerbirliği maçında hem O, hem de Tabata gerekli kademeleri yapmışlardı hatırlanacağı üzere. Bunu en iyi anlayan ve o maçta sağbek oynayan Hilbert, burada çok büyük ayıp etmiştir…

Asıl mesele ise; Beşiktaş’ta bir oyuncunun “ben prese kalkıyorum, arkamı kolla!” dediğinde ya da yerini kaybettiğinde takım savunmasının tarumar olduğu gerçeği. Beşiktaş’ta 1 hata, ikinci hatayı da getiriyor ve goller öyle geliyor. Bunun sebebi ise bir çok oyuncunun "en temel futbol gerçeklerinden" uzak olmaları… Ne çizgi defans, ne Schuster ne de başka bir neden asıl sorun değil… Bazı oyuncularla futbol oynamak, 4 işlemi bilmeyen çocuğa havuz problemi sormak gibi bir şey maalesef…

O nedenledir ki; arzumuz “futbolu bilen bir teknik direktörün” artık kalıcı olması ve kadronun zamanla “futbolu bilen oyuncularla” donatılması… Aksi taktirde kalıcı olan, vasat ve futbolu en temelden öğrenme ihtiyacı olan oyuncular oluyor…

Bu da hiç öyle sanıldığı gibi “yüksek maliyetle” halledilecek bir sorun değil. Beşiktaş’ın her hattıyla “futbol oynayacak” bir takıma dönmesi için, her bölgesine Quaresma, Guti kalitesinde adam almasına gerek yok. Futbolu bilmesi, oyun zekasına sahip olması, değişime ve gelişmeye açık olması yeterlidir en başta. Biraz da yeteneklisi olursa fena olmaz, bulmak zor değil. Örneğin alttan çıkan Necip görüldü ki “üstteki” bir çok oyuncudan daha fazla oyun zekasına sahip… Bank Asya’dan gelen Ersan görüldü ki; neredeyse 10 senedir büyük takımda oynayan oyunculardan daha fazla savunma bilgisine sahip… Yerlilerden bile biraz kurcalayınca çıkıyorsa, yabancılardan bulmak hiç zor değil. Yeter ki bakış açısı biraz geniş olsun!


Örnek golleri, oyun akışı içinde görmek isterseniz;
Grajciar'ın ilk golü
Grajciar'ın ikinci golü
Barca'nın ön presine örnek bir video

Schuster Açılımı #1

Bugünlerde Schuster’in açıklamalarına karşılık olarak “sen ne diyorsun be adam?” gibi bir ağız birliği yapmak moda oldu sanırım… Tamam, puan kaybı sonrasında geldiği için “kabullenmeme”, “ayıp örtme” olarak bakılabilir bu demeçlere. Ancak aradaki haklılık paylarını da göz ardı etmemek lazım… Buna örnek oluşturacak bir özlü söz falan yazmak istedim de, aklıma bir şey gelmedi. Neyse… “Açılım” adı altında “Schuster’i anlama” yoluna giriş yapıyorum. Ve öncelikle, işin daha çok Beşiktaş’ı ilgilendiren kısmından başlamak istiyorum…

“Bobo, Quaresma ve Guti olmadığında normal bir takımdan farkımız kalmıyor.” gibi bir laf etmiş sanırım Schuster. Ben duymadım, ama dediyse doğru demiş… Şöyle açayım; “Tabelayı değiştirme adına bu üç oyuncudan başka kaliteli bir isim yok…” Bunların dışında Necip, Ernst gibi “tabela değiştirmede” etkin olamasalar da, iyi hatta kaliteli denecek takım oyuncuları mevcut birkaç adet… Ancak çoğunluğu; yeteneksiz, güvenini kaybetmiş ve futbolu en temelden öğrenmeye tekrar başlaması gereken oyuncular oluşturuyor Beşiktaş’ta. Bunda sanırım hemen herkes hemfikirdir…

Beşiktaş’a bu sezon “çok iyi kadro!” dedirten oyuncular Quaresma ve Guti’ydi… Onların dışında büyük bir fark yok. Haydi geçmişten Bobo’yu da ekleyelim, zaten Schuster de eklemiş… Şimdi ben, Schuster’e “sen ne diyorsun be adam?” demektense, o saydığı üç ismi kullanırken ne sonuç almış onu merak ederim, ettim de…

Quaresma, Bobo ve Guti’nin bir arada 11 başladığı sadece 4 adet resmi maç var. Hepsi de galibiyetle noktalanmış… Bazı maçlar bu üçlüyü oynatma imkânı vardı hocanın fakat özellikle Bobo’yu sık sık rotasyona soktu. Yeni sakatlıktan çıktığı için, Fenerbahçe maçında oynatılmaması gibi… Özellikle o maçta Schuster’e çok kızgın olsam da, son günlerde “alın size rotasyonsuzluk!” der gibi üst üste aynı oyuncularla çıkınca da, adamın biraz haklı olduğu ortaya çıktı. Bobo üst üste 5 maç oynayınca beli yerinden oynadı ve belki devreleri kapadı…“Üçü sana fazla, bu Beşiktaş neler gördü! Sana ikisi de yeter.” diyerek; Quaresma, Guti ve Bobo’dan “en az ikisinin” 11 başladığı maçlara göz atalım:

Beşiktaş 3 - 0 Vikingur (Quaresma, Bobo)

Vikingur 0 - 4 Beşiktaş (Quaresma, Bobo)

Beşiktaş 3 - 0 Plzen (Quaresma, Bobo)

Beşiktaş 2 - 0 Helsinki (Quaresma, Bobo, Guti)

Helsinki 0 - 4 Beşiktaş (Quaresma, Bobo, Guti)

Bucaspor 0 - 1 Beşiktaş (Quaresma, Bobo, Guti)

Karabükspor 1 - 4 Beşiktaş (Quaresma, Guti)

Beşiktaş 4 - 0 Ankaragücü (Guti, Bobo)

Fenerbahçe 1 - 1 Beşiktaş (Quaresma, Guti)

Beşiktaş 2 - 1 Antalyaspor (Quaresma, Bobo)

Rapid Wien 1 - 2 Beşiktaş (Quaresma, Guti, Bobo)

Beşiktaş 3 - 0 Mersin İ.Y. (Guti, Bobo)

Beşiktaş 2 - 1 Sivasspor (Guti, Bobo)

Porto 1 - 1 Beşiktaş (Guti, Bobo)

Beşiktaş 1 - 1 Kasımpaşa (Guti, Bobo)

Gaziantep BLD. 1 - 0 Beşiktaş (Quaresma, Bobo)

Gençlerbirliği 0 - 2 Beşiktaş (Quaresma, Guti)

Toplam 17 maç var burada, siyah renkliler galibiyet demek; mavi renkliler beraberlik; yenilgiler de kırmızı…

Tek yenilgi, belki de Schuster'in şuana kadar en büyük hatası olan "moralsiz as kadroyla" maça gidilmiş olunması ve Bobo gibi oyuncunun dinlendirilmemesi ile geldi... Sene başından bildiğimiz Schuster'in o tip bir kadroyla gitmesi imkansızdı. Bir müdahele mi geldi, bu maçı kazanmazsak yanarız mı denildi bilemiyorum... O maçta psikoloji farklıydı, Quaresma yeni sakatlıktan çıkmıştı; zaten Quaresma "Quaresma" olsa o maçta iki golü vardı... Ve sonradan anlaşılacağı üzere Bobo da maç içinde problem yaşamıştı. Beraberlikler de Kasımpaşa harici kabul edilebilir… Kasımpaşa maçı pek iyi olmadı doğrudur ama 95’de penaltı girse o maç da siyahlaşacaktı. Porto maçında beraberliği kabul etmekten öte; takımın o günkü görüntüsü hakkında söyleyeceklerimi, Schuster’in 1960’lar söylemine dem vuracak olduğum “açılım dizisinin" ikinci bölümüne saklıyorum…

Diyeceğim odur ki; Beşiktaş’ın iyi kadrosu olduğu söylenemez fakat “kadro iyi” yanılgısına düşüren çok iyi denebilecek oyuncuları vardır. Ve bu oyunculardan en azından ikisini kullanırken adamın gayet iyi iş çıkarttığı görülüyor… Bu oyuncuların hiç olmadığı ya da sadece birinin olduğu durumlarda ise; ortaya çoğunlukla “”çözümsüzlük” çıkıyor… Çünkü yerlerine oynayan oyuncuların 3 metre öteye attıkları olumlu pasa veya boş kaleye top yuvarlamasına ciddi ciddi “tav olacak” durumdayız… Sergen’in yorumları sinir bozucu olabiliyor, farkındayım. Ancak arada çok önemli detaylar da veriyor bir futbolcu olarak. Mesela bugün Quaresma hakkında bir şey dedi: “Maçta dikkat ettim, mesela koşuyor alıyor topu ve kafasında bir oyun planlıyor. Verip, tekrar alacak falan… İyi güzel de, onu anlayacak başka adam da yok ki etrafında, Quaresma anca hayal kurmakla kalır yani sahada! Verdiği top zor geri gelir ona…”

Onlar yokken, Beşiktaş’ın eski halinden pek fark olmuyor, hatta bireysel performans olarak bazı oyuncuların “eski hallerinden” bile kötü oldukları görülüyor. Takım kötüyken defansı ayakta tutan yegâne adam Sivok zaten arazi… Bunla beraber yine “karakterli futbol” oynatılmak istenince, işler iyi gitmiyor. Maçına göre karakter değiştirmek, “karaktersizliği” de getirebilir. O riske değer mi bilmiyorum… İyi kötü bir “karakter edinmiş” takımın, Porto karşısında mağlup durumdan dönebildiğini gördük. Aynı şekilde Rapid Wien’i yine geriden gelip yendiğini… Sanırım bunlar ikinci yazının konularına dahil oluyor. Devam etmeye çalışacağım önümüzdeki günlerde…

Kelebek Etkileri

Çok tuhaf bir maç oldu… Guti’siz oynanan Antalyaspor maçına taktiksel olarak benzeyecek dedik ama o gün “direkten dönen” maçın kaderi bugünküne benzedi. İki pozisyonu olan Konyaspor %100’le oynadı ve iki pozisyonda da ciddi şekilde bireysel hatalar vardı. Hani Rıza Hoca basit gol kavramını makara malzemesine çevirmese, hakikaten “Beşiktaş çok basit goller yedi” diyeceğim…İlk goldeki hatayı açıklarken, öncelikle Grajciar'ın gol anlatımından not düşeyim: “Topla driblinge kalktığımda aklımdaki düşünce; uygun zamanda pas vermekti. Ancak beni savunan oyuncu önümü boşalttı, ben de şutuma güvenirim ve vurdum, gol oldu…” İbrahim Üzülmez 40’ına dayandı ama hala enerjik. Fakat aynı istikrarı, taktiksel anlamda savunma futbolunu öğrenememesinde de gösteriyor… O pozisyonda tam zamanında cepheye yönelmişti aslında. Grajciar topu Montano’ya verirse açı daralacaktı, tabi ofsayda düşmezse! Ancak İbrahim tekrar karar değiştirip, kenara yöneldi. Sonucu malum, topa vurmasını bilen adam Grajciar hata affetmedi.

İkinci golde gözlerim önce Toraman’ı aradı. Yine sağ stoperin yerinde yeller esiyordu… Sonra Erhan’ı aradı, o da gereksiz bir bölgeye kaymıştı. Tamam, sağ stoper oyunda yoksa bek içeri kaçar futbolun basit kurallarında, fakat Ernst zaten cepheyi doldurmuştu, Erhan kulvarını boşuna boşaltmış oldu… Sonra Hilbert’i aradı gözler. Geçen hafta, hemen her yazıda eleştirdiğimiz Tabata’nın yaptığı gibi bir kademe yapar mı diye… Ağır çekimde dikkat ettim, pozisyonu görmesine rağmen gitmemişti. Beşiktaş’ta yapılan bir hata yine kapanmamış, ikincil hatalarla süslenmişti. Ve ortaya kel alaka bir gol daha çıktı…

Aslında yenilen ilk gol sonrası Beşiktaş tam da arzu edildiği gibi oynuyordu. Aurelio derinde kalmıyor, önde yapılan baskıya destek veriyordu. Konyaspor daha savunmasından çıkmadan baskı görüyordu. Bununla beraber üst üste kornerler, ortalar maçın beraberlik golünü getirdi. Sahte 9 oynayan Nobre gayet iyi bir direnç katmıştı, Tabata ise bana göre Beşiktaş’taki en iyi oyununu oynuyordu… Sürpriz iki performans vardı fakat kendi standardının gerisinde oynayan oyuncular da mevcuttu… Buna Quaresma sakatlığı da eklenince, 2-1’in korunması hakkında insan şüphelere düşüyordu…Beşiktaş’ın hücum hattı gayet hareketli ve sürprizliydi. Hemen herkes serbest oynuyor gibiydi ve sürekli pozisyonlar değişiyordu. Topun olduğu yere baskı yapıldığından dolayı, böyle bir şey de gerekiyordu zaten. Ancak Quaresma’nın sakatlanışı sonrası kalkan tabela, Beşiktaş’ı yeniden “statikliğe” iten bir değişikliği gösteriyordu… Erhan sağbeke geçecekti, Hilbert öne atılacaktı. Nobre bağımsızlığını kaybedip, yeniden orta forvet olacaktı ve Holosko’da sol çizgide kalacaktı… Yani Beşiktaş, ilk yarıda olduğu kadar sürprizsiz olmayacaktı.

Erhan’ın yetersizliğinden Schuster de haberdar aslında… Alınan haberlere göre devre arası için kendisine “kulüp bul” denmiş. Ancak şuan eldekilerle hareket ediliyor ve hala 18’de yer alıyor. Fatih Tekke ile durumu farklı… Birisi yaptığı saygısızlıktan düşünülmüyor, diğeri belki daha pek çok oyuncu gibi “performansından” memnun kalınmadığı için gönderilmesi düşünülüyor, fakat transfer dönemine kadar kullanılıyor… Savunmada sürekli yerini kaybeden Toraman'a bakıyoruz; stoper ama "iyi iş" dediğimiz hareketleri hep topla ani çıkışları, hücum katkıları. Gol haricinde savunma anlamında kötü olmayan Erhan'a bakıyoruz; eleştrilen en bariz noktası topla yeteneksizliği... Ve maça bakıyoruz; topla en çok buluşması gereken adam sağ bek, yenilen gol savunmadaki kademe aksaklığı... Diyeceğim odur ki; şu maçta Toraman'la Erhan'ın sadece mevkileri bile değişse, Beşiktaş'ın 2 puanı uçmayabilirdi... Böyle bir kelebek etkisidir bazen futbol... Örneğin Holosko; 3-1 yapacakken 10 santimle auta vurmasa, ya da attığı golde biri ofsaydı bozsa; yarın "Geri döndü!" manşetlerini görebilirdik. Ama bugün sinkafla soyunma odasına girdi... O'na bir hava değişimi şart. Burada olmayacak artık, belli oldu... Aynı hava değişimi taraftara da şart; ıslık olmaz dedik küfüre dönmüş. Artık hiç bir şey demiyorum...Maça dönelim... Erhan’ın yerine Onur gibi bir isim girse, Beşiktaş’ın hücumda hareketli ve sürprizli oyunu devam edebilir, Hilbert de sağbekte kalabilirdi. Ancak Schuster, Quaresma’sız bir takımla macera aramaktansa, topsuz oyun anlamında kuvvetlenme yolunu seçmişti belli ki… Sonuçta takım ikinci yarıya girerken öndeydi, savunma anlamında güçlü olup; ani çıkışlarla maçı bitiren golü arayacaktı. Bana göre yanlış bir seçimdi ama “seçimdi”… Çok da itiraz edilemezdi. Zaten Konyaspor’a pek aman verilmeden, “maçı bitiren gol” yolunda üç adet çok önemli pozisyon yakalanmıştı, girmedi… Aslında Schuster’in planı kağıt üstünde tutmuştu, ancak yine “kelebek etkileri” buna izin vermedi. Yukarıda bahsedilen zincirleme hatalarla Grajciar, topu boş kaleye “vuramadı”, o yüzden gol oldu… İyi vursa gol olmayabilirdi, Ersan sıkı kapatıyordu…

Sonuç olarak hayal kırıklığı, zirve uzaklığı ve zihin boşalmasıyla maç bitti… Bir de üzerine Quaresma’nın ilk yarı için şalteri kapattığı haber geldi. Bizlere de artık sadece “beklemekten” başka çare kalmadı. Bekleyelim bakalım…

Beşiktaş 2 - Konyaspor 2

Maç Öncesi: Beşiktaş – Konyaspor

Bayram gitti, seyran bitti… Hayat; ufak ufak normal akışına, yani futbol ve Beşiktaş’ın vazgeçilmez olduğu duruma geçiş yapıyor. Beşiktaş’ı son hatırladığımız kadarıyla “bitmeyen” final maçlarından birini kazanmıştı Ankara’da… O serinin devamı açısından önünde gayet uygun bir rakip var: Konyaspor.

Bobo’nun olmayışı, “her maç zor” klişesini güçlendiren bir etken… Hakikaten de Bobo’suz her maç zor, özellikle İnönü maçları. Hadi geçen hafta Quaresma’ya sırt dayanıldı, rakip üste çekildi ve bir şekilde kazanıldı. Ancak bu kez aynı plan tutar mı bilmiyorum… Geçen hafta rakip için bir sürprizdi o hamle, ancak bu sefer değil. O nedenle ben, en uçtaki ismin bu kez daha “normlara uygun” bir oyuncu olacağını tahmin ediyorum.

Şayet, hep o “son 10 dakikada” yapılan baskı, maçın başlarında yapılacaksa ve de kaleden uzak kalınmayacaksa; Nobre eldekiler arasında en uygun santrafor. Fatih Tekke’nin sürgünü devam ediyorsa tabii… Ancak “sağ forvet” yine bir bilinmez… Holosko, Tabata vasatı aşamıyor ama elde başka çaresi yok hocanın. Hilbert’i oraya çekmek istiyor, fakat başka da bek oyuncusu yok… Oğuz Ceylan hakkında güzel haberler var, aklının bir köşesinde yazıyormuş Schuster’in... Kullanacağı gün gelecek ama bugünlerde zor, çünkü bugünler “kurtarılması” gereken günler halen… O yüzden Hilbert bekte kalır, sağ forvet yine Tabata olur heralde.Ya da, yine ileri üçlüde kimsenin yeri “belirgin” olmaz, asimetrik bir hal alabilirler. Guti’siz bir Antalya maçında öyle olmuştu. Ernst – Aurelio – Necip ortasahası epey önde basmış ve rakibi ortasahadan öteye geçirmeyen bir hal almışlardı. Bobo harika bir oyun oynamış, Ernst “Guti’leşmişti”. Yine öyle bir ortasaha oyunu, baskısı ve golü “oluruna” ya da, bireysel patlamalara bırakan bir plan bekliyorum.

Bu şablonda beklerin önemi daha da artıyor. Antalya maçında gelen ilk golde, Hilbert’in Ernst’e aktardığı “asist öncesi pası” vardı. Bu maçta beklerin görevini bölmek, iki taraftan da “sıkı” gelmek gerekiyor. O nedenle İsmail bu maçta sahada olmalı. Biliyorum, Schuster milli takımda oynayan oyuncuları bir dahaki resmi maçta kenarda tutar. Ancak İsmail bir istisna olmalı, zaten kendisinin de ihtiyacı “sürekli” oynamak…

Kafadan “kolay rakip” intibası bıraktık Konya’ya, Rıza Hoca’nın “basit gol” tanımı kadar geniş olmasa da, hakikaten kolay gol yiyen bir takım oldukları için öyle görüyorum. Ama “Ziya Doğan Effect”’ten de tırsmıyor değilim hani…

Kenar Forvet Portresi: Erik Huseklepp

Geçtiğimiz gün oynanan hazırlık maçlarından özetler gösteren bir programa denk geldim. Ronaldo tam “unutulmaz” bir gol atacakken Nani’nin sabotesi; Kuzey İrlanda – Fas maçının son dakikalarında, defans oyuncusunun “itiş kakışına” önce uyarı verip, sonra devam ettirdiğinde penaltı çalan, yani bu uyarının “işgüzarlık” olmadığını gösteren hakem; genç İtalyan Macheda’nın Ümit Millilere karşı gösterdiği harika oyun ve Erik Huseklepp… En çok dikkatimi çeken olaylar bunlardı.Ama Erik Huseklepp’in ayrı bir yeri vardı tabii… Sebebi de; hayalimdeki Beşiktaş’ta ilk transfer ihtiyacının “sağ kenar forvet” bölgesine olduğu ve Huseklepp’in de, kafamda çizdiğim özelliklere hemen hemen tam oturan bir hücumcu olmasıydı.

Daha önce de adını duyduğum bir oyuncuydu aslında. O nedenle bu özet görüntülerde dikkatle izledim, bütün Norveç atakları onun taşıdığı toplarla şekilleniyordu diyebilirim. Güçlü fiziğine rağmen süratli, yeterli bir tekniğe sahip olan ve karşı yarı sahanın her bölgesinde etkili gözükecek “hareketliliğe” sahip bir oyuncu. Attığı galibiyet golü de, çok iyi bir “kenar forvet” koşuşuyla gelmiş…

Aşağıda paylaşacağım video ile oyuncunun yetenekleri ve “çok yönlülüğü” hakkında fikir sahibi olabilirsiniz. 188 boyunda, çabuk, ortasaha özellikli ve aynı zamanda bitirici bir oyuncuya benziyor. 26 yaşında ve Brann’da forma giyiyor. Bu saate kadar dış piyasaya açılmaması aslında bizim kulüplerimiz için bir şans. Kuzeyli oyuncular kafa olarak da “futbolcu” olur genelde. Yani, ben bu oyuncunun yeni yeni parlamasında “geç fark edilmenin” etkisi olabileceğini düşünüyorum.

Devre arasında ufaktan yabancı temizliğine başlayacak olan Beşiktaş da, bu “fark edenlerin” arasında olur umarım. Huseklepp – Bobo – Quaresma üçlüsü gayet ideal ve modern bir 4-3-3 hücumu olabilir gözüküyor…

Q7,9,11 ve 10

Kasımpaşa beraberliği, sonrasında “as kadroya yakın” bir 11’le çıkılmasına rağmen, ikinci lig takımına mağlup olunması, Trabzonspor’un Bursa’dan da çıkması; Gençlerbirliği maçını “sezon finaline” çeviren etkenlerdi Beşiktaş için… Takım da, Schuster de bu maça öyle bakıyordu belli ki. Her oyuncunun yüzünde bir gerginlik hâkimdi, hemen hepsi “topsuz oyunda” da pür dikkatlerdi. Örneğin maçın en kritik “ters kademesi” Tabata’dan geldi. Keza çıkan 11, taktik ve oyuncu değişiklikleri birer final hamleleriydi…

Quaresma’nın en uçta başlaması şaşırtıcıydı, ancak Dünya futbolunda yeni bir şey değildi bu… Dönem dönem bazı teknik direktörler bu tarz seçimlerde bulunur. Örneğin; Dünya Kupası’nda Şili’nin başında bulunan Bielsa, Valdivia gibi bir ismi orta forvette oynatmış, farklı bir plan kurgulamıştı. Valdivia, o yapının içinde geriden top alıp, yaratıcılığını konuşturarak; etrafında koşu yapan Isla, Alexis Sanchez ve Beausejour gibi isimleri pozisyona sokuyordu. Yani en uçta görünmesine rağmen, sürekli geriden top alarak ve hareketli oynayarak defansın dikkatini ve dengesini bozuyordu…

Quaresma da bu tip bir roldeydi. En uçtaydı fakat, kesinlikle statik bir yapıda değildi, sürekli kenarlara deplase oldu. Onun kenarlarda topla buluştuğu zamanlar; Tabata, Holosko ve Ernst gibi oyuncular da ceza sahasını zorlamaya çalıştı. Temposu elverse, Guti de bu gruba dâhil olabilirdi… Ama ne var ki Holosko yine vasata bile ulaşamayan bir performans sergiledi. İçeriyi zorlayan tek isim Tabata oluyordu ve onun da fiziği yeterince rakibi bozmaya elvermiyordu.Tipik bir 4-6-0 gözüken yeni planda bir sıkıntı yoktu aslında. Fakat ilk yarım saatten sonra Beşiktaş, rakibi zorlama konusunda inandırıcılığını kaybetti. Bu da formsuz oyuncuların çokluğu ve ortasahanın hücuma yeterince destek vermemesinden ileri geliyordu. Ernst bile standardının altındaydı… Ancak maçta sürpriz bir performans vardı; geçmiş dönemlere nazaran bu maçta oldukça faydalı gözüken Tabata, Üzülmez’in ortasına uçtu ve penaltıyı aldırdı. Türk hakem standartlarının "üstünde" bir karar, fakat kitaba göre penaltıydı o pozisyon. Havalanmış bir oyuncuna arkadan yapılacak en ufak şarj bile “rakibin avantajını elinden almak” anlamını taşır… Hakem de, iyidir kötüdür ama zeki bir hakemdi ve penaltıyı verdi. (Pozisyonun tekrarını çok fazla izlemediğimi de belirteyim, maçtaki tekrarla yola çıkıyorum) Zeki diyorum çünkü; son dakikalarda Rüştü “asıl amacı vakit geçirmekken”, güya rakibe şut attıran takım arkadaşlarına kızmak için, aut atışını kullanmak yerine ceza sahası çizgisine kadar geldi ve sarı kartı yedi. Tabiri caizse hakem bu numarayı “yemedi” yani… “Standardımız bu değil” diyerek hakemin penaltı kararına kızmak yerine, diğer hakemlerin standardını buraya çekmek gerek. Antalya’da rakibe çift dalan Kirita’ya çıkan kırmızı kartta olduğu gibi…

Schuster Nobre’nin orta forvetliğinden vazgeçmişe benziyor. Bugünkü takım ona işaretti… Zaten Nobre, Guti’nin yerine oyuna girdi ve ortasahada yer aldı. Önemli de katkılarda bulundu, hem mücadele hem de hava topları açısından. İkinci golde de, asist öncesi pasın sahibiydi. Telaşla topa abanmak yerine, Quaresma’nın olduğu bölgeye yolladı ve sezonun en güzel asistlerinden biri geldi… Quaresma, aslında maç boyunca etrafında “doğru koşan adamlar” olduğunda neler yapabileceğini gösterdi o asistle… O gol aynı zamanda, Erhan – Holosko değişikliğinin ürünüydü. Erhan, sağ beke geçerek daha bir savunmacı karakter ekledi takıma; Hilbert de vasatı aşamayan Holosko’nun boşalttığı sağ ön mevkisini doldurdu. Ve çok kısa zaman içinde iş yaptı…Üç puan ve taktiksel hamlelerin işlediğini görmek güzeldi. Ancak, Beşiktaş’ın tıpkı geçen sezonlarda olduğu gibi savunmasını arkaya atması oldukça can sıkıcı bir görüntüydü… Ama bir de işin realite kısmı var. En uçta Quaresma’nın gözüktüğü ve 30 küsür yaş ortalaması olan bir ortasahayla “önde baskıya devam etmek”, biraz hayalperestlik olurdu. Sahada dinamik bir takım ve iyi bir santrafor varsa baskıya devam edilmelidir ancak bugün eldeki malzeme o değildi. Takım çizgiyi biraz geriye çekti, Aurelio yaptığı en iyi işi yaptı, defansın arasına girerek havadan yerden katkı sağladı. Guti de, ortasahanın bir adım önünde “top tutma” görevini gerçekleştirdi yorulana kadar. Takım; transferlerle, alttan çıkacak oyuncularla ve de “zamanla” gençleşmelidir. O zaman bu “önde baskılı oyun” daha anlamlı olur. Bugün galibiyet büyük ihtiyaçtı, bunu Guti’nin golü sonrası 20 kişilik sevinç yumağından anlayabiliriz… O nedenle, “asıl amaç” için böylesine maçları “araç” olarak görebiliriz. Çünkü biz ne kadar “önemli olan takımın karakter değiştirmesi” desek de, puan sıralamasında arkalarda kalınması Schuster’e yeterli zamanı vermeye bilir…

Q7, bugün aynı zamanda 11, 9 numaralı bölgeleri de oynadı. Baktı olmuyor, son golde de "10 numara" oldu... Onsuz buraların hiç tadı tuzu yoktu. Ne diyordu Selami Abi? Seninle başım derte, ne yapsam bilmiyorum. Canımdan bir parçasın, söküp atamıyorum...

Gençlerbirliği 0 - Beşiktaş 2

Maç Öncesi: Gençlerbirliği - Beşiktaş

Kafile Ankara’ya uçunca, biz de kadrodan haberdar olduk. Bobo sakatlanmış… Son derece mühim(!) bir maçta da dinlendirilmeyince kaçınılmaz oldu. Buna rağmen yine Fatih Tekke kadroda yok. Silindiğinin bir resmidir… “Umudunuz Nobre” yani anlayacağınız… O da sakatlıktan yeni çıktı zaten.

Açıkçası, bir “orta forvet Nobre” faciası daha yaşamak istemiyorum. Porto maçında kendisine biçtiği “sahte dokuz” rolüyle, Schuster de aynı şeyi düşündüğünü gösterdi aslında. Yani, o da “en uçta” Nobre’nin olmadığı bir formasyon peşinde. Şöyle bir çözüm olabilir; Quaresma son maçlarda Bobo’nun rol aldığı “sol forvet” bölgesine dahil olur, Onur da forvet arkası & sahte dokuz alanında. Yani, Nihat’ın Porto ve Kasımpaşa maçlarındaki yerinde…Nobre’yi sağ forvet gibi oynarken izledik bu sezon, çok kötü değildi. En azından orta forvetteki hallerinden iyiydi diyebilirim. Oradan çok fazla top sürmesine gerek yok, hücum aksiyonları Quaresma tarafından yönlendirilir. Onun trivela ortalarında, Nobre uzak direkte etkili olabilir… Orada oynayacak bir başka oyuncu Holosko’nun, normal şartlarda “top sürme” ve defansın arkasına sarkma gibi yetilerle Nobre’nin önünde. Ancak kendisinden eser yok. Topu kaval kemiğine vurdurup auta çıkan bir hale dönünce, hızı – top sürmesi gibi işleri de para etmemeye başladı. Yani bu konuda Nobre’ye yaklaştı gibi zaten…

Nobre, en azından duran toplarda etkili bir silah olur, az öncede bahsettiğim gibi; Quaresma’nın tersten yapacağı ortalarda tehlike arz eder. Onur, Guti ile çok az oynadı. Sanırım Mersin maçının sonlarında beraber aynı ortasahayı paylaştılar… Böyle bir ikili sahada olduğu vakit, topun Beşiktaş’ta kalma süresi bir hayli artacaktır. Şu sıralar güvenini kaybetme noktasında olan bir takım için önemli bir artıdır topa sahip olmak…

Kasımpaşa beraberliği, Gaziantep BLD mağlubiyeti… Takımı ve Schuster’i ciddi şekilde tartışılır hale getirdi. Psikolojik anlamda çok önemliyken, Trabzonspor’un pek fazla zorlamadan, Bursaspor gibi bir deplasmandan gayet “temiz” bir galibiyetle çıkması, sıralama anlamında da çok kritik bir hale döndü bu maçı… Bunun yanı sıra üstte iki adet mağlup olmuş bir takım var: Fenerbahçe ve Bursaspor… Yakındaki rakiplerle arayı eritmek adına da son derece değerli bir 3 puan Beşiktaş’ın önünde.

Alınabilir mi? Artık o bir soru işareti oldu. Bobo’nun da olmadığı bir ortamda, ilk gole kadar maç yine sıkıntı içinde geçecektir. Ancak Gençlerbirliği’nin de önemli eksikleri var. Son haftalarda potansiyelini hatırlayan Ermin Zec sakat. Bunun yanı sıra stoper Aykut ve Harbuzi de sakatmış…

“Koştuğu mesafeyi arttırmak için, maçta kros çalışması yapan Tabata” yine kadroda. Allah vere de 11’de olmasın...

On Buçuk Numara...

Tamam iyice temcit pilavına döndü mesele… Tabata’nın bonservisi değil konu. El-âlemin 3 milyon euro daha ucuz maliyetle Pastore’yi bulduğundan da bahsetmeyeceğim… Aslında günaşırı “bu nedir yahu?” diye sorulacak rezalette bir transfer ama neyse…

Hiddink’in son kadrosunda Orhan Gülle ismi bir şey hatırlattı mı size? Mehmet Topal, Necip gibi oyuncular dışarıda kalmışken buna “işgüzarlık” diyebilirsiniz. Ya da, 2014’ün milli takımını arıyor da diyebilirsiniz… Ancak şu bir gerçek ki; Orhan Gülle memleket futbolunda artık kendisini kabullendirdi ve geleceğin ortasahası olarak görülüyor... Geçen sezon 10.5 numara diyerek, sadece “buçuğunu” oynayabilen bir adama 8.5 milyon Euro vermek değildi fiyaskonun tamamı. Alt yapıda 10.5 numaranın kralını oynayan bir çocuğa ilgi göstermemek, 16 kişilik kadrolarla deplasmana gidip, O’na “üst yapıya geçiş” umudunu vermemek asıl fiyaskoydu…Sonuç olarak; çakma 10.5 ve üstelik “yabancı”, 30 yaşında bir adamı 8.5 milyon Euro’ya iteleyen Gaziantep; buradan da yerli, 18 yaşında ve geleceğin 10.5’u olarak görüldüğü, son aday kadroda da beyan edilen Orhan Gülle’ye sahip oldu. Üstelik sadece yetiştirme bedeli denen maliyetle…

Yumurta kapıya dayanınca Orhan Gülle’ye profesyonel sözleşme önerildiği söyleniyor, ancak o Gaziantepspor’u tercih etmişti. O dönemde kızmıştım kendisine, “tamam şimdiye kadar ilgi gösterilmemiş olabilir ama Schuster’le şansını denemeliydi…” demiştim. O haklı çıktı… Yeni takımında önceleri sonradan oyuna girerek fırsat buldu, böylelikle ümit milli takımda devam etti. Son Ankaragücü maçında ise 11’de sahadaydı, 90 dakika oynadı. İki kere öldürücü pas denedi, başarılı oldu… Maçın seyrinde bir de etkili şutu ve iyi bir oyunu vardı.

Orhan Gülle’nin hayatı olumlu anlamda değişti. Buralarda ise 10.5 numara da, alt yapıya bakış da halâ aynı… Yine eksik kadrolarla “önemsiz” gözüken maçlara gidiliyor, genç oyuncuların umutları ellerinden alınıyor. Bir A2 oyuncusunun yakınından duyduğum kadarıyla, maddi olarak da “dış kapının mandalı” olarak bakılıyorlar...

Orhan Gülle’lerin çoğalmasından, Beşiktaş’ın hala vasat ve maliyetli oyunculara değer vermeye devam etmesinden korkuyorum maalesef.

Bu Mağlubiyeti Takmayabilirdim

Vasıfsız olduğu hemen her maç belgelenen, ya da güvenini kaybetmiş oyuncular yerine; bir umutla baktığımız, en ufak hareketinde heyecan duyduğumuz genç oyuncular oynasaydı. Gerekirse Fink’in “yapamadıklarını”, Emir Alagöz yapamasaydı… Holosko’nun yerine, Ali Kuçik topu kaval kemiğine vurdurup auta çıksaydı… “Duran” ve işgüzarca kullanılan toplara Caner vursaydı… Rotasyon sebebiyle Fenerbahçe’ye karşı oynatılmayan, asıl soluklanması gerektiği zaman Antep’e götürülen ve her topu dağa taşa vuran Bobo’nun yerine, Kemal Akbaba gol arasaydı… Önüne atılan topu tutayım derken, kasığını tutan Nihat’ın yerine Hasan Türk deparlara kalksaydı… Futbol oynaması için artık gerçekten “telefon kulübesi” kadar bir alana ihtiyaç duyan Yusuf’un yerine, Erkan Kaş kurtarıcı olarak girseydi… Daha doğrusu, Quaresma’nın dışında net kanat oyuncusu diyebileceğimiz bir oyuncu yokken, Erkan Kaş hiç kiraya verilmeseydi… Hatta, Quaresma’nın ağzından topu alan Erkam Reşmen, Erhan’ın yerine kulübede oturuyor olsaydı… Hilbert’in yerine, Oğuz Ceylan’ı bindirme yaparken görseydik… Toraman’ın muhtemel hatalarından ürkeceğimize, Furkan’ın, Atınç’ın son durumundan haber alsaydık…

Bu mağlubiyeti takmayabilirdim. Hatta, hiç takmazdım… Zaten bundan kötüsü olmazdı, daha iyi olması yüksek ihtimaldi. Ama bu mağlubiyete “taktım”… Olmayacağı görülen, gelecek planlamasında var olmayacağını bildiğimiz oyuncuları görerek maç kaybetmekten sıkıldım, itiraf edeyim…

Benim istediğim şey fazlasıyla ütopik, onu da itiraf edeyim… Zaten saydığım isimlerin bir kaçı, henüz profesyonel bile yapılmamış durumda. Afaki şekilde biçimlendirdiğim öyle bir mağlubiyeti, ben kabul ederdim. Edebilecek insanların olduğunu da biliyorum. Ama o kesim, “çoğunluk” mu? Ondan emin değilim… Tabata yerine Onur saçmalasaydı, Holosko yerine Ali Kuçik “aut” olsaydı; kredisini tüketmiş isimlerin kredisini “dibe” vurdurmaktansa, kredisi henüz başlamamış gençlere “futbolcu değilmiş” kanısı koyulur muydu? Yoksa Schuster’e “fantezi insanı” tanımlaması mı yapılırdı? Bilemiyorum… Belki de böylesi hayırlıdır, geleceği olmayan insanlarla kaybetmek…Zaten bir bakıyorsun; maç boyunca 3 tane sonuç pası var, ikisi Necip’ten. İkinci yarıda bir şey heyecan verdiyse, o da Onur’un futbolu. Hücuma katılma dersen, gelen insan İsmail. Defansta kritik müdahale desen, ayak koyan Ersan… Yani ne varsa yine gençlerde vardı. Kanserli bölge ise hala aynı…

Taktiksel açıdan bir iki cümle edeyim oyun hakkında. Beşiktaş 4-2-3-1 oynamak istedi, bu 4-1-1-1-3'e döndü... Mesafe yine uzadı, kaleye gitmek Quaresma'nın vites attırmasına kaldı... Niye böyle oldu? Sorusuna en net cevaplarım şöyle; ortasahanın 1-1-1 gibi kalması ve iki tarafada "faydasız" olması Fink ve Tabata'nın "vasıfsızlığından" ileri geldi. Nihat'ın artık net bir kenar adamı olmayışı ve de Quaresma'nın geriden top alacak tempoyu ya da morali bulamadığı için de böyle bir kopukluk yaşandı.

Bu mağlubiyeti hala takmayabilirim. Schuster’in, Rijkaard’ın yapmadığını yapması, neşterin ucunu artık yavaş yavaş göstermesiyle olur o da… Gençlerbirliği maçı çok garip bir hal aldı. İlk elden, şu kornerlere çözüm bulmak gerek. Zirve takımlarına bakıyorsun, korner hatta genel olarak duran toplar her şeyleri… Beşiktaş için ise, sokakta bulunmuş 5 kuruş misali; “at gitsin ne olacak?”… Normalde oyuncular depar atar, hani top kornere gitmesin de “taca çıksın” diye kasığını yırtma pahasına kayarlar ya topa… Yakında Beşiktaş’ın rakipleri tam tersini yapabilir. “Maazallah, tacı kısa kullanıp Quaresma’yı bulurlar falan, tehlikeli olabilir” gibisinden…

Karışık bir maç yazısı oldu, tıpkı maçın ta kendisi gibi… E ne anlatsaydım ki ben şimdi?


Gaziantep B.B. 1 - Beşiktaş 0

Maç Öncesi: Gaziantep BLD - Beşiktaş

Sakatlar, Ernst ve Guti’nin dışında hemen hemen tüm as kadro sürgün yemiş. Kasımpaşa maçının sonucuyla bağlantı sezinledim, o maçtan çıkacak olumlu bir sonuçla daha fazla as oyuncu Antep’e gitmeyebilirdi. Aslında Bobo da İstanbul’da kalmayı hak ediyordu artık. Lakin Nobre’nin sakatlığı, Fatih’in kısa veya uzun süreliğine mi olduğu henüz belli olmayan “aforozu” sebebiyle Bobo da Antep yolunu tutmuş…

Onur’un artık kadro oyuncusu olduğunu düşünürsek, A2’den hiçbir oyuncu gitmemiş diyebiliriz. O açıdan bir hayal kırıklığına uğradım, bence Hilbert’de burada kalmalı ve Oğuz gitmeliydi. Ali Kuçik’le de18 tamamlanmalıydı diye düşünüyorum. İnönü’de oynanacak Konya Şeker maçına kaldı umutlar…Giden kadroyu; “yorulmaması gereken” oyuncular ve “yorulsa da bir şey olmaz” diyebileceğim oyuncular olarak ikiye ayırdım. En ideali böyle çıktı… Aslında bana kalsa; Erhan’la Toraman’ın yerini değiştirirdim bu kadroda. Erhan’ı Trabzonspor’a karşı oynarken stoperde izlemiştim bir kupa maçında. Gayet dengeliydi… Onun savunma zekâsı Toraman’dan üstün, Toraman’ın da ayağı ve hücum belirtileri Ersan’a nazaran daha iyi. Ama öyle bir şey olmayacaktır tabi; Toraman stoper, Erhan sağbekte oynayacaktır…

Aslında Yusuf, düz 4-3-3’ün sol forvetinde daha başarılı oyunlar oynamıştır. Ancak Schuster Quaresma’nın olmadığı bir takımı, baklavamsı şekilde oynatmaya devam edecektir. Ayrıca, Yusuf’u bir ortasaha olarak görüyor sanki. Mersin maçında forvet arkası bile değildi, direkt soliçti. Bu maçta da, Onur’u forvet arkasında ve Yusuf’u ortasahada görürseniz pek şaşırmayın. Cenk de kaleyi ufak ufak, kelimenin tam anlamıyla “devralsın”…

Biraz Onur, biraz da taraflardan birinin Beşiktaş olması sebebiyle elbette beklediğimiz bir maç olacak. Ama çok da “çekici” bir maç diyemem. O yüzden daha ne desem bilemedim, izleyelim bakalım ortaya ne çıkacak? Del Bosque’nin bir kupa maçıyla yol alışını hatırlayınca, biraz da gerilimle bakıyorum bu tip maçlara aslında. Kazansan esamesi okunmaz ama kaybedersen kıyamet kopar…

Bu Hiç Olmadı... Beşiktaş 1 - Kasımpaşa 1

Sonradan konuşmak gibi olacak ama; 4 gün önce sıkı bir ortasaha mücadelesi yapan ve yaşları ortalama 32.5 olan üçlüyü, bu maçta da bozmadı Schuster. Maç boyunca gerekli baskının yapılamayışında en büyük etkenlerden biri buydu. En azından Necip’in Aurelio’nun yerine tercih edilmesi, işleri değiştirebilirdi. Ernst yine ortasahanın derininde oynar ve daha az şey beklenirdi, Necip de enerjisiyle ortasaha baskısını geri kazandırabilirdi…

Necip’e defansif gözüyle bakılır genelde. Hâlbuki pas, dribling ve teknik özellikleri bir ortasahaya göre vasat üstüdür. Hadi topla kötü diyelim; sırf ortasahadaki “ön baskı” katkısıyla, presiyle ve en önemlisi de, rakip çıkarken yaptığı pas aralarıyla “dolaylı yoldan” ofansif katkılar yapabilen bir oyuncudur Necip. Porto maçında ortasahanın tecrübeye devredilmesi doğal, ancak bu maçta enerji eksikliği hissedildi…

Manisa maçında olduğu gibi, yine son dakikalarda gelen “can havli” baskıyla maç neredeyse dönüyordu. Gol sayılmadı, herhalde kale içinde bulunan Bobo’ya ofsayt çalındı. Direk televizyonu kapattığım için, tekrarları izlemedim. Ama ondan önce Tabata, topu boş sayılacak kaleye atmalıydı. Trabzon maçında olduğu gibi, yine benzer ve daha da net pozisyonda; top yine takunyayla şut atan Tabata’nın önüne düştü… Guti’nin kaçan penaltısından daha da şanssız bir durum. Zaten kaçan penaltı şanssızlık falan değildi, Zidane gelse bu tip kritik penaltılarda içimde kötü bir his oluşur. Edindiğim tecrübeden dolayıdır bu; Beşiktaş’ın “kritik penaltıları” sonuca çevirme ortalaması bir hayli düşüktür…

Artık ben de herkes gibi, bu son dakika “geri dönüşlerinden” avunacak değilim. O son 10 dakika baskısı, ilk 10 dakikada olması gerekiyor. İç sahanın raconu budur… Örneğin Fenerbahçe, en kötü gününde bile evinde oynarken “erken baskıyı” ihmal etmez. Bu sebeple birçok maçı kafadan almışlardır... Her ne kadar geçmiş maçlara nazaran daha dirençli ve “derinde oynayan” bir Kasımpaşa olsa da, böyle bir rakibe bulunacak gol hatta “gollük pozisyon” çok uzaklarda olmamalıydı…

Ön kanat oyuncusunun olmadığı bir düzende, Hilbert’in bile ofansif katkısı tartışılırken; topa vurmakla “depmek” arasında gidip gelen Erhan tamamen elde patladı… Bu onun suçu değil, Erhan’dan beklenecek en son şey hücum katkısıdır. Ancak bu sistemde de beklenen ilk şey; “beklerin ofansif oyunu” oluyor… Nitekim bulunan yarım yamalak pozisyonlar ve sonrasındaki gol; İsmail Köybaşı’nın katkılarıyla bulunmuştur. İnanın yine pozitif ayrımcılık yapmadan söylüyorum; Oğuz Ceylan, böyle anlarda Erhan’dan daha önce düşünülmesi gereken bir bektir. Aykut Kocaman, stoperi sağbeke çekmektense, Okan Alkan’ı oynatmıştı Gönül’ün yerine. Bu ona iki asistle ödül olarak geri dönmüştü… Aynı tercihi yavaş yavaş Oğuz – Erhan arasında Schuster’den bekliyorum. Oğuz, Okan’dan daha aşağı bir oyuncu değildir.

Bir yeri kuvvetlendirmek için, başka bir bölgeyi boşaltma işlemini sevmiyorum. Quaresma - Aurelio değişikliği böyleydi... İşler daha kötüye giderken; Tabata, Holosko'nun yerine oyuna dahil oldu. Bir nebze denge sağlandı. Futbolcu olduğuna itiraz etseniz de, en azından bir "insan" dahil oldu ortasahaya... Doğrusu; işlemeyen oyuncuyu değiştirmektir bana göre, şayet maç "gidiyor" pozisyonuna gelmediyse. Hilbert - Erhan, Quaresma - Holosko değişimleriyle gidilse ikinci yarıya, daha iyi olurdu diye hissediyorum...Kasımpaşa birbirine çok yakın oynadı, yorgun ortasahayı silmekte de zorlanmadı. Bununla beraber; Holosko yeniden gömülü savunma bulunca kayboldu, Bobo merkezden uzak kaldı vesaire… Quaresma da çok hazır görünmüyordu doğal olarak. Sonuçta bir puan kaybı daha geldi, hiç ama hiç beklenmeyen bir kayıp… Hani şöyle söyleyeyim; Peru’da bahis oynayan alakasız bir adamın bile kuponu yatmıştır bu maçla… Beşiktaş ligden kopmadı hala ama bu maç… Yani ne bileyim; hiç olmadı be…

Birkaç ay önce Bank Asya’da oynarken, bugünlerde milli takım için “Avustralya – Türkiye” seçimi yapma noktasına geldi Ersan Gülüm. 4. kez üst üste oynadı, 4’ünde de; maçın en iyi üçü sıralamasında mutlaka yer alacak performans gösterdi. Muhtemelen, stoper krizine girmiş A Milli Futbol Takımı’na da ilaç olacaktır ilerleyen dönemde. Bunun adı “gelişmek, ilerlemek!” Devam Gülüm Ersan…

Maç Öncesi: Beşiktaş - Kasımpaşa

Küskünlükleri giderme maçı… Özellikle Nihat ve Holosko için, iç sahayı yeniden “avantaja” çevirme maçı… Malum, son aylarda ciddi bir iletişim kopukluğu var, tribünler ve bu bazı oyuncular arasında. Nihat, Porto maçında puanı getiren golü attı, hem de öyle böyle değil… Holosko ise, maçın rengini değiştirdi; siyahı beyaz yapanlardandı.

O nedenle bu iki oyuncu, Kasımpaşa maçında 11 oynamalılar, yeniden kopuk bağları düzeltmek ve özgüvenlerini kazanmak için. Nihat da Holosko da, teknik olarak öne çıkan oyuncu değiller, biraz “gazla” çalışıyorlar… Bu oyuncular kendine güvenliyse rakipler için bela olurlar, ancak o güven kaybolursa, sıradanın da altına düşerler. Kasımpaşa, güzel bir fırsat maçı…

Çok uzattım evet, anlaşılmıştır demek istediğim… Quaresma’yı kasmaya gerek yok; maçta gerilim düşerse belki son dakikalarda girebilir, ayağı açılsın. Takımın sistemi yine Porto maçındaki gibi olacaktır; Nihat forvet arkası konumunda, Bobo ve Holosko ise kenarlara açılan santrafor tadında olacaklar. Holosko sağa yakın olsa iyi olur, evet yine tekrarladım… Sol ve sağ, Holosko için büyük fark. Sağda adam kaçırıyor, çizgiye iniyor, uzak forvet koşuşu yapıyor, takımı genişletiyor vesaire… Solda ise o gidiyor; mahalle maçlarında topun sahibi olan çocuklar gibi “oynatılmak zorunda kalınmış” biri geliyor…Aurelio döner dönmez sert bir maç oynadı. Bu yaşta fazla kasmamak gerek, otursun Necip oynasın. Sol bek sırası İsmail’de, aslında yavaş yavaş “sol bek forması İsmail’de” dememiz gerekiyor. Özellikle bu baklavalı sistem için, fazlasıyla şart bir oyuncu. 3 maç üst üste oynasın artık önümüzdeki periyotta. Ersan’ı artık Hattori Hanzo Kılıcı gelse kesemez, hele de insan üstü çabayla çizgiden çıkarttığı top sonrasında… Nihat’ın örümcek soyu tüketen golü, Ersan’ın çıkarttığı top… Hemen hemen eşit değerdedir. Sağ stoperde Zapo olur umarım, artık bir zahmet… Fazla açıklama yapmaya gerek yok sanırım. Rüştü sakat, Cenk yeni döndü, Hakan tekrar kalede olur muhtemelen…

Kasımpaşa’nın son maçını izledim büyük oranla, Yılmaz Vural uzun zaman sonra daha bir “futbol takımı” çıkartmıştı sahaya. Ortasahaya bir oyuncu daha eklemiş, santrafor sayısını düşürmüştü. Kayseri karşısında öne de geçtiler, iki duran topla yenildiler. Çok kolay maç olmayacaktır gol gelene kadar, müthiş bir dirençle karşılaşabilir Beşiktaş… Ama ilk golden sonra yine dağılabilecek bir takım Kasımpaşa. Özgüvenleri sıfırın altında çünkü…

“Guti’nin pası çok derin diye, üstünden atlayan Tabata...” Seni mümkün mertebe daha az oynuyorken görmek istiyorum, ne yalan söyleyeyim şimdi.

Man of the Match! Sezer Özmen

Gündüz saatlerine TRT 1, Rizespor – Mersin İdman Yurdu maçını yayınladı. Çok fazla “alt lig sever” biri olduğum söylenemez ancak Sezer Özmen’in 11’de oluşu, maçı kendi adıma çekici hale getirmişti… Sezer, geçen hafta da 11’deydi aslında... Ondan önceki dönemlerde ise çoğunlukla U19 Milli Takım kamplarında bulunuyordu.
Gerek hazırlık maçları, gerekse de Galler’deki turnuva; Sezer’i kiralık oynadığı Rize’den uzak tutmaya başlamıştı. Son iki hafta gösteriyor ki; takımında oynayamama nedeni de büyük ölçü de milli takım kamplarıymış.

Lafı fazla uzatmadan maç performansına geleyim. Kendisini tanımayan birine “bak bu çocuk 18 yaşında” desek, “hadi len…” gibi bir tepki gelirdi herhalde. Hakikaten fizik olarak sahada gayet diri duran bir oyuncuydu. En önemlisi ise; taktik ve pozisyon bilgisi açısından sahadakiler içersinde “en sivrilen” oyuncu olmasıydı. Birçok Mersin atağını önde baskı ile sindirdi. Ceza sahası içersinde kritik müdahaleler yaptı. Maç 1-0’ken, kale alanı önünde iki kez “topa girerek”, gollük pozisyonları engelledi. Bir pozisyonda ise; Bank Asya’nın fizik olarak en güçlü santraforlarından biri olan Şehmuz’a karşı siper oldu, kaleci ile top arasına girerek ciddi bir fizik mücadelesinden galip çıktı. Hatta bu pozisyon sonrası Şehmuz, klasik “istediğini yapamayan forvet” stresine girerek, Sezer’e çıkıştı…

Top defanstan çıkarken de, genelde bu opsiyonu Sezer’in kullanması dikkat çekiciydi. Her konuda kendine bir hayli güvenli oynuyordu… Hiç öyle “pozitif ayrımcılık” yapmadan, maçın adamı olduğunu söyleyebilirim. Böyle devam ederse, sezonu 11 oyuncusu olarak tamamlayabilir. Bu yaşında, Süper Lig’e aday takımların başını çeken bir oluşum içersinde “dikkat çekici” performans sunması, takdire şayan… Tebrik ediyor ve başarılar diliyoruz.

Bu arada bilindiği üzere Erkan Kaş da aynı forma altında kiralık. Son haftalarda olduğu gibi, bugün de son dakikalarda fırsat buldu. Ümit Kayıhan, onun süratinden ve tekniğinden faydalanmak üzere forvet arkasında görevlendirdi. Çok fırsat geçtiği söylenemez eline, ancak fizik olarak gelişim kaydettiği açıkça ortadaydı...

Bkz: "Alternatif stoperi, yakınında aramak!" 22.06.2010

Haklıydın be Cumali… Porto 1 – Beşiktaş 1

Ah be Bobo… O direkten dönen top içeri girse; zirvede bırakır, bir daha maç falan izlemezdim diyerek söze başlayayım… Maça başlayan kadro “itiraz” sebebiydi aslında. Tartışılan, son dönemde formsuz ve güvenini kaybetmiş oyuncu sayısı fazlaydı. Ama yine de “kötü kadro” diyemiyordum; çünkü o 11’in daha zayıfı, İnönü’de Porto’yu neredeyse yeniyordu...

İlk maçtaki düzenin aynısı vardı. Bazı yüzler değişmişti elbette; Tabata’nın sağiç rolünde Guti, Nobre’nin forvet arkası pozisyonunda Nihat (bazen Tabata ile değişiyorlardı), Zapo’nun yerine Ersan, Ernst’in bölgesinde Aurelio ve Necip’in bölgesinde de Ernst. Genel olarak daha olumlu bir değişim diyebilirdik buna, bir de bu takımın her halükarda “karakterli” oynayacağını biliyordum. O nedenle o “saf” umudum devam ediyordu…

Evet, Schuster’in kararlarına, kadrosuna, sistemine itiraz edebiliriz. Bazen “maalesef” der ve haklı da çıkarız. Ama şu var ki; bu takım Schuster’le karakterli bir oyun oynuyor. Bu hiç bozulmadı, ya da çok az bozuldu… Böylesine “Şampiyonlar Ligi” kalitesindeki bir takımdan, karakterli oynayarak puan almak, belki galibiyeti kaçırmak; takıma gerekli özgüveni vermiştir sanırım…

Kötüleşen kadro ve üst üste “yenilme” buhranı, Sivasspor karşısında bir nebze atlatılmış olsa da; 2-0’dan sonra bile skorun yeniden sıkıntıya girmesi, takıma gerekli özgüveni geri getirmemiş olabilirdi. O nedenle bu maç iyi bir fırsattı. Porto maçından alınacak bir beraberlik bile, “takımın kendine güvenmesi” açısından, ligdeki 5 maçlık galibiyet serisine bedeldi… O puan geldi, üstelik “çok tartışılan” iki oyuncunun “iyi performanslarıyla” gelmesi, ayrıca bir mutluluk sebebiydi…Holosko ve Nihat… “Top kendisine geldiğinde, Schuster’in gözü başka bir tarafa dalıyor heralde” gibi, tek bir oynama sebebi olan Tabata’nın yerine, Holosko’nun oyuna dahil olması bir çok şeyi değiştirdi ikinci yarıda. Aslında kendi stili olan “boş alana hareketlenme” özellikleriyle de değil; etkili paslarıyla oyunu yönlendirmesiyle faydalı oldu en başta. Bir paralel derin pasta Nihat’ı, bir de çizgide Hilbert’i kaçırdı. İkisi de güzel pozisyon oldu… Ayrıca, sürpriz forvet koşuşuyla da harika bir golün eşiğinden döndü. Bu “forvet koşuları da”, Tabata’ya nazaran artılarıydı…

Nihat, aslında ilk yarıda da geçmiş maçlara nazaran kıpırdanmış gözüküyordu. Özellikle, ortasahanın derinlerine kadar gelip, bir iki kez top çaldı ve önemli paslar attı. Attığı gol ise tarifsiz; bana sandalye kırdırdı… Resmen Inzaghi gibi sevindik. Nihat’ın golüne şaşırır hale gelmemiz, asıl “şaşırtıcı” nokta esasında… Uzun şut konusunda bu toprakların yetiştirdiği en önemli isimlerden biriydi zaten Nihat. Esenlerspor günlerinden beridir “şut çalıştığını” kendinden büyük, o dönemin futbolcularından duymuştum. Uzun zamandır tatildeydi futbolu, bu bir geri dönüş olur umarım…

Hatırlanacağı üzere, geçenlerde A2 maçı değerlendirmelerine sunarken; Cumali ile yaptığım küçük muhabbetten paylaşımlar yapmıştım. Cumali; “Holosko olsun, Nihat Abi olsun; çok iyi durumdalar aslında. Ama basından, taraftardan çekiniyorlar, çok şey yapmak istiyorlar ama baskı altındalar.” demişti. Haklıydı… Kolayca oyuncuların üzerini çizmemek lazım, Holosko’nun da, Nihat’ın da gerçek potansiyellerini biliyoruz, yaşadık… Gerekli olan şey, özgüvenlerini geri kazanmalarıdır. Bu yol biraz da “bizlerden” geçiyor… Top bu adamlara geldiğinde “kötü vurursan ağzına sıçarım!” dercesine bir uğultu yükseliyor, bunu itiraf etmek gerek… Biraz bu baskıyı çekmek, destek vermek lazım… Ne kaybederiz?

Hiç mi destek vermedik? Diyen çıkacaktır elbette… Verildi ama o zamanlar “son derece doğal sebeplerle” bu oyuncular formsuzdu. Biri sakatlıktan çıkmış, uzun süre oynamamış, bir de yaz kampı geçirmemişti. Diğerinin ise tarak kemiği kırılmış ve son dönemde düzenli oynatılmamıştı… Ancak şimdi iyi duruma gider gözüküyorlar… İhtiyaçları olan şeyi yineliyorum; “özgüven”…Bu maçla birlikte, bu takıma “umut beslememiz” gerektiğini yeniden hatırladık. CSKA deplasmanda Rapid Wien’i yenerek bir güzellik yaptı, Avrupa’da işler tıkırında… Devre arasına girerken zirveye de mümkün mertebe yakın olunsun; bir Sivok’un dönüşü bile çoğu şeyi değiştirir…

Ersan, bir ıska haricinde müthiş oynadı… Çok önemli bir testten daha geçti. Hele ki; Portoluların “gol!” seslerini kursakta bırakması inanılmazdı… Satın alma opsiyonunda bulunan miktara çok demiştik ama yanıldık galiba. Adanaspor’un 3.5 milyon doları hayırlı olsun…

Gol harikaydı, ama Bobo’nun topu girmese bile apayrı bir güzellik ve arşivlikti... Bu arada; maç bitmesine rağmen Hulk’a dikkat edelim lütfen…

Maç Öncesi: Porto - Beşiktaş

Schuster, basın açıklamasında bu akşamki muhtemel Beşiktaş’ın tiyolarını vermiş. İlk Porto maçına benzer bir oyun yapısı olacağından ve Aurelio’nun ekleneceğinden bahsetmiş. Galiba; buradaki yorumlar kısmında dillendirdiğimiz “Avrupalı Beşiktaş’ı” bu gece görebileceğiz: Aurelio’nun derinde olduğu 3 dirençli ortasaha ve hemen önlerinde Guti…

Hatırlanacağı üzere ilk Porto maçında; ikili santraforun topsuz oyunda kenarlara açılıp takımı 4-6-0’a çeviren, Nobre’nin forvet arkası & sahte 9 karışımı rol üstlendiği “baklavamsı” bir yapı vardı. Şimdi bu yapıya Aurelio ve Guti eklenince, ortaya has bir baklava düzeni çıkacak. Direk Antep baklavası tadında… Ayrıca, Holosko da sağa yakın forvet olarak Nihat’tan daha uygun bir oyuncudur bu yapıda. Porto’ya karşı oynuyorsanız, geri dönüşler de önemlidir. Holosko, Beşiktaş’ın hücumcuları arasında bu konuda en özverili oyuncu… Ayrıca, muhtemelen Beşiktaş bu maçta topu rakibe sunmaktan çekinmeyip, ortasahada oluşacak bir set baskıyla hücum edecek. Burada Holosko’nun boş alanlara iyi hareketlenme özelliği önemli…Maçta en çok içte oynayan oyunculara yani Ernst ve Necip’e iş düşecek. Eğer takım baklavamsı bir yapıda dizilirse, ekstra olarak savunmada beklerine yardımcı olmak zorundalar. Porto’nun da en etkili olduğu taraf orası…

Kale: Helton ve Beto;
Defans: Jorge Fucile, Rolando, Nicolás Otamendi, Sereno ve Alvaro Pereira;
Ortasaha: Freddy Guarín, João Moutinho, Fernando Belluschi, Rúben Micael, Souza ve Castro;
Hücum: Cristian Rodríguez, Hulk, Falcao, Silvestre Varela ve Walter.

Porto’nun maç kadrosu böyleymiş. Takımının sıkı takipçisi bir Portolu bloggerdan aldığım muhtemel 11’leri ise şöyle;
Beto / Fucile; Rolando, Otamendi, Alvaro Pereira / Guarin; Ruben M.; Belluschi /Hulk; Falcao; C. Rodriguez. .

Klasik 4-3-3 çıkacaklar yine. İki cezalı oyuncuları dışında; kaleci Helton, sağbek Sapuranu ve Moutinho rotasyona uğramış gözüküyor. Aslında 5 as oyuncusundan yoksunlar, ancak hücum üçlüsü değişmeyecek gibi… Adamlar her türlü güçlü; hafta sonu resmen gölde top oynamışlar ama pek de durmamışlar… Varela harika bir vole golü atmış, Moutinho o sahada driblinglere kalkmış falan. Ama bu maç için içimde yine safça bir umut var. Aslında Beşiktaş’ın elinde iyi bir taktik maçı oynayacak oyuncu kadrosu da var diye düşünüyorum. Uç hatalar yapılmasa, çok daha eksik bir kadroyla, İstanbul’daki maç neredeyse Beşiktaş’a dönüyordu…