Morfin

Maça başlanan 11’de gözler 6. yabancıyı aradı… “Madem kontenjan açık, neden Fernandes’li bir ortasaha göremiyoruz?” diye düşündüm. Yine Aurelio ve Guti ortasahası oradaydı, benzer olayları yaşamamız mümkündü… Yine önde baskılı bir oyun, bir zaman sonra Aurelio’nun dönen topları alamaması, Guti’nin güçten düşmesi, haliyle savunmayla forvet arası açılması gibi durumlar.

Ama Beşiktaş bugün mantalite olarak farklıydı. En son Ali Sami Yen deplasmanında gördüğümüz, oldukça derinde bekleyen bir savunma ve takım halinde topun arkasına geçme durumu söz konusuydu. Aurelio tercihi önem kazandı o vakit… Çünkü önde basmasına, dönen topları kovalamasına gerek kalmayacaktı. En iyi yaptığı işi; yani aklını kullanarak savunma yapacaktı…Pek arzu etmediğim bir oyun tarzıydı bu. Ancak hem Aurelio hem Guti sahadaysa doğrusu böyleydi sanki… Zaten lig maçlarında birkaç kere denendi bu taktik, hepsinde de kazanıldı.
Necip yine harika bir oyun oynadı. Manasız faullerini azaltsa, kusursuz bir ortasaha olma yolunda ilerleyecek… Bugün attığı “isabetli” dikine paslarını toplasak, rahatlıkla Guti’yi geçebilirdi…

Hele ki, Bobo’nun kaleye dahi vuramadığı net pozisyonda, tek topla harika bir akılcı pas bırakmıştı Necip. Oyuna kattığı enerjiyi söylemeye gerek yok sanırım. Çok kalıp cümleleri söylemeyi sevmem ama başka da bir tabir yok gibi; sahada basmadık yer bırakmadı…

Bobo’ya tedavi babında her ne yapıldıysa; güç, hız, denge, teknik gibi özelliklerinin değerleriyle oynanmış, negatif yönde… Bugün, yıllar evvel bize merhaba dediği Diyarbakır maçında olduğu kadar acemiydi, ama o günkü kadar canlı değildi. Geçici bir durum olmasını umuyoruz…

Ekrem bugün sağ forvet kadar “defans arkasına koşu” yaptı ilk yarıda, atacağı golü belli etmişti… Guti’nin, Kerpeten Ali misali “ne oluyor lan?!?” dedirten frikiğine ise diyecek bir şey yok. Matrixde yakaladığı Ömer’in fişini çekti anında…

Bugün takımın kazanması gerekiyordu artık, öyle de oldu. Morfin tadında bir galibiyet… Bu, her gol sonrası oyuncuların yüzünde oluşan tebessümlerden de belliydi, çok ihtiyaç vardı. Üzerine Trabzon maçı kazanılırsa takım tedaviye cevap verir, kısa süreli iyileşir. O zamana kadar derinsel savunmaya pek itirazım olamaz… Ancak uğruna bir sezon verilen felsefeden de vazgeçilmesin. Maçına göre veya ortasahadaki seçimlere göre esneklik kazanabilir…

Sicilya’da 7 Gol…

Cassani’nin yokluğundan itibaren, zaten pek sağlıklı olmayan defans hattı; ciddi anlamda sallanmaya başlamıştı Palermo’da. Özellikle Lecce maçından bu sayfalarda da bahsetmiştik; dünkü rezalet, 3 hafta önce Lecce deplasmanında gerçekleşebilirdi…

Ancak orada girmeyen toplar; Udinese’nin yüzdeli oynayan ayaklarıyla hayat buldu ve bir gerçek Palermo’nun yüzüne çarpıldı... Bovo, Balzaretti ve Cassani. Palermo’nun yegane “tecrübeli” defans oyuncularıdır. Bu 3 isim dışında doğru dürüst Serie A tecrübesi olmayan, tamamen potansiyeline güvenilerek alınmış ve fiziki özellikleri ön planda tutulmuş ve çoğunlukla genç olan oyunculara sahip Palermo… Hatta Cassani ve Balzaretti’den sonra, fizik olarak bek oyununu kaldıracak her hangi bir 3. oyuncu için “hiç yok” tanımlamasını yapabiliriz, genç yaşlı ayırt etmeden.Hal böyle olunca; bu sayılan 3 isimden sadece birinden yoksun kalındığında bile, ortaya futbolseverler için seyirlik, iddaa seveler için üstlük, ancak Palermolular için endişe verici maçlara tanık olunuyor…

Dün yine Cassani yoktu, Palermo’nun stoper kılıklı, gürbüz delikanlılarından biri sağbek oynayacaktı muhtemelen. Bu isim Darmian oluyor; son haftalarda saçmalayan Munoz’un yerine de yine pozisyon savunması ve çabukluk konusunda sınıfta kalan bir başka genç isim Andelkovic de Bovo’nun yanında yer almış görünüyordu.

Sadece İtalya’nın değil, Dünya’nın en iyi kontraya çıkan takımlarından biri olan Udinese’nin, tam ağzına layık bir rakip vardı karşısında. Ağır aynı zamanda tecrübesiz bir savunmaya sahip, bununla birlikte hücumu düşünen bir takımdı Palermo… Udinese’nin kazanması çok olasıydı, ancak maçta daha ilk yarım saat oynanırken 0-3’lük bir skorun yakalanması çok fazla bir şey oldu. Derken Bacinovic kızardı ve maç rezalete doğru gitti… Alexis Sanchez’i, Di Natale’si, Palermo savunmasının üstünden geçti resmen. 60. dakikada Darmian da kırmızı gördü ve Udinese “topa bastı”… İnsaf etmeseler bu maç rahatlıkla çift haneli bir skor görebilirdi.Başkan Zamparini, teknik direktörleri Rossi için: “Bu gece karar vereceğim. Tek bir ihtimal var, Meryem Ana devreye girerse Rossi kalabilir. Ancak bu güç bir ihtimal…” demişti. Muhtemelen bugün öğlen saatlerinde, “şayet Meryem Ana Zamparini’nin rüyasına girmediyse” Rossi’yle yollar ayrılacak… Her ne kadar maç sonunda takıma tepki yerine "alkış" verildiyse de; Sicilya’da 7 gol yenirse, kelle alınması kaçınılmazdır…

Ancak Palermo yönetiminin de bir kez daha düşünesi gerekiyor; “Biz tamamen ticari işetme miyiz, yoksa belli hedefleri de olan bir futbol kulübü müyüz?” diye. Eğer amaç sadece potansiyel alıp, fiyatını arttırıp satmaksa, diyecek bir şey yok… Ama aynı zamanda bir hedef de kovalanacaksa; en azından savunmada özellikle de stoper bölgesinde daha “net” adamlara yönelmeliler. Yine forvet hattında, ortasahada potansiyel isimler aranabilir…

Zaten sene başında savunma ve defansif ortasaha konusunda daha bir tecrübe odaklı olunsa, bugün Napoli’nin yerinde olabilirdi Palermo rahatlıkla…

Schuster Açılımı #2

Biraz “spor yazarı ağzı” yapayım; bu aralar karşılaştığım her insan “ne olacak bu Beşiktaş’ın hali” diye soruyor… Beşiktaşlı olan berberimin koltuğuna oturuyorum, adamın “nasıl bi’şey yapıyoruz?” demeden önce söylediği şey; “Schuster’i ne zaman kovuyoruz?”. Beşiktaş’ın hali böyle giderse, bir dahaki sefer “Puyol gibi yapıyoruz hafız…” diyip koltuktan kalkabilir, bir daha uğramaya bilirim…

Tabi bu sorular tanıdıklardan geliyor ve daha kısa, net cevaplar alabiliyorlar o anlık spontane laflarla… Ancak blogda ve twitterda gelen “Schuster kalsın mı, gitsin mi?” sorusu ciddi şekilde beni sıkıştırıyor diyebilirim. Çünkü içimdeki ses, net bir cevap veremiyor; olsa bile, mutlaka birkaç konuda kendimle çelişiyorum kafamda “neden” sorusunu sorarken…Derken; yine erken kalkmam gereken bir gün için erken uyumaya çalışma, başaramama ve sabahlama kararı almış durumdayım. Uyumaya çalışırken dönüp durdum, bir yandan da düşündüm tabi havadan sudan… Konu istemsiz bir şekilde Beşiktaş’a geldi ve “Schuster kalsın” sonucu çıktı… Nedenlerini açıklayayım.

Kendime ilk sorduğum soru şu oldu; “Schuster giderse, kalan bölümde daha iyi ‘skorlar’ alınması muhtemel. Ama gelecek sezon için daha iyi olacağı kesin mi?”

Şimdi burada durum tamamen yönetimsel… Ve konu yönetime gelince tamamen “sürpriz yumurta” durumu mevcuttur. Tarza göre mi, yine isme göre mi hoca aranacak? Öyle olursa Benitez gibi kendi futbol doğrusuna ağırlık veren bir hoca mı, yoksa elindeki kadroyu baz alıp, sistem belirleyen ve yönetimin “hücum futbolu” arzusunu geri çevirmeyecek bir hoca mı gelecek?

Şimdi Benitez geldi diyelim; ilk icraatı, topsuz oyunda alanına geri koşmayan Quaresma’yı çift kale maçlarında bile oynatmamak olurdu. “Başka kanat yok mu sizde?" derdi, “Eeaa ya Quaresma işte?!?” diye ter dökülür; oradan saçları Kuyt’a benzer bir çocuğu sorar, “Hasan Türk” derler, bakar ki çocuk cayır-cayır iki yönlü oynuyor, topsuz oyunda var, takım oyununda var, top sürmede var… Alır onu 11’e koyardı ve seyrederdik cümbüşü… Quaresma kesik yemişken, gelen kötü bir sonucu gözünüzün önüne getirin…Bir de öteki türlü seçim var tabi “Dünya bizi izliyor, şu adamları oynat” diye verilecek bazı isimli futbolcular ve aynı zamanda hücum futbolu. O zaman, o gelecek adamın yapacağı şeyler Schuster’den ne kadar farklı olurdu, “Değiştirmeye gerek var mıydı?” diye düşündürebilir bizleri…

Bir de “denenmişi denemek” adlı bir tehlike var her teknik direktör değişimi sonrası. Örneğin her gelen, bildiğin 2. forvet Delgado’yu “bir de ben ortasahada göreyim” dedi, sonunda adam Arabistan’a gitti… Bir de “kimsenin vazgeçemediği İbrahim Üzülmez” efsanesi var tabi. Bir sonraki yıl “vazgeçilmeyen” teknik direktörlerden, hangisi Üzülmez’le A Planı’nı yapmış bir bakmak gerekir derdim o zamanlar… 2. sezonuna başlayanlardan; Rıza Çalımbay döneminde zaten bek kavramı ortadan kalktı, 3-5-2'ye dönülürken Adem Dursun ilk planda tutuldu... Tigana, bağır çağır solbek istemiş fakat Ricardinho gelmişti. Tek muhalefeti Baki olan Üzülmez’in formayı alması kaçınılmaz oldu. Ertuğrul Sağlam ikinci döneminde Tello’yu beke çekerek sezona başladı, üzerine Seric’i aldı. 6 hafta sonra Denizli geldi ve yine her şey değişti…

Schuster’in takım adına koyduğu bazı normlar vardır artık ve bir dahaki sezonda “denenmiş, olmamış” hamleleri görme şansımız daha düşük sanki yeni bir teknik direktöre nazaran… Tamamen “his” olarak söyleyebilirim ki; bana Schuster’le gelecek 2. sezon, “olası bir değişim” sonrasındaki sezondan daha kötü olamaz gibi geliyor… En azından hangi yabancıyla, hangi gençlerle gelecek planlaması yapılabileceğini, olası yeni teknik direktörden daha iyi test etmiş, görmüş ve direkt yaşamıştır… Mesela Nobre'nin orta forvette olmadığını görmüş, oynatsa bile değişik roller vermiştir... Bir dahaki hoca "Nobre'yi bir de ben göreyim" derken, biz istediğimiz kadar buradan "biz çok gördük hoca!" diye bağıralım, sonuç değişmez... Hatta, geçenlerde 35 metreden yapıştıran Tabata'yı, muhtemelen o kalecilere daha bu tarz 10 gol attıktan sonra, 4 milyon euro satış opsiyonunu kullandırmayıp, takımında görmek isteyebilir mustakbel hoca...

Bir de tamamen futbol sınırları içersinde, “sevdiğim Schuster” ve “sevmediğim Schuster” tanımlamalarını yapıp, alt alta koyuyorum. Hangisi ağır basıyor diye düşünüyorum…Sevdiğim Schuster;

Gençlere bakış açısı, benim özlemimi çektiğim bir konuydu özellikle. Sene başında sadece Necip için bile kabul göreceğim “Fink’ten, Uğur İnceman’dan önce görme” tutumunu, Onur Bayramoğlu’na da gösterdi… Fatih Tekke’ye bir yanlışından dolayı kapıyı gösterip, en kritik dönemde Ali Kuçik’i oynattı. Cenk, Ersan, İsmail, Necip gibi genç yerliler, direk 11 oynayacak düzeye geldi…

Bir de oyun felsefesi var tabi; kaleden uzakta savunma, rakip kim olursa olsun planlarda mutlaka “gol atmayı” barındırma başlıca özellikleri bu felsefenin. Açıkçası, Kiev’den 4’er adet yerken sadece üzüldüm. Kaldı ki hiç biri oyun şablonun getirdiği yan etkilerin sonucu değildi. Belki 2. Kiev maçındaki 2. gol… Orada da direk olarak “set savunması” yapamama durumu vardı, moralsizlikten olabilir.

Ertuğrul Sağlam döneminde 2-0 kaybedilen Marsilya maçı sonrası üzerimden tren geçmiş gibiydi. Bakın Liverpool bile demiyorum… Sadece üzülmemiş, futboldan nefret etmiştim. Beşiktaş’ın tek planı “gol yememekti”, resmen rakibin golü ne zaman gelecek diye maçı seyretmiştik… Aynı düzen, seyircisiz Ali SamiYen deplasmanında da devam edince filmi koparmıştım.

Sevmediğim Schuster;

Devre arasından sonra kendi bulduğu doğruları yeniden yok sayması. 50 dakikalık ömrü olan ortasahayla, tamamen “koşu maçları” oynaması. Olmadığını görmesi ve buna rağmen hedeften tamamen kopana kadar devam etmesi… Dinamo Kiev maçlarında 4’er gollü yenilgilere rağmen en az hatalı Schuster’di belki de. Ancak bu maçı tek hedef, olmazsa olmaz haline getirip, oyuncuları fazlasıyla geren etken de ligdeki gereksiz puan kayıplarıydı…

Takımın skor olarak geriye düştüğü ve özellikle de 1 kişi eksik kaldığı anlardaki hamle yetersizliği, hatta bazen daha da çıldırtıcı olan “hamlesizliği”… Bir diğer sevmediğim Schuster özelliğidir. Bunlardan başka çok ön plana çıkan bir şey yok, ya da şuan aklıma gelmiyor…

Hem bu karşılaştırma; hem de “gelen gideni aratma” korkumdan dolayı şuanda “Schuster kalsın” diyorum. Fikir değiştirme hakkım saklıdır… Gelecek haftalarda göreceğiz, “denenmiş mi deneniyor?”, yoksa gelecek adına umut saçan takım yapısına geri mi dönülüyor bakalım… Aksini düşünene çok da karşı çıkamam, benim de kalbim bu aralar çokçana kırıldı Schuster tarafından... Ayrıca son derece başarısız olduğunu da kabul ediyorum.

Schuster Açılımı yazı dizisinin ilkini yazarken, tamamen Schsuter tarafındaydım. Ve 2. yazının böyle bir konu altında olacağı hiç aklıma gelmezdi… İlk yazıda, kadroyu “iyi kadro” yapan oyunculardan fazlasıyla yoksun kalındığını, aksi halde Guti, Quaresma, Bobo 3’lüsünden ikisiyle çıkılan maçlarda iyi sonuçlar alındığından bahsetmiştim…

İkinci yarıya girerken bu oyuncular iyileşti, üzerine 3 Portekizli geldi… Ama fazla şeker, çayı şerbet yaptı. “Herkes oynasın, Dünya izlesin” derken yine ana plandan kopuldu… Belki onların yerine daha az isimli, tamamen alternatif olması açısından alınmış, yaşı da geçmemiş oyuncular transfer edilse; hem beklentiler böyle büyütülmeyecekti, hem de belli planın üzerinden yoğrulmaya devam edilecekti…

Bana kalsa spor gazetelerinin 3. sayfasına geri dönelim derim… Çünkü dönüp dolaşıp “Necip Beşiktaş’tır”da, "Bobo çok babasın"da buluşuyoruz…

"3, 18, 99,…"

Maça başlanan taktik ve oyuncu tercihleri bana göre yapılacak yegâne seçenekti ve doğruydu. Hayır, tahmin ettiğim 11 çıktı diye söylemiyorum bunu, sahiden de ikinci bir plan yapılamazdı; zirâ elde kanat oyuncusu kalmamıştı pek…

Geçen maç ilk kornerde buldukları golü, bu kez de ilk ataklarında yakaladılar. Hava şartları, ilk maç avantajı ve moral olarak zaten "Dinamo Kiev 1 – Beşiktaş 0" olan skor, tabelaya da yansımış bulunuyordu... Aslında hedef adına çok değişen bir şey yoktu, ütopya sürecekti: 4 gol…Derken Beşiktaş iyi top dolaştırmaya başladı, buna biraz da Kiev izin verdi. Genellikle kendi ceza sahalarının hemen önünde set halinde savunma yapmayı tercih ettiler. Önde pres yaptıkları zaman da; Beşiktaş adına maçın en iyileri İsmail ve Necip, çoğunlukla rakiplerini ekarte etti ve atakları sürükledi. Bu bağlamda Beşiktaş’ın sol yanı gayet iyi çalışıyordu…

Fakat Necip ve İsmail’in taşıdığı topların “değerli” olabilmesi için, Guti’nin forvetlerle bağlantıyı iyi yapması gerekiyordu. Ancak bu pek mümkün olmadı… Hem Guti gününde değildi, hem de Dinamo Kiev savunması çok dikkatliydi. Hatta bir pozisyon hatırlıyorum; Guti şut atabileceği bir pozisyon yakaladı fakat 3 Kievli oyuncu resmen perde çekti önüne… Bu gibi durumlar çok yaşandı ve Guti geriye dönmek durumunda kaldı. Aslında soldan yapılan İsmail – Necip katkısı, sağdan Ernst ve Hilbert’ten hiç gelmedi diyebiliriz… Bu da gerekli zamanda hücumların kısır döngüde geçmesini sağladı. Bir zaman sonra zaten rakip oyuncular da dikkatini tamamen merkeze ve sola verdi; işler iyice zorlaştı.

Skora rağmen pür dikkat bir takım vardı karşısında Beşiktaş’ın. Bunu ancak bir “gol” çözebilirdi, çünkü ancak moral bozukluğu bu konsantrasyonu bozabilirdi sanki… Bunun için tek fırsat yakalandı, tesadüftür ki; o an Guti’nin de tek “Gutileştiği” andı. Hatırlamak zor değil sanırım; Bobo’nun uzak direğe koşu yapan Almeida’yı fark etmeyip, ya da kendi şutuna güvenip üstten auta attığı net pozisyon…

Fenerbahçe maçının kornerlerinde, “yarı alan savunması” yapmaya başlamıştı Beşiktaş. Kale alanını ikilemiş, Almeida’yı da en öne koymuştu. Bu savunma taktiğiyle birlikte, yine bugün çıkan 11; ilk maçta denenseydi, belki de Beşiktaş Kiev’deki “kış olimpiyatlarına” daha kolay bir hedefi başarmak için gidiyor olacaktı…

Ancak bugün hesaplar mucize üzerineydi, golü bulma adına savunma çizgisini biraz daha ileri sarınca, Kiev’in 2. golü geldi ve film koptu. Sonrasında, işeri daha da dibe vurduracak bir skor ortaya çıktı… Genelinde “mahkum” oynanmamasına rağmen, 3 maçta yenen 12 gol mevcut. Ne denir bilmiyorum; eksiklik mi, şanssızlık mı? En iyisi “komalarda” deriz Beşiktaş savunmasını soran olursa…Schuster’in akıbeti ne olacak belli değil henüz. Yine bir Ukrayna dönüşü istifa mektubu istenir mi bilinmez… Ben de bu konuda net olarak ne istediğimi bilemiyorum açıkçası. Özellikle maç anı "vurdumduymazlıkları" halen içimi yakmakta. Ama yeni bir değişim sonrası, bir zaman kaybını daha getirir mi diye de korkmuyor değilim…

Ama bugünden itibaren; sağlıklı bir Necip’i 11’de görmediğim her maç, Schuster’i kovma sebebidir benim için… Madem ki mesele artık “gelecek planları” ve “skora isyan eden oyuncu”… O zaman Necip’i, İsmail’i yazalım en başta şu takıma… Cenk’i de sayacak olursak, şuan elde 3 adet üzerine plan yapılacak genç yerli mevcut… Sakatlanmasa Ersan da eklenirdi bunlara tabii.

“3, 18, 99,…” artık kalan haftalardaki tek hedef bu rakamları çoğaltarak, takıma ekleme yapmak olmalı. Lost’taki gibi tıpkı, ama lanetli değil; mübarek numaralar bunlar… Desmond’un görevi de Schuster’in işte… Bu rakamları takıma girerek, mümkünse çoğaltarak; en azından kalan haftaları şenlendirsin, bir amaca yönelik maçlar oynansın; kısacası dünyamızı kısa süreliğine de olsa kurtarsın…

İmkânsızı Aşmaya Geldik

Biliyorum; eksikleri, takımın moralini, Kiev’deki iklimi ve de ilk skoru düşünürsek, bu turun geçileceğine inanmak fazlasıyla hayalî olurdu… Ancak, Yağmur Ormanları’ndan, eski Türklerin her yeni beylik için “new game” başlattığı Ötüken’e kadar, yeryüzünün her noktasından maç yorumlarını dinlediğimiz ünlü futbol düşünürü Ömer Ürüldül’ün dediği gibi; “Futbol çok enteresan…”

Enteresan olduğu kadar, psikolojik faktöre de bağlı kalan bir oyun aslında futbol. Yani bu maçta “yemeden atılacak 4 gol” hedefi doğrultusunda; ters bir zamanda atılacak ilk gol çok şeyi değiştirebilir. Roma gibi bir takım bile; genelinde bariz üstün olduğu maçı bir anlık sersemlikle 0-3’den 4-3’le vermişti Genoa’ya… Henüz geçtiğimiz hafta sonu yaşadık bunu…

Dinamo Kiev de, öyle çok soğukkanlı bir takımmış gibi görünmediler bana. Zaten teknik direktörleri de bu durumdan şikâyetçiydi; “skoru elde etmemize rağmen, maçın genelinde hiç topu tutmadık” gibi bir demeç verdi… Psikolojik olarak bitmiş, okey dönen; yarısının ıslıklandığı maçta bile Beşiktaş, pozisyon bulmakta sıkıntı çekmemişti… Orada yemeden atılacak 1, arından 2. gol; yavaş yavaş umutlandırır Beşiktaşlıyı, aksi paralelde de Kiev’i sallamaya başlar diye düşünüyorum… Ancak ilk gol onlardan gelirse her şey biter tabi…

Soğukkanlı değiller dedik ama havaları soğuk işte… Bu bağlamda Quaresma’nın, sertleşecek zeminde olmayışı takımın hayrınadır. Çift santraforla çıkılacak büyük ihtimal ve maçın genelinde uzun top oynanacak. Başka bir çare yok gibi… Aslında eğrinin, doğruya gelmesi gibi bir şey bu; direkt olarak bu maça uygun bir sistemdir 4-3-1-2…Ferrari de maç kadrosundaymış, büyük ihtimalle oynayacak. Aslında bence de uygun olan budur. Garanti para alan bir adam, oynatılmamakla cezalandırılmaz. Hatta -18 dereceden onu mahrum bırakmak, ödül bile sayılabilir… Böyle durumlarda ağır para cezası vereceksin ve kullanmaya devam edeceksin. İlk fırsatta da, bütçeye zarar vermeyecek şekilde elden çıkaracaksın… Yoksa zararı gören yine Beşiktaş olurdu. Ayrıca; Kiev’in yegâne işi duran ve uzun toplar, açıkçası ihtiyaç da olacak yani Ferrari’ye. Aslında Quaresma’yı da götürmek lazımdı da, neyse…

Mersin İdman Yurdu maçına bile ön bakış atmış biri olarak, bu karşılaşmaya “maç öncesi yazısı” yazmasam, o küçük ihtimali de yok sayıyor hissederdim kendimi. Taraf olmak; yeri geldiği vakit imkânsıza da inanmaktır bir yerde… Ben de, Beşiktaş resmi olarak elenene kadar imkânsızın peşinde olacağım yarın ekran başında.

Hiç olmadı; Beşiktaş’ın teslim olmadığını, bu turu geçmeyi denediğini görmek de geçer nottur benim için. Kuru bir galibiyet de güzel olurdu; en azından UEFA puan sıralaması bakımından, Beşiktaş’ı ilk 50’nin sınırına dayandırırdı…

Necieap !!

Maçla ilgili konuşacak çok şey olmasına rağmen, yaşanan hayal kırıklığıyla bir müddet yazacak heves bulamadığım gibi; yazının başlığını da bulamadım. O nedenle maç içindeki ruh halimi yansıtmaya karar verdim ve yazıyı da Necip üzerinden götürmek istiyorum en başta... Zaten Ferrari’nin yaptığına yorum bile getiremiyorum…

Fenerbahçe presiyle ve düzenli ataklarıyla başlanan ilk yarıda, Beşiktaş’ın ayakta kalmasında önemli bir isim vardı. Yanında “ k.k.” yazmasına rağmen bu isim Necip’ti… Beşiktaş’ta dönen topları alan yegâne oyuncuydu ortasahada. Bir ara saymaya kalktım yaptığı kritik top kazanmalarını, ancak vazgeçmem uzun sürmedi. Şevket’in “Yedi Bela Hüsnü”ye dediği gibi, “yumruklarını sayamadım, matematik profesörünü getir anında tırtlar!”İkinci golde kazanılan frikik de, Necip’in yine önde basarak kazandığı top sonucunda olmuştu… Bugün maçın adamı olabilirdi, bizim kavruk İtalyan sabote etti…

Şimdi bu yoldan Schuster’e de pek vurasım gelmiyor. Neden 18’de yok diyebiliriz ama “neden Sivok değil de Ferrari? diye de kızamıyorum… Maç içinde sordum bunu çünkü. Ama ne yalan söyleyeyim Ferrari gerçekten çok iyi oynuyordu. Pozisyon bilgisiyle tek başına kotardığı anlar oldu savunmada…

Normalde hiç bu taraklarda bezi olmayan adamın, dirsek sallayacak duruma gelmesi ilginç. Keşke ceza daha önceki penaltı pozisyonunda kesilseydi, silkelenip kendine geldiği zaman halen oyunda olurdu en azından… Hatta ondan önceki itişmelerde, uyarı & kart alsaydı ikisi de. Böyle bir patlama ya da vurdum duymazlık olmazdı belki de…

Sonuç olarak; Beşiktaş bundan tam 12 yıl evvel son dakika Şifo’nun kafasıyla kazandığı maç sonrası, ilk kez İnönü’de geriden gelerek bir Fenerbahçe derbisini kazanıyordu. Çok da yaklaşmıştı… Olmadı Ferrari, tamamen yırttım gönlümdeki kontratını.

Ama 10 kişi kalındı diye de, rakibine teslim olan bir Beşiktaş’ı da kabullenemiyorum. Fenerbahçe güle oynaya 3’ü, 4’ü buldu, bu kadar kolay olmamsı lazımdı. Bunu sadece morale bağlamıyorum ve Schuster’i en net hatasını ifşa ediyorum; her zaman yaptığı gibi, eksilen takımından fedakarlığı yine ortasahadan beklemesi ve sadece topu geri alma işini Ernst’e bırakması…

Dönen topları alan adam Necip çıktı… Savunmada başarıyla oynayan stoper kızardı… Böylelikle Toraman’ın pozisyon hataları da saklanamaz hale geldi ve üst üste pozisyonlar, goller… Ayrıca Alex’in kırmızıdan sonra sazı eline alması, o dakikaya kadar ortasahada ilk toplara basıp, kendisine pek top aldırmayan; kenar akınlarında da kendisinden önde pozisyon alan Necip’in oyundan çıkmış olması birebir etkili…

Böyle bir “eksik kalma” durumda hücumculardan feragat etmek gerekirdi diye düşünüyorum. Zaten topa rakip sahip olacaksa, ilerideki forvet sayısının ne anlamı vardı ki?Bence Almeida kenara gelmeli, Aurelio onun yerine girmeliydi; Necip de sarı kart görmesine rağmen ortasahada kalmalıydı, zaten 20 dakika vardı ve Cüneyt Çakır’ın bugünkü standartlarına göre “sarıyı gören kuruluyordu!”…

Bir diğer değişiklikler de; topsuz oyun pek umurunda olmayan Quaresma – Fernandes ve sararmış, yorulmuş Ekrem - Hilbert olabilirdi… Guti de öne geçer; 4-5-0 tadındaki bir formasyonla, en azından oyun halen dengede gitmeye devam eder ve takımın gol bulma şansı artar, yeme şansı daha aza inerdi diye düşünüyorum… Böyle bir şeyi Gençlerbirliği karşısında yapmıştı fakat Schuster de kırmızı sonrası oyundan düştü resmen.

Maç sonunda “artık radikal değişiklikler gerekecek” demiş kendisi. Umarım Necip bu değişiklikler sonrası artık baş aktör olur. Daha çok maç var fakat az hedef var… Artık “geleceği olan oyuncularla” denemeler yapılması tek seçenektir…

Ekrem’e seri şekilde sallarken, Van Persie’ye bağladı. Bunu totem haline getirebilirim ama Tabata’yı hatırladım. Ona da sallıyordum ama Tabata geldi, Tabata gitti… Bu arada; artık Hilbert ve Ekrem beraber oynayacaksa, Ekrem önde, Hilbert yine bekte oynasın… Hilbert aynı zamanda bir sağ stoperdir savunma becerisiyle. Napoli’de Campagnaro neyse, Beşiktaş’ta Hilbert odur bir yerde…

Almeida'ya da çok kızamıyorum, çünkü böyle bir oyuncu... Cüssesine rağmen, önüne aldığı topla hızlanması; 40 metrelik mesafede arkasına rakip savunmacıları pek yaklaştırmadan kaleciyle birebir kalması önemli bir "artısı". "Eksisi" de, bu tip anlarda pek yüzdeli bitiremiyor oluşu... Ancak kadroda bitireni de, sırtı dönük oynayanı da, boş alanlara hareketleneni de; kısacası "yapılmışı" var: Bobo.

Neyse, başladığımız gibi bitirelim. Yine yeniden: Necip Beşiktaş'tır.

Derbi Öncesi

Rıza Çalımbay’la başlanan sezondan (2005/05) bu yana, Beşiktaş henüz Şubat ayı yaşanıyorken ligde hedefsiz kalmamıştı. Bu hissi özlemediğimi söyleyebilirim… Ancak bu durumun; Fenerbahçe maçlarında Beşiktaş’a pozitif etki yaptığı görülmüştür. Beşiktaş genelde “kazanması gereken” Fenerbahçe maçlarında bocalamış; “kaybedecek bir şeyi olmadığı” zamanlar ise iyi skorlar almıştır…

Genelde bu tip maçlar Kadıköy’e denk gelmiştir. Rıza Hoca döneminde Pancu’nun kaleye geçtiği 3-4’lük maç ve Sergen’in golleriyle 2-2 biten Tigana dönemindeki maç bunlara örnek olabilir yakın tarihten. Del Bosque döneminde Beşiktaş, henüz ilk yarı oynanıyor olmasına rağmen yine “hedeften uzaklaşmış” bir halde Fenerbahçe’yle karşılaşmıştı ve bu maçı da kazanmıştı…Alpay’ın formayı sahaya bıraktığı, Fenerbahçe’nin 3-1 kazandığı derbi ise; Beşiktaş’ın “kaybedecek bir şeyi yokken, kaybettiği Fener maçları” hanesine yazılabilir. Ancak o maçta Fenerbahçe de aynı durumdaydı ve Galatasaray’ı da yenmişti o sezon (Johnson vakası)… Bir de 2001 yılı Mustafa Denizli zamanında Fenerbahçe, Ahmet Dursun’un atıldığı maçta Beşiktaş’ı yine aynı skorla (3-1) yenmişti. Yasin’in kaleciyi geçerek gol atıp, zirve yaptığı maçta Beşiktaş’ın yine bir iddiası yoktu fakat maç kazanacak pek hali de yoktu açıkçası; ayrıca çok eksikti ve 10 kişiydi. O maçtan sonra, Beşiktaş’ın Kadıköy’de namağlup serisi başlamış; 2008 yılında son bulmuştu.

Beşiktaş yine hedefsiz bir şekilde Fenerbahçe derbisine yaklaşıyor. Ancak "kaybedecek bir şeyi yok" denir mi bilemem son yaşananlardan sonra... Yani hedefsiz kalınmasına rağmen, bu maçın öneminde pek eksilme olmadı sanki.

Tarihten bir sayfa köşemizi sonlandırdıktan sonra bugüne gelelim… BBG hesabı, Fenerbahçeli taraftarlara ; “bir oyuncuyu koruma altına alma” oylaması yapılsaydı kim çıkardı diye düşünüyorum. Bence bu isim Gökhan Gönül olurdu… Ya da; benim futbol normlarıma göre bu isim Gökhan Gönül olmalıdır diyeyim. Diğer eksikler, daha makul şekilde kapatılır bence (Alex dahil) ama Gökhan Gönül, Maicon’suz Inter; Cassani’siz Palermo tadındadır benim nazarımda. Maicon’suz Inter’i izlemenizi hiç tavsiye etmem, keza Cassani’siz Palermo da 2 haftadır sıfır çekmekte…

Onun dışında Fenerbahçe’de bir eksik yok, Emre de takıma dönmüş. Hatta Gökhan’ı da belindeki yırtığa rağmen oynatmayı düşünebilir Fenerbahçe doktorları; daha önce bu tip fedakârlıklarda bulunmuştu bu çocuk…

Artık “Schuster ne yapar acaba?” diye düşünmekten istifa etmiş bulunmaktayım. Schuster’den vazgeçtiğimden değil de, daha çok “onu anlamaya çalışmayı” bıraktığımdan diyebilirim.

Sivok, Guti, Quaresma, Simao, Fernandes’le Ernst’ten biri, Almeida’yla Bobo’dan biri olmak üzere; 6 yabancının bu şekilde dağılması elzem. Yani Ferrari’ye bu maçta yer yok denebilir. Enseye tokat yiyip, sonrasındaki tartışmalar sebebiyle Kiev maçında affını isteyen Toraman’a, bu maçta da “savunmanın ortasını” emanet etmezdim ben olsam… Ama sağbeke koyabilirim zaruri durumlardan dolayı. Bu maçta Hilbert’in klas ters kademelerine fazla ihtiyaç olmayabilir; ancak Toraman’ın Dia ile gireceği ikili mücadeleler önemli…Fenerbahçe’nin çok iyi kontra yaptığı söylenemez, ama pozisyon hatalarını da affetmezler. O nedenle ben olsam Aurelio’yu stoperde tercih ederim. Zaten Porto deplasmanında; Toraman atıldıktan sonra oraya geçmiş ve savunma daha toparlanmıştı.

Hem Aurelio hem de Guti’nin olduğu ortasahadan da vazgeçtim; tıpkı Schuster’i anlamaya çalışmaktan vazgeçtiğim gibi… Dönen topları almakta, gerekli ortasaha baskısını kurmakta zorlanıyor Beşiktaş böyle bir ortasahada; üstelik Ernst eklenince de pek değişen bir şey olmuyor…

Buradaki enerji yoksunluğunu Necip’le çözerdim. Necip, son maçlarda “ortasahanın süpürücüsü” olma konusunda yol aldığını kanıtladı. Her dönen topta ayağını koyuyor ve bunu yaparken artık faulsüz halledebiliyor…

Ernst mi Fernandes mi diye tereddüt ettim; Ernst diyeni anlamakla birlikte Fernandes’i yazarım… Oyunun içinde daha fazla var Ernst’e nazaran; attığı pas sonrası durmuyor, tekrar hareketleniyor ve pas isabeti ortalaması da daha yüksek sanki… Bir de top taşıma ve teknik beceri özelliği var ki; Ernst’e nazaran en büyük artısı.

Bobo’nun Almeida’ya tercih edilmesini öncelerden çok bahsettik. Kısaca; “takım bütünlüğü içersinde” var olması diyebiliriz. Bobo varken, beklenmedik bir anda pozisyona girmesi umudum oluyor. Alakasız bir anda dönüp, gol yapması vesaire… Bir de hemen her büyük maçta iyi oynama referansı da mevcuttur. Yine burada da; Bobo'nun da formdan uzaklaşmış halini gördükten sonra, "Almeida'yı seçeni anlarım" diyebilirim...

Guti; duruma göre ister 2’li ortasahanın önünde, Bobo’nun arkasında oynar; isterse geriden top alır. Maçına göre o kendi ayarını yapar… Eğer işler iyi giderse; 60’larda yerini Ernst’e bırakabilir… Bobo da, yine aynı dakikalarda Almeida ile değişebilir. Hadi 3. değişiklik hakkını da Schuster’e bırakayım bari. Bu arada Cenk düzelmiş, şaşırılıp da ıslıklanmasın…

İyi maçlar… Yarın stada gelecek taraftarın; sahada derbi maçı oynayan Beşiktaş’ından tat almaya çalışması; her derbinin ileride kendisi için bir anı olacağını, iyi veya kötü skorun değil sadece ve sadece “Beşiktaş’ın” onunla beraber kader arkadaşı olacağını anlaması dileğiyle…

Popov – Cenk Tosun – Sosa

Bugün Gaziantepspor, Avrupa standartlarına uygun üretilmiş 3’lü forvetiyle Bursaspor’a karşı rahat kazandı; üstelik deplasmanda. Her biri çabuk, topla yetenekli ve pas özelliklerine sahip forvetleriyle, “lezzetli” ataklar geliştirdiler.

Tabii bunda sol bekleri Ivan de Souza ve ortasahadaki yeni transfer Wagner’in de payı büyüktü. Antep, ilk yarıda da “iyi hücumculara” sahip bir takımdı fakat, o topun hücum hattına gelmesi oldukça meşakkatli bir işti; net bir şekilde “inceci” bir isim gerekiyordu. Artık savunmadan Ivan de Souza ve ortasahadan Wagner ile hücuma ulaşmak, eskisi kadar zor bir şey değil Antep adına…Bu boşluk Wagner’le doldurulurken, hücum hattında Beto’yu ve “topu alıp evine götürengillerden” Julio Cesar’ı dışlayıp; “takım oyunu” yapısına uygun harika bir de gurbetçi yakaladılar: Cenk Tosun.

Normalde gittiği takıma “zaten taraftarıydım…” diyen futbolcuya alışkınız. Ancak Cenk farklı bir şey yapmıştı; henüz bir takıma bağlı değilken “Beşiktaşlıyım” demişti…
Tek farkı bu açık sözlülüğü değilmiş; yetenek olarak da “farklı” bir oyuncuymuş kendisi. Bugün Pedro vari goller attı; dengesini kaybettiği anda beklemedik bir şutla kaleyi bulmalar; karşısına aldığı rakibi semazene düşürüp, dar açıdan bitirmeler falan… “Keşke Beşiktaş alsaymış” demiyorum, fiyat çok mühim değil; böyle giderse mutlaka alınmalıdır…Transfer dersinden öte, bir de “Miller’la Bursaspor’a nasıl oynanır?” sorusunu da cevapladı bugün Antep. Savunmasını oldukça uzakta tuttu, yani bir bakıma Miller’ı ceza sahası içinden uzaklaştırdı… Yakaladığı toplarla, Bursaspor’un boşalttığı kanallara girdiler, güzel bir galibiyet aldılar… O topları "yakalayıp", kendi takımına kazandırma konusunda baş faktör Murat Ceylan'dı. Kısacası; herkes kendi bildiği işini, maksimum seviyede yaptı diyebilirim...

Antep, özellikle deplasmanlarda seyre değer bir takım… Bursaspor’un da düşüşe geçeceğini pek sanmıyorum, öyle bir kaos ortamı yaşanmadı skora rağmen…

Gaziantep’in potansiyel oyuncuları, bir an önce kendilerini Avrupa’da sergilemek isteyeceklerdir. Türkiye Kupası da bunun için iyi bir fırsat… Önce Galatasaray’ın, onu geçmeleri halinde Beşiktaş’ın işi hiç de kolay değil…

İyi Günde ve İyi Günde…

Geçenlerde, her anlamda “4-4’lük” bir maç yaşanmıştı hatırlarsanız. Çarşamba günü bizleri “futbol komasına” sokan maçla Barcelona’yı deviren Arsenal; 4-0 öne geçtiği maçta Newcastle’la 4-4 berabere kalmıştı…

Bunu yaparken de 20 dakikalık bir zaman yetmişti Newcastle’a. Öyle bir baskı kuruldu ki bir anda; ceza sahasına gönderilen her top, “gol olacakmış” gibi bir his uyandırıyordu. Bunun açılımı kesinlikle teknik ve taktikten fazlasıydı. Newcastle’ın maça dönmesini sağlayan etmenlerin başını; St James’ Park’ı harika bir futbol atmosferine çeviren, Newcastle’ın gerçek taraftarı çekiyordu…Maç 4-0 olmuş, Arsenal’in bir atağı daha Newcastle kalecisi Harper’ın elinde sonlanıyordu; dakika 65 falan… Öyle bizim yaptığımız gibi “ironik” olmayan bir alkış tufanı koptu kaleciye, “iyi kurtarış” anlamındaydı tamamen. Birkaç dakika sonra Leon Best sağ kanattan bir akın gerçekleştirdi; sıfıra inip, zor pozisyonda topu Arsenal savunmasına çarptırdı ve korner oldu. Bir anda bütün stat hareketlendi, alkış ve gürültü ile ayağa kalkıp korneri beklemeye koyuldular… O atağın devamında penaltı oldu ve skor 1-4’ü. Yine tribünden yükselen sese baksanız; Newcastle 2-1 öne geçti sanabilirdiniz…

O “itici güç” tamamen Newcastle United’ın arkasındaydı. Bir anda Newcastle oyuncuları bu maçı çevireceğine inandılar; o top bir şekilde içeri girecekti, mecburdu! O baskı hakemi de, Arsenal’i de ciddi şekilde etkiledi ve maç 4-4’e geldi. Tamamen “gazla” atılmış gollerle… Hatta 5-4 de olabilirdi.

Dün 2. golden sonra “beyin ölümü” yaşayan Beşiktaş’ı ve tribünleri görünce bu maçı hatırladım. Üstelik takımlar arasındaki farka bakılırsa; bu maçın dönmesi daha olası bir şeydi… 3. golde kale alanına baksan, Dinamo Kiev savunma, Beşiktaş ise hücum yapıyor zannedersin… Bu tamamen maçtan kopmakla alakalı bir durumdu…

Takımın bu kadar kolay oyundan düşmesinde elbette oyuncular ve teknik direktör suçludur. Ancak daha sıkıcı olan gelişme; bu tribünlerin artık tamamen “iyi gün taraftarı” moduna geçmesidir herhalde. “Beğenmediğin oyuncuyu ıslıkla” furyası artık çok can sıkıcı olmaya başladı… Erhan da gider, Nobre de. Buradaki değişim zor bir şey değildir. Zira, geçen sene Ekrem’in 1. adam olduğu yerde bugün Quaresma ve Simao var…

Ancak taraftarın bu tutumunu değiştirmek artık zor olacak sanki. Spartacus: Blood And Sand’ı izlerken böyle bir izleyici kitlesinin M.Ö.’ye ait olduğunu sanıyordum. Hani “ölümsüz” biten gladyatör dövüşleri gibi; “istediği bir şeyi görmediği zaman” yuhalama, sahaya salya, sümük atma gibi durumlar… Bugün Beşiktaş tribünlerinin geldiği nokta böyledir. Erhan’ın girmesini beğenmemiştir ve ne yapacağını beklemeden yuhalamaya başlamıştır…

Bu bir adamı yuhalamak değildi aslında, takım olarak film koptu. Ayrıca alışkanlık haline gelebilecek bir şeydir. Bu seyirci sahada istediğini alamadığı zaman, sahada yuhalanacak birini her zaman arayacaktır. Sıra Necip’e de gelecektir, Quaresma’ya da… Hiç şüpheniz olmasın… Ben dün Quaresma’ya olduğu gibi “ulan tek başına oynadı adam bea!” edasıyla alkışlanıp, birkaç ay sonra yuhalanan bir dolu isim sayarım.Diyeceğim şudur ki; Beşiktaş teknik, taktiksel olarak elbet rayına oturur, zamanla oyuncu kalitesini yükseltir vesaire. Ama gidici olanlar değil, Beşiktaş’ta kalıcı olan yegane şey taraftardır ve taraftar da sorun olmaya başlarsa, o zaman işler daha çok sarpa sarar…

Beşiktaş Leeds’den 6 yedikten sonra İnönü’ye çıkmıştı bundan 10 yıl evvel. Tribünler bireysel olarak oyuncu çağırmadan önce, direkt olarak takıma hitaben “yenilsen de yensen de!” diye haykırmıştır. Takım ısınırken, bu tezahürat susmamıştır… Rakip de, o dönemler bu ligin sıkı takımlarından Antep’tir. Maç 2-1 giderken; Nouma 3 metre geriden gelip kafayla golünü atmış fakat ofsayt nedeniyle gol sayılmamıştır. Derken Münch saçma bir penaltı yaptırır skor 2-2 olur… 3’ü bulmayım derken, Beşiktaş kalesinde 2 gol daha görmüş ve maç 2-4 bitmiştir…

Beşiktaş 3 günde 10 gol yemiştir fakat yine tribünler bir günah keçisi aramamıştır. Üzüntüsünü içine atıp, ellerini cebine sokmuştur Beşiktaş taraftarı ve yürümüştür. Kimisi Taksim’e çıkmıştır, kimi vapura yönelmiştir. Ama kimse ne maç anında ne de maç sonrasında hedef belirlememiştir, Beşiktaş’a küsmemiştir… Bir dahaki İnönü maçında o Beşiktaş; birkaç ay evvel UEFA’yı, sonrasında Süper Kupa’yı almış Galatasaray’a 3 atmıştır…

Del Bosque döneminde bir de Antep maçı vardı tabii... Kocaeli'de oynanan maçta durum 0-4'ken, kapalıdan "Beşiktaş'ım benim!" tezahüratı patlamış ve maç neredeyse 4-4 olacak hale gelmişti...

“Övünmekte” diye başlayan tezahüratta da geçen, “iyi günde, kötü günde, sonuna kadar…” sıfatını hak eden bir taraftara sahipti Beşiktaş. Ve İnönü’de oynanacak bir derbide her zaman favoriydi… Bugünlerde aynı hissi bulamamam, yenen 4 golden daha çok acı veriyor…

Optik Başkan der ki; “Ben Beşiktaş’ı Ali, Veli için sevmiyorum. Onlar gidici ama ben kalıcıyım. Gerçek taraftar, kötü günde takımının yanında olanıdır.”

Bugün taraftar profilinin şifresi çözülmüştür. “Yetmez Demirören” operasyonuyla, Beşiktaş’a “Ali, Veli” için gelen taraftarlar yoğunluk kazanmıştır… Kötü gün diye bir şey artık söz konusu değildir, olmamalıdır… Hakkını helal et Optik Başkan…

Ve Maalesef Korner…

Üzerine pek konuşulacak, “şöyle olsaydı” denecek bir maç değildi aslında. Schuster bu kez makul sayılacak oyuncu tercihleri yapmış ve rakibe, maça göre düşünüp; daha dengeli bir taktik varyasyonla Beşiktaş’ı sahaya sürmüştü.

Kağıt üzerinde 4-3-3’dü takım fakat topsuz oyundaki özverileri hesaba katarsak, buna 4-6-0 da denebilirdi. İlk yarıdaki maçın gidişatına göre az gol olması muhtemeldi fakat bulma şansı fazla olan Beşiktaş gibiydi… Top rakibe geçtiğinde ise gayet dikkatli bir takım savunması vardı.Futbolda “duran top” diye bir şey vardır; taktik, oyuncu kalitesi, formda takım, iyi takım falan dinlemez pek. İspanyol FC Barcelona ile Ekvador’daki Barcelona SC’nin arasında en az farkın olacağı anlar, duran toplardır mesela… Dinamo Kiev de, bulduğu ilk kornerlerle 1-0 öne geçti; Beşiktaş’ın işi oldukça zora girmişti artık.

100. yılda Pancu’nun yaptığını bu kez Quaresma gerçekleştirdi. Yenen golün üzerinden fazla geçmeden; rabonaya, trivelaya tercih ettiği sol ayağıyla harika bir şut çıkardı. Bu golde; yine sol ayağıyla “havadan pas” atan Bobo’nun ve geri sıçrayarak topu tam olması gereken yere indiren Nobre’nin de payı büyüktü tabii…

Artık ikinci yarıya başlarken “enseyi karartmaya” gerek yoktu; 2-1’lik bir galibiyet de yetebilirdi. Dinamo Kiev, cebinde beraberlik opsiyonunu barındırmadıktan sonra, evinde gol yemeyecek bir takım değildi… Ama işte; ilk golde de büyük payı olan Shevchenko, bu kez kafayı direkt olarak yakın direğe vurdu ve film koptu.

İnsanı 90’ların başına götüren, “yapmayın çocuklar, top maalesef korner oldu…” dedirten duran top fobisinden önce, “maç 1-2 olunca neden film kopuyor?” diye sorgulamamız gerek. Burada tek bir suçlu yok, camia olarak krizden ayağa kalkamıyor Beşiktaş. Bugün de onlardan biri oldu…

Ernst – Erhan değişikliği; “bu takım neden ilk golü yediği maçları çeviremiyor?” sorusuna cevap verir büyük oranda… Schuster böyle durumlarda oldukça “çözümsüz” kalıyor hatta işleri daha da batırıyor maalesef. Zira; yine sözde 4-2-4’üne geçti 1-2 sonrası fakat, takım “Ernst’in sahada olduğu bölümde” olduğu kadar “kanat akını” yapamadı… Sağbek Erhan’ı, “sağ bek Hilbert’le” değiştirmek, takımı ofansif anlamda daha zenginleştirebilir. Kasımpaşa maçında olduğu gibi… Ama tam tersi bir durum yaşandı bugün.Bu değişiklik maçı bitirdi, onun öncesinde Schuster’in kadro ve oyun anlayışı bakımından bir hatası yoktu diye düşünüyorum. Ama bu maçın “gerilimle” sonlanması ve maç içinde oyuncuların telaşlı hali; dolaylı olarak Schuster’in önceki hatalarına dayanabilir… Zira, şuan Beşiktaş ligden tamamen kopmamış hatta zirveyle arayı ısıtmış olabilirdi. Ancak Schuster’in “vazgeçemediği kadro hataları” sebebiyle, bu maç tek hedef haline geliverdi… O nedenle stres büyüdü.

Bugünün özelinde, çok fazla suçlu aramaya gerek yok diye düşünüyorum. Maçın skoru, sahadaki oyunla orantısızdı maalesef. Beşiktaş, 101. yıldan bu yana ilk kez Şubat ayında Avrupa maçı oynadı… Ama bir üst paragrafta bahsettiğim gibi; bu maçı “dönülmez akşamın ufku” haline çevirmekte asıl sorun yatıyor…

Shevchenko’yu alkışlamak güzel de, keşke ilk fırsatta şu “yuhalama seansı” başlamasa İnönü’de… Zira, çocukken yapılan vızzz oyunu gibi; tribündeki sese bakarak topun kimde olduğunu anlayabiliyorum gözüm kapalı dahi olsa.

Bu memlekette 10. golünü atarken Sheva, “şu duran toplara da farklı çözüm bulun artık” der gibiydi. Top duruyor da, adamlar durmuyor işte bazen. Böyle olunca “adam adama” savunmada elbet patlak veriliyor… Mesela yarı alan – yarı adam adama gibi bir sistem, çoğu takımlarda tercih edilir. Bugün kale alanı önünde biri dikilse, 2. golde arka direkten öne koşu yapan Sheva, topa o kadar rahat kafa vuramazdı. İşin kötüsü; bu takım boy olarak hiç de kısa değildi…

Pazar günü Fenerbahçe maçı bir fırsat, aynı oranda büyük risk... O maçın skorundan sonra; ya Beşiktaş yeniden güven tazeleyip, bir müddet daha huzur bulacak; ya da infial daha da büyüyecek…

Beşiktaş - Dinamo Kiev

1987 yılı; Şampiyon Kulüpler Kupası’nda çeyrek finale yükselen Beşiktaş’ın kura çekimi vardır… Metin Tekin’e sorarlar “kim çıksın istersin Metin?”… Metin’in cevabı ise şöyledir; “Valla Dinamo Kiev çıkmasın da, kim çıkarsa çıksın.”Sonuçlar açıklanır; Metin Tekin’in kalbi temiz çıkar, Beşiktaş’ın rakibi de Dinamo Kiev... Daha ilk maçta deplasmanda alacakları 5-0’lık galibiyetle turu alır giderler. Daha doğrusu büyüklerim böyle anlatır. Dinamo Kiev’le alakalı duyduğum ilk şeyler bunlardı; dönemin en iyi takımıymış söylenen göre...

Ama Dinamo Kiev ile alakalı duyduğum tek hikaye bu değildi. Bir de 2. Dünya Savaşı sırasında; “kaybedeceksiniz!” uyarılarına rağmen, Nazi askerlerinden ulaşan takımı halka moral vermek adına ve “kurşuna dizilme pahasına” 4 attıkları maç da vardır…

100. yılda Beşiktaş’ın, ligde olduğu kadar Avrupa’da da ayakta kalacak kaliteye ve tecrübeye sahip bir takımı vardı. Dinamo Kiev’e “eski Dinamo Kiev değil” söylemleri başlamıştı bile… Bu kez şanslı görünüyorduk, taa ki Rincon’un atacağı kafa golüne kadar… Tribünde henüz yenen golün şokunu atlatmamışken; Pancu klasik “isyankarlığını” gösteriyor, spontane geliştirdiği atağı, garip bir şutla gole çeviriyordu… Herkes o maçta Nouma’nın golünü hatırlar, ama Pancu’nun “şok atlatan” reaksiyon golü olmasaydı, o maç çok daha zora girebilirdi…

Dinamo Kiev denince akla bir de Shevchenko gelir tabii… Çakma Atletico Madrid formamla sınıf takımımızın tek forveti iken, kendimi Shevchenko ilan etmiştim. Tabi o zamanlar “Shevchenko kim lan?” gibi sık bir soruyla karşılaşıyordum hatta bunu sorsunlar diye öyle bir şey atmıştım ortaya … Halen Dinamo Kiev’deydi o zamanlar. “Göreceksiniz olm, en iyisi olacak” diye de iddia ederdim. En iyisi olamadı, o biraz zordu da; akla gelecek en iyi golcülerden biri oldu çıktı Milan’da. Yani buralarda “gelecek vadeden” oyunculardan bahsetmemin, başlangıç noktası Shevchenko olabilir.

“Leblebici” olduğunu en çok İstanbul’da oynanan maçlarda hatırlar Shevchenko. Bu şehirde attığı 9 golü var: Şifo’nun jubilesinde Milan’la Beşiktaş’a 1 gol; daha sonra Şampiyonlar Ligi’nde yine Milan’la Beşiktaş’a 2 gol; malum Servet sinerjisi ile Türkiye – Ukrayna maçında 2 gol; Şampiyonlar Ligi’nde Fenerbahçe’ye 4 gol… Bir tek Galatasaray’a boş geçti sanırım İstanbul’da. Ama 3-2’lik maçta Weah’a güzel bir asisti vardı.

“Yine Shevchenko” denemek için bu maçta Aurelio’ya büyük görev düşecek. Malum, artık bir forvetten ziyade, sahte 9 gibi oynuyor Dinamo Kiev’de, forvet arkası tadında…Schuster, Avrupa maçlarında genelde isim ve kaliteye önem veriyor; baskı kaldıracak oyunculardan tercih yapıyor kadroyu belirlerken. Savunmada Ferrari’yi, ligden daha fazla Avrupa maçlarında gördük nitekim yarın da onlardan biri olacak… Savunma ve ortasaha hemen hemen belli gibi. Hücumda çeşitli hamleler yapılabilir, adına sürpriz koyacağımız…

Bana göre en mantıklısı; Porto deplasmanında olduğu üzere Bobo’yu sol forvet oynatmak ve Almeida’yı da; Nobre’nin İnönü’deki Porto maçı rolünde değerlendirmek olurdu. Aslında çok fazla teknik – taktik detaylara girmek istemiyorum; Avrupa maçlarında belirleyici olan faktörler daha başka şeyler oluyor çünkü… Nitekim; İnönü’de sahaya çıkan eksik oğlu eksik Beşiktaş’ın, Porto’ya nazaran daha iyi oynamasının ve sadece bireysel hatalarla pozisyon vermesinin, gol yemesinin, maçı öyle kaybetmesinin başka bir açıklaması olamazdı.

Ben yine somut bir dayanağı olmayan umutlarımla maçı heyecanla bekliyor olacağım…

Ronaldo’yu Almak Yok!

Bir forvet düşünün ki; çalım atmak onun için hiçbir zaman dert olmasın. Birileri formasına asılınca, düşmek yerine ayakta kalmayı tercih etsin; güçlü olsun. Hatta formasından çekilirken, aynı zamanda topu da ayağıyla götürüldüğü yere kaydırsın; zaruri sebeplerde bile topa yapışsın; teknik olsun. Biraz şut açısı bulduğunda kasmasın bizi; golünü yapsın. Ama tek ayakla değil, iki ayağıyla da yapabilsin bunu. Sadece plaseci olasın, sert şut da atmayı becersin; arada sırada aşırtma göndersin, kaleciyi geçsin falan… Yani gol atarken de çeşitlilik sunsun, kuru kuru istatistik yapmasın.

Premier Manager 97 ile “bunlar oturup, maç mı izliyor oynamak varken?” eleştirilerini bırakmış ve biz de birer menajerlik oyunu hastası olmuştuk; o zamanlar 7-8 şimdilerde 20 senelik “çocukluk arkadaşımla” birlikte. Birer takım alıp, oyunu başladığımızda; henüz daha sezon açılmamışken “galip” belli oluyordu. Ronaldo’yu alabilen, oyunu bitirmişti zaten… Ronaldo varken her zaman 1 fazlasını atacağınız kesindi nitekim; ortalama olarak 80 golle sezonu bitiriyordu. En sonunda baktık ki; bu iş böyle zevkli olmayacak bir karar aldık: “Ronaldo’yu almak yok birader!”…

6 ay sonra sahalara dönecek Ronaldo’yu bekliyorduk bir Lazio maçıyla. Girdi, birkaç dakika sonra o lanet sakatlık yeniden gerçekleşti… Karşısındaki Laziolu savunmacı bile maçtan sonra “Ronaldo’nun dizinden çıkan sesi duydum…” demişti; o derece kötü kopmuştu… Rakip Laziolu oyuncular da dahil olmak üzere, sahada herkes samimi bir üzüntü içersindeydi. Yeni bir efsaneyi yaşamaya çok yaklaşmışken, kaybedilmişti… Dizini tutmuş, yerde ağlayarak yatan çocuk; 15 yaşından itibaren hangi takıma, hangi lige, hangi seviyeye giderse gitsin “damgasını vuran” bir mucize adamın hikayesini devam ettiremeyecekti, bunun herkes farkındaydı. Üstelik dünya futbolu da “duraklama” dönemine girmişti; tam da Ronaldo’ya ihtiyaç vardı… Aslında oyun için bahsettiğim “haksız rekabet”, gerçek hayat için de geçerliydi. Kim bilir; belki de o yüzden yeteneklerinin bir kısmı geri alınmıştı en büyük güç tarafından…

Ronaldo, yine sahalara dönecekti; Dünya Kupası’nı alacaktı; rekorlar kıracaktı; Real Madrid’de yeniden “en iyi” ilan edilecekti… Ama bunları sadece geriye kalan; son vuruş, topsuz koşu, golü koklama yetenekleriyle elde edecekti. “O Ronaldo” bir daha gelmeyecekti..96-99 yılları arası, ilk paragrafta bahsedilen “modifiye edilmiş” insandan bir adet vardı ve biz O’nu yaşadık. Dizi yerinden çıkmasaydı, gelmiş geçmiş “en iyisi” olur muydu tartışılır elbet; o biraz afakîdir. Ancak şu tartışılmaz ki; çok genç yaşta, modern zamanının dünya futboluna direkt damga vurmaya başlayan; en net şekilde “ben geliyorum” diyen bir futbolcuydu Ronaldo.

Futbol onu hep geri almak istedi, bir şekilde geri döndü ve yine gollerini attı. Geçtiğimiz günlerde ise, bu kez Ronaldo kendini futboldan alma kararı almış ve artık “kaldıramıyorum” demişti… Bir çocukluk & gençlik kahramanı daha sahneden çekilmişti böylece. Kendi dünyamızın eskidiğini hatırlatan, aslında bizim için üzücü olan bir haber daha almıştık sanki… Tıpkı Kemal Sunal'ın, Michael Jackson'ın ölümlerinde olduğu gibi. Neredeyse "başka bir varlık" olarak kabul göreceğimiz kahramanların, idollerin birer insan olduğunu hatırlatan hayat, bize ne yapmazdı ki?


Devam Filmi

“Bazı kadrolar, insanı maça psikolojik olarak 1-0 mağlup başlattırıyor” gibi bir cümle kurmuştum daha önce. Yine öyle bir durum oldu; sahadaki 11, yine insanı “hissizleştiren” bir 11’di. Çünkü bu takım kaybederse sadece “kaybedecekti”. Ne sahada olmayan genç oyuncular kazanacaktı, ne de 31 yaş ortalamalı takımla oynanan 4-4-2 sistemi geleceğe ışık saçacaktı…

Bu kez 1-0’lık skor sadece psikolojik olarak hayata geçmiyordu; Serdar’ın volesi tabelada da Beşiktaş’ı 1-0 geriye düşürmüştü henüz maçın başında. Bu gol de tanıdıktı aslında; yerini kaybeden bir sol bek ve ters kademede topu karşılamaya boyu yetmeyen bir sağ bek… Beklerde Ekrem – Üzülmez ve de ortasında Toraman’ı barındıran bir savunmanın, bu tip bir gol yeme olasılığı her zaman yüksektir zaten, tecrübeyle sabit…

Sonrası ise bir devam filmi gibiydi… Aslında devam filmleri, genelde beğeni üzerine yapılır; buradaki fark ise kötüde ısrardı. Yine Almeida’nın, Nobre’nin kafasına şişen toplar; yaşına hürmeten otobüste görsem kalkıp yer vereceğim, fakat iş Beşiktaş futbol takımına gelince gün geçtikçe can sıkıcı olan İbrahim Üzülmez’in “iki yönlü” etkisiz oyunu; Simao’nun heba olan çabası, hem sol iç hem sol kanat hatta sol bek gibi oynamak zorunda kalması vesaire… Tekrar tekrar neyin yanlış olduğunu yazmaya gerek yok, kafanızı şişirmeyeyim.Zamanla Schuster ideal 11’ini buldu ama dakikalar 74’ü gösteriyordu. Bu andan itibaren Beşiktaş daha sağlıklı top çevirmeye ve takım oyununun getirisi olan pozisyonları bulmaya başladı. Bobo’nun “bol pas” sonrası çizgiye inip, Ernst’e çıkarttığı pozisyon; yine Ernst’in paslaşmalar sonunda önünde bulduğu topu şutlaması; karambolda Simao’nun kale önünde vuramaması gibi…

Hakem uzatmalarda; bir oyuncunun sakatlanıp tedavi görmesine, sonrasında hava atışında tartışma çıkmasına rağmen, süreye sadece “3 saniye” eklemeseydi; muhtemelen yine ahlar vahlar yaşatan bir pozisyonla maç daha doğrusu “devam filmi” son bulacaktı… Ama olmadı, son uzun topun oynanmasına müsaade edilmedi ve Beşiktaş ilk golü yediği bir maçı daha kaybetti. Daha da sıkıcı olan; denenmiş kurgularla bir kaybın daha gelmesiydi… Ve daha da sıkıcı olan ise “son olur bu!” diyemiyor oluşumuzdur sanırım…

Ligde artık 17 maçta, 17 puan toplamak bile zor olacak bu gidişle. Nitekim; 4 haftadır alınan puan, bu sistemin barındırdığı forvet sayısını geçemedi henüz... Artık net bir şekilde hedefsiz kalındı. Sadece aradaki büyük maçlar prestij açısından önemli… Dikkatler tamamen kupaya ve Avrupa Ligi’ne verilecektir. Geriye kalan maçlarda ise artık “geleceği olan” bir sitem ve oyuncularla “denemeler” yapılması ümidiyle esen kalınız…

1 saat önce soğuduğum futbola, İtalya Derbisi ile tekrar ısınmaya çalışacağım.

Ankaragücü Maçı Öncesi Beşiktaş

Quaresma kart cezalısı. Bununla beraber Guti de risk edilmeyecekmiş, Perşembe’ye az kaldı malum… Almeida da Kiev maçında oynayacağından, Ankaragücü karşısında Bobo’yu görmemiz mümkün.

Bobo demek, biraz da ideal 4-3-3’e dönmek anlamına geliyor; çünkü şuana kadar hep öyle oldu. Yani Karabük maçından bir diğer değişikliğin Nobre – Aurelio olması ve 4-2-4 kırmasından 4-3-3’e geçiş yapılması muhtemel…

Mustafa Denizli de “rotasyon” yapayım derken, gayet ideal dizilişlerle karşımıza çıkıyordu; özellikle de Türkiye Kupası’nda. Galiba Schuster de bu yönden benzerlik gösterecek… Yedek ağırlıklı gözüken bu takım, aslında daha bir “istediğini alabilecek” yapıdadır. G.Antep BLD maçında olduğu gibi…

Lig TV’nin verdiği kadrodan sadece Ernst – Necip değişikliğini yaptım. Ernst’in de “enerjisi Kiev maçına saklanan” oyuncular arasına girmesi ve Necip’in geçen maçtaki son 20 dk performansının ödüllendirilmesi adına; Ankaragücü maçında 11 oynaması daha makul olacaktır. Bu arada; Ferrari'nin de topla çalışmaya başlaması ve Kiev maçına hazır hale gelecek olması önemli...Ankaragücü bilinmezlik bakımından Brezilya takımları gibi… Aldıkları iyi veya kötü bir skor, bir diğer haftaya yansımıyor. Özellikle büyük maçlarda; oyuna alan daraltarak ve topun arkasına geçerek başlayıp, ikinci yarıda rakibin bulamadığı golü, kendi aramaya başlayan bir takım Ankaragücü. Ancak bir gol yiyince de kolay dağılabiliyorlar. Taraftarla takımın arası iyi olmadığından, bu maçın seyircisiz olması kendi avantajlarına sanki...

Çocukken kola kapaklarında bedavalar çıkardı, gerçi hala daha öyle kampanyalar var; ama sırf bedava çıksın diye günde 2 lt kola tükettiğimiz dönemleri atlattık... Daha bakkaldan çıkar çıkmaz açar bakarım kapağa; eğer bir şey çıkmadıysa kapakta “Şansınızı tekrar deneyin!” yazardı. Bugünlerde İbrahim Üzülmez’i 11’de görünce, “şansınızı tekrar deneyin!” ibaresi gözümün önüne geliyor, o hissi daha doğrusu hayal kırıklığını bir kez daha yaşıyorum.

Bu maçta da yine öyle bir sürpriz yaşanmasın, İsmail oynasın artık. Ve sürekli oynasın. Fernandes Aurelio Necip (Ernst) üçlüsü bozulmasın, hatta maç öncesi otelde yatakları bile yan yana olsun… Bir de Bobo yazarsa fena olmaz tabii.

Arjantin 2 - 1 Portekiz

Adı hazırlık maçıydı, fakat bu daha çok Portekiz Teknik Direktörü Bento için geçerli bir şeydi sanki… İkinci yarının başında kaleciyi değiştirdi. 60 dakikada ise hücum üçlüsünün tamamını. Bizim merdivenle ancak varabileceğimiz noktaya "göğüs kontrolü" için kalan adam Ronaldo 60. dakikada oyundan çıkıyordu Nani ile birlikte. Aslında iyi de oynuyor ve maçı Portekiz'e daha yakın tutuyorladı. Ancak Bento'nun kararı böyleydi, çünkü farklı şeyler de “denenecekti” Portekiz adına. Zaten bizim için de hava hoştu, çünkü oyuna girenlerden biri Quaresma'ydı...Arjantin’in Teknik Direktörü Batista ise “kazanmaya” yönelik hareketler yapıyordu, takımına da bu hissi aşılamıştı. Oyuncu değişiklikleri genelde yorulan adamların üzerine yapıldı, aslında onlar da birer kazanma hamlesiydi. Nitekim Zanetti dökülmeye başlamıştı, neredeyse 28 senedir bozulmayan saçı dağılacaktı biraz daha sahada kalsaydı... Dünya Kupası öncesi Maradona tarafından aforoz edilen birçok isim geri dönmüş, aslında “eski” olanlar gözümüze yeni gibi geliyordu, bunlara bahsi geçen Zanetti Kaptan da dâhil…

Brezilya ile oynanan hazırlık maçında da sadece 2 oyuncu değişikliği yapıp, Messi’yi 90 dakika sahada tutmuştu Batista. Arjantin, o maçı Messi’nin son dakika golüyle kazanmıştı ve bugün de benzer bir senaryo oldu. Maçın son anlarında gol bulacaksa Arjantin bulacak gibiydi ve Coentrao saniyede iki penaltılık müdahale yaparak, sonucu belirledi… Takımlar tam kadroyken Portekiz daha baskın bir oyun oynuyordu; ancak “sonucu” isteyen takım kazandı… Hakkıdır da, Almanya maçının hezeyanını atlatması adına, bu ülkenin Brezilya’dan sonra sıkı bir maçı daha kazanması gerekiyordu belki de...

İlerleyen zamanda hücum hattının Pastore – Aguero – Messi olmasıyla, oldukça lezzetli bir takım haline gelebilir Arjantin… Messi'ye sahip bir takımın "yavan" görünmesi, pek normal bir şey değil...

Messi’nin ilk goldeki asisti inanılmazdı… Son dönemde bunu sıkça yapıyor zaten. Çok kısa mesafelerde, şaka gibi ara pasları atıyor. Burada da, Di Maria’ya topu aktarırken topun dibine öylesine girdi ki; sektikten sonra bir anda yavaşladı ve kaleciden ziyade Di Maria’ya avantaj sağladı. Geçen günler, Messi’yi daha da durdurulmaz hale getiriyor. Bilimsel bir araştırmaya göre; futbolcunun fizik olarak en verimli olacağı dönem 25-27 yaş arasında tekabül ediyormuş. Düşünüp, kariyerini başından sona bildiğim “büyük futbolcuların” en iyi dönemlerini hatırladım ve bu tezi doğruladım kendimce… Yani; şöyle 20 yıl sonra sunulacak bir Messi belgeselinin, şuan sadece “ortalarındayız” belki de… Malum, hala 23 yaşında kendisi.

Neyse, Beşiktaşlılar için Portekiz maçlarını daha da çekici hale getiren nedenlere gelelim. Almeida ideal bir 4-3-3’ün ortasındaydı ve aslında kötü bir maç oynamıyordu… Beşiktaş'ta da yaptığı, taktiksel olarak "ofsaytta" bilinçli olarak kaldığı anlar oldu ama arkadaşları pek uyanamadı. O nedenlerle ofsaytlarla maça başladı biraz. Daha sonra anlaşma sağlandı nispeten ama bu kez de önemli goller kaçırdı hatta birine kaçırdı da denemez, resmen ters kademe yaptı...

İlk golde katkısı büyüktü. Burdisso çizgiyi bozma uğruna, Almeida’yı markaja kalktı ve ortalık karıştı, ofsayt bozuldu, Alemida aşırdı, Ronaldo yetişti… Almeida’nın takıma en büyük artısı, topsuz oyundaki mücadelesiyle oluyor aslında. Tıpkı son dönemin Beşiktaş'ında olduğu gibi... Arjantin’in rakip ceza sahasına kümelendiği anlar oluyor ve dönen toplarda ilerde tek kalan Almeida’nın stoperlere baskısı, atakların “tazelenmemesini” sağlıyordu. Fatih Tekke, güç bela 2-1 biten Sivasspor maçında bunu yapamamış ve Schuster’in hakaretlerine maruz kalmıştı. Sonrasında ipler koptu bilindiği gibi…

Quaresma; bir pozisyonda sağdan aktı gitti yine tereyağ gibi, onun dışında ise pek anlayamadık. Çok fazla kendini gösterme fırsatı bulamadı… Ronaldo ve Nani varken, en fazla 18 oyuncusu olur Portekiz'de, bu bir gerçek… Veya, Ronaldo Dünya Kupası’nda olduğu gibi santrafor bölgesine geçer; Nani – Ronaldo – Quaresma olur. Bu düşük ihtimal tabii, daha güçlü olan ihtimalde ise Almeida 11’de devam eder…Fernandes, Portekiz 4-3-3’ünde ortasaha alternatiflerinden biri olarak düşünülecektir ilerleyen zamanda. Ancak asıl sorun, o 3’lünün derininde oynayan oyuncuda yatıyor gibi; orada net bir adam yok. Genelde Martins oynuyor, duruma göre Meirelles'le pozisyon değiştiriyorlar… Fernandes de pek serseri topları kovalamayı seven bir oyuncu değil gibi duruyor. Top kendi takımındayken, doğru yerlerde pozisyon alıp, dinamik oynayarak takımın olumlu pas ortalamasını yükseltiyor ama; mesele biraz da seken topları almakta… Karabük maçında bu çare Necip olmuştu, Fernandes’in yerine dâhil olarak. Portekiz vatandaşı yapalım bari Necip’i gitsin oynasın, hep biz mi devşireceğiz?

Şuan farkında değiliz ama; sahadaki bazı isimlerin ışığında şunu söyleyebilirim ki, ileride özellikle Beşiktaşlılar için "anı" olacak bir maçtı...

Juventuslu Matri

Kendisi için “hala Cagliari’de ne işi var?” içerikli yazıyı yazmamızdan, henüz 10 gün bile geçmemişken Juventus’a transferi gerçekleşti… “Keşke başka şey dileseymişim” diyemedim, çünkü diledim de. Yine bu sayfalarda Schuster’in 4-3-3’e devam etmesini de ummuştuk, ama piyango Matri’ye vurdu. Neredeyse 2 yıllık geçmişi olan “yahu şu adamı birileri görsün artık” hezeyanlarım son bulmuş, Matri Juventuslu olmuştu.Juventus’ta top taşıyacak forvetlerin hemen hepsi sakatlanmıştı. Bu durum, 4-4-2 oynayan bir takımı oldukça “sürprizsiz” hale getirmiş ve maç kazanma şansını oldukça düşürmüştü. Alessandro Matri, alelacele çözüm arayan Juventus için biçilmiş bir kaftandı. Genelde böyle durumlar karşısında “saçmalayan” Juventus, bu kez doğru bir transfer hamlesi yaparak; belirli bir kısmını peşin ödemek suretiyle, 12.5 milyon Euro’luk satın alma opsiyonuyla birlikte Alessandro Matri’yi kiraladı.

Son 3 lig maçından 1 puan alabilen Juventus, farklı bir stratejiyle Cagliari deplasmanına gidiyordu. Biraz zaruri, biraz da bazı beklerin “delirtme” aşamasına gelmesi sebebiyle; defans 4’lüsü olduğu gibi stoperlerden oluşuyordu: Sorensen Barzagli Bonucci Chiellini.

Sorensen, stoper kadar sağbek de oynayabilen bir oyuncuydu zaten. Chiellini de, Juventus A Takımı’na ilk çıktığı dönemler solbekteydi.. Formsuz beklerinden kurtulan Del Neri, en azından gol yeme şansını azaltmak istiyordu sanki… Golü de; Marchisio ve Krasic’in kanatlardan taşıyacağı topları, Matri ve Martinez’in yetenekleri ayaklarıyla buluşturarak bulmaya çalışacaktı.Aşı tuttu, Matri çok güzel iki gol attı… Hatta asistlerden birini Chiellini yaptı. Galiba belirli bir zaman süre de bu sistemle devam edilecek, zor durumlarda ise çözüm belli: Del Piero ve Luca Toni.

Del Piero, enerjisi üzerinde olduğu vakit her zaman fark yaratacak bir oyuncudur. “Last Target Man” Luca Toni ise, belki artık 11 adamı olamaz ama hava toplarındaki yeteneğini bir 10 sene daha kaybedeceğe benzemiyor. Son maçın 3. golünü attı; topun gelişine “kafayla” sert ve düzgün vurdu resmen… -> Buradan izleyebilirsiniz.

Bu hafta atılan bir başka “enteresan” gol ise Amauri’den geldi. Juventus, yeni forvetinin keyfini çıkartırken; Parma’ya kiralanan Amauri ise harika bir ->rövaşata golü attı…. Ama böyle bir değişim gerekiyordu, herkes için doğrusu oldu. Alessandro Matri, hızlı çıkışını Azzurri’nin son kadrosuna da dahil olarak perçinledi. Almanya – İtalya maçında 11 başlaması çok muhtemel… Şuan en formda İtalyan forvetin Alessandro Matri olduğu bir gerçek… Zaten oyun tarzı; en az Juventus kadar, İtalya Milli Takımı’na da ilaç olabilecek yapıda.

Konuyla alakalı eski yazılar;
Alessandro Matri

Sicilya Denince Akla...

Palermo’nun izlenesi, takip edilesi bir takım oluşu benim için her zaman geçerli bir şeydir. Ancak bu sene; her futbolsever için Palermo’yu izlemek zaruri bir durum olmalıdır, aksi halde çok şey kaçırılır diye düşünmüyor da değilim…“Tatsız” diye adı çıkmış Serie A, bu sezon birçok ligin üstünde bana göre. Her sıralamada bir bilinmezlik, hemen her denk geldiğim maçlarında “heyecan” var. İşin görsellik kısmını da Palermo hallediyor çoğunlukla… Maçlarında pozisyon, hatta gol adına asla fakirlik çekilmiyor. Bununla birlikte “varyete sahibi” kardeşlerimiz de var, Pastore başta olmak üzere… Her an sıra dışı bir gol, pas ya da slalom görebilirsiniz…

Palermo’nun maçları genelde eksantrik geçer… Keza bugün Lecce – Palermo maçının ilk 20 dakikasını izleyip, dışarı çıkan adam; akşam livescore’a bakarken “Lecce 4 yapmıştır herhalde…” diye düşünür, ama tam tersi bir skorla karşılaşır…

Neyse ki bana öyle olmadı, çünkü maçın başından sonuna kadar izledim. Maçın başlarında Lecce, rakip kale alanı önüne kamp kurmuş; her orta pozisyon oluyor, top birçok kez direkten, çizgiden çıkıyor ve ancak bir tanesi gol oluyordu. Genelde ilk yarının seyri de böyle geçti… İlk yarı biterken, son günlerde sırtına binen ağır yük ve maç temposuyla bitap düşmüş Ilicic’in “dinlendirilmesi” sonucu forma bulan 18’lik Kasami, maçtaki tek olumlu hareketini yapıyor; Zidane Roulette ile rakibini geçecekken yere indiriliyordu.

Vuruş açısı, sağ çaprazdı. Yani sağ ayaklı frikik üstatlarının pek sevmeyeceği yerden… Ancak Miccoli, bir diğer İtalyan üstadımız Del Piero gibi açı maçı dinlemedi; kalecinin kapattığı çatala topu gönderdi… Ben bir adet uzak diyarların Palermo sempatizanı olaraktan, Miccoli’den fazla sevindim gole. Malum, Miccoli orada doğmuş, büyümüş ve halen evini memleketinden ayırmamış bir Lecceli’ydi. Kupona 2 yazmam da, sevincimi tetikleyen bir başka etkendi tabii, yalan yok.Kjaer’i gönderdikten sonra, Palermo defansta yeniden “potansiyel” gözüken bir isme yöneldi: Munoz. Sokakta gösterseler ve “sence ne iş yapıyor bu arkadaş” diye sorsalar; ilk tahminim “dönerci?” olurdu, sonra sıralardım. Muhtemelen bakarlardı olmayacak, bir ip ucu verirlerdi; “sporcu lan sporcu, ama hangi dal?” gibi. Ben de halter, güreş falan der susardım. Neyse çok uzattım, adamın futbolculukla uzaktan yakından alakası yok gibiydi… Ama yine Palermo’nun scout ekibine güvendik, “bir bakalım…” dedik mecburen. Ama günler geçtikçe; bu kez Palermo scoutları değil, Munoz’un hantalımsı vücut yapısı haklı çıkacak gibi gözüküyordu… Keza, kontrol etmesi gereken adamı “rahatsız bile edemiyor” bazı pozisyonlarda ve bu şekilde yenen gollerin sayısı hiç de az değil. Geçen hafta Pazzini’nin ilk golü, bu hafta Lecce’nin 2. golü…Neyse ki sahada Pastore vardı ve çok geçmeden Ilicic de Kasami’den formasını geri almıştı 55 dakikada… Bir de ikinci yarı başlarken, frikik dışında gözükmeyen Miccoli’nin yerine Abel girmişti. Palermo yeniden ideal 4-3-2-1’ine döndü; yakın oyun ve baskılı futbolla birlikte tabii… 5 dakika yetti, skor bir birine çok benzeyen gollerle 2-4 oldu anında.

Pastore görsel, Ilicic işe gerçekçi futbol oynuyor. Birbirilerini çok iyi tamamlıyorlar… Ilicic, yeri geldiği zaman harika bir pasör, yeri geldiği zaman ikinci forvet oluyor. Zaten son vuruş becerisi ve 1.88’lik boyu da kendisine bu konuda oldukça yardımcı oluyor. Gerçekçi oynuyor dedik ama; Ilicic denen kardeşimiz bazen öyle hareketler yapıyor ki, hani reklamlarda görsek “ip var lan orda” dedirtecek cinsten… (-> bkz: Chievo maçındaki inanılmaz pası) Pek tabii, Gladyatör Migliaccio’yu da unutmamak gerek…

Pastore’nin kontratına “100’lüğü veren alır kardeşim!” gibi bir madde eklenmiş. Haklılar da… Her geçen gün büyüyor futbolculuğu. Zaten bu sıralar Cavani nedeniyle, Sicilya’da kafayı vuracak taş bırakmadılar… Zaten formayı öperken de yakaladım, daha sonra hakkında delil olarak kullanırız. Gerçi arma yok orada ama olsun… Palermo’dan artık öyle kolay adam alınamayacak sanırım, artık “Transfer Şampiyonluğu”ndan öte; Serie A Şampiyonluğu için de plan yapmalılar. Ki bu hiç de hayal değil, bu sene iyi fırsattı aslında… Fazla değil, sadece savunma bölgesinde daha “net” adamlara yönelsinler yeter… Yine diğer mevkilerde “potansiyel genç” etiketli oyunculara yönelebilirler, sorun yok.Neyse; birkaç sezondur kıyısından dönülen Şampiyonlar Ligi kapısı, bu kez suratlarına kapanmayacak diye tahmin ve umut ediyorum… Sizi bilemem ama; artık bana “Sicilya” denince aklıma Don Corleone’den ziyade, Ilicic ve Pastore geliyor… Kupona ne mi oldu? Palermo'ya birlikte Inter'e de çok güveniyordum. Fakat voltranı tamamlamak için bir maça daha ihtiyaç vardı, iddaanın malum 3 maç sınırı... Fantastik La Liga maçlarının birine üst yazdık, maçta toplam 3 pozisyon olmadı, bırak golü… (Sevilla – Malaga)

Beşiktaş maçı sebebiyle kaçırdığıma üzüldüğüm, Pastore’nin hat trick yaptığı Sicilya derbisinden bir video ile yazıyı sonlandırayım. “Tribün çekimi goller” her zaman ilgimi geçer, belgesel havası oluyor bu tip videolarda… Oyuncu ve tribünler arasındaki duygu yoğunluğu daha net hissediliyor. -> Bu da onlardan biri...

Son bir hatırlatma. Pastore, Messi,… ve bizim Portekiz Çetesi: Çarşamba 22:00’de, Tv8 yayınlayacakmış… İzlemeyene Tabata muamelesi yaparlar.

Şanssızlık Mı?

Kadroyu görünce hayal kırıklığı yaşadım ciddi şekilde. Suratım asılmış, gözlerim kısık şekilde bakıyordum ekrana; tıpkı röportajını izlediğim İsmail Köybaşı gibi… Atakan Kurt “Hocanız sizi sırayla oynatıyor, dinlendiriyor. Bu herhalde iyi bir şey sizin için?” gibi bir soru yöneltiyor ve İsmail de cümle içersinde geçmemesine rağmen, mana olarak “hayır” diyordu… “Ben gelişmeye çalışıyorum ve bunun için daha çok çalışmam ve daha çok ‘oynamam’ lazım. Genç bir oyuncuyum, hocam bana sürekli oyna derse, ben yine oynarım…”

Kendisiyle birlikte takıma da son günlerde ciddi bir ivme kazandıran ve bana göre kadrodaki en “alternatifsiz” isimlerin başını çeken İsmail 11’de yoktu. Bu benim için birinci hayal kırıklığıydı; ikinci ise ortasahadaki oyuncu sayısı…Schuster, İBB maçındaki kaybı şanssızlığa, girmeyen toplara ve kırmızı karta bağlamıştı belli ki. Çünkü sistem olarak değişen bir şey yoktu; bu kez iki ortasahanın geçmişe nazaran daha “dinamik” olmasına rağmen, Beşiktaş’ın sahaya ağırlığını koymaması da, değişmeyen şeylere dâhildi. Ne savunma, ne de hücum yapılabiliyordu. Maç iki tarafa da eşit gidiyor, çoğunlukla Karabük daha ağır basıyordu. Bu konuya kendimi tekrar etmemek için fazla girmek istemiyorum aslında; “Karabük Maçı Öncesi Beşiktaş” ve “Schuster Olsam” isimli yazılarda, anlatmak istediğim her şey mevcut…

Beşiktaş’ın ortaya “takım oyununu” koyamıyor oluşu, takım oyunuyla futbolları büyüyen oyuncuları da olumsuz etkiliyor, hemen herkes bireysel olarak kötü gözüküyordu. Yine ne varsa; Simao’da vardı. Bireysel atak girişimleriyle o farkı yaratabilirdi, maçın tek golünün asisti de ondan geldi. Topu rakip defansa çarptırdı tabiri caizse… Quaresma’nın sol kulvara dahil oluşu, onun etkinliğini de törpüledi; aynı performansı sağda gösteremedi. Üzülmez – İsmail değişikliği, takımı hücum anlamında daha şekillendirirdi…

Necip’in ortasahaya girmesi “dinamizm” adına mıydı, yoksa yabancı kontenjanını açmak mıydı amaç bilemedim. Galiba ikincisi… Ancak sebep her neyse, sonuç olarak ortaya doğru bir şey çıktı. Necip oynadığı süre içersinde harikaydı. Seken topların hemen hepsini topladı. Onlardan birinde; önce rakibini feykle geçti, daha sonra Almeida’ya nefis bir top bıraktı; sonuç goldü, verilmedi.

Son yıllarda gördüğüm en berbat hakem performansı vardı sahada. Üzülmez’in pozisyonundan sonra, adam penaltı çalmamaya yemin etti. Hani, cezasahasında biri tüfekle vurulmadıkça, penaltı çalınmayacaktı bu maçta; Emenike’nin Hakan’la girdiği pozisyon sonrası bunda emin oldum… Kendimce, tekrarını beklemeden bile gol olduğuna kanaat getirdiğim; topun yere sektikten sonra havalandığı açıya bakınca bile gol olduğu belli olan pozisyona “devam” da denince, iş iyice çığırından çıktı.

Schuster’in seçimleri üzerine, maça da hakemin hatalarına da çok yoğunlaşamadım aslında. Şimdi bu maçı da hoca şanssızlığa, girmeyen toplara bağlar. Yönetim de basın toplantısı yapacağına göre, hakeme bağlayacak… Ben yine de saha olaylarına bağlıyorum ve Schuster’le alakalı ciddi bir güven kaybı yaşıyorum…

Beşiktaşlı olmayan biri için, Beşiktaş maçları oldukça zevkli olsa gerek; bugün onlardan biri oldu. Ama ben; Üzülmez’in “sağ açık, sağ bek engelli 100 metre koşularıyla” ayrı bir spor, Nobre’nin stoperlerle giriştiği 75 kilo kategorisindeki güreşiyle ayrı bir spor, Almeida’nın “60 metreden gelen topu havadan & yerden yakalamaca” adı altında ayrı bir spor oynadığı “futboldan” zevk almıyorum. Ve bu futbolun zamanla "gelişeceğini" pek sanamakla birlikte; sadece puan kaybı, hatta sakatlık ve kırmızı kart ihtimalini arttırmasıyla “oyuncu kaybı” ile sınırlı kalacağını düşünüyorum…

Karabük sert de oynamadı, son dakikalardaki baskı haricinde kapanmadı da... Hatta ilk yarıda gayet takım oyunu neticesinde harika pozisyonlar hazırladılar. Ortasahada önde ve set halinde basarak alan vermediler... Daha sığınılacak ne kaldı bilemiyorum ve "Ofsayt Osman" tadında soruyorum; "bu da mı şanssızlık hocam?"

Fotoğraf: DHA

Karabük Maçı Öncesi Beşiktaş

Guti’nin sakatlığı, Aurelio’nun cezası sürüyor. Son G.Antep BLD maçındaki ortasahayı yeniden görmemiz çok muhtemel. Bana göre Beşiktaş’a maçı getirecek seçim de burada yatıyor… 3’lü ortasaha bozulmadığı takdirde; diğer seçimler ne olursa olsun bu maçı Beşiktaş’ın rahat kazanacağını düşünüyorum. Çünkü, Karabük ortasaha olarak biraz yumuşak bir takım ve futbol oynamaya çalışıyorlar daha çok… Mevkileri birbirine yakın tutarak savunma yapıyorlar ve genellikle önde kabullenmek istiyorlar oyunu. Burada; karşılarında güçlü bir ortasaha bulurlarsa tıkanırlar ve Emenike de anlamsızlaşır.

Ayrıca Manisa maçında dikkat ettiğim kadarıyla, rakibin ortasahasında birileri ceza sahasına koşu yaparsa, mutlaka boş bırakıyorlar. Yiğit İncedemir bu zaaflarını fazlasıyla kullanmıştı… Antep karşısındaki Fernandes, bu karşılaşmada da kilit rol oynayabilir…Bir de; Hilbert’i oynatma pahasına, yeniden 2’li ortasaha ve Nobre’li düzen de muhtemel tabi… Bu durumda maç daha fazla “iki taraflı” oynanmaya başlar, Emenike’nin direkt olarak Beşiktaş savunmasıyla daha fazla birebir kalma ihtimali doğar ve bu kez onun varlığı anlam kazanır.

Ekrem, daha “eli yüzü düzgün” bir takımın içinde oynayınca; o kadar da formdan düşmediğini kanıtladı. Antep maçında iyiydi ve daha fazla kendisini zorlamasına izin verilmeden, kenara alındı. Bence bu “Cumartesi de lazımsın!” anlamını taşıyordu. Hal böyle olunca; son maçın kahramanı zaruri durumlarla yedek kalacak: Hilbert.

UEFA’ya verilen listede belli oldu bu arada. Yapılan 3 oyuncu eklemesi, beklenildiği gibi: Almeida, Onur Bayramoğlu ve Sivok. Bununla beraber; devre arası kampına katılan tüm oyuncular da B Listesi’ne yazılmış, Muhammed dâhil... Zaten profesyonel olmayan Doğukan ve Mertcan da geçtiğimiz hafta imzayı atmıştı. Galiba bu sezon Muhammedi süre alırken göreceğiz.

Gücüne “Üç”

Kadro açıklanır; bazen yüzümü ekşitir, maça 1-0 mağlup başlarım. “Ama olsun…”la başlayan bir cümle geçiririm aklımdan, yine de maça motive olurum. Geçtiğimiz Pazar olduğu gibi… Kadro açıklanır; ağzım kulağıma varır bazen. Stattaysam etrafına “el skorboardı” ile tahminimi belirtirim, genelde bol keseden atarım. Evde izliyorsam; gider bir çay demlerim. Bu akşam olduğu gibi…Resmi sitede 11 açıklandığında; gözüm direkt olarak ortasahaya sayısındaydı. Ernst, Necip ve Fernandes isimlerini görünce, garip bir hafiflik hissettim kendimde. Rakip zayıf diye yine 4-2-4 kırması bir sistemle çıkılacağından ve olası iyi bir skor sonrasında “İBB maçını tamamen şanssızlığa” bağlanacağından korkuyorum. Ama öyle olmadı… Aslında rakip de, o kadar da zayıf bir takım olmadığını; namağlup çıktığı grup maçlarında da kanıtlamıştı.

Ancak Beşiktaş’ın bugünkü ideal 4-3-3’ü rakibi oldukça “zayıf” gösterdi. Maçın her dakikasına hakim, her zaman gol bulma şansı olan, oyun temposunu kendi ayarlayabilen bir takım… Ortasahaya bir eklenti yapılması ve hatta 3 ortasahanın da dinamik oyunculardan kurulu olması; aradaki bu farkın açılmasında en büyük etkendi. Şöyle ki; takım top kendisindeyken daha rahat pas yapabildi, rakipteyken ise topu daha hızlı geri alabildi… İkili ortasahanın hem markajı kolay oluyordu, hem de topla çıkmak isteyen bekler, yeterli desteği alamıyorlardı. Bugün; hem İsmail hem de Ekrem, hücuma destek verdiğinde mutlaka etrafında bir ortasaha buldu. İşler zora girince yine pas yapabildiler ve böylelikle "ölen" ataklar bile yeniden olgunlaşmış oldu...

Bununla beraber bazı denemeler vardı sistemde. Necip’in, ortasaha 3’lüsünün derininde oynaması bir yenilikti örneğin. Aurelio’nun yokluğunda, o bölgeye yeniden bir “yerli” oynatmak şart oldu artık. Çünkü, bugün harikalar yaratan Hilbert’in bile kontenjana takılma durumu varken, bir de defansın önünde oynayacak oyuncu yabancı olursa, işler tamamen sarpa sarabilir. Necip, dar günler için oraya hazırlanıyor belli ki… Bugün için hiç de sırıtmadı, muhtemelen Karabük maçında da orada oynayacak…Fernandes; bugün hem bir ortasahaydı hem de hücum anında Bobo’yu destekleyen “gizli” forvet… Takım, hücum aksiyonları konusunda hiç de 4-2-4’ü aratmadı hatta bana göre daha iyiydi. Bir Fernandes eklentisiyle; başlı başına "panayıra" benzeyen sistem, yeniden “futbol” normlarına geri döndü. Evet, bugün sahada bir futbol takımı vardı…

Hilbert, muhtemelen Avrupa Ligi maçlarında sahne alacağı mevkisine geri döndü ve çok iyiydi. Hilbert demişken; Mustafa Marangoz, Hilbert’in aşil tendonundan sehpa yapmaya kalktı, sonucunda ise sarı kartla cezalandırıldı. Pazar günü, Aurelio’nun kırmızısı haklıydı sonuna kadar. Ancak orada üzülmüştüm, çünkü o karar sadece %10’luk bir ihtimalin gerçekleşmesiydi...

Onur da, bugün daha önce "denenmediği" bir bölgede oynadı. Aslında A2 takımında "sol forvet" bölgesinde yer aldığı olmuştu... "Öldürücü top atma" özelliği ve top kontrolü ile, fiziki gelişimini tamamlayana kadar bu bölgede rahatlıkla oynayabilir, alternatif olarak görülebilir Onur. Hatırlanırsa; Iniesta da Barça formasını ilk yakaladığı dönemlerde, Ronaldinho'yu kesip "sol forvet" bölgesine yerleşmişti. Burada fiziki ve mental gelişimini tamamladı, komple bir oyuncu oldu. Onur da "geçiş döneminde" böyle bir rolde oynayarak; hem takıma katkı verir hem de formaya, profesyonel futbola ısınır diye düşünüyorum.

Takım maç içinde çoğu kez “çalışılmış” atak girişimleri yapıyordu; özellikle kanat bindirmelerinde… Kanattan çizgiye inen oyuncular, artık doğaçlama oynamıyor gördüğüm kadarıyla. Çünkü, içerideki oyuncular mutlaka “pozisyon paylaşımı” yapıyorlar. Biri içe koşup, defansın dikkatini üzerine çekiyor; diğeri daha dışta duruyor. Bugün, bu şekilde pozisyonlar yakalandı bolca, ikisi gol oldu… Bu gibi daha çok “akıl oyunu” olan bek katkılarında, İsmail gün geçtikçe değerlenecektir…Bobo, uzun zamandır oynamamanın ve haliyle gol açlığı yaşamanın etkisiyle; bugün hiç olmadığı kadar "kendine" oynadı. Çoğu zaman da top kaybetti… Ama normaldir, zamanla formunu yakalayacaktır ki bugünkü oyununa da kötü denemez. Takım bütünlüğüne uyumu, her zamanki gibi güzeldi. Quaresma ile sık sık “verdin, vermedin” tartışması yaşadılar maç içinde. Hatta oyundan çıkan Quaresma, yedek kulübesinden bile hala Bobo’nun pozisyonlarına takılıyordu… İkisinin de kaprisli oyuncu olmaması sebebiyle, bu anlaşamamazlığın saha içinde kalacağını; işin Del Piero & Inzaghi boyutuna gitmeyeceğini umut ediyorum. Hatırlatma yapacak olursak; Del Piero ve Inzaghi öyle bir ikili olmuşlardı ki, kim golü atsa, öteki sevinemez hale gelmişti… En sonunda Juventus, birini gönderme kararı aldı, o derece “zorlayıcı” bir anlaşamamazlık olmuştu bu.

Bugün “üçlü” ortasaha, ciddi anlamda güce güç katmıştı. Pozisyon bulma adına hiç bir eksiklik yaşanmadı, tek fark takımın sahada daha dirayetli kalmasıydı... Yani kısaca, Beşiktaş'ın gücüne "üç" ortasaha katkısı; tabelaya 5 sayısını da yazdırır, bununla beraber 90 dakika ayakta bırakır... Umarım tek maçlık bir değişim, ya da deneme değildir. Bir alttaki konuda bahsettiğimiz üzere, takımın uzun vadedeki yolu; böyle bir sistemle daha aydınlık olacaktır…

Taktik, oyuncu seçimi ve "futbol" çok güzeldi, bu güzellik skora da yansıdı. Antep’teki maçta tamamen rotasyon kadrosu ile oynayabilecektir Beşiktaş böylelikle… Hatta bugün yine “17 kişilik” kadroya giremeyen gençlerden bir iki tanesi sıkıştırılırsa rövanş maçına, çok güzel olacaktır…