Rulet: Bu Kez Kurşun Bulundu

Beşiktaş’ın 11’inde değişen bir şey yoktu maçın başında “anlayış” ve diziliş bakımından. Ancak iki bek de zorunlu olarak değişiyor; elindeki sorun nedeniyle hafta arası idmanlara katılamayan İsmail ve cezalı Hilbert’in yerinde, Ekrem ve Üzülmez oynuyordu.

Sürekli rakip yarı alanda pres yaparak ayakta durmaya çalışan bir sistem ve bu oyunda en enerjik kalması gereken bölgelerde iki yeni, uzun aradan sonra forma bulmuş isim vardı. Yani, ortasahaya bir takviyeye; her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyuyordu Beşiktaş.

Ama maç öncesindeki Fernandes – Nobre değişimi “şişme haberden” ibaret kaldı, Nobre yine sahadaydı. Eldeki 11, beni geçmiş maçlara nazaran daha çok endişelendirmeye başlamıştı; zira rakip, daha önce böyle zaaflı kadrolara karşı hep iyi sonuçlar almıştı…

Nobre, kendisinden beklenenleri yerine getirdi yine de. Özellikle duran toplarda ortalığı karıştırdı; ilk yarıda yakalanan pozisyonların hemen hepsinde vardı. Ancak benim derdim, Nobre’nin performansı değil; Nobre tercihi ile beraber gelen ortasaha enerjisi düşük 4-2-4 sistemi…

Bu tercih takımı şu durumlara itiyor; Guti, hem baskı altında bir oyun kurucu olarak oynuyor ve maç boyunca faullere maruz kalan 1. adam oluyor. Bununla beraber; 70 metre enindeki saha içersinde, rakip ortasahasını karşılaması gereken iki isimden biri oluyor. Fiziki kavga içersinde yer alıyor, ortasahaya düşen hava toplarıyla karşılaşıyor vesaire…Bunlar hep adalesini zorlayan, ikinci yarıda kendisini oyundan düşüren etmenler. Keza Aurelio’nun da, bu hengame içersinde beynine kan gitmeyip, savruk hamlesiyle yediği kırmızı da; dolaylı yoldan 4-2-4’ün bir yan etkisi diye düşünüyorum. Daha sağlıklı bir ortasahada “sınırları” her zamanki gibi belli olur ve sakin oyununa devam edebilirdi. Ancak 34 yaş ortalamalı bu ortasahaya yükleniş; en nihayetinde kayıp verdirdi…

İyi senaryo, yani; Beşiktaş’ın gol yemeden öne geçme ve tıpkı Buca maçındaki gibi farkı açma ihtimali ortaya çıkabilir miydi? Çıkardı elbet… 10 kornerden biri içeri atılabilirdi. Ama olmadı, kötü senaryo gerçekleşti; rakibin ilk korneri kaleci hatasıyla gol oldu... Cenk, aslında beni uzun zamandır korkutuyordu yan toplarda. Kendine güveni sebebiyle, dengesiz çıkışlarında bile topu kontrol etmeye çalışıyor. Halbuki zor pozisyonlarda “yumruklaması” daha makul olacaktır…

Neyse, Cenk “unuttu ve iyileşti”, ikinci yarıda harika bir oyun oynadı “kaleci libero” rolünde… Ancak, bir adamından yoksun ve kalan oyunculardan birçoğu yorgun düşmüş takımın; 0-1’den maçı çevirmesi çok zor olacaktı. Kırmızı gören isim de; takımın en kritik adamlarından biriydi, bir de öyle bir terslik vardı…

Gönlümden geçen, iki ortasaha eklentisiyle 2. devreye başlamaktı; ancak sadece Fernandes girdi. Beşiktaş ikinci yarının hemen başında Quaresma’yla yakaladığı fırsat dışında; ayakta duramaz haldeydi ve açıkçası gole daha yakın olan taraf İBB idi. Benim “ikinci ortasaha” beklentim ise halen devam ediyordu. Guti, yorgunluk ve hafif sakatlık sebebiyle aldığı topu kaybediyor; hücumculardan Simao hariç geriye yanaşıp top alan olmuyor; Ekrem'in "sonuçsuz" top taşımaları dışında, beklerden de yeterli hücum katkısı alınamıyordu.

Derken frikik oldu, Simao kendisinden beklediğim üzere; tam da gözümle çizdiğim noktaya topu yolladı… Tam bu sırada aklım Schuster’in yapacağı olası hamledeydi. Beşiktaş bu golle momentumu yakalayabilirdi artık, tek sorun düşen ortasahaya bir takviyeydi… Ama olmadı; Ernst – Necip hamlesi, 87. dakikada falan geldi… Ve o dakikaya kadar gelmemesi mucize olan İBB golü, bu değişikliklerden sonra ve çok daha zor bir pozisyonda geldi.

Gençlerbirliği ve Galatasaray maçlarında satranç hamlesi yapan Schuster, bu maçı hangi manada ayırdı; sahada bir alevlenme olmamasına rağmen neden hamle yapmamakta ısrar etti anlayamadım. Bununla beraber, tıpkı ilk İBB kaybında olduğu gibi, bu 3 puanı da Schuster’e yazdım…Devre arasında 2011/2011 sezonu dediğimiz bölümün, Süper Lig kısmı sona ermiştir artık bana göre. Kalan lig maçları, 2011/2012 sezonunun çalışmaları & denemeleri olacak. Ve umarım, bu 4-2-4 denemesinin artık bir “yanılma” olduğu anlaşılır. Görünen o ki; önümüzdeki sezonda da, Aurelio ve Guti önemli bir rol oynayacak. Bu ortasaha oyuncularıyla, bu planın tutmayacağı artık belli olmuştur. Yeniden 3’lü ortasaha denemeleriyle karşılaşmayı umduğum kalan lig maçlarını, yine aynı heyecanla bekleyeceğim. Sonu nereye varacak, merak edeceğim… "Olmak ya da olmamak" bir bakıma "rulete" benzeyen bu sistemi pek fazla görmek istemiyorum artık. Beşiktaş'ı, ilk 45 dakikada akibeti belli olan değil de; 90 dakika boyunca ayakta tutacak sistem arayışlarına davet ediyorum sevgili hocamızı. Gerçi bulunmuştu geçtiğimiz yaz, Plazen maçı sonrası. Yeni transferler mi kimya bozdu nedir?...

Bundan 3 yıl evvel Delgado'nun 45. dakikada Trabzon'a attığı frikik, bugüne kadar göreceğimiz en son "direkt frikikten atılan" gol olacaktı. Nihayet Simao, bugün büyüyü bozdu ve açılışı yaptı. Onunla avunayım bari... Bir de; Üzülmez'i seviyorum ama onu gördükçe, İsmail'i daha çok seviyorum...

İBB Maçı Öncesi Beşiktaş

2011’de kazanmaya alışan Beşiktaş’ın istikameti Olimpiyat Stadı… Beşiktaş’ın, o stattaki kara talihini değiştirmesi adına bazı olumlu veriler var. Öncelikle maç saati ve stattaki Beşiktaşlı “yoğunluğu”… Çevremdeki hemen her Beşiktaşlı, o maça gitmeyi planlıyordu hafta arasında. Gün, saat, bilet fiyatı bu maç için oldukça uygun. “Formanda ter olmaya geldik!” diyecek taraftar sayısını şimdiden merak ediyorum… Beşiktaş taraftarının, Olimpiyat Stadını en kalabalık şekilde ziyaret edeceği maç olacak, orası kesin gibi.Form durumlarını da; Olimpiyat’ta oynanan eski maçlara nazaran bir farklılık görünüyor, bu kez Beşiktaş’ın lehine… Hilbert ve ikinci yarının tamamında kaybedilen Ersan dışında, normal şartlarda 11 oynaması gereken oyunculardan bir eksik yok.

Toraman – Sivok ikilisi, sene başında düşünülen bir tandemdi. Artık ikinci yarıda, en azından lig maçları için “vazgeçilmez” bir ikili olacağa benzerler… Sağbekte kim oynar emin değilim. Son maçta Erhan 18 dışı, Ekrem ise kadrodaydı. Ama Schuster’in genelde, uzun süreli bir sakatlıktan dönmüş oyuncuyu “şak diye” 11’e koyma âdeti çok gibiydi. O nedenle, Fenerbahçe maçından bu yana top teperken görmediğimiz Ekrem’i, bu maçta da görmeyebiliriz. Erhan daha ağır basıyor gibi… Tabi bana kalsa Oğuz derdim... Uzun zamandır maç temposundan uzak kalmış Ekrem'e, kredisinin sıfır olduğu 10 binlerce taraftarın önünde, en ufak hatada maçtan kopma ihtimali olan Erhan'a nazaran; kendine güveni ve bu sisteme uygunluğu bulunan, kampta da gelen haberlere göre Schuster'in de beğenisini kazanan Oğuz, daha iyi bir tercih olurdu... Sanmam ama olursa güzel sürpriz olurdu elbet. Olmassa da Schuster'i anlarım, sonuçta risk de onda, sorumluluk da... O yüzden Erhan'ı yazıyorum kadroya ben yine de.

Son Trabzon maçında; Quaresma çoğunlukla sağ kanatta oynamış ve arkasındaki Hilbert çok fazla hücum çıkışında bulunmamıştı. Zaten Quaresma, bekini kaçırmaktan ziyade; kendi işine bakan bir oyuncu. O yüzden arkasındaki bekin “çıkmak” yerine, savunmayı üçlü tutup; geride sigorta görevi yapması daha makuldür. Erhan böyle bir rolde pek sırıtmaya bilir, Konya maçındaki anlık “afallaması” dışında; genelde pozisyon savunmasını, müdahale yapmasını bilen bir savunmacı. Yani futbol “topla” oynanan bir oyun olmasa, iyi futbolcu bile derdim… Onun sıkıntısı topla; yoksa savunması da iyi fiziği de, tipi de “ben futbolcuyum” diyor ama ne çare… Hücuma katılacak bek; Trabzon maçında olduğu gibi, formunu da yükselten ve Simao ile iyi anlaştığı gözlenen İsmail olacaktır.İBB; bu ülkede modern futbol oynamaya çalışan, iyi bir 4-3-3 takımıdır. Ortasaha ve forvet anlamında da kalite seviyeleri yüksek fakat savunmaları aynı düzeyde değil. Özellikle de bekleri… O nedenle, İBB’ye önde basan ve savunmasına çıkacak alan vermeyen her takım, henüz ilk yarı oynanırken maçı koparmıştır. Beşiktaş da; “önde baskıyı” bu günlerde oldukça abartılı oynayan bir takım oluverdi. Bu maçın özelinde, Beşiktaş’ı skoru yakalatacak olgu da bu olacaktır.

Beşiktaş, genelde İBB maçlarında hep eksik veya “yanlış” 11’lerle çıkmıştı. Aslında bu “kara talih” maç esnasında yaşananlardan ziyade, maç öncesindeki etkenlerdi söz konusu rakip İBB olunca. İnönü’de 0-2 kaybeden “fantezi 11’i” buna en yakın örnek… Bu maçtaki “olumlu farklılıkların” bir de taktik anlamda yaşanması; yani Fernandes’in Nobre’nin yerine oynamasını umut ediyorum. Aslında biraz da tahmin ediyorum, olası 11’e yazma sebebim de buydu. Şayet; yine Nobre’li 4-2-4 oynanacaksa, Beşiktaş’ın mutlaka devreyi önde kapatması gerekecek. Yani gitti mi, boş dönmemesi…Elimiz klavyeye değmişken, diğer gelişmelere de bir iki söz edelim… Fink ve Tabata’dan oldukça makul ölçülerle vedalaştı Beşiktaş. Gladbach, hem Palermo hem de Galatasaray’dan ciddi teklif alan Bradley’i bırakmayı düşünüyor olacak ki; alelacele Fink’e sırf kiralama bedeli olarak 700 bin Euro’yu ödedi… Acaba maaşını kim ödüyor? Eğer Beşiktaş ödeyecekse, değişen pek bir şey yok. Hani kiralama bedeli deme de, bu yılın kalan maaşını Gladbach verecek de; aynı kapıya çıkıyor. O 700 bin’in üzerine maaşını da Gladbach veriyorsa, ne âlâ… Ama öyle bir şey olsa, direk bonservisi verilirdi sanki.

Tabata ise vazgeçemediği maaşını Katar’da bulmuş, bu yılın kalan kısmını Al Rayyan ödeyecek. Bir de; 4 milyon Euro’luk satın alma opsiyonu konmuş ki, oldukça iyi bir taktik. “Aslında fantastik bir topçu da, bakmayın burada olmadı” edası var. Bana kalsa 250 bin yazardım ama kıllanırlardı… Fink’i iyi anılarla hatırlayacağım. Tabata da, orada iyi bir performans gösterir de, satın alma opsiyonunu kullandırırsa;.. neyse, o zaman düşünürüz. Blogun sağındaki şeride, resmini ekleyeceğim diyecektim ki; 4 milyon Euro'ya değmez diye uyandım son anda...

Hani böyle, bazı yazılarda Tabata'ya "mahallemizin maskotu" tadında takılıyorum da; bunun alt yapısında nefret, uyuz olma gibi durumlar yok aslında. Sadece takılıyordum öyle... Yani olur da, okurlar arasında Tabata fanı varsa (ki öyle bir insanın elini sıkarım) lütfen kusura bakmasın. Yeri gelmişken, hazır kendisi de Katar'a uçmuşken; sürçü lisan ettiysek affola diyelim.

FM’ci misin Birader?

Biraz teknik, taktik konuşunca “acaba bu soru gelir mi?” diye çekinirdim bir dönemler. Özellikle eskiden sıkça yardırdığım forum ortamlarında. Hatta itiraf edeyim; oradan buradan izleyip, “gelecek gördüğüm” futbolcular hakkındaki yazıları topladığım “Saklı Yetenekler” etiketine “Wonderkids” diyecektim. Kaldı ki; orada bahsi geçecek oyuncuların birçoğu, FM’de potansiyel bile değildi, tamamen kendi gözlemlerimdi… Fakat yine de aynı soruyla karşılaşmamak için vazgeçtim. Çünkü harbiden Football Manager denen illet hastalığa yakalanmış ve her hastadaşım gibi bırakamaz hale gelmiş bir FM’ciydim. İş yerinde ofisin bilgisayarına, hatta askerde muhabere odasındaki bilgisayara FM yükleyecek kadar ileri gittiğim zamanlar da oldu. Ancak hiçbir zaman bu oyunu, gerçek hayattaki futbolla karıştırmadım. Zaten nasıl olurdu ki? Ne kadar gerçekçi olursa olsun, en nihayetinde bir oyundu.

Nasıl ki; Grand Theft Auto oynadıktan sonra mahalleye çıkıp terör estirmiyorsan, Football Manager oynadıktan sonra da, “ulan iki günde takımı şampiyon yaptık, teknik direktörler boşa para alıyor şerefsizim” demek de mantıksızdı. Hiçbir zaman da demedim zaten… Diyeni ya da “böyleymişim” gibi lanse edeni de pek dikkate almadım, sadece yanlış bir intiba bırakmamak için “FM’ci” gibi görünmek istemediğim zamanlar oldu. Kendime gösterdiğim “anlayışı”, başkası için de gösterdim. Konu futbol olunca, ne kadar ütopik bir öneri olursa olsun; oturup dinledim, okudum… Belki katıldım, belki katılmadım ama “git menajerlik oyna len” diye iç geçirmedim hiçbir zaman…

FM bir oyundur, kendi çapında bambaşka bir futbol dünyasıdır. Benim gibi “aşırı futbolseverler” için tek oyun seçeneğidir… Ama dediğim gibi, dünyası farklıdır. Her sürümünde, farklı taktiklere zorlar insanı. O taktikler de, genelde “gerçek dünyada” savunduğun futbol normlarına tezat oluşturur. Örneğin; FM 2011’de, bek oyuncularının defansif olarak pek bir işe yaramadığını, ancak hücumsal anlamda en önemli bölge olduğunu çözüp; bunun üzerine Mehmet Ekici’yi getirtip, sol bek çalıştıracak kadar da çakal bir menajerimdir. Ama gerçek hayatta, “hacı, aslında şu Mehmet Ekici’yi alsak, İsmail’e güzel alternatif olur…” demem... Olabilir mi acaba ya? Neyse, olsa bile bunu oyunda gördüm diye demem yani…

Haa, oyunu gerçeğe değil de, gerçeği oyuna yansıttığım olmuştur çoğunlukla. Mesela Beşiktaş’ı son aldığımda; aklıselim her FM’ci gibi, transfer bütçesine, maaş dengesine, taktiğe, koçlara, antrenmanlara bakmadan; direkt olarak Tabata dengesizini satış listesine koyup, u18’e göndermişliğim vardır… Hatta yalnızlıktan kendini vursun diye, diğer u18 oyuncularını da bir üst kategoriye, yani reserve’e çıkarmıştım…

Görünen o ki; FM 2012’de de Tabata karşımıza çıkacak, o zaman daha hunharca planlarım olacak... Bu kez sözleşmesini uzatarak U18’e atacağım ve sadece strength & aerobic antrenmanları vereceğim. Türk vatandaşlığı için gününü doldurduğunda, 60 kiloda “milli judocu” olarak olimpiyatlara göndereceğim kendisini…

Neyse, FM böyledir işte aslında sadece FM’de değil, tüm menajerlik oyunları diyelim… Çocuk yaşlarda tanıştığım Premier Manager 98’den bu yana (oyun oldukça kolaydı: Bütün takımı satıp para biriktirdikten sonra Ronaldo’yu alıyordun; sana sezonda 80 gol atıyordu, keyfine bakıyordun…) başka türde bir oyun oynayamadım doğru dürüst. Oynasam da “amaç dışı” oynadım, öyle bitirmeye yönelik değil. Mesela; Midtown Madness’da otobüsle şehri dolaşıyordum boş boş, bir de cd takıyordum çalıyordu, öyle bir özelliği vardı. “Şoförsem günahım ne?” modunda iki tur attıktan sonra kapatıyordum.Zaten oldum olası “şu oyunu bitirdim aga” diyen tipleri kıskanmışımdır, çünkü bende hiç öyle bir sabır olamadı. Ama Football Manager’da “oyun bitti” tadında kariyerlerim vardır. FM 2006’da, İngiltere Konferans 2. Ligi’nden (sıralasan 6. lig oluyor: Premier - Championship - League One - League Two - Conferance National - Conferance North/South) Stafford Rangers’ı alıp, birer birer lig basamaklarını atlamış; 19. sene sonunda da Şampiyonlar Ligi’ni almıştım. Vakti zamanında o kariyerin hikayesini de yazmıştım, Turksportal.com’da hala durur. Hele o oyunda, Premier League’e henüz yükselmişken, kupada Manchester United’a 9 atmışlığım vardı ki, maçtan sonra son ses "haydi hisset"i dinlemiştim. Ama gelin görün ki, kariyeri paylaştığım yazıda caps koymuş yine de kimseye inandıramamıştık.

Velhasıl-ı kelâm; Football Manager, bir futbolsever için oyundan fazlasıdır. Ancak o fazlalık, kendi dünyasının dışına çıkmaz. Gerçek hayattaki futbola bakan gözler, farklı görünmelidir. Ama heyecanı, zevki aynıdır bazen. Hele de; 20 yıllık arkadaşın, hem apartman hem de ağ komşun bir de üzerine “fanatik bir Fenerbahçeli” ise ve onunla “Beşiktaş – Fenerbahçe” kapışmasını FM’ye taşıdıysan, tadından yenmez. Hatta “adrenalin ölçer” diye bir şey olsa; oyundaki derbilerle, gerçek derbilerin verdiği heyecan ve stresin neredeyse aynı olduğu görülür… Sonuç olarak; “FM’ciyim birader…” yapacak bir şey yok…

Fantastik / Dram

Schuster, yeni sistemini ve as kadrosunu değiştirmeden; Şenol Güneş ise “ligi daha çok önemsiyoruz” sözünü doğrular şekilde bir 11’le çıkıyordu maça başlanırken. Üçü dışında, normal şartlarda ilk 11’de yer bulamayan bir oyuncu grubuna karşı, islim üstündeki Beşiktaş’ın kazanması normal sonuç olacaktı. Senaryonun sonu belli gibiydi ama ne türde işleyeceği soru işaretiydi…

Beşiktaş; bağlasan durmaz hücumcuları, kendiliğinden 4-2-4’e dönecek sistemiyle, “korkutucu” özelliğini taşıyordu aslında hâlâ… Hem rakip, hem de kendi taraftarı için geçerli bir şeydi bu. Malum, bu sistem sürekli baskı ve dikkat gerektiriyordu. Aksi durumda, yedek ağırlıklı rakibine karşı bile ters bir skor alabilir, film sürpriz bir finalle bitebilirdi…

Ama öyle olmadı, ilk yarı her anlamda Beşiktaş’ındı. Takım çok dikkatli ve baskılı oynuyordu. Maç resmen “koşu maçına” dönmüştü… Bununla beraber; oyuncular birbirine yakın oynayınca, defansı da hücumu da “takım” yapıyordu aslında. Mevki ayrımı yok gibiydi. Kağıt üstünde, sadece Aurelio “savaşçı” bir ortasahaydı. Ancak saflar yakın olunca, Beşiktaş’ın stoperleri hatta forvetleri bile, bir o kadar “ortasaha” ve “forvetti”. İsmail’i rakip ceza sahasında Simao’dan fazla gördük desek yalan olmaz. Tabi bunda taktiksel bir asimetrik durum da söz konusuydu. Hilbert çoğunlukla Quaresma’nın arkasında kaldığından, fazla çıkamadı. Quaresma’ya “top senin olsun” görevi verilmiş, sınırsız serbestlik tanınmıştı. Ya da bizim “Reis”, o hakkı kendine vermişti her zamanki gibi… Simao daha çok solda oynayınca, hücuma destek veren bek İsmail oluyordu bu sefer. Genelde Hilbert’i akarken görürdük. Demek ki mesele bekte değil “önde” imiş… Pozitif ayrımcılığımdan mı bilinmez, ama ben İsmail’de ciddi bir kıpırdanma, güven artışı görüyorum açıkçası…Böyle bir sitemde, eğer savunma da önde kurulmak isteniyorsa; “topun kaybedildiği noktaya basma” prensibi çok önemlidir. Beşiktaş gün geçtikçe bu konuda yol alıyor. Manisa maçında biraz, Buca maçında oldukça fazla, son Trabzonspor maçında ise tüm ilk yarı boyunca; oyun önde kabul edilip, topun kaybedildiği yere şok baskılar gerçekleştirildi.

Bir atak bitti, diğeri başladı. Top kaptırıldı, birkaç saniye sonra yeniden kazanıldı ve yeniden gol girişiminde bulunuldu. Sağdan orta açıldı, kimse dokunmadı ama yine soldan topu bir Beşiktaşlı aldı. Rakipte veya taçta sonlansa bile, yine baskı devam edildi… İlk yarı boyunca senaryo buydu; bir de üzerine Quaresma’nın, önce kuzeye sonra güneye ve daha sonra ağlara giden harika golü geldi. Zaten şuana kadar “normal bir gol” atmadı, hepsi jeneriğe girer herhalde. Sadece istatistik değeri taşıyan bir golü yok henüz… Neyse, ilk yarı her Beşiktaşlı için “fantastikti” diyebiliriz sanırım. Dakikaların 43.’ü gösterdiğinde, ilk yarının bitiyor oluşuna “inanamadığımı” samimiyetle söyleyebilirim…

75 saniyelik “n’oluyor lan?!” şeklinde geçen Trabzonspor baskısıyla ikinci yarı başladı. Hani neredeyse, 2-0 galip girdiği soyunma odasından, 2-2 berabere çıkıyordu Beşiktaş. Aslında tam olarak baskı denemezdi… Trabzonspor bir anlık presle, Ersan’ın uzun topunu yakaladı ve güzel bir gol attı. O sersemlik devam ederken ikincisi geliyordu… Onun dışında Alanzinho’nun birebir kaldığı pozisyon dışında, fazla sıkıntı yaşamadan üstün durumunu korudu Beşiktaş. İlk yarı Beşiktaş baskısıyla, ikinci yarı ise “dengede” gitti… Zaten bu takımın, aynı baskıyı devam ettirmesini beklemek hayalcilik olurdu; ben şahsen beklemedim de… Böyle bir şey için, ikinci yarıya 2-3 oyuncu değişikliğiyle birden girmek gerekirdi…

Aslında, skoru daha rahat korumak ve de çaktırmadan üçüncüyü bulmak adına tek bir değişiklik de yeterdi bana göre: Nobre – Fernandes. Hatta bu değişikliği 11’e taşımak gerek artık… Nobre’nin duran toplar dışında, Almeida’ya çok fazla yardımcı olamadığı, hızlı gelişen Beşiktaş ataklarına karşı “yavaş” kaldığı bu maçta da görüldü açıkça. Biraz “atıl” bir pozisyon oldu sanki Nobre’nin bölgesi… Hücum koşuları dışında, ortasahadaki pas trafiğine de olumlu şekilde katılamıyor hatta “kırmızı ışık” görevini alıyor maalesef…

Beşiktaş’ın bu sistemde; Nobre gibi “defansif katkıları olan forvet” değil de, “ofansif katkıları yadsınmaz” bir ortasaha gerekli. Yani Fernandes… Yine, klasik “kalça kuvveti” ile harika bir şut çıkardı ve Onur topu 90’dan aldı. Ayrıca Onur’un bu maçta ekstra iki kurtarışı daha vardı. Almeida’nın direğe giden şut öncesi kurtarışı ve Simao’nun frikiğinde “ayık” kalması… Liverpool maçı sonrası, “ne olur ne olmaz diye Gerrard’ın penaltılarını izledim” demişti. Sanırım, Simao’nun da frikiklerini izlemiş olacak ki; o pozisyonda uzak direğe vuracağını sezdi. Sağa bir adım dahi atsa, tıpkı Valdes’in avlandığı gibi topu kendi köşesinden içeri alabilirdi…Dakika 90+1 derken, Ersan’ı acı bir gülümseme eşliğinde yerde yatarken gördük… Ne olduğunun biz farkında değildik henüz, ama O farkındaydı… Tüm neşemi alan bir görüntü oldu bu, sonradan da korkulan haber geldi. Harika bir çıkış yakaladığı dönemde; üstelik Beşiktaş’ın da ona çok ihtiyacı varken, gelen 6 aylık ayrılık… Sivok’un sakatlığından daha da önemli bir kayıp oldu bu bana göre… Fantastik seyreden maç, Beşiktaş’lı için “dramla” sonlandı.

Muhtemelen birkaç gün sonra “Ersan ameliyat oldu” adlı bir haber göreceğiz resmi sitede. Orada Ersan’ı “pilot işareti” yaparken değil de; yamacında Serdal Adalı, elinde kalem, önünde sözleşme ile görsek ne güzel olurdu, yakışırdı…O zaman acım biraz dinerdi. Futbol anlamında “Pazar olsa da izlesek” dediğimiz Beşiktaş, bir de manevi güzellik yaşatırdı. Bugün geciken 3. gol, böyle gelmiş olurdu…

Son olarak; imkânı var mı bilmem ama Sezer’in transferini bitirmek gerek artık. Öztürk değil, Özmen olan. Yani aslında Beşiktaş’ın olan… Biliyorum, Rize “bizim de ihtiyacımız” var diyebilir. Ama son maçta yedek kalmıştı, cezayı kesmek gerek. Ya da Furkan Şeker’le ikame edip, Sezer’i bu tarafa çekmek gerek… En tasarruflu ve en kesin çözüm bu gibi duruyor. Zaten stil olarak Ersan’a da çok benziyor… Yoksa 4. alternatif; zaruri durumlarla oynamış ve asli yeri stoper olmayan birisi olacak mevcut kadrodan. Ayırca, “kayıp kademelerin aranan ismi Toraman” artık Guti’den öte banko hâle geldi, hayırlı olsun.

Serdar Kesimal, şu durumda inanılmaz bir transfer olurdu, çok isterdim. Ama Süleyman Hurma da bunun farkındadır. O yüzden, bu transfere karşılık olarak; stat ismine adını vermeyi bile önerebilir kendisi…


Trabzonspor Maçı Öncesi Beşiktaş

Puandan çok, prestij ve moral maçı olarak görüyorum yarınki karşılaşmayı. İki takım da her türlü skorda gruptan çıkar gibi duruyor, aksi bir ortamın oluşması için; Antep Belediye’nin Manisa'dan puan alması ya da yenmesi gerekiyor ki, bu oldukça düşük bir ihtimal. Manisa’nın her hangi bir şansı kalmadı, ancak kupa maçlarında her galibiyette küçük de olsa bir para ödülü var. Hem o paranın bir kısmı prim olarak dağıtılacağından, hem de bazı yedek kalan oyuncuların (başta Makukula olmak üzere) kendilerini göstermek adına çaba sarf edeceklerinden, bu maçın Manisa’ya daha yakın olduğunu düşünüyorum.Bir “asıl Beşiktaş’ı şimdi göreceğiz!” maçı daha… Temmuz’da oynanan ilk resmi maçtan bu yana değişmeyen bir motto oldu bu. Beşiktaş, bu tip maçlara genelde eksik kadrolarla çıkıp, istediğini alamayan taraf oluyordu. Bir tek Kadıköy deplasmanında; kadro anlamında seçenek fazlaydı, ancak o seçenekler özellikle hücum anlamında biraz yanlış kullanılmış ve maç içinde ekstra sıkıntılar yaşanmıştı…

Şimdi Beşiktaş sadece Sivok’tan yoksun, bu da yeni bir şey değil… Onun dışında, moralli ve oldukça fazla “seçenekli”. Yani, bu maç için gönül rahatlığıyla “asıl Beşiktaş’ı şimdi göreceğiz” diyebiliriz sanırım. Spor haberlerine göre, Buca maçının 11’i ve sistemi de değişmeyecekmiş. Bu “hücumcu sistemin” geleceği, yeni transferlerin ciddi bir rakibe karşı performansı gibi, bir çok soruya cevap alacağımız bir maç olacak.Dediğim gibi; bu maç aslında moral ve daha çok “güven” maçı… Futbol ve skor anlamında kazanan taraf, bunu lige de olumlu anlamda yansıtacaktır. Beşiktaş kazanırsa hem gruptan lider çıkar, hem de 12 puan geriden takip ettiği rakibine “ben buralardayım” mesajını verir ve kendine güvenini iyice kazanır. Trabzonspor, kazanarak veya yenilmeyerek bu maçı atlattığı taktirde; Pazar günü oynanacak ve ligin seyrini büyük anlamda belli edecek Fenerbahçe maçına moralli ve kendine güvenini tekrar kazanmış bir şekilde çıkacaktır. O maç için Beşiktaş ise, Ezel’deki “Cengiz” karakteri konumunda. Her türlü sonuç, neresinden bakılırsa bakılsın kendisine yarar…

Lig Tv’ye göre Şenol Güneş, bu maçta Brozek kardeşlere forma verecekmiş. Trabzonspor’un sistemi ve 11’i, futbolun “doğrusu” gibi… Beşiktaş’ın dirençsiz bırakacağı ortasahayı iyi değerlendirebilecek bir takım. Fakat, Trabzon’un savunması da çok kuvvetli sayılmaz. İlk yarıdaki maçta, bir tek Hilbert’le akın yapabilirken bile, yine de tehlikeli pozisyonlar yakalayan Beşiktaş; bu kez hücumcu bekleri ve Portekizli kanatlarıyla daha etkili olacaktır. O nedenle, zaten kanattaki oyuncularla bile “açık yakalayacak” bir konumdayken ve de hazır kontenjanda açık varken; Nobre’nin yerine Fernandes tercihi daha makbul olurdu diye düşünüyorum. Ancak son iki maçta 3 gol ve bir penaltı yaratan Nobre’den de vazgeçmesi zor görünüyor Schuster’in.

Soru çok, cevabı yakın… Merakla yarını bekliyorum.

Manisa'nın "Yiğit"leri

Digiturk’un bu sezon 9 lig maçını birden 90 dakika yayınlaması birçok konuda faydalı oldu. Bunlardan biri; “gözden ırak” ve yetenekli oyuncular hakkında daha iyi fikir edinmemizdir herhalde. Eski şartlarda; ya özet görüntüleriyle ya da büyüklere karşı gösterdikleri “anlık” performanslara tav olma durumu yaşanıyordu… Ancak şimdilerde bu tip oyuncuların; takımlarına nasıl bir ivme kazandırdığını, futbollarındaki istikrarı gözlemleyebiliyoruz.

Hikmet Karaman’ın Manisa’sı, ligin “seyirlik” takımlarından biri şüphesiz… Hücumda hızlı ve çabuk çoğalan, önde basan nadir Anadolu takımlarından biridir. İlk yarıda Trabzonspor, Galatasaray ve Beşiktaş deplasmanlarında galip çıkmaları, kâğıt üstünde “sürpriz” sayılsa da, oyun anlamında pek de öyle değildi. İyi bir takımın elbette öne çıkaracağı oyuncular vardı; ben bu yazıda sadece ikisinden bahsetmek istiyorum, iki Yiğit’ten…

Yiğit Gökoğlan; ilk yarı boyunca çoğunlukla “kenarda duran bir taktik oyuncusu” konumundaydı. Oyunun son bölümlerinde, kendisini kafakola alan Hikmet Karaman’ın jest ve mimiklerinden nasiplenerek sahaya giriyordu. Yine böyle bir görevle, Beşiktaş’a karşı takımının 3. golünü atmıştı… O gol, ilk bakışta “kolay” gibi görünüyordu ama verkaçla etkin alana girişi ve dar açıdan net gol vuruşu gayet güzel, aynı zamanda “zordu”…

Gökoğlan, ikinci yarıdan itibaren takımının 1. adamı olma yolunda ilerliyor. Sürekli 11 başladığı 2011 yılında, son Karabükspor maçı performansıyla da yerini sağlamlaştırdı gibi… Her iki asisti de çok iyiydi, golü zaten “haftanın golü” olabilir… Forvet özellikli bir kanat oyuncusu için, ortalamanın üzerinde boya ve kuvvete sahip diyebiliriz. Bunun yanında hızlı ve topla da yetenekli olması, kendisini baya değerli kılıyor…

Ülkemiz futbolda, belki de en fazla “yetenekli oyuncu” yetiştirilen bölgedir kanatlar… Bu bölgenin oyuncusu olup, adından hızla ve sıkça bahsettiren, ancak aynı zamanda “aynı hızla” kaybolan birçok oyuncu vardır. Yiğit Gökoğlan için de “onlardan biri olur mu?” korkusu yaşanabilir elbette. Saha dışında nasıl bir karakterde olduğunu bilmem, ama futbolculuğu açısından “onlardan biri olmaz” diyebilirim.

Bunun için iki donem var; birincisi Gökoğlan’ın standart bir kanat oyuncusuna göre “fazla” olan fiziği ve forvet özelikleri. İkincisi ve “en önemlisi” ise; yetenekli bir oyuncu olmasının yanında, “takım oyunu içersinde de” gayet etkin görünecek yapısıdır. Topla iyi olmasına rağmen her pozisyonu zorlamıyor, kısa ve uzun paslarla çıktığı da oluyor. Bu özelliği, onu “yardımlaşmalarla” rakip kaleye daha etkili gitmesini de sağlayabiliyor… Fazla yetenekli olmamasına rağmen, takım oyunu içersinde etkili olup, değerli kılınan bir çok kanat oyuncusu vardır. Yiğit Gökoğlan, bunların aynı zamanda “topla yetenekli” ve süratli olanıdır diyebiliriz. 1989 doğumlu oyuncunun ciddi bir geleceği var, son dönemde sürekli Ümit Milli Takım formasını da giymişliği vardır. Arayışlarda bulunan Hiddink’in de gözüne girmesi çok uzun sürmeyebilir…

Hiddink’in birkaç ay evvel farkına varıp, “yeni” Türk Milli Takımı’na davet ettiği Yiğit İncedemir’e geçelim… Uzun zamandır adını duyduğumuz, hatta büyüklere transfer olacağı da söylenmiş bir oyuncu. Zaten bir diğer Yiğit kadar genç değil, 85 doğumlu… Ancak, oynadığı mevki itibariyle kendisine “genç” tanımlaması yapılabilir rahatlıkla. Defansif ortasaha bölgesi; fiziki ve mental “olgunluk” gerektiren bir yerdir. Bu mevkinin başarılı oyuncuları, genellikle 25 ve üstü yaşlarda sivrilmişlerdir…Yiğit İncedemir; ilk dönemlerde, bir ortasaha oyuncusuna göre uzun boylu ve güçlü fizik yapısıyla, tam bir “Premier League ortasahası” izlenimini sunuyordu. Hatta yüz şekli ve saç rengi de bunu tamamlıyordu. Ara ara Roy Keane “dalmalarını” da yapan, sık kart gören bir yapıya bürününce evrim tamamlandı…

Her ne kadar “pozisyon bilgisi” bakımından zayıf olsa da; mücadeleci ve hırsını pozitife çevirecek güçlü fiziğiyle, defansif anlamda ortasahayı dolduran bir oyuncuydu İncedemir. Ancak “fark yaratması” için, fazla bir şeyler daha yapması gerekiyordu. Bugünlerde, Yiğit İncedemir klasik oyun tarzına “fazlalıklar” eklemiş görünüyor. En önemlisi de, hücuma katılmaları ve katıldığı zaman “etkin” olması… Beşiktaş’la oynanan kupa maçında, takımına ilk golü bu özelliği ile kazandırmıştı. Manisa için “öldü” denen atağın devamında, ön tarafa doğru ani bir pres yaparak topu tekrar kazanmış, defansın arasından müthiş bir zamanlamayla, Simpson’ı topla buluşturmuştu. Böylesine bir asistin, bu yapıdaki oyuncular için “ekstra katkı” anlamını taşıdığını, maç yazısında da belirtmiştim.

Son oynanan Karabük maçında ise İncedemir, o asistin rastlantıdan çok “gelişmenin bir getirisi” olduğunu kanıtlar gibiydi. O maçta da, çok kez hücum katılımlarında bulundu ve bir de gol attı… Attığı golde, dağılan rakip defansın boş bıraktığı alana sızması ve şutu çok güzeldi. Ancak, rakip henüz “dağılmamışken” yarattığı akınlar daha değerliydi. Böyle bir pozisyonda; ortasahada kazandığı topu kanada aktarıp, rakip ceza sahası içine kadar koşusunu devam ettirmiş ve net bir gol şansı yakalamış ancak atamamıştı. O ataktaki hücuma katılma iştahı ve doğru koşusu, gelişiminin bir işaretiydi…

Genç oyuncular ve Beşiktaş ağırlıklı bir blog karaladığımızdan, “Yiğit’ler ve Beşiktaş” açılımını da yapmadan olmaz tabii… Açıkçası iki oyuncunun da Beşiktaş’a alternatif anlamında ciddi katkılar yapabileceğini düşünüyorum. Hatta Yiğit Gökoğlan’ın, kontenjan sıkıntısından dolayı direkt oynayacağı maçlar da olurdu, hatta sayısı hiç az olmazdı… Yiğit İncedemir’in bölgesinde ise “şimdilik” Aurelio var fakat çok fazla zamanı olmayacak gibi. Alt yapıda da, tam olarak İncedemir tarzında bir oyuncu göremedim. Yetenekli ortasaha oyuncuları var ama bu fizikte değiller. Hüseyin Cankurt Atasoy tam bu işlerin adamı “olacak” hatta fazlasını yapacak gibi ama 94 doğumlu… Yani daha çok zamanı var gibi.

Gökoğlan’ın bölgesinde ise bir çok genç oyuncu var alt yapıdan. Ali Kuçik o bölgenin adamı sayılır, keza Rize’ye kiralanan Erkan Kaş var. Ancak Yiğit Gökoğlan birçok konuda daha hazır görünüyor ve Schuster’in sistemine daha yatkın gibi duruyor. İkisini de isterdim maliyetleri uygun olsaydı, ille de bir tercih yapacak olursam; Yiğit Gökoğlan derdim… Bakalım; kalan zamanda bu oyuncuların hatırına, Manisa maçlarını mümkün olduğunca 90 dakika izlemeye çalışacağım.

Fotoğraflar: TFF, Ajansspor

Ace !

Bundan yaklaşık 10 yıl evvel, “Wimbledon” denince aklıma Efan Ekoku geliyordu… Ta ki; bir Marat Safin ve Goran Ivanisevic maçına kadar. Klasik, yaz tatili ekranında kayda değer bir şey bulamayan liseli durumundayız o dönemler. Gündüz vakti pek seçenek yokken, bir tenis maçını izlemeye ve daha sonrasında tat alınca “anlamaya” çalışmıştım. İlk öğrendiğim tenis tabirlerinden biri “ace” oluyordu; raket sesiyle, alkış sesinin peşin sıra geldiği, hiç bir şeye değmeden sayı olup, rakibi çaresiz bırakan servis çeşidi... Malum, oynayanlardan biri; belki de bu konuda dünyanın en iyisiydi: Ivanisevic. Neyse… O günden itibaren tenis maçlarını izlemeye devam edecek ve artık Wimbledon denince aklıma “tenis” gelecekti. E zaten, Ekoku futbolu çoktan bırakmıştı ve Wimbledon futbol takımı da kepenkleri indirmişti…İtiraf edeyim; uzun zamandır “şöyle Beşiktaş fark yaratarak bir maç kazansa da, ace başlığını kullansam” diye iç geçiriyordum. O gün, bugünmüş… Beşiktaş, Bucaspor karşısında rahat ve temiz bir skorla galip geleceğini, neredeyse santradan belli ediyordu. Çok muhteşem oynamıyordu maçın başlarında, ama her an için bir tehdit unsuruydu. Takım, ayağına aldığı her topu rakip kale önünde sonuçlandırıyordu neredeyse…

Elbette yeni Portekizlilerin takıma ve tribüne kattığı hava bir başkaydı… Ancak, ne 4-2-4 tadındaki “saldıray” sistem, ne de yeni transferler açıklayabilirdi bunu. Sahada fark yaratan Beşiktaş: 2010’un Beşiktaş’ıydı. Takım, sene başından beri uygulamak istediği felsefeyi layıkıyla yerine getiriyor, yakın ve oldukça “önde” oynuyordu. Öyle yakın ve önde ki; beklerle, takımın en ucundaki Almeida birkaç kez “verkaç” yapma fırsatı dahi yakaladı… “Topun kaybedildiği noktaya basma” uygulaması muhteşemdi, özellikle İsmail bu konuda çok başarılıydı. Bunlara; Guti ve Quaresma’nın, neredeyse “tüm yetenekleriyle” sahada oluşu da eklenince, ortaya böyle “her anlamda” bir fark çıkmış oldu…

Nobre’nin performansına pek diyecek yok, bu sistemde önemli bir dişli olduğundan daha önceleri de bahsettik. İlk golde, geri sıçrayarak attığı kafa harikaydı… Ancak, ben dün akşamki Beşiktaş’ın baskılı ve bol pozisyonlu oyununu, Nobre’nin dahil olduğu 4-2-4 sistemiyle pek ilişkilendirmiyorum. Nobre, çoğunlukla duran top ve duran topların devamında etkili oldu. Normal oyun akışında ise, Almeida yine çoğunlukla yalnızdı ceza sahası içersinde… O nedenle, bu takıma “ikinci forvet” yerine, “üçüncü ortasaha” eklentisinin daha sağlıklı olacağını; böyle bir durumda hücumsal anlamda pek eksiklik yaşanmayacağını, aksine kapılan topların artması sebebiyle, daha sık atak yapma şansının elde edileceğini düşünüyorum. Tıpkı bugün Fernandes – Nobre değişikliği sonrası gibi… Böyle bir durumda, Guti de ceza sahasına daha yakın oynar. Gerekirse ceza sahası içinde pozisyon takibi yapar ve şutlar atar. Vuruşunu yaparken düşer ve topun tavana takıldığını görünce, coşkuyla yerden kalkar ve beni benden alır!Fernandes’in özellikleri de “Guti’yi öne atacak” cinsten. Elbette Guti’nin 50 metrelik uzun ve derinlemesine paslarını gözler arar, ama Fernandes de az değildir. Bugün en son Kleberson’da gördüğümüz bir şey yaptı; pasını verir vermez boşa hareketlendi ve tekrar aldı. Boşluk görünce driblinglere kalktı, gerekirse “derin paslar “denedi… Onu bu takıma kazandırmak gerek.

Simao “çaktırmadan” ilk golünü attı. “Uzaktaki forvet” için fizik olarak düşük olsa da, futbol zekası ve pozisyon takibi açısından kalibreli bir oyuncudur. Böyle golleri çok atar da, şöyle sol çaprazdan bir frikik şansı gelmedi hala… Almeida’nın cüssesi, kendiliğinden pozisyon bulduruyor. Rakibin en uzununu yamacına çektiğinden, Nobre bugün çok rahat kafalar vurdu. Tıpkı Van Hooijdonk’un etrafında dolanırken, yarım sezonda krallığı kovaladığı sene olduğu gibi, bugünlerde de Almeida’nın etinden sütünden faydalanıyor Nobre… Ama Bobo, Almeida’yı keser, size diyeyim… Pozitif ayrımcılığımdan ya da Almeida’nın kötü olduğundan değil; Bobo’nun bu sisteme daha yakın olduğundan ve daha “kurnaz” bir santrafor yapısından dolayıdır bu söylemim.

Sisteme yatkınlığı şöyle; yukarıda bahsettiğimiz gibi, takım boyu kısalınca “en uçta” oynayan adamın bile pas oyununa dahil olması gerekiyor. Burada Bobo’nun iyi pas yapması, hatta geriden oyun kurması ve sürekli hareketli oluşu, onu bu sitem yapısında daha makul kılıyor. Rapid Wien deplasmanında yaptıklarını hatırlayın… Bugün hazır olmamasına rağmen, oynadığı bölümde oldukça iyiydi bana göre. Ortasahaya yanaşıp aldığı ve yönlendirdiği paslar önemliydi.Bobo, “pası verecek oyuncuya” daha iyi opsiyon oluşturacak şekilde koşular yapıyor. Hem defans arkasına, hem de ceza sahası içersinde. “Kurnaz santrafor” yapısı derken kastım buydu… Bu konuda da Almeida’dan önde. Almeida’nın da Bobo’ya nazaran çok öne çıkan özellikleri var elbet, ancak mevcut sistem Bobo’yu öne çıkarır…

Bugünkü Beşiktaş, ligi “sağlıklı” ve düzgün bir rotasyonla götürdüğü taktirde; daha bir çok İnönü maçını “ace’le” kazanacaktır. Bir zaman sonra, rakipler puan almaktan çok “madara olmamak” adına hamleler yapabilir, bu da Beşiktaş’ın işine yarar. 4-2-4, her takıma yemeyecektir ama Kasımpaşa, Konyaspor gibi kayıpları zor yaşatır gibi duruyor… Tabi bunda herkesin sağlıklı olması şart, özellikle Guti Reyis’in. Bu yapıda ortasaha çok yıpranıyor, o nedenle Trabzonspor maçında Aurelio ve Guti’nin yerine, Ernst ve Fernandes ile çıkardım ben olsam. Hatta Necip’i de ekleyip ortayı 3'ler, Quaresma’yı dinlendirirdim. Neyse, bunlar “Trabzonspor maçı öncesi Beşiktaş” konularına dahil olduğundan fazla uzatmayalım.

Bugün "oley çektirmeye bile deparla gelen Erman" çıktı karşıma, zincirleme olarak Khlestov'u, Ümit'i falan hatırladım. Hani 3 ortadan 2'sinde gol yemeyi beceren savunmayı... Böylelikle bir şeyi daha hatırladım; oyunu rakip yarı sahada oynamaya çalışan Beşiktaş'ın "arkasına atılan" topları pek takmamayı... Toraman'ın hatalarını bile göresim gelmedi, itiraf edeyim. Ama yine de daha sıkı maçlarda Sivok - Ersan'ı görmeyi yeylerim. Kontenjan sıkıntı yaratırsa, gerekirse kendini kessin Schuster Dayı... İyi hafta sonları.

Bucaspor Maçı Öncesi Beşiktaş

Kadrosunu, umudunu ve heyecanını bir nebze yenileyen Beşiktaş, kupadan sonra ligde de sahaya çıkıyor. Afakî söylemler, artık yavaş yavaş yerini “gerçeğe” bırakıyor… İşin heyecan kısmında başarılı olundu gibi, sabahın köründe bana maç yazısı yazdırdığına göre… Çok değil, işin sahadaki ve puan durumundaki gerçeği de; Şubat sonuna doğru kendini belli edecektir.11 yabancının hepsi sağlıklı… Manisa maçındaki 6’lı yine sahada, 2’si kulübede (Ernst, Bobo), biri tribünde (Fernandes) biri de firarda (Tabata) olması bekleniyor. Son günlerde, özellikle Manisa maçından sonra, “Quaresma’nın takım oyununa Fransız kalması” ile ilgili moda bir eleştiri var. Haklı bir eleştiri esasında ama bu yeni bir şey değil… Quaresma’yı rekor transferlerle gittiği büyük takımlarda ayrı tutan etken de, onun yolunu Beşiktaş’a düşüren neden de buydu. Barça’da da, Inter’de de, Chelsea’de de değişmedi. Beşiktaş’a geldi, burada da değişmedi. Ve o “değişmemiş” hali, taraftarın kendisine daha da fetişist duygularla bağlanmasını sağladı.

Quaresma yine topla çok oynuyordu, tek başına atak girişimlerinde bulunuyordu. Çoğu zaman yine topu eziyordu ama ezmediğinde de jeneriklik goller, asist ya da sonuca varamayan estetik hareketlerde bulunuyordu… O zamanlar onun için söylenen “tek başına oynuyor” cümlesi, bugünlerde “takım oyununa uymuyor” şeklini aldı. Quaresma’da değişen bir şey yoktu ama Manisa maçında bir diğer kanat oyuncusu değişmişti. Simao ile yetenekli bir kanat oyuncusunun, aynı zamanda bir takım oyunu içersinde de nasıl var olduğunu, “etrafını da oynatan” özellikleriyle, kanat oyuncusunun sadece “çalımdan” ibaret olmadığını öğrendik. Böylece Quaresma ifşa edildi…

Futbolun gerçeği ya da kısaca “mantık”, Quaresma’nın yedek kalmasını işaret edebilir. Ancak, bazı durumlarda futbol sadece teknik ve taktik açılımlarıyla tanımlanamıyor. Quaresma’nın Beşiktaş’la olan bağında olduğu gibi… Şu anda Beşiktaş’ın en “değerli” oyuncusu konumunda Quaresma ve her şeyini veriyor. Onu sağlıklıyken kızağa çekmek, kaybetmekle eş anlamlı olur. O nedenle Schuster, herkesin hazır olduğu ortamlarda bile Quaresma ve Simao’lu düzeneklere devam edecektir…Bu, yine Manisa maçında olduğu gibi 4-4-2 mi, yoksa bir ortasaha eklentisiyle 4-3-3 mü olur bilinmez. Ama Schuster’in, Manisa maçındaki planla bir müddet daha devam edeceğini tahmin ediyorum. Ufak dokunuşlarla, o sistemi “toparlanır” gibi görebilir tıpkı sene başındaki gibi… Genel anlamda beni korkutan bir sistem olsa da; Guti’nin olmadığı zamanlarda düşünülen bir 4-4-2’ye “B Planı’nda kalması kaydıyla” pek karşı çıkmam. Hatta; Necip, Ernst ve Fernandes üçlüsünden, ikisinin ortasahada olacağı bir 4-4-2 bu ligi gayet kotarır. Sorun yaş ortalaması 34 olan Aurelio – Guti ortasahasının belli bir zaman sonra geniş alanı kaldıramamasında yatıyor.

Buca maçındaki ufak dokunuşlar şöyle olur; Toraman yerine Ersan oynar, Ernst de Manisa maçına nazaran daha “erken” sahaya sürülür. Daha fazla bir şey değişmez… Nobre, yine bu sistemde çok kritik bir hal alacak gibi… Şayet böyle bir diziliş olacaksa, Beşiktaş'ın skoru ilk 45'de yakalaması; geçtiğimiz devrede son 10 dakikalarda gösterdiği baskıyı, ilk 10 dakikaya çekmesi gerekecek. Aksi taktirde ikinci 45'de "gol ararken" takım boyunu gittikçe uzatır bu sistem...

Bucaspor da ikinci yarıya değişerek giren ve “yeni bir sayfa” açan takımlardan. O nedenle direnç kat sayıları bir hayli yüksek olacaktır. Ne diyelim, Aurelio’nun ciğerine kuvvet…

Alessandro MATRI

Yine konu bir İtalyan forveti, yine göz önünde olmayan bir takımdan ve tahmin edileceği üzere, yine aynı soru ve ana fikir; “Bu adamın hala burada ne işi var?”

Tamam, Sardunya Adası’nın da vardır bir cazibesi. Cristiano Ronaldo, kız arkadaşını alıp Manchester’dan kaçıyordu oraya bir aralar… Matri için öyle bir dert yok. Zaten kendisi de, geçen günlerde izlediğim bir programda; “Tatil günlerinde uzaklaşmıyorum, burayı hiçbir yere değişmem.” demişti. Ama futbolunun artık oralardan uzaklaşması gerek…Futbolculuk geçmişini, birkaç detayla birlikte sunduğum bir yazı vardı, onu okuyabilirsiniz tekrar olmaması açısından. O yazıyı yazarken, İtalya’nın Dünya Kupası kadrosuna da katılmasını ümit etmiş ve büyük bir transfer yapmasını dilemiştim. Çünkü yetenek olarak oldukça fazla ve değerli bir takım içinde “daha da ışıldayacak” oyun stiline sahip bir oyuncudur Alessandro Matri.

Golcülük vasıfları konusunda hiç sıkıntı yok, yerden ve havadan etkili oldukça “net bir golcüdür” çoğu İtalyan striker gibi. Zaten kendisi Milan alt yapısından çıkma. Hatta Sheva Başgan’la kanlı canlı antrenman yapmışlığı vardır, üstelik en parlak zamanında. Ama onu farklı kılan bu değil, zaten sadece golcülük kimliğine bakarsak “bi Pazzini değil” diyebiliriz rahatlıkla…

Onu farklı kılan, sadece bir golcü olarak kalmaması, gün geçtikçe yeni özellikler edinmesi… Geçen sezon Cagliari’nin bir çok golünde dolaylı olarak söz sahibiydi. Ceza sahası içinde yaptığı kritik çalımlar ve kısa paslarla birçok golü var etmiştir. Hani, “öldü” denen pozisyonlarda, imkansız açılardan asistler yapıyordu… Bu sezon kendine güveni geldikçe, daha da farklı şeyler yaptığına tanık oldum. Mesela boş alanda rahatlıkla top sürebiliyor hatta adam eksiltiyor… Pozisyon bulduğunda iyi “bitiren” bir forvetin, kendi pozisyonunu da hazırlar hale gelmesi müthiş bir gelişimdir. Değerini direkt olarak beşe katlar… Alessandro Matri de öyledir, bugünlerde bir golcüden fazlasıdır. Atletik ve güçlü fiziğiyle hedef santrafor da oynar; top sürme, adam eksiltme, gollük pas verme özellikleriyle ikinci forvet olarak da oynar. Ya da ikisinin karışımı olur, böyle tek başına bir takımın hücum hattını sürükler; Cavani’nin Napoli’de yaptıkları gibi…

Geçen sene olmadı, ama bu sene hızlı bir şekilde yükseleceğini düşünüyorum. Yaşı 27 oluyor, normalde geç ama söz konusu bir İtalyan forvetse “erken” bile denebilir. Zira geç açılan daha doğrusu “geç fark edilen” forvet sayısı, toplam forvet sayısının yarısına eşittir İtalya’da. Böyle saçma bir denklemle, bir “saklı yetenek” yazısının daha sonuna gelelim...

Her ne kadar bugün Palermo'ya açılış golünü atsan da, canın sağolsun Alessandro. Belki senin de kısmetin açılır, bu sayfalar uğurludur. Son not: Bobo imzala, imzala Bobo.



Konuyla alakalı;
2 Mart 2010 tarihli Alessandro Matri yazısı
Matri’nin gollerinden bir demet…

Yetişti “Yâ Sivok” !

Bu maç için tarafsız bir futbolsever olsam; Beşiktaş’ın 11’ini gördüğümde “bu akşam ne yapayım?” diye düşünmezdim. Son derece seyirlik bir seçeneğim olurdu. Hatta, evin camına “satılık daire” kağıdını asar, iddaaya üst yazardım…

Ancak gelin görün ki Beşiktaşlı’yım. Takımdaki hücumcuların çokluğu fazlasıyla “gol görme” ümidi verse de, “yenilsek bile zevk alırız” hissini daha maç başlamadan tatsak da; işte o “yenilsek?” ihtimali insanın içini ufak ufak kemiriyor… Böyle bir ortasahayla çıkılan maçlarda, o “yenilme” ihtimalinin güçlendiğini yakın geçmişten gayet iyi biliyoruz çünkü. Şayet bundan sonra, bu gibi 4-2-4 kırması taktiklerle oynayacaksa Beşiktaş; 17’de 17 ütopyasını da gerçekleştirebilir, kısa zamanda “hedefsiz” de kalabilir. “Ya herro, ya merro” stratejisidir bu…

Öyle ki; böyle bir takımın, gol yeme ihtimalini “gol atma” tarafına çekmesi için, sürekli ön alanda pres yapma zorunluluğu vardır. Aksi taktirde, atıl bölgeye düşen “serseri toplar” rakipte kalınca, direkt olarak savunmayla karşılaşabilir. Çünkü böyle bir takımın “takım savunması” yapma lüksü yoktur, sadece “önde baskı” yapabilir ya da savunma oyuncularının “taktik ofsaytlarda” başarılı olmasını bekler…

Bu maçta Beşiktaş, özellikle ilk yarıda “önde baskıyı” sık sık yapınca, genelde maçın hakimi ve gole yakın olan taraf gibi durdu. İkinci ihtimalin getirdiği sebeplerle yenilen gol ise pek korkutmadı açıkçası… Beşiktaş’ın, daha ilk yarıda skoru lehine çevireceği belliydi.

Öyle de oldu, hatta daha ilk yarıda fazlası da olabilirdi… Ama maçın sonlarına doğru kazanamama hatta yenilme ihtimaliyle de karşılaştı. Bu sistemin cilvesi işte; “fark olur” denen maçta, “rakip kaleye girmeyen topları” bir anda kendi kalende görmeye başlayabilirsin. Bunu da, ortasahanın oyundan düşmesine bağlıyorum. Bugün Guti bile standardının çok üstüde koştu ve boşluk doldurmak için didindi, ilk ve ikinci toplara bastı. Haliyle bir zaman sonra oyundan düştü… Hani neredeyse; bir yarı farklı, diğer yarı farklı “iki ortasaha oyuncusuyla” oynanması gerekiyor bu sistemle…Boşuna "Yetiş ya Sivok!" diye ağlamıyormuşuz... Sen 8 ay resmi maç oynama; dönüşün savunmacılar için gayet zor bir sistemle olsun; bunun üzerine maç boyunca ayakta kal; hatta ve hatta takımın ilk golünü at! Benim için bu maçın adamı kesinlikle Sivok’tur, diyerek bireysel performanslara gelelim. Nobre, bugün “ikinci forvet” bölgesinde gayet başarılı oynadı. Golünden, hatta üst direkte patlayan uzak şutundan ziyade; bana göre Almeida’nın kafasına kestiği top ve onun öncesindeki akını, Nobre adına maçın hareketiydi. Almeida ilk maçına rağmen etkili oynadı bana göre, cezasahası içinde sürekli hareketliydi. Birkaç adet etkili “indirmeler” yaptı… Frikikte topun başına geçip, gerildiğinde ise "tüyler ürpertti!". Quaresma yine bir rabonayla tribünleri coşturdu haliyle. Ancak, o pozisyonda Simao olsaydı; rabona yapmazdı ama cezasahası önünde “boşta” bekleyen Guti’ye aktarır ve pozisyonu daha netleştirirdi. Quaresma “görsellik” dalında, Simao ise “direk sonuç” açısından yıldızdır.

Simao; “sınıfa yeni gelmiş, fakat birkaç güne popüler olacağı belli olan bilgin öğrenci” gibiydi. Yetenekli bir insanın, takım oyununa nasıl katkılar yapabileceğini gösterdi. Tıpkı penaltı pozisyonu öncesi Hilbert’i kaçırışı gibi… Maçta ne zaman Hilbert’in önünde oynasa, ona bu imkanları sağlamıştı zaten Simao. Yakında adı “Hilbert kaçıran”a çıkabilir…Guti de her zamanki gibi “mahallede sözü geçen, akıl püskürten ağabey” havasındaydı. 2 asist ve 1 golün dışında, topsuz oyun özverisi müthişti. Her şeyini vererek oynuyor, çok büyük saygı duyuyorum her geçen gün.

Fazla uzatmadan; son dakikalardaki Ersan – Toraman değişikliğinin, tüm ikinci yarıya yansımasını ve Schuster’in “daha realist” bir şablonla yola devam etmesini dileyerek, yeni yılın ilk maç yazısını tamamlayalım. Unutmadan; Yiğit İncedemir’in “defansif ortasaha” olarak bilinen bir oyuncu olmasına rağmen, ilk golde top taşıması ve zaman ayarlı derin pası çok şık ve “fazlaydı”. Aurelio’nun fazla zamanı yok, üzerinde yatırım yapılması gereken bir oyuncu.

Maç Öncesi: Manisaspor - Beşiktaş

Yeni dönem, yeni Portekizliler’den yoksun olarak başlıyor en nihayetinde… Holosko ve Fink’in ayrılışları resmileşse de, maça yetişemedi. La Liga’dan geldiğini zannedip, Eskişehir’i beğenmeyen Tabata denen zat da, telefonunu kapatıp arazi olmuş durumda. Ama Sivok oynayacak, o da bir transfer sayılır. Bir de Bobo var tabi, gönüllerin yeni transferi. Bizim için her daim taze kandır kendisi. Kaldı ki o da uzun zamandır yok, Sivok gibi Bobo da “yüzünü gören cennetlik” konumuna erişince ayrı bir heyecan kaynağı oldu…

Benim için heyecanın asıl odak noktaları belli, 18’de kampa götürülen gençlerden bir iki tane görmek isterdim. Furkan ve Doğukan milli takımda; Kuçik, Oğuz ve Muhammed ise oralarda… Kuçik eksikler, Oğuz ise mevki itibariyle zaten yazılmalı. Muhammed’in adını 18’de görmek; büyük bir sürpriz ve hediye olurdu Beşiktaşlılar’a. Fiziği A Takım seviyesine göre zayıf, ama yaşına göre gayet iyi görünüyor. Tekniği ve oyun zekâsıyla henüz 10 yaşındayken tanışmıştık. Bizim, topu 20 kere sektirdik diye “rekor ulan rekor bea!” diye yırtındığımız yaşlarda, “killer ball” terimiyle tanışmıştı bu çocuk… Ernst 3 sene vermiş, bakalım Schuster’in sayacınca Muhammed’in zamanı ne zaman gelecek?İkinci yarının planlarında Simao’nun yazılacağı “sağ forvet” bölgesinde kimin oynayacağı muamma. Nihat olabilir, her ne kadar son durumundan haberdar olamasak da… Kuçik olabilir, Nobre arada sırada yapıldığı gibi kenara çekilebilir. Ya da Hilbert öne atılır, Oğuz bekte oynatılır. Son seçenek daha bir hoşuma gitti…

Ortasahada pek bir şeyin değişeceğini sanmıyorum; Guti – Aurelio – Ernst. Savunmada Sivok’un yeri garanti gibi, Toraman ve Ersan yerli kontenjanını kapmaya çalışacak. Burada da tahminim; Schuster’in sene başında düşündüğü Toraman – Sivok ikilisine dönmesi yönünde. Cenk artık 1. kaleci oldu. İsmail’in ise “1. solbek” olması adına elinde iyi bir fırsat var. Yoksa Üzülmez gelir, İso’nun yaşı kadar kontrat yeniler tekrardan…

Manisa maçı kritik; bir galibiyetle Beşiktaş, Trabzonspor karşısına beraberlik opsiyonuyla birlikte çıkabilir. Hatta bu maçtaki galibiyete rağmen, yine de Trabzonspor maçını “kazanmak zorunda” kalabilir… Gaziantep BLD dengeleri epey karıştırdı, ne olacağı kestirilmez bugünden. Kısacası yarın kazanması gerekiyor Beşiktaş’ın… Zaten Hikmet Karaman’ın bir “şöyle yendik” seminerine daha katlanamam açıkçası. Özlemiştik maçları, normalde devre arası bir iki hazırlık maçı seyrederdik, o da olmadı. 11/11 Sezonu hayırlı olsun.

Holosko, hem motivasyon dili hem de sistem anlayışı olarak kendisine gayet uygun bir hocanın eline emanet edildi. Dondurmak yerine İBB’ye kiralamak mantıklı oldu. Sakatlıktan sonra oynama fırsatı bulabilecek… Üstelik son tedavisinde, ayağındaki metal vida da çıkarılmıştı. İyi bir geri dönüş yapabilir, umudum sürmekte. Fink’in yolu açık olsun… Tabata da belediye çukuruna düşmüş olsun, tam kurtulduk derken ortadan kayboluşunu ancak böyle kabullenebilirim.

Fotoğraf; DHA

Fırsat “Bek”leyen Çocuk: Oğuz Ceylan

Rıdvan’a üzülürken, bir başka sağbek için sevinmiştim kamp kadrosunu duyduğumda. Ama bu sevincimi paylaşamadım çok fazla, çünkü genelde Oğuz’un mevkisi bile bilinmiyordu… “Erhan’ın gittiği yerde, neden Rıdvan olmaz?” diye soruluyordu Schuster’e. Ancak aynı hoca, Fatih Tekke’nin olmadığı sahaya Ali Kuçik’i sürmüştü ve bu atlanıyordu… Ayrıca, Erhan Antalya’daki tek sağbek değildi, Oğuz da oradaydı… Rıdvan yoktu ama Oğuz vardı. O da sağbekti ve A2’de uzun bir süre istikrar yakalamıştı. Bu istikrar, sadece “oynamış olmak için oynamak” anlamı taşımıyordu; Ernst’in bize tanıştırdığı istikrar tanımının örneğiydi… Yani, sürekli ve iyi oynuyordu. Bir bakıma; sağbekte sadece rakip sol açığını değil, A Takım’dan gelecek bir fırsatı da “bek”liyordu…“Bir sağbekimiz olsa; yerli olsa kontenjan harcamasa; genç olsa uzun süre üzerinde plan yaptırsa; gidip gelse, tek yönlü oynamasa; gidip de boş dönmese, ortaları eski açığa yapmasa…” Birçok Beşiktaşlı’da bu benzer arzular vardır herhalde… Erhan’ın durumu, kontenjan sıkıntısı insanı bu tip bir hayale düşüren en büyük etkenler oluyor; aynı zamanda Rıdvan’a olan üzüntünün sebebi de bundandır sanıyorum… Sağbekte göz pası silen yerli bir genç, sadece "genç bir oyuncu" oluşuyla değil aynı zamanda bir ihtiyacı gidermesi açısından da paha biçilemez olurdu...

Oğuz, bu beklentilere cevap verebilecek bir oyuncudur aslında. Sessiz ve de "güçlü" geldiği için henüz farkettirememiş olabilir kendini... Bir şeyi mükemmel derecede yapmaz, ancak sağbekten beklenen bir çok özelliği kendinde barındırır. Bunu “idol” bellediği tek oyuncudan da anlayabiliriz: Daniel Alves. Odasının her yerine Alves posteri asan, hard diskinin büyük bir kısmını Alves videoları ile dolduran, açıklarını “en mükemmelini” izleyerek kapatmaya çalışan bir sağbektir Oğuz. Nereden mi biliyorum? Bir A2 maçında tanışma fırsatı bulduğum ağabeyinden. “Hilbert’e özellikle ters kademelerde dikkat etsin, bu konuda çok başarılı” önerim üzerine, “Oğuz, Alves’ten başka bek izlemez ki” cevabını almıştım. Yine böyle bir sohbette, Oğuz’un ufak yaşlarda başarılı hatta şampiyonlukları olan bir “güreşçi” olduğunu da öğrendim. Fizik olarak tam bir sporcu diyebiliriz kendisine rahatlıkla…

Oğuz'u son izlediğim, bir bakıma testten geçirdiğim maçta; Bakırköy’ün çamurla bataklık karşımı zemininde en çok ayakta kalan, bindirmelerde eksik olmayan bir görüntüsü vardı. Bir diğer bek Caner Turp’un, muhtemelen zeminle alakalı diz sakatlığından sonra daha da bir “korkulur hale” gelen zeminde, 90 dakika boyunca gözü kara oynadı Oğuz. Ve sonunda, “ceza sahasının içinde” Volkan’a yaptığı asistle, takımının ilk golünü hazırlamış oldu. Tırnak içine aldım, çünkü ceza sahası içinden asist zorlayan bir bek her zaman tehlikelidir, Oğuz da öyledir zaten… Yeri geldiğinde, takımının “duran topçusu” olacak kadar da ayağı düzgündür. Zaten Antalya’da yapılan orta çalışmalarında, kendisini Schuster’in de gayet beğendiğini not düşelim.Hani dedim ya; bir şeyde “çok mükemmel” değildir ama iyi bir bekten istenen özellikler bütünüdür, herşeyden biraz biraz vardır... Tekniği üst düzeyde değil fakat “hızıyla” rahatlıkla adam geçebilir. Bir bek için yeterli tekniğe sahiptir yine de… Fizik ve yaş olarak da A2’den en hazır oyuncular arasındadır, belki de başındadır. Ciğer sayısı Oğuz için de tartışılır, zira oynadığı maçlarda pek “kesilme” görmedim kendisinde… "Zorlayıcı etkenlerin" olduğu birkaç maçta da durum aynıdı; Bakırköy’deki sahada, geçen yıl Marmara Şampiyonluğu için İnönü’de "güneş altında" oynanan maçlarda olduğu gibi…

Tabi bunda profesyonel yaşamanın da etkisi vardır. Öğrendiğim kadarıyla; yaşam tarzı, “gelecek hayali” ve kafa olara da futbolcuymuş kendisi. En önemlisi ve kendisini Beşiktaş A Takımı içersinde hissettirecek, kalıcı kılacak özelliği ise “kendine güveni”… Oğuz uzun zamandır bu fırsatı bekliyor ve yaşananlar sanki onun önünü açıyor gibi. Elde dişe dokunur tek “görünen” sağbek Hilbert kaldı sanki, Ekrem’in uzatmalı sakatlığını hesaba katarsak. Onun da bazı maçlarda kontenjana takılması muhtemeldir. Böyle bir durumda, “alternatif yerli sağbek” apoletini alabilir Oğuz, alırsa sımsıkı tutar ve bir daha bırakmaz. Bunu yapacak özgüveni ve yetenekleri mevcuttur. İlk fotoğrafta Muhammed'i kafa kola alan Simao'nun arkasında, sadece "bir fotoğraf karesi için" yer almayabilir Oğuz... Kim bilir, belki sahada da aynı görüntüyü görebiliriz. Hadi rastgele bakalım!

Küçük “Büyük” Anlamlar…

Geçenlerde Flipped adında bir filme denk geldim. Film seçerken genelde konu ya da yorum okumam, ortalama bir puanı varsa izlerim; daha sürprizli oluyor... Filmin vasat oğlu vasat çıkması, yani bir bakıma “ters köşeye yatırması” durumunda da ortadan kesmeyi yeğliyorum…Flipped de ilk bakışta “çocuk filmi bu yae” izlenimi uyandırıyordu, ama konunun işleyişi ilginçti… O nedenle seyre devam ettim ve sonunda hiç de pişman olmadım. İki çocuğun arasında geçmesine rağmen, bence asla bir çocuk filmi değildi. Film, bana çocukluk dönemimden asıl özlemem gereken şeyi anlattı. Çocuklar halen “çocuk” olduğu için, onlara anlatamazdı ama bize anlatabiliyordu…

“Saflık”… En çok özlediğim şey buymuş. Çok genel bir kavram aslında; küçük şeylerden mutlu olma, yine küçük şeylerden “büyük anlam” çıkartma, gerçek anlamda “anı yaşamak” gibi şeyler çocukluğa mahsustu. Gerçekten de, çocukken beslenen sevgi ve nefretin büyüklüğü de çok farklıydı. Büyüdükten sonra bana hata yapan insanları kolaylıkla affedebiliyorum. Ancak küçükken “uyuz olduğum” insanlara, bugünlerde de selam vermekten kaçınıyorum. 20 senedir mahalle değiştirmediğimiz için, bu hissi çok iyi biliyorum…

Futbol ve Beşiktaş’a da bakışımız “safçaydı” daha doğrusu amatörceydi çocukken ve daha mutluyduk… Detaya inmezdik, tek görmek istediğimiz Beşiktaş’ın “gol atmasıydı” gerisi teferruattı… Taktikle, sistemle hiç ilgilenmezdik, zaten anlamazdık da… O nedenle karşımıza Milan çıksa yine de umutlu olurduk. Gerçekçilikten uzaktık, sadece sevgiyle bağlıydık takıma. Bir “gol” her şeyin anlamıydı…

Bizim için her transfer büyüktü. Google zaten yoktu da, spor programlarında dahi gelen oyuncuların tarifi pek yapılmazdı. O nedenle Nartallo’yu da büyük futbolcu belledik, hatta “büyüyene kadar” öyle bildik... Kaçırdığı golleri saçına bağladık. 7-1’lik Trabzonspor maçında, renkli tokasıyla arka direkte uçan kafayı vurunca “bak işte yaa” dedik, “adamın ağzı burnu kırıldı yine de seviniyor! Topçuya bak bea!” diye iç geçirdik…

Hatta haberi mahallenin iki Beşiktaşlı ağabeyi vermişti bize; “Nartallo’yla Osvaldo gelmiş lan Arjantin’den!” diyerekten. Sonra 2’ye 2 bir maç çevirdik, ağabeylerin biri Nartallo diğeri Osvaldo olmuştu. Maç boyunca “Nartallo’dan Osvaldo’ya, şimdi Osvaldo tekrar Nartallo!!” diye beynimizi yediler… Sonra anladık ki; adam tek bir futbolcuymuş. Hatta o bile tartışılırmış. Neyse…

Ufak yaşlarda futbol hastalığına tutulunca “çocukluk kahramanlarımızın” da futboldan olması kaçınılmazdı. Saat 9’da namaza kalkar gibi uyanır, Benjamin’in akula vuruşlarını izlerdik… “Gol” adındaki çizgi filmi izlemeden, gün başlamazdı. Cesar’ın magnum vuruşunda; kaleciye “içeri girmesin” diye tüm takım arkadaşları destek verir, sırta omzu dayardı… Terler boşalırdı ama sonuçta o top, Battal Gazi’nin üstüne kümelenen düşmanları savurduğu gibi herkesi dağıtır ve gol olurdu. Eee topa Cesar vurmuştu… “Bu ne lan!” demezdik ya da “bir atak niye 3 bölüm sürer ki?” diye sorgulamazdık… Bizim çizgi kahramanlarımız da onlardı.

“Küçük şeylerden büyük anlam çıkartma” durumu futbolda da geçerliydi. O dönemlerde “tam bir meraktı” bizim için futbol… Güzel bir golü hafta boyunca anlatır, “farklı bir şey” gösteren de kısa ya da uzun süreli idolümüz olurdu. 94 Dünya Kupası’nda Siasia, kale boş olmasına rağmen aşırtma bir gol atmıştı Arjantin’e. Bizi bu vuruş stiliyle tanıştırmıştı… Aslında tam aşırtma bile denemezdi ama ne bilelim işte… O günden itibaren, mahallede ne zaman lob bir vuruşla gol atsak, “siaasieaaa” diye yırtınırdık. Birkaç sene sonra Galatasaray’a Ilie diye bir adam geldi. Onunla “aşırtma gol” çok basit bir şeymiş gibi göründü, O gidince tekrar zorlaştı…


Sıradan bir mahalle maçında gol olmuşken “santrayla başlayın olum” diye beklenmedik bir çıkış yapmıştım vakti zamanında… Görünen sebebim ise maçların daha “gerçeğe benzer” olmasıydı. “Olmaz” diyene, “kornerleri de kaldıralım lan o zaman” tarzında çemkirmiş ve sonunda kabul ettirmiştim… Çünkü Feyyaz, birkaç gün önce Galatasaray’a gol atmış fakat sevinmemişti. Topu alt köşeye gönderir göndermez; filenin içinden alıp, santraya yönelmişti. Attığı gol, durumu 1-2 yapıyordu ve Beşiktaş’ın kupayı alması için kazanması gerekiyordu. Ulvi son dakikalarda 2-2 yaptı ama yetmedi… Final kaybı aslında “büyük” üzüntü sebebiydi, ama ben Feyyaz’ın topu koltuk altına alıp, santraya yürüyüşüne takılı kalmış ve yine küçük bir andan, büyük anlam çıkartmıştım…Mahalleye yeni kuralı benimsetme çabam bundandı. Hatta takım gerideyken, net pozisyonlarda “bam diye” vurmak yerine, topa “kale arkasındaki tümseği” geçmeyecek kadar hız vererek şut atma, eski tabirle “teknik vurma” sebebim de… Çok kez böyle gol kaçırmışlığım, takımda istemeyen adam ilan edilmişliğim vardır. Aklım sıra; gol attıktan sonra topla santraya yürüyecektim, manyaklık işte… Ne bileyim, Feyyaz’ın o şekli çok karizmatik gelmişti bana, özendik... Keza aynı şekilde; arka direğe gönderilen topları rahatlıkla boş kaleye vurmak varken, Feyyaz gibi “kayarak tamamlama” hevesim de mevcuttu…

Bir de çocukluk kahramanımdı tabi Feyyaz…Topu alıp, santraya koşan bir çok forvet görmüştüm belki daha önce ama farkına varmamıştım… Feyyaz başkaydı; 89. dakikalarda, derbi gollerinde, Göteborg’a attığı uçan kafada, 3-1 yenildiğimiz milli maçların tek golünde… Her yerde Feyyaz vardı, yeri çok ayrıydı ve değişmezdi, değişmeyecekti.

Bunu bir sabah gazetenin arka sayfasına bakınca anladım. Dev posteri vardı fakat forma rengi siyah-beyaz değildi; sarı-lacivert çubuklu… Bir de altına “Feyyaz’dan Fenerbahçeliler’e sevgilerle…” diye not düşmüş, imza çakmıştı. Çok üzüldüm, ama kızamadım. Nefret hiç edemedim… Aksine, 200. golünü kovalamak uğruna 2. lig yoluna düştüğünde; TRT’nin 2. Lig Dosyası programına tahammül ederdim. "Kuşadasıspor’da Feyyaz gol atmış mı?” tek bir sorunun cevabı için merak eder, izlerdim… Livescore’umuz da yok tabi… Bu arada çağın icadı internetmiş, şuanda anladım.

Sahi, neyse ki artık internet var. Futbol merakını daha çabuk gideriyor ve Beşiktaş’a da hep yakın oluyoruz… Bugünlerde de, ara ara kamp resimlerini görmek babında resmi siteyi tıklamayı ihmal etmiyoruzdur. Malum; Schuster’in deyimiyle “Junior Quaresma” da (Muhammed Demirci) oralarda… Lakin, birkaç zamandır Bobo’nun gül cemalini görememekteyiz. “Sakat dediniz geldik!” dercesine, ayağının tozuyla takımın ilk idmanına katılmış, kampa da adını yazdırmıştı hatırlanacağı üzere… Ancak hiçbir karede yok. Çok mu paranoyağım bilemiyorum da, kıllanmadım değil. Neyse, toplu fotoda gördük kendisini…


Evet, çocukluğuma dair en çok “mantıksız sevgileri” özlemişim, küçük şeylerden çıkan büyük anlamları… Bugünlerde, aslında tamamen bu tip duyguları terk etmediğimi anladım. Çünkü Bobo kalsın istiyordum… “Mantıklı baksam, kalsın demezdim” anlamı yok bunda, sadece “Bobo kalsın” var… Başarı, yetenek, sistem, sakatlık, para pul vesaire… Her şeyi bir kenara bırakıp, Bobo kalsın diyebiliyorum. Gayet amatörce, başka bir sebep aramadan… Artık çocuk değilim ama gençliğimin son dönemlerinde hep O vardı. O nedenle “gençliğimin kahramanı” diyebilirim sanki Bobo için…

Belki de bunun sebebi “sebepler bütünüdür”. Son 5 yılda her önemli başarı ya da büyük galibiyetlerde, mutlaka “Bobo” adının yazılı olmasındandır. Henüz bir iki maça çıkmışken, forumlarda hakkında “Somos todos Bobo” adlı savunma yazısını yazmış ve sonunda mahcup edilmemiş olmamdır… Belki de; kendi diktiği fidanı, ağaçken kesemeyen insanın ruh halidir bu… İlk derbisinde; aynı pozisyonda topa iki kez ıska geçip “Brezilya’dan avukat getirsen bu kadar oynar” diyen ağızlara, 5 sene sonra aynı derbide “Bobo neden oynamaz!” dedirten bir gelişimi izlememizdendir… Yıldız denince akla forvet geldiği, sürekli "değişim" ve heyecan beklenen bir mevkiyi kapattığı için; her sene adı “satılacaklar" listesinin başını çekmesine ve yönetim cephesinden aksi iddia edilememesine rağmen, attığı gollerle bu forma altında kalışındaki “direniştir” belki de kahramanlık sebebi…Eminim ki Bobo bu direnişi sürdürecek. Aksi bir plan varsa da, her zamanki gibi “plan bozacak” ve Beşiktaş’ta kalacak… Belki his, belki de böyle istediğim içindir, bilemiyorum… Bildiğim bir şey var ki; uzun zaman sonra bir futbolcuyu “futbolcudan öte” benimsedim ve Feyyaz gibi bu da geçmeyecek gibi… Umarım sonu benzemez!

Futbolsuz ve haliyle “yazısız” geçen bugünlerde; genel bir “iç dökme” ya da ruh hali yansıtması yaşadım sanırım. Mevzunun bu kadar uzayacağını sanmıyordum, hatta işin ucu Bobo’ya dokunacağını da yazarken öğrendim. Ama merak etmeyin, çocukluğuma indim ama orada kalmaya niyetim yok. Sezer de gelmiş diyorlar, yine sistematik ve mantıklı futbol yazılarına devam edeceğim. “Bobo imzaladı” haberine ise çocuk gibi sevineceğim… Okuduğunuz için teşekkürler.

Bu “Yıldız” da Fulya’dan…

Uzay yolu forması ve izdihamla gelen Portekizliler… Cüssesinden dolayı Almeida’yı görmüştük sadece hava limanı çıkışında, ama "rivayetlere göre" aralarında Simao, Fernandes, Quaresma falan da vardı… Quaresma'yı zaten biliyoruz, bol bol ağza bal çaldı ilk yarıda. O varken başka, o yokken başka Beşiktaş oluyordu; sistem dahi değişiyordu ister istemez. Simao onun yükünü hafifletecek, her iki kanata eşit ağırlık binecek gibi gözüküyor artık. Fernandes ise aralarındaki en komple oyuncu. Aslında yetenek olarak da en dikkat çekicisi... Çünkü; çabukluk, savunma, ortasaha özelliklerinin yanında, tekniğinin de onlardan pek aşağı kalır yanı yok. Çok yönlülüğünü, Simao'nun sıkıştığı anlarda sözlerini Portekizce alıp, tercümana İngilizce aktarırken de gösterdi... Almeida ise sandalyede otururken de hedef santrafor oynar gibi duruyordu. Her neyse... Ufak çapta bir Türk işi “Los Galacticos” oluşturdu Beşiktaş, imza törenine bakınca insan ister istemez heyecanlanıyor ve bunun farkına varıyor. Ama açık söylemek gerekirse; son günlerde yaşananlardan hiç biri, beni “yukarıdaki fotoğraf” kadar heyecanlandırmadı…

11 yaşında top sektirirken izlediğimiz, “ileride ne olacak acaba?” diye hayal kurduğumuz, her geçen gün “büyüyor, gelişiyor” haberlerini aldığımız “Fulya’nın Yıldızı” Muhammed de Antalya’ya gidiyor A Takım’la, daha ne olsun?

Henüz birkaç ay evvel U16 takımıyla Fulya çimlerini eskitirken, kısa süre önce A2’ye yükselmişti Muhammed. Beraber antrenmanlara çıktığı ağabeylerine, “bu ne lan!” gibi genel bir etki bırakmıştı öğrendiğim kadarıyla… Oradaki performansı heyecan yaratmış olacak ki, yarın (bugün) A Takım’la birlikte Antalya yolcusu olacak.Küçükken tipik bir “Mesut Özil” stiline sahip olan Muhammed, büyüdükçe tarzını “Messi” tadına çevirmeye başlamıştı. Yani merkezden ziyade, kenarlardan da top alıp hızlıca kaleye inen, inerken hızlı düşünen ve topları olumlu kullanan bir oyuncu olmuştu. Her iki ayağıyla “dribling halindeyken” derin pas bırakabiliyordu ve şutlarını da geliştirmişti…

Elbette fizik olarak A Takım seviyesinde değil, olmamakla beraber yolu da epey uzun… Ancak kendi yaş kategorisine göre oldukça güçlenmiş diyebiliriz. Tekniği ise zaten oturmuş durumda. Yani, olur da bir iki maç skor yakalanırsa “taraftara kıyak geçilip” biraz süre alabilir bu sene Muhammed. Quaresma çıkar, Muhammed’in saçını okşar ve sahaya yollar; kartpostal gibi görüntü…

Hadi rastgele çocuk! Yolun asıl şimdi başlıyor, üstelik daha yokuşlu… Gelişime devam et; top Tabata’dayken “ailecek tv izlerken, sevişme sahnesi gören çocuk” moduna gir, kafanı çevir; top Quaresma ya da Guti’ye geldiğinde yine aynı senaryo ama bu sefer odada yalnızsın, yani gözünü dik, staj gör! Onların “karışımı” olabilecek potansiyele sahip olduğunu unutma. Almeida’dan da uzak dur, bir müddet ona asist yapma. Sonra gelir tebrik için atlar falan… Buna benzer bir olayda; Ibrahimovic ikiye bölüyordu Ronaldinho'yu, şaka değil.Ali Kuçik, Umut ve Onur zaten A Takım oyuncusuydu bir bakıma. Onların dışında Antalya yolcusu gençler; Furkan Şeker, Doğukan, Oğuz Ceylan ve Mertcan Demirer

Oğuz Ceylan ve Furkan Şeker’in oyuncu özelliklerinden ve geleceğinden fazlasıyla bahsettik bu sayfalarda. Özellikle Oğuz için çok sevindim, hem ailesi hem kendi hem de Beşiktaş adına. İstikrarlı bir şekilde “iyi” oynuyordu uzun zamandır ve bu fırsatı hak etmişti. Öyle bir fırsat ki; iyi izlenim bırakması durumunda, ikinci devrede hayal bile edemeyeceği kadar süre alabilir. Ali Kuçik’e benzer bir “durum şansı” Oğuz için de geçerli. Oynatılması beklenen yabancı sayısı çoğaldı ve mecburiyetten stoper veya sağbek bölgesinden “yabancı kesintisi” yapılacak… Hilbert’in yerine bazı maçlarda şans verilirse, geleceğini çizecek olan kalem, tamamen Oğuz’un eline geçer… Kendine güveni olan, “ceza sahası içinde asist yapacak kadar” hücum etmeye güdümlü ve ciğerli bir bektir kendisi. Hem taraftarın hem de Schuster’in seveceği cinsten…

Caner Turp’un sakatlığı sonrası şans bulan Doğukan için de aynı şeyler söyleniyor. Benim izleme fırsatım olmadı, ama futbol bakışına güvendiğim insanların “mutlaka izle ve dikkat et!” önerilerini almıştım Doğukan hakkında. Ve bugün o da A Takım kadrosunda… Demek ki cidden bir şeyler göstermiş o kısacık zaman diliminde.

Mertcan Demirer’i de epey küçükken izlemiştim, 15 yaş altı bile olabilir… O dönemde; yaşıtlarına göre çok güçlü ve uzun kalıyor, sahadaki sakin oyunuyla bana “bu çocuk da buraların Vieira’sı galiba…” dedirtiyordu. Son durumundan haberdar değilim ama uzun zamandır A Takım’la idmanlara çıkan bir oyuncuydu.

Kampa gitmeyi bekleyen fakat dışarıda kalan bazı oyuncular kiralana bilir. Atınç, Cumali, Rıdvan başta olmak üzere… Kampa gidenlerden bazısı kiralık listesine eklenir, bazısı A2’de devam eder. Umarım “A Takım’da kalan” oyuncu adedi fazla olur. Manevi açıdan hepsi birer Simao etkisi bırakıyor insana… Osman Şener moda bağlanmadan bırakayım, iyi seneler.