Derbi Öncesi

Beşiktaş – Galatasaray derbilerinde; her iki tarafında hedefsiz şekilde karşılaşması nadirdir. En son tribünlerin “Kuntz! Kuntz! Kuntz!” diye inlediği maçı hatırlıyorum, galiba yine Trabzon ve Fenerbahçe’nin şampiyonlukta çekiştiği yıldı… Onun haricinde bu derbiler en azından bir taraf için anlam taşıyordu…

Şimdiki anlam sadece bir “derbi” anlamı, ama bu durum da; hevesle akşamı bekletiyor insana… Zaten derbinin güzelliği de budur.

Normal şartlarda Beşiktaş’ın ortasaha olarak ağır basması gereken bir maç. Zaten Galatasaray’ın zirveden uzaklaşma sebebi, BAM (Barış, Ayhan, Mustafa Sarp) diye tabir edilen ortasahanın; hücum ve savunma anlamında gerekli bağlantıyı kuramaması, takımı birbirinden koparmasıydı… Ancak Culio ile birlikte o bağlantı sorunu nispeten daha az göze çarpmaya başladı. Arda da, sık sık ortasahaya yaklaşıp, topu hücuma olumlu aktaran bir oyuncu. Bu bağlamda Arda’nın dönmesi, hücumdan ziyade; ortasaha için de etkili oldu diyebiliriz…

Necip – Ernst yoksa, ortasahadaki kopukluk sorunu Beşiktaş için de geçerlidir. Tıpkı bugün olacağı gibi… Aurelio muhtemelen ikili ortasahada Fernandes’le birlikte oynayacak. Fernandes bile bu görev için yeterince enerjik değilken; bir de yamacına Aurelio’nun verilmesi nasıl bir sonuç doğuracak bakalım… Bi’ 5 sene öncesini falan hatırlaması lazım Aurelio’nun, en azından bu maçlık…Bobo 11’de olacak gibi, alt yapından forvete takviye yapılmayacak sanırım… Ama Cumali kadroda olacakmış, aslında direk 11’de de olsa olurdu… Ernst ve Necip’in yokluğunda “adam yiyen ortasaha” ihtiyacı belirgin. Belki sonradan oyuna girer…

Denizli döneminde Ekrem ortasahada oynamıştı bazı bazı… Guti’nin tam hazır olmadığı dönemde, ben olsam Ekrem’i Aurelio – Fernandes’in yamacına koyar, Hilbert’i bekte başlatırdım. Ama muhtemelen Guti oynayacak, Ekrem gerçeği sağbekte olacak… Guti, en son içerdeki Ankaragücü maçında Bobo’ya bu kadar yakın oynamış, ara pası manyağı yapmıştı. Eğer arkadaki oyuncular önpresi iyi yapar da, kopukluk yaşamazsa; benzer performans gelebilir…

Necip ve Ernst olsa kesin konuşurdum da, şuan için hiçbir sonucun beni şaşırtmayacağı bir derbi; o yüzden “sonrasını” konuşmak daha mantıklı… İyi maçlar…

Türk & Alman Yapımı Joker: Volkan Ekici

Geçenlerde U17 Elit Tur maçları vardı hatırlarsınız… Almanya’ya iki Türk’ün attığı golle yenilmiş; grup liderliği şansını daha ilk maçtan kaybetmiştik. Golü atanların dışında 3 Türk oyuncusu daha vardı 11’lerinde, 2’de yedeklerde… Yani sahaya çıkan takımın yarısı neredeyse Türk’tü.

Almanya’da birçok Türk vatandaşımızın olduğu bir gerçek, ancak yarısı kadar da değil; yani burada ilginç bir orantısızlık var… Almanya ciddi şekilde Türk oyunculara yatırım yapıyor artık, yani Mesut Özil buzdağının sadece görünen yüzü. Onunla birlikte başlayacak akımda, ileriki yıllarda daha fazla Türk’ü Almanya formasıyla göreceğiz; çünkü artık seçim yapabilecek, hakkını Türkiye’den yana kullanmayabilecek ve bunu yaparken “ilk” olmayacaklar.

Ülkemizde klasik bir söylem vardır: “Aslında çok iyi topçu da, biraz fiziğini geliştirse; aklını futbola verse; oyununa zekâ katsa…”

Almanya’da teknik olarak öne çıkan Türk oyuncular, artık aynen bu şekilde işleniyor ve “üstün futbolcu üretimi” gibi bir projeyle Alman futboluna kazandırılıyorlar. Artık oradan milli takımlara da, kulüp takımlara da oyuncu almak zorlaşacak. Çünkü Bundesliga da zamanla değer kazanan; hatta bunu UEFA puan sıralamasına yansıtıp, bu yıl itibariyle Serie A’yı geçen, önümüzdeki sezondan itibaren Şampiyonlar Ligi’ne 4 takım gönderecek olan bir lig oldu…

Bu yolda artık iki seçenek var; ya Cenk Tosun gibi yeterli değeri görmemiş oyuncuları yakalamak, ya da Alman takımlarının alt yapısındaki oyuncuları, henüz gözü açılmamışken transfer etmek…

Volkan Ekici, Beşiktaş’a ikinci yöntemle kazandırılmış bir isim. İlk geldiğinde direkt fizik olarak sırıtıyor, yaşıtlarının yanında “ağabey” gibi duruyordu. Hem fizik olarak öne çıkması, hem de Alman alt yapısından gelmiş olması; farklı bölgelerin alternatif oyuncusu olarak görülmesini sağlıyordu.

Sol veya sağ kanat; santrafor; forvet arkası ve ortasaha olarak oynadığına şahit oldum Volkan’ın. Hemen her bölgede “buranın adamı” gibi gözüyordu… Yetenek olarak çok fazla öne çıkan bir özelliği yok. Ama “şu yönünü acilen geliştirmesi lazım” diyebileceğimiz bariz bir eksiği de yok. Klasik; her şeyden biraz var olan komple oyunculardan…

Orta karar sürati ve çabukluğu var Volkan’ın. Bu özelliğini “forvet koşularında” ortaya çıkarabiliyor… Bu sezon biri penaltı olmak üzere 6 gol attı, neredeyse hepsi kritik; puan veya galibiyet getiren gollerdi. 6 sayısı epey düşük gözükse de; A2 takımının genel olarak gol ortalamasını ve kendisinin sürekli mevki değiştirdiğini düşündüğümüzde iyi bir rakam diyebiliriz.

Ekstra çalım özelliği yok gibi gözüküyor ancak teknik olarak kötü bir oyuncu değil. Topu kontrol ettiğinde telaş yapmıyor ve en azından önünü açacak kadar adam eksiltebiliyor. Ancak Erkan, Erkut, Hasan ve Muhammed gibi dikine adam eksilttiğine pek şahit olmadım, zaten bu ayrı bir yetenek işidir…

Oyunu yönlendirme konusunda gayet başarılı, forvet arkası ve ortasaha pozisyonundayken harika derin toplar bırakmışlığı vardır. Ben geleceğini de bu bölgelerde daha parlak görüyorum… 4-2-3-1’in forvet arkasında, 4-3-3’ün ortasahasında oynayabilir. Kanat pozisyonundayken; “delicilik” değil de, uzak forvet rolünü alması daha iyi olur sanki. Son olarak da, yine 4-3-3’ün “sahte 9” rolünü üstlenebilir çok ihtiyaç durumunda… Biraz Aydın Karabulut’a benziyor. Teknik olarak daha geride ondan ancak mental ve fizik olarak daha ağır basan taraf Volkan’dır..

Erkut, Muhammed gibi yetenek olarak kendisinden önde oyuncular olsa da; “hazır olma” konusunda A2’nin sıra başlarındadır. Fiziği ve taktiksel oyunu neredeyse oturmuş bir oyuncudur çünkü. Artık profesyonel düzeye adım atması gerekir, hele de “deneme” yapılması için elde fırsat varken…

A Takım’da; 4-2-3-1’de Almeida’nın (Bobo'nun) arkasında veya Quaresma’nın karşı kanadında değerlendirebilinir. Ayrıca, santrafor sıkıntısı çekilen bu dönemde, birincil pozisyonu bu olmasa da; Kadir Ari ile birlikte en güçlü adaydır. Ne de olsa kendisi Türk & Alman yapımı bir jokerdir, artık bu kartı masaya vurmak lazımdır…

Necip Fernandes

Üzerine konuşmaya kalksak, eski yazılardan “kopyala-yapıştır” yapmış gibi olacağız sanki… Hemen hemen aynı şeyler; Necip’in önde baskısıyla, Fernandes’in oyun zekasıyla bağlamaya çalıştığı kopuk bir takım; Quaresma’nın koşma tuşuna basıp, gol arama yolu; yine Quaresma’nın kaleye paralel gidip ‘nerede uzak direk koşusu yapacak bir kenar forvet?’ diye soran ortaları; içlerinde yabancı kontenjanı elvermesine rağmen halen Ekrem’i barındıran, rakibin her atağını tehlikeyle sonlandıran bir savuma; 11 numaralı formasıyla sahte santrafor vesaire…Tayfur Hoca, kendisine sorulacak bir “neden kalmalısın hocam?” sorusuna bir cevap bulamaz sanırım… Kupa maçları hariç, kalan haftalarda iki yoldan birini seçecekti:
1- Eldeki as oyuncularla bir yapı, farklı bir tez oluşturup; kalan maçlardan en azından 4. olacak kadar puan toplamak. “Bakın eldeki kadrola neler yaptım” diyebilmek…
2- “Bu kadronun ciddi eksikleri, temizlenmesi gereken safraları var. Şuan transfer döneminde olmadığımızdan, eksik yerlerde denenmişi denemek yerine; ‘ya tutarsa?’ mantığıyla genç oyuncuları oturmaya çalışacağım” demek ve gençleşmiş, biraz farklı 11’lerle denemeler yapmak…

İkinci yoldan maalesef gitmedi, 18’de oynatılmayacağını bildiğimiz bazı isimleri bulundurmaya devam etti. Alt yapıdan gelecek vadeden oyuncuları, yine her zamanki gibi Nevzat Demir Tesisleri'nin A2 takımı için ayrılan sahalarında gördük…

Birinci yoldan gidildi, hedefe varıldı mı? Oynanan 5 maç var; 4’ü küme düşme hattında, biri yukarıda ama düşüşte olan rakiplerle yapılmış ve 8 puan toplanmış… Çok parlak olduğu söylenemez. Elbette çok kısa zaman, bir teknik direktörün ne yapabileceğini çözmemiz için yeterli bir dönem değil… Ancak burada bahsi geçen Tayfur Hoca’nın başarı ya da başarısızlığı değil; gelecek yıl için gözümüzün önüne sağlam bir veri koyamamasıdır…

Kupada finale çıkıldı; ilk maçta Rüştü’ydü, duran toplardı falan pek fark etmez… Kalan yegane hedef maçlarıydı, kazanıldı. Bu Tayfur Hoca için olumlu görüş belirteceğimiz bir şeydi. Diğeri ise Necip’e “sen 11 adamısın” güvenini vermesidir. Schuster’e bu konuda çok laf edemem, iyi bir süre verdi Necip’e. Ancak Tayfur Hoca’yla birlikte en az Quaresma, Toraman, Ernst kadar bir 11 adamı oldu, o mesaj verildi…

Konya maçında da görüldü ki; bu durum Necip’e zamanla özgüven kazandırıyor. Bugün hücuma çıkışları muazzamdı, çıkarken sorumluk da alıyor, hatta Fernandes’e “bırak!!!” falan diyordu... 11 adamı olması, onun hırsına da hırs katmış gözüküyordu. Penaltı oluşumu sonrası Zayatte’yi el ense yapması doruk noktası oldu… İki sarı kartı da profesyonelce, umut vadeden atakları kesecek şekildeydi. Hafta boyunca aklı Gençlerbirliği maçında kalmış, "orada niye adamı indirmedim ki ben?" diye düşünmüştü belli ki... Ancak ikincisinde sadece el topu denip kesilebilir, sarı gösterilmeyebilinirdi. Yani bu ülkenin standardı öyle olduğundan, doğrusu öyledir demiyorum... Sübjektif miyim bu konuda bilmiyorum ama yine cesaret timsalliği Beşiktaş’a kesildi gibi geldi bana. Aurelio’nun İBB maçında atılışı gibi… Ondan sonra tendonlara, dalaklara ne tekmeler gördük de; en azından mağdura bir yeşil kart bile çıkmadı.Başlığın ortaya çıkışındaki amaç, yine her zamanki gibi kayıp olduğuyla kalan bir maç sonrası iki bataklık gülüne dikkat çekmekti. Ama şöyle “Necip Fernandes” ismini birleşik okuyunca, "Pazartesi gel Portekiz Milli Takımı'nda başla" diyesi geliyor insanın… Onsuz Galatasaray maçı çok zor olacak. Necip'siz geçecek 15 dakika sonrasında en az bir 90 dakikayı; yenecek bir gol için göze alamam açıkçası. O yüzden, en azından sarı kartın varken pür dikkat olmalısın kardeşlik...

Fernandes de tıpkı Necip gibi oynadıkça seviyesini yükseltiyor. Zaten açık konuşmak gerekirse; Guti sakatlanana kadar öyle pek fırsat da verilmemişti… Valencia’dan oynayamadığı için gelen bir oyuncuyu, tek tük maçlara çıkartıp, performans vermesini beklemek biraz fazla acımasızca oluyordu… Göründüğü üzere oynadıkça açılıyor ve kalitesini ortaya koyuyor. Topu ayağına aldığı zaman, gözüm etrafta koşturacak Beşiktaşlıları arıyor ekran başında. Fernandes’in oyunu iyi yönlendireceğini biliyor ve rahatlıyorum. Bu hissi seviyor ve seneye çok uçuk bir bonservis istenmedikçe 'alınmalıdır' diyorum…

Ancak Fernandes’in doğru kullanımı; kanatlardan birinin "forvet" özelliği taşıdığı bir 4-3-3’ün içerinde olurdu. Yani forvet arkasında kullanmak çok mantıklı olmaz, boşa yatırım olur… Gelecek bir kenar forvet ile birlikte; şu takımın çehresini büyük ölçüde değiştirir diye düşünüyorum. Aksi halde, yine Simao ve Quaresma’nın üzerine bir oyun kurulacaksa; ya bir ikinci forvet, ya da golcü vasıflı forvet arkası gerekir… Böyle bir oyuncuyu bulmak daha zor ve yedeklemesi zor… Ayrıca, ortasaha "ikili" kalırsa Ernst ve Necip dışındaki herkes ıskartaya ayrılıyor. Oysaki üçlü bir ortasahada, ilerleyen dönemde soliçe Hasan Türk, savunma önüne Furkan gibi oyuncular serpiştirilebilinir…

Eğer sakatlar düzelmez, alt yapıdan takviyeye kapalı olma durumu devam ederse; Galatasaray maçında çıkacak takımı, özellikle de ortasaha ve santraforu merak ediyorum… Aksi halde; 3 santraforun da sakat olduğu bir ortamda tek mantıklı seçim: 17'lik Kadir Ari... Tıpkı Metin Tekin'le, bir taksicinin arasında geçen "-Golleri kim attı?; - Ben attım..." hikayesine benzer bir durum ortaya çıkardı, güzel de olurdu...

Emre İncemollaoğlu

Beşiktaş televizyonunun açılıp, PAF takım maçlarının yayınlanmaya başladığı dönemde adını duyurmaya başlamıştı. Sürekli Galatasaray’ın ardından 2. olan; Koray Şanlı, Kenan Özer, Aydın Karabulut, Korcan, Emre Özkan, Erkam Reşmen gibi isimlere sahip olan jenerasyonun golcülerinden biriydi. O dönemde genç milli takımlarda oynama fırsatını da yakalamış, daha sonra alt liglere kiralanarak; profesyonel futbolla erkenden tanışmıştı…Çok uzun zamandır kiralık gönderilmesine, bir türlü kendini Beşiktaş A Takım’ı kampına aldıramamasına rağmen; kendisinden umut kesilmeyen ve Beşiktaş’la sözleşmesi devam ettirilen isimlerden biriydi. Belki o da hala; Beşiktaş formasıyla atacağı gollerin ve soyadını haykıracak anonsçuyu zor durumlara düşürecek günlerin hayalini kuruyordu…

Her yaştan insan hayal kurar, ama gençlerin hayali daha fazla ve uzun vadelidir. Çünkü ölüm, en son akla getirilecek şeydir o yaşlarda… Yakın bir arkadaşımı, genç yaşta kaybetmiş biri olarak bu acının; en azından yakınlarına nasıl bir his yaşattırdığını çok iyi biliyorum… Cenazede; arkadaşımızın babasına nasıl bir başsağlığı dileyeceğimizi konuşmuş, fakat bir şey bulmamış; “elini sıkalım, olmadı sarılalım… ne yapalım?..” gibi bir karara varmıştık. Hakikaten sözün bittiği yerdi; tıpkı Emre’nin kaybında olduğu gibi…

Mekânın cennet olsun, Allah ailene ve sevenlerine sabır versin kardeşim.

‘Sarı Mrkela’: Erkut Şentürk

Adını veya yüzünü hatırladığım ilkokul arkadaşım pek yoktur, buna ortaokulu da ekleyebiliriz… Hatta teskereyi alıp, Van Havalimanı’nda beni özgürlüğe tekrar götürecek uçağı beklerken; aynı gün izinden dönen ve orada karşılaştığım takım (karakol) arkadaşımı tanımadığım bile olmuştur. Hafızam pek iyi sayılmaz anlayacağınız… Ancak konu Beşiktaş ve futbol olunca işler değişiyor, hem de aşırıya yakın bir şekilde…

Hatırladığım ilk futbol sahnesi Brehme’nin 90 finalindeki penaltısıdır, henüz 7 yaşındaydım. Hatta buna üzüldüğümü de hatırlıyorum, Arjantin – Almanya ayrımı yapmaya başlamışım o dönemden belli ki… Beni üzen penaltılar serisi devam etti daha sonra; 92’de van Basten ve 94’de Baggio. Bu penaltıların farkı atılması değil, kaçırılmasıydı tabii…

Hatırladığım ilk Beşiktaşlı yabancı futbolcu ise Mrkela’dır. Sürati, iyi ortaları ve koşarken yellenen uzun saçlarıyla; tam da kafamdaki futbolcu figürüne uyan bir tipti… Feyyaz’ın uçarak gelen kafasına birçok “pas” atmışlığı vardır. O dönemlerde “kanatsın, kanatta kal!” gibi bir mantık vardı futbolda. Şimdilerde olduğu gibi; topla yetenekli olan kanat oyuncularının kullanımı esneklik taşımıyordu. Şimdi yeri geliyor kanat değiştiriyorlar, forvet arkasına hatta forvete geçiyorlar… Gittikçe daralan takım yapısı sebebiyle kaleye de daha yakınlar.

Mrkela da aslında böyle bir oyuncuydu; topu forvetlerin ağzına attığı gibi, kaleye de atabilirdi pekâlâ... Bunu çocuk halimle de düşünüyordum. Kızılyıldız döneminde skora da epey katkı veren, hatta Real Madrid’e golü olan bir adam olduğunu da henüz bilmiyordum… Buna rağmen Beşiktaş’ta 4-5 gol atmıştı Mrkela ve hepsi istisnasız “çatalaydı”… Hatta biri kafa golüydü, o bile çata gitmişti lob bir şekilde.

İyi futbolcu, ilk göz ağrısı gibi sebeplerle Mrkela’nın yeri ayrıdır bende. Futbola olduğu kadar siyasetten henüz çakmadığım için sürekli kendime “ulan niye gitti bu adam?” diye sorup durmuşumdur zamanında. Velhasıl, ‘unutulmazlarımdandır’ kendisi…

Şimdilerde farkına varıyorum da; Mrkela’nın unutulmaz denecek şekilde damga vurması, sadece yukarına bahsettiğim sebeplerle açıklanamazdı… Kim geldi ki ondan sonra? 20 yıl geçti aradan, bana göre halen Mrkela tadında bir oyuncuyla tanışmadı Beşiktaş’ın sol kanadı…

Mutlu Topçu, 90’lı yılların sonuna kadar formayı vermedi diyebiliriz. Topa vuruşları fena değildi, solda da epey gidip gelirdi… Ama öyle süratli biri değildi; topu alıp da çizgiye süremez, kolay kolay adam geçemezdi.

Sonra Münch geldi… Onunda eksi yönleri Mutlu'yla aynı gibiydi; yavaş sayılırdı, çalım yeteneği zayıftı. Ancak topa vuruşları Mrkela’yı andırıyordu… Bunu gelir gelmez hissetirmiş; “Ahmet Dursun Seba Gitsin” sloganının patladığı 4-0’lık Samsunspor maçında son golü atarak, alt köşede biriken tozları almıştı…

Yine aynı dönemlerde İbrahim Üzülmez efsanesi başlıyordu… Erman’la birlikte imza törenine çıkacağı söyleniyor ama her ikisini de hem futbol, hem de sima olarak pek tanımıyorduk. Erman olanına peşin hükümle “uyuz olacaktım”, kararlıydım… Çünkü karşılığında bir başka çocukluk kahramanım olan Ertuğrul gitmiş, sanki Beşiktaş’a gelmek için onu haczetmişti…

İbrahim Üzülmez hakkında ise tek bildiğim; Oktay’ın 4 gol buluğu, Antep’in Fenerbahçe’yi 5-1 yendiği maçta attığı voleydi… Kendisiyle tanışmaya Levski Sofia maçıyla başladık ama çok geçmeden... Şampiyonlar Ligi için ilk engeldi Sofia; Scala’nın takımında birçok yeni yüz vardı, onlardan ikisi; uzunca bir süre beklenen golün bulunmasını sağlayacaktı… Sonradan oyuna giren İbrahim; rüzgâr gibi çizgiye inip, Nouma’ya çıkarmış ve Nouma da çok zor bir açıdan, güzel bir dokunuşla köşeyi bulmuştu. Hem Nouma’nın bu tarz tek vuruş gollerinden; hem de İbrahim’in, böyle “delicesine!” bindirmelerinden daha çok tadacaktık…

Sürati, saçlarını sallaya sallaya çizgiye inmesi tamamdı, ama İbrahim de topa vuruş konusunda geri kalacaktı Mrkela’dan… Belki Münch ve İbrahim Üzülmez birleşimi yapılsa olurdu, ama ikisini birer birer göz önüne aldığımızda; bir Mrkela göremiyorduk.

İbrahim Akın biraz yakın gibiydi Mrkela’ya, o da ayağının içini sert ve isabetli kullanırdı… Ama sadece Del Bosque döneminde kanat gibi oynadı, fazlaca “kaleye” güdümlü olduğundan; daha farklı pozisyonlara geçmesi uzun sürmedi… Juanfran ise tıpkı Mutlu model; daha çok savunma yönü ağırlıklı ve geriden, derinlemesine orta yapmayı seven bir oyuncuydu. Keza Rodrigo Tello da çim eskitmeyi sevmez, topu ayağına aldığı anda orta veya şut olarak çıkarırdı…

Sonuç olarak; Beşiktaş formasıyla bir daha Mrkela gibi bir sol ayak görmedi bu gözler, ama görenler vardı. Aşağılardaydı ama Beşiktaş forması giyiyordu…

O görenlerden biri Mustafa Denizli’ydi. Atari salonları için bile ufak denecek yaşta A Takım antrenmanlarına çıkan Erkut Şentürk, adını ilk olarak böyle duyurdu... Ağabeyleri Beckham diyordu ona. “Öyle mi gerçekten?” diye sormuştum bilenlere, genelde cevap şöyleydi; “Tip olarak Beckham… Aslında Sergen tekniğinde bir kanat oyuncusudur bu."Öyleydi gerçekten; rakibin içinden, dışından topla çıkabilecek tekniğe ve iyi bir sürate sahipti Erkut… Yeteneklerini, şampiyon U16’ın içindeyken his ettirmeye başlamış ve yaş olarak kategori dışı kalması gerekirken, erkenden A2 fırsatını yakalamıştı…Bu sezonun ikinci yarısından itibaren sık sık süre almaya başladı, daha çok sonradan girdi. Ama her maçında mutlaka oyunda “şekil” değiştiriyordu...

Sol ağırlıklı olmak üzere her iki kanatta da oynayatılıyor Erkut; topla ilişkiler konusunda eksiği yok gibi… Rahatlıkla adam eksiltebiliyor, bunu yaparken içe veya dışa bağımlı kalmıyor; rakibi tarafından çözümlenmesi zor bir oyuncuya dönüşüyor...

Fotoğraf biraz Maradona vs Belçika tadı veriyor sanki... Kendisinden oldukça yukarı yaş kategorisinde, 3 kişi arasından çıkmaya çalışan bir çocuk. Oradan kurtulma ihtimali hiç de düşük değildir... Nitekim burada sanki topukla geriye verecekmiş gibi görünse de; aynı şekildeki bir pozisyonda, nefis bir feykle adam eksiltişine şahit olmuşumdur... Topuk pası verir gibi yapıp, arkadan tekrar önüne alıp yürüme durumu; rabonanın çalım versiyonu diyelim.

İçe kat ettiğinde ara pasları, çizgiye indiğinde ortaları etkilidir Erkut’un. Ve son maçta A2 formasıyla attığı ilk golüyle gösterdi ki; şut atma konusunda oldukça gelecek vadeden bir oyuncudur… Ayak içini sert kullanan bir adam tehlikelidir çünkü. Erkut da kaslarını tam olarak geliştirmemesine rağmen, ayak içi net vuruşlar çıkartabiliyor. Güçlendikçe bu yolda daha etkili olacağının sinyallerini veriyor…

Tüm bunların yanında, aynı zamanda süratli bir oyuncu olması; kendisini bir “Sarı Mrkela” yapıyor, en azından o derecede umutlandırıyor… Üstelik artık kanat oyuncuları 20 sene öncesine göre çok daha özgürdür saha içinde ve bu esnekliğe uyan yeteneklere sahiptir Erkut. Hücum bölgesinin her noktasında oynayabilecek, 10 numara pozisyonunu da rahatlıkla kaldırabilecek bir oyuncudur. O yüzden kim bilir, belki de çok daha iyisi olur...

Duran Toplar ve Final

Aslında maç öncesi başlığı altında ön görülen birçok şey, gerçeğe dönüştü diyebiliriz… Ekrem’in sağbek kademesizliği ve Antep’in gaz yükleyici golü; Beşiktaş’ın savunma yaparak değil, gol atarak maçı bitirmesi ve bunu yapılırken yine duran topların belirleyici olması...

Karakter olarak ilk maça da benzerlikler gördük aslında. Antep daha iyi oynuyor görünüyorken, duran toplarla istediğini alan Beşiktaş. Simao, burada birinci faktör oldu elbet. İlk maçta direkt olarak yolladığı frikik, sonrasında Almeida’nın kafasına kestiği topla; ne olduğunu anlayamadan tabelada 2-0’ı görmemizi sağlamıştı kendisi. Burada da; yine bir duran top sonrası oluşan penaltı, ve tavana takılan bir top… Beşiktaş’ın form ve oyun olarak değişkenlik gösterdiği böylesi dönemde, Simao gibi bir oyuncunun varlığı çok önemli oluyor. Sırf bu duran topa becerisiyle bile bir şekilde 11’de yer açılmalı kendisine; olmadı FIFA’ya “maçlar 12 kişi oynansın beyler…” tadında dilekçe yazılmalıdır bence.Bu maçtan birkaç saat sonra, tamamen taktik savaşı olarak geçen bir El Clasico izledik. Barcelona, stoper eksikliğinde bu kez Busquets’in ortasaha rolüne dokunmamış, savunmada Mascherano gibi kısa bir oyuncuyu kullanmıştı. Bunu gören Mourinho ise; Mesut’u merkezden çekip, kenarlara sürmüş; cepheden hücuma destek verme görevini Pepe ve Khedira’ya vermişti… Amacı, kenar toplarıyla Barcelona defansına üstünlük kurmaktı. Daha ilk yarıda Pepe’nin kafası girse plan tutuyordu; rötarlı olarak uzatma dakikalarında plan hayat buldu…

Mesela bu maçta da; Olcan’a bile çok rahat kafalar vurdurabilen Ekrem madenini kullanma yoluna gidebilirdi Tolunay Kafkas… Olcan, kanat olduğu kadar 10 numara özellikleri taşıyan da bir oyuncu. Pasör ve attığı 2. golde gösterdiği üzere iyi bir şutör… Onu Sosa ile birlikte merkeze çekip, maç boyu etkisiz kalan Cenk’i sol kenar forvette kullanabilirdi mesela. Popov’un tersten gelen ortalarına cevap olur, sıkıntı yaşamaya müsait Beşiktaş defansı; henüz gol bulunmamışken ikinciyi yiyebilirdi… Neyse ki Tolunay Hoca’nın verdiği taktik sınırlı ve esnek olmayan bir özellik taşıyordu…Aslında Simao’nun golüyle biten maç; Toraman’ın kendini attıramaması ile birlikte resmi olarak sonlandı… Önce faulü “sarılık” ayarlayayım dedi beceremedi, sonrasında topun önüne geçti, yine beceremedi… Bunda hakemin “kovmırim ulen kovmıriim!!” düşüncesi de etkiliydi; ama Necip’in birkaç hafta evvel yaptığı gibi, rakip kullanmadan topa vursa; paşa paşa 2. sarıyı yer ve finalde olurdu…

Normal şartlarda Toraman’ın bir maçta olmayışını dert etmem; ancak şartlar normal değil. Hem Toraman, bu aralar standardının üzerinde oynuyordu; hem de kadro açısından oldukça ihtiyaç vardı… Şimdi rakibin ortasına karşılık, çift ayakla havada duran Aurelio’nun bir stoper performansına daha şahit olacağız. Bari bu kez Hilbert bekte olsa…

Gaziantepspor Maçı Öncesi Beşiktaş

Bu aralar değişkenlik konusunda İstanbul havasını aratmayan; ortada pozisyon yokken 2 gol yiyip, ‘fark olur’ denen maçtan beraberlikle çıkan Beşiktaş söz konusuysa, Antep ağlarında 1 golü daha görmeden “iş bitti” havasına bürüneceğimi sanmıyorum…

Rakipte yine Pektemek model “yoktan gol yapan” bir adet santrafor var. Üstelik ona topu getirecek oyuncu sayısı da hiç az değil: Popov, Olcan, Wagner vesaire… O yüzden, bu sıralar Lig TV’de dönen kadro pek hoşuma gitmedi diyebilirim. Aurelio – Ernst – Necip ile bir Çin Seddi yapılacağı ön görülüyor. Bu maçta en iyi savunma; gol atmaktır… Beşiktaş, özellikle bu sene çok ender maçta “kontrollü” oynayarak istediğini alabildi. Gaziantep’in Avrupa Ligi yolu; Süper Lig 4.lüğü ile daha gerçekçi ve açık gözüküyor. Ancak yenmeden atılacak bir golle “neden olmasın” havasına bürünebilirler… O nedenle böylesine maçlarda rakibin direnci, çıkılacak defansif kadrolarla değil de; atılacak bir golle olur…Aslında bu bahsi geçen ortasahayı sene başında zikretseler dudak bükmezdim. Ancak bugünün Ernst ve Aurelio temposu, Beşiktaş’ı kaleden oldukça uzak tutar; Sivas karşısında olduğu gibi... Fernandes iyi bir bağlantı sağlamıştı son maçta. Aslında takım olarak da, sezonun en iyi oyunlarından biri vardı; özellikle ilk yarıda. Bence bu maçta da mutlaka Fernandes oynamalı. Quaresma - Nihat değişimi sonucu, yabancı kontenjanı konusunda sıkıntıya düşülür elbet... Bu yolda Ekrem - Hilbert değişikliğine gitmemeli bence; Aurelio - Ernst farkı daha uygundur. Yani defans çizgisi geride tutulan 4-3-3 sisteminin "süpürücü ortasahası" Aurelio ile Ernst'in arasındaki farkı; Ekrem'le Hilbert'in bek farkına tercih ederdim... Quaresma risk edilmez, yine Nihat oynar; veya Ekrem topsuz oyun düşünülerek önde oynar, bunlar da hayır diyemeyeceğim seçimlerdir.

Gaziantep duran top savunmasında pek başarılı değil sanki; Beşiktaş’ın golü bulmasında ikinci yolu bu. 1.si ise her zamanki gibi; şayet oynarsa Quaresma’nın taşıması, Almeida’nın tamamlaması… İlk maçta olduğu gibi; Simao’nun direkt olarak atacağı bir frikik de 3. ihtimal olsun… İyi maçlar.

Dönen İki Gol

İlk yarıda, “takım oyunu” adına sezonun en iyi maçlarından biri yaşanıyordu Beşiktaş adına. Guti ve Nobre sonrasında, bu kez Fernandes’i forvet arasında görüyorduk. Savunma da geçmiş 2-3 maça nazaran, tıpkı Kayserispor maçının 2. yarısında olduğu gibi daha önde basıyor ve takım boyunu kısaltıyordu. Nihat’ın yüzüne ve mücadelesine bakınca, 10 yıl önceki halini hatırlıyorduk… “İspanya kralı” Nihat gitmiş; yeniden ekmeğini taştan çıkarmaya çalışan, her pozisyonu kovalayan, savunmasına yardım eden, kısacası Esenler’de doğup, Beşiktaşlı olan Nihat gelmişti. Sonuç olarak sadece kuru bir istatistik yazdı hanesine; ancak Kadıköy’deki Fenerbahçe maçındaki gibi “umursamaz” tavrı yoktu, benim için bu daha önemliydi…Simao’nun golü, hazırlanış açısından Beşiktaş’ın takım oyunu oynadığına işaret ediyordu. Top önce boylu boyunca savunmayı dolaştı; sağbekten, solbek İsmail’e geldi; İsmail ortasahaya döndü ve koşuşuna devam etti; o an mevkisi “sol açık” olan Simao, “solbekin” harika pasıyla buluştu ve golünü yaptı… Almanya’nın Türkiye’ye attığı golü hatırlarsınız; sağbekleri ortalamış, sağ kanatları Müller kafayı vurmuştu. Güzel bir paylaşım örneğiydi, tıpkı bugünkü gol gibi…

Almeida bugün yine harika lob paslar yaptı. Hani fiziğini ve topsuz oyundaki özverisini göz önünde bulundurursak; 3’lü ortasahanın soluna koysan, Tim Borowski model oynayacakmış gibi duruyor… Ama söz konusu santrafor oyunu olunca, çok parlak bir maç yaşamadığını söyleyebiliriz. Birkaç önemli pozisyonda geç hareketlendi; yine ara-ara ofsaytta dolmuş bekler gibi takılıp, ikinci topların atak olarak dönüşmesini frenledi kalkan bayraklarla…

Toraman gibi, duran toplar sırasında elde avuçta durmayan oyuncular, alan savunması yapan rakipler için başa beladır. Bugün yine klasik ön direk gollerinden birini attı, genel olarak iyi bir maçı daha geride bıraktığını söyleyebiliriz. Hilbert’in beke geçtiği ilk zamanları hatırlıyorum; ofansif katkı yapacağı kesin gibiydi de, savunma konusunda soru işaretleri vardı… Oysaki bekte oynadığı hemen her maçında savunması öne çıkıyor. Bugün Ermin Zec’e kaptırdığı top dışında yine savunmada iyiydi, hücumda ise son hareketlerde başarısızdı genelde olduğu gibi.

Sonra bir frikik, korner dönüşü gol ve 2-2. “Maç döndü” tabirini kullanmak bence yersiz olur, Beşiktaş skor ne olursa olsun üstün olan taraftı çünkü, “eyvah” dedirten pozisyon yaşanmadan 2-2 oldu maç resmen… Aslında dönen şey sadece iki goldü… Oyuncu değişimleri bunda etken olduysa da az olmuştur; Tayfur Hoca’ya da yıkamam açıkçası. Bence doğrusu; Bobo <> Almeida, Nihat <> Onur şeklinde olurdu. Top daha fazla ayakta kalırdı gibi…

İki golde de hatalar vardı. Amatör de olsa, eski bir frikikçi olarak; golde barajın hatalı kurulduğunu söyleyebilirim. Duran topun başındaki adam, kaleye göre değil; baraja göre topa vurur. Zaten kaleyi göremez… Eğer kullanılacak yer, her hangi bir direğin hizasında olacak kadar çaprazdaysa; barajın ortası hedef alınır. Hafif bir yükseltiyle barajın ortasından geçen top, kavis alıp tam köşeye gider. Yani böyle durumda, karşında topa vuracak oyuncu sağ ayaklıysa; barajdaki en uzun adam, ortaya geçer… Oysa Beşiktaş’ın barajında Almeida en sondan ikinciydi, yani ölü bölgede… Necip’le yer değiştirseler, belki kafasına çarpar; belki çarpmazdı bilemem ama doğrusu oydu.

İkinci golde ise ihale İsmail’de kaldı. Suçu; topu kontrol istop ederken ayağından fazla açması… Peki tek suçlumu? Kesinlikle hayır…Ezelden beridir bu, “pas yapılarak” kullanılan kornerlere, ya da duran toplara garezim vardır. Daha önce de cepheden kullanılan bir serbest vuruş (hatta o sıra oyuncu değişiklikleri yapılıyordu), içeriye ortalanmak yerine pasa dönüşmüş; yine baskı yenilmiş ve neredeyse yine Beşiktaş kalesine atak olarak dönüşme tehlikesi yaşanmıştı.

Yıllar evvel, bu kez “paslaşarak” kullanayım derken topu rakibe teslim eden adam Tümer olmuş; Lazarov almış yürümüş, titrek Erman (Güraçar) gol ya da asist yapmıştı… Tümer diyorum, hem de ilk pasta diyorum… Top İsmail’e gelmeden iki Beşiktaşlı’ya değmişti zaten, güya duran top… Üstelik gollük bir top kaptırma değildi, oradaki topun kaybı sonucu; arkada gol yenecek kadar açık vermek, takımsal bir sorundu. En son ve en büyük hata da Rüştü’ye aitti bana göre. Kale alanına Beşiktaşlı bir iki oyuncu gelmiş; Pektemek’e de, uzak direğe yapılacak vuruş açısını kapatacak şekilde bir oyuncu basmıştı. Pektemek’in tek seçeneği yakın direkti, aksi takdirde pozisyon zora girecekti. Buna rağmen Rüştü “uzak direğe vuruyorum, ya da ortaya çeviriyorum” feykini yedi… Forvet açısından harika, kaleci açısından hatalı bir gol…

Hadi diyelim ki; İsmail bu golde %100 hatalı, sonra bir de kötü şut tercihi yapınca sınırı aştı, yuhalanmayı(!) hak etti… Bu maçta kötü şut tercihi yapmayanların listesini çıkarayım o halde; Rüştü, Sivok, Toraman,… Liste bitti.

Sonuç olarak; tam da rakibe baskı kurulduğu anda ihtiyaç duyulan bek katkısını, son 10 dakika göremedik İsmail’den, o yuhalama sonrası hücuma artık çıkmadı. Güzel, özgüvenini iyice bitirmek lazım, nasıl olsa solbek çok…

Maçta tek üzüldüğüm nokta buydu… En çok hoşuma giden görüntü de; “Beşiktaşlı” top toplayıcının, golü atan Jedinak’a topu vermemesiydi. “Veremem abi…” tarzındaki mimiklerine bayıldım.

Gençlerbirliği Maçı Öncesi Beşiktaş

Beşiktaş kazanırsa böyle olur, kaybederse şöyle olur demeye gerek yok sanırım. Her Beşiktaş maçı güzeldir, şahsım adıma iple çekerim… 90’ların sonunda Denizli falan gelip 4 atıp gidiyordu hedeften kopunca, ama yine bir sonraki hafta “bu kez kazanırız ya!” der ve beklerdik. Sonuçta bir tokat da Şekerspor’dan yerdik…
O günlerden kalma hastalık, “her Beşiktaş maçı güzeldir”… Ama her maç anlamlı değildir tabi. Lakin yeni yayın ihalesiyle her Süper Lig galibiyeti, neredeyse Nobre maaşının 5’de 1’i demek; çok para demek yani… 6 maç var, hepsi kazanılırsa 4.5 trilyon yapıyor eski tabirle… Ondan sonra Forlan, Temmuz ayının ilk Pazartesi’si gelsin başlasın. 1 yıllık maaşı çıkıyor.

Puantaj açısından da dâhiyane(!) bir şey yakaladım. 6 maç kazanılırsa (ki hiç de imkânsız değil ama bu istikrarsız takımdan 6’da 6 beklemek fazla iyimserlik, biliyorum), Gaziantep geride bırakılır ve 4. olarak sezon kapatılır… Çünkü o 6’da 6’nın içinde bir adet Antep maçı da var ve o Antep şampiyonluğa oynayan iki takımla da karşılaşıyor… Böylelikle kupa ‘olmazsa olmaz’ halinden çıkar, Avrupa Ligi’ne zaten gidilmiş olunur. Bunda “kupayı almak zor” anlamı yok tabi, bu saatten sonra aksi bir durum çok ayıp olur… Kupa alınsın, 4. de olunsun; Antep de 5. olarak Avrupa Ligi’ne hak kazansın, yakışır…Maça gelecek olursak; iki kadrom var. Birincisi Tayfur Hoca’nın kadrosu, taktik idmanı kafamda canlandırdım, öyle çıktı… İkincisi ise “ben olsaydım” kadrosu, e haliyle genç ağırlıklı…

İkinci takım birinci takımı yener bence, hani yenmese bile farklı yüzler görürüz, daha heyecan verir; hem de baya baya futbol oynayarak. Muhammed’i de ikinci yarı Erkut’un yerine alma hakkım saklıdır… Gelecek yıl bizimle olması muhtemel “as oyuncularla”, A2 takımının yetenek olarak ağır basan isimleri bir arada… Erkut da Simao da aynı zamanda içe kat edebilen,10 numara özellikli oyuncular; aslında 4-3-2-1 de denebilir bu tarza. Erkut 17 yaşında henüz, doğrudur. Ancak o mevkinin yaştan önceki önceliği yetenektir… Hasan Türk nerede demeyin, profesyonel değil. Yani biraz gerçekçi bakıp, olasılık dâhilinde olan oyunculardan faydalandım.

Bobo ısrarım da duygusallıktan öte, bu takıma daha iyi uyum sağlayacağı düşüncesindendir. Quaresma’sız Almeida zorlanır gibime geliyor… Erkut’un içe kat edip, araya kaçıracağı isim olarak da Bobo daha uygundur. Fizik olarak da toparlamışa benzer, rövaşata falan…

Sonuç olarak ilk kadro da bizimdir, candır, gücüne güçtür... Fena da değil aslında, maçı kazanmaları muhtemeldir. Tayfur Hoca’nın önceki seçimleri referans alınmıştır… Simao ortasahaya, Fernandes sağ bölgeden hücuma; topsuz oyunda da Nihat'ın boşalttığı bölgeye, Nihat ise Almeida’nın yamacına kayacaktır maç içinde muhtemelen. Bunda zıplayan tribünlerin değil, maç öncesi taktiğin etkisi olacaktır tabii.

İyi maçlar…

Muhammed’le 10 Saniye

Golsüz, bir o kadar da aksiyonsuz bir maç oldu A2 derbisi… Sanki profesyonel düzeyde bir puan maçıymışçasına, her iki taraf da riskten uzak oyun oynamayı tercih etmişti. Beşiktaş, hemen her oyuncusunun standardın altında performans sergilemesine rağmen, maçta yakalanan “etkili” denebilecek pozisyonların çoğunluğuna sahipti. Bununla beraber Oğuz’un ceza sahası çizgisi üstünde düşürüldüğü pozisyon penaltıydı…

Beşiktaş A2 takımında ciddi bir “santrafor” eksikliği göze çarpıyor. Aslında uzun zamandır alt yapı kategorilerinde bu sorun söz konusudur. İlk paf takım deneyimlerine kanat olarak başlayıp, ardından modern bir forvet olma yolunda ilerleyen Ali Kuçik, iki sezondur takımının skor yükünü taşıyordu. Onun Buca transferi, A2 takımı yeniden skor yakalamada güçlük çeken bir yapıya geri döndürdü…Süper Lig görmüşlüğü olan ve sene başında Gençlerbirliği’nden transfer edilen Kemal Akbaba, “umut saçmadığı” bir maçı daha geride bıraktı… Tıpkı Nobre – A Takım uyumsuzluğu gibi, Kemal – A2 Takımı da “hareketlilik” anlamında uyumsuzluk gösteriyor. Yaş olarak bu kategorinin epey altında olan Kadir Ari bile daha belirgin bir fark yaratmıştı son dönemde… Kadir, bu maça sonradan dahil oldu ve “kenar forvet” pozisyonunu aldı. Ancak, tıpkı oyundan çıkan Güven gibi o da pek etkili olamadı denebilir. Güven de tıpkı Kemal gibi Anadolu’dan A2’ye transfer edilen bir oyuncu… Hem bu iki örneği göz önünde bulunduran, hem de daha alt yaş grubu maçlarını izleme şansı olan biri olarak; Okay Yokuşlu gibi bariz şekilde parıldayan bir oyuncu olmadıkça, Anadolu yerine U18, U17’den A2’ye transfer yapılmasını, eldeki değerlere profesyonel sözleşme imzalatılmasını yeğlerim…

Takımda “A2 seviyesini” aşan oyuncular var. Bu kategori öyle bir şeydir ki; oyuncuları bir üste taşıma zamanlamasını iyi ayarlamak lazım. Aksi takdirde belli bir seviyeye ulaşıp, yeterince değer verilmediğini gören çocuklar; umutsuzluğa kapılıp, aynı hızla geri gitmeye başlıyorlar gelişim anlamında… Dünkü maçta o havayı Furkan, Oğuz ve Hasan Türk’te gördüm. Bu 3 oyuncu mutlaka seneye; ya A Takım’da alternatif olarak tutulmalı (tıpkı Necip gibi maç performansı artsın anlamında bile bir daha A2’ye gönderilmemeli) ya da Anadolu’ya kiralanmalıdır. Bu saydığım üç oyuncu da, şuanda Süper Lig seviyesindeler. Zaten aralarından biri gelecek sezon için, bir Süper Lig takımıyla “kiralık olarak” anlaşmış durumda…Mesela Furkan için bir örnek vereyim: Bir Fenerbahçe atağında rakip forvetten daha çabuk davranıp topu aldı ve aut çizgisine sürdü. Korner gönderinde topu rakibe çarpıtma ya da direk olarak dışarıya vurmak yerine; çizgi üzerinde pres yapan rakibine çalımını bastı ve yürüdü… Tabi bu örnek, teknik anlamda bir oyuncunun A2 seviyesinde ne kadar yukarıya çıktığını gösterse de; bir anlamda da, bu kategoriyi artık pek “sallamadığının” göstergesidir amiyane tabirle… Furkan, A Takım’a en lazım olan gençlerden biridir. Çünkü hem defansif ortasaha hem de stoper, hatta sağbek oynayabilecek düzeydi bir oyuncudur. Müthiş yatırımlarla Avrupa’da da önemli işler yapmaya başlayan Braga, bu oyuncuya boşu boşuna sözleşme önermemiştir…

Sağ kulvarda bir stoper boşluğu olduğunda kademe yaparken, ya da yine sağ kulvarın ortasahaya yakın yerlerinde “ölü bölgelere” düşen topları alırken karşımıza çıkan bir isim oluyor her zaman. O da Oğuz Ceylan… Bir savunmacı için “önsezi” ve “pozisyon alma” çok önemli kurallardır artık. Özellikle de oyunu önde kabul eden takımlarda savunma zekayla ve dirençle yapılır. Oğuz'da her ikisi de var gözüküyor ve bir sağbek için yeterince ofansif yetileri de cabası… Ama halen 18’de Oğuz yerine Erhan, Furkan yerine Aurelio görünüyor maalesef…

Hasan Türk; bu maçta kendi ortalamasının altında oynasa da, bana göre fizik & teknik karması söz konusu olursa sahadaki en üst düzey oyuncuydu. Yine sahadaki Beşiktaşlılara bakarsak, profesyonel sözleşmesi olmayan tek bir oyuncu vardı; o da Hasan Türk… Garip bir denklem değil mi?

Son dönemde 2’li ortasahadan biri olarak oynarken, bu maçta ise sol kanatta gözüküyordu. Asli yerini neresi olur diye sorarsanız, iki mevkinin ortak noktası; yani 4-3-3’ün soliçi diyebilirim. Bu bölge için yeterince devamlılık, "17 yaşına rağmen" fiziki yeterlilik, top taşıma özelliklerine sahiptir. 2000 model Deli İbrahim’i hatırlayanız var mı bilmiyorum. Hani “bek olmayan” İbrahim… Özellikle Scala döneminde soliç gibi oynuyor ve takımında “top taşıma” adına müthiş işler yapıyordu. Herkes Barcelona maçını hatırlar fakat kendisinin zirve yaptığı 90 dakika, Lokomotiv Moskova rövanşıdır bana göre… 3-0’a rağmen rakip sıkıntılı geliyor, Beşiktaş ise çıkamıyordu o maçta… Gözüm hep İbrahim’i aramıştı, çünkü top ona gelince pas yapmasına gerek bile kalmadan rakip ceza sahasına kadar topu götürüyordu. Yine böyle bir anda Nouma’ya asist yapıyor ve maç tehlikeye girmeden Beşiktaş lehine kopmuş oluyordu…

Hasan, İbrahim’e göre topla çok daha meziyetli, teknik bir oyuncudur. 4-3-3’ün sol içi, 4-2-3-1’in sol kanadı gibi bölgelerde önemli bir alternatif olabilir. Aksi halde, tıpkı Ali Kuçik gibi “değeri bilinecek” bir yerlere kiralık gitmesi gelişimini hızlandırır.90. dakikada Kemal Akbaba maçın en net fırsatını yakaladı ve yan ağlara vurdu… Ağır bir oyuncu olmasına rağmen, paralel & derin bir topla kendisini kaleciyle birebir bırakan isim Muhammed’di. Oyuna henüz 10 saniye önce dahil olan Muhammed, maçın en net fırsatını yaratmıştı… Şarkıda “1 dakika” der ancak söz konusu Muhammed olunca 10 saniye bile umutlandırıyor insanı…

Konu Muhammed olunca benim daha farklı fikirlerim vardır. Muhammed’in hem A2’de oynaması, hem de kiralık gitmesi risk olur… Özellikle A2 ligi sertlik açısından A Takım seviyesini aratmıyor. Bununla beraber “genç oyuncular” diye hakemler de kart opsiyonunu daha yumuşak kullanıyor. Muhammed’i iyi korumak lazım… Ne seyircinin, ne de doğru dürüst yayının olmadığı ortamlardan uzak tutmak lazım. Yani bir an önce A Takım’a çıkartmak lazımdır bence… 5 dakika, 10 dakika, her neyse… Kopan maçlarda sonradan oyuna girer ve seyirciyle hem motive olur, hem de daha iyi korunur. Kötü bir faulde tribün "patlar"... Genel olarak basın da bu "koruma" saflarına katılabilir. Ayrıca takıma gayet de fayda sağlar… Zaten Kasımpaşa maçında Nobre’nin yerinde bir devre Erkut, diğer devre Muhammed olsa; maç 1 farktan daha fazlası olurdu kesinlikle. Her türlü iddiaya varım, haksız çıkarsam; kafayı jöleye batırdıktan sonra aynadan kendi fotoğrafımı çekip; twitterda falan profil resmi olarak ayarlarım…

Kabul ediyorum, konu özkaynak olunca çok konuşuyorum…

“Quaresma Seviyesi” Yükselince…

Kadroda olumlu veya olumsuz değişimler vardı. Ekrem’in sakatlığı sonucu sağbekte Hilbert’in oluşu, Beşiktaş savunmasını yeniden “güvenilir” hale getirdi. Nitekim bu maçta Ekrem olsa; Ersen Martin Beşiktaş’a attığı kafa gollerine bir yenisini daha ekleyecekti… Maç 1-0 giderken 70. dakika surlarında çok önemli bir ters kademe yaptı Hilbert, hemen her bek oynadığı maçta olduğu gibi, yine bu özelliğiyle öne çıktı.

Toraman da şaşırtmaya devam ediyor, olumlu anlamda… Manisa maçından bu yana epey sağlam oynamaya, hatta hatasız maç bitirmeye başladı. Bugün de onlardan biriydi… Velhasıl, Beşiktaş iki resmi maçtır gol yemiyor. Hilbert’in beke dönmesi çok büyük bir etki oldu bu konuda… Ancak, savunmada hem Sivok, hem de Hilbert demek; Nobre oynuyor demektir bir anlamda… Bugün hücum hattında mecburen bir yerli tercihi yapılacaktı, bu Nobre oldu. Diğer seçenek Nihat’ken, Nobre’nin tercih edilmesi; kendisinin bir “defansif forvet” oluşundan ileri geldi… Aslında bu mevki tabiri espri babında ortaya atıldı ama son dönemde resmen bu özelliğiyle forma şansı buluyor diyebiliriz.Defansif açıdan her zamanki gibi katkı sağladı. Ancak hücumda yine ceza sahasında pek görünemedi, bir pozisyonun haricinde… Onun dışında sık sık Quaresma’ya duvar oldu, ya da olmaya çalıştı. Hani cidden “duvar olsa” yani kıpırdamasa, Quaresma ona çarptırıp geri alacak topu. Ama pas atmaya kalkınca küfür gibi toplar çıkıyor ayağından maalesef… Bir pozisyonda; soldan kaçan Simao’yu gördü, kafasına şut attı…

Kağıt üzerinde Beşiktaş 4-4-2 oynuyordu. Ancak savunma yine epey gerideydi ve ortasahanın işi çok zordu. “Hücum presi mi yapsak, savunmaya yakın mı dursak?” ikileminde kaldı sürekli hem Ernst, hem de Necip… Genellikle savunmaya yakın durdular, o nedenle Beşiktaş yine lezzetli ataklar gerçekleştiremedi. Ortasahayla forvet arasındaki tek bağlantı da Nobre olunca, Beşiktaş için pozisyon bulma anahtarı yine aynıydı: Quaresma.

Quaresma, özellikle de bu dönemde; bir futbolcudan fazlasıdır artık. Beşiktaş için direkt olarak “ölçü birimidir”. Yani, Beşiktaş’ın maçı kazanma şansı, Quaresma seviyesine bağlıdır… Hem Gaziantep kupa maçında, hem de bu maçta; Quaresma seviyesi bir hayli yükseldi ve sonuç geldi… Antep maçında yoktan 2 duran top kazandırma ve 2 gol; burada da savunmayı olduğu gibi gömüp (ortayı yaptığında ayakta duran adam kalmamıştı resmen) ardından Almeida’nın kafasına kitlediği top… Almeida’nın ilk topu girmeliydi, kaleci inanılmaz çıkarttı. Sonrasında ise bilinçli olarak, top kaleciye çarpmasın diyerekten tavana vurdu.İkinci yarının ortalarında, ayağına ters basınca Quaresma seviyesi düştü; haliyle gol bulma şansı da… Bu dakikadan itibaren ortasahanın Kasımpaşa’ya karşı koyuşunu izledik. Özellikle de Necip’le, her zamanki gibi… Dakikası aklımda kalmış, 59 falan… Necip’in iyi değil “büyük” bir ortasaha olma yolunda gittiğini belgeleyen bir pozisyon yaşandı: Ölü bölgeye düşen bir topa hem Varela hem de Necip hareketlendi. Koşu yönü olarak Varela daha avantajlı, yakalarsa direk kaleye kadar inebilir. Necip yetişse bile, dan diye taca vurmasını bekliyorum. Necip yetişti ama topa “dan diye vurmadı”, yeniden kontrolü sağlayacak kadar mesafeye çekti ve takımını atağa kaldırdı…

Necip kadar İsmail’in de gelişimini izlemek oldukça güzel… Sürekli oynamaya başlayınca, üzerine koyuyor bu iki oyuncuda. İsmail de bir çok zor zamanda, sakin çıktı ve oyunu açtı. Ayrıca, artık bindirme yaparken ortasahaya doğru da hareketleniyor… Yardımcı ortasaha rolünü görüyordu zaman zaman.

Tayfur Hoca seneye de takımın başında kalmak istiyor, bunu açıkladı zaten maç sonrası. O yüzden “nerede genç oyuncular?” diye de fazla hayıflanmak istemiyorum aslında… “Eldeki kadroyu ben daha iyi kullanıyorum” imajını çizmek istiyor olabilir. Kupada da ciddi avantaj yakaladı, kalan maçlara bakılırsa ligdeki sıralamayla bile Avrupa Ligi vizesi alınabilir. Hayırlısı bakalım…

İkinci gol gelmedi, handikaplı Beşiktaş oynadığım için kupon tekten yattı, ona acımadım da; ağzından “Kasımpaşa” lafı çıkmayan, 90 dakika küfür eden tiplere stat yapmışlar… İşte o “parama” çok acıdım.

Uzaktaki Beşiktaşlı: Erkan Kaş

Dün Rizespor – Kartal maçının büyük bir bölümünü izledim. Galatasaray - Trabzonspor maçının temposuz gitmesi, “seyircisiz maç” saçmalığı sebebiyle; gözlere Yeni Zelanda’da düzenlenen bir U18 turnuva maçı gibi hitap etmesi bu seçimde etkendi tabi…

Ama asıl sebep Rizespor 11’inde Sezer ve Erkan’ın oluşuydu. Bu ikili yine 11’de devam ederek sezonu bitireceğe benzer… Sezer eski Beşiktaşlı Koray Avcı’yla tandem oynuyordu. Koray süpüren Sezer ise “karşılayan” durumundaydı defansta. Hemen her hava topunda başarılı oldu… Bir stoper, taktiksel anlamda çok şey kazanmaya bilir bu kategoride. Ancak hedefi olan ve her maçı stresli geçen bir takımda oynuyor, bu durum onun mental olarak gelişmesinde önemli bir katkı sağlayacaktır.Böylesine maçlar Erkan Kaş’ı değerlendirmek için daha belirleyici oluyor. Çünkü, Rizespor’un pozisyon bulması için mutlaka birilerinin “ezber bozması”, bireysel olarak öne çıkması şart gözüküyor... 4-2-3-1 oynuyordu Rize ve en ucunda; son vuruş açısından golcü bir oyuncu olsa da genelde hareketsiz kalan Mehmet Al yer alıyordu. Arkasında ise Yozgatlı – Adu – Erkan Kaş üçlüsü vardı. Gol şansı için bu üç oyuncudan biri mutlaka bir iki çalım, zorlama, şut yapmak zorundaydı. En başta da belirttiğim gibi; Rizespor çok kopuk oynayan bir takımdı çünkü… Savunma oldukça arkada bekliyor, ortasahada da Moreno Torricelli kılıklı bir ağabey olan Yunus, tek başına mücadele veriyordu…

Yozgatlı’yı bilirsiniz, üç büyük forması giymiş, özellikle Fenerbahçe yıllarında gayet yardırmış bir isimdir kendisi. Adu’yu ise Football Manager’i önce Championship Manager olarak tanıyan herkes anımsar. Bir dönem; oyun açılırdı, transfer bütçesi verilirdi, kadroda kim var bakılmadan bazı oyunculara teklif yapılırdı. İşte Adu da o “wonderkidlerden” biriydi…

Diğer isim ise bizim Erkan Kaş. “Peki, kim daha fazla 'fark' yarattı?” derseniz, cevap yine Erkan Kaş… Ayağına aldığı her topu, ceza sahasına pas ya da orta olarak tamamladı mutlaka… Tabi taç çizgisi yakınından açılan gelişi güzel ortalar değildi bunlar, hemen her atak girişimi öncesinde adam eksiltmek zorundaydı ve genellikle başarılıydı…Mahalle maçlarından hatırlarsınız; bir adamın özellikle başarılı olduğu bir çalım stili vardır, bunu bilirsiniz ama her seferinde yine aynı çalımı yer arkasından da; “ulan hep aynı hareket…” diye hayıflanırsınız… Erkan Kaş’ın da; “önce Ronaldo (gerçeği) feyki, sonrasında sola veya sağa çekme” şeklinde gelişen bir çalım stili var ve her seferinde başarılı oluyor.

Tabi Rizespor’un ceza sahasında çoğalamaması ve de Mehmet Al’ın ön direk koşularında yetersiz kalması gibi sebeplerle, Erkan Kaş’ın bu girişimleri genelde sonuçsuz kalıyordu. Ancak bu durum, onun bu özelliğini sonuçsuz kılsa da asla “değersiz” kılmamalı…

Karşı kanattan gelişen ataklarda, mutlaka arka direğe koşular yapıyordu Erkan. Ancak kendisi akın yaparken, aynı desteği Mehmet Yozgatlı’dan göremiyordu… Topsuz oyunda ise; ölmüş gözüken toplara bile gitmesi, sürekli pres halinde kalarak rakibi rahat çıkartmaması önemli artılarıydı…

4-2-3-1 ya da 4-4-2 sistemlerinin sol kanadı, Erkan Kaş için en uygun mekandır… Ancak; 180’e yakın boyuyla “arka direk” koşuları da yapması ve rakibinin her iki tarafından geçebilmesi, sonrasında sadece “orta yapmaya” güdümlü olmayıp, şut tercihleri de kullanıyor olabilmesi, onu 4-3-3’ün kenarları için de uygun kılıyor. Örnek verecek olursak, Ozan İpek’in daha teknik ve süratli olanı diyebiliriz…

Velhasıl kelam, kendisi mutlaka önümüzdeki sezon Beşiktaş A takımında en azından alternatif olarak kalmalıdır bence. “Sadece bu maçın özelinde değildir tüm bu değerlendirmeler, kendisi A2 dönemlerinden bu yana bu blogun takibindedir” diyerek kapatayım.

Kurusıkı Tabanca

Beklenen takım sahadaydı, stoper eksikliğinde tercih “tecrübeydi” Beşiktaş’ta. Bununla beraber Simao – Guti – Quaresma ve önlerinde Almeida 4’lüsü oldukça tehditkar görünüyordu kağıt üstünde… Ancak yine ciddi bir kopukluk hakimdi; Almeida Beşiktaş’ın terk forveti gibi değil de, Antep’in “sarkık liberosu” konumundaydı sanki… Hem oldukça yalnızdı, hem de genellikle savunma arkasından kaçamıyor, son adam olarak kalıyordu. Onun bu hali, Beşiktaş’ın nadir atak girişimlerini de sonuçsuz bırakıyordu.Savunma geride durunca; ortasaha da hücuma yakın pres yapamıyor ve Beşiktaş’ın topu geri kazanma şansı güçleşiyordu. Bununla beraber defansif olarak da bir güven söz konusu değildi… Savunma yine set halinde olsa bile sıkça pozisyon veriyordu. Schuster’in kulakları çınlasın; geriye dönmeyen hücumculara yakın olmak adına, savunma hattını oldukça önde tutuyordu işte bu nedenle… Yeni bir felsefe olduğu kadar zorunluluktu, onun yanlışı ortasaha tercihleriydi. Son maçlarda ise ortasaha tercihleri doğru fakat takım eski ısırganlığında değildi…

Durum böyle olunca Beşiktaş’ın isim olarak hayli güçlü göründüğü takımı “kurusıkı tabanca” misali; sadece tehditkar olmakla kalıyordu… Takım olarak icraat göstermesi zordu. Ancak bireysel olarak tek başına “kurşun” görevi alacak oyuncular vardı… Bunların başını Quaresma çekiyor ve beklide Beşiktaş forması altındaki en iyi performansını sergiliyordu…

Dakika başına 3 tekme yeme ortalamasıyla oynadığı maçta; kazandırdığı duran topların 2’si gole çevrildi. Tabi burada Simao’yu da es geçmemek gerek; “uzak forvet” falan değil ama özellikle frikiklerdeki başarısı “uzak olan ihtimalleri” gerçeğe çeviriyor bazen. Nitekim dün sahada oyun yokken, Rüştü tek başına skoru dengede tutarken; harika bir frikik golüyle Beşiktaş’ı hem tabela hem de moral olarak öne geçirdi. Zaten o açıdan gol bulma şansı %40 falandır; Simao’ya bize yeniden frikik heyecanı yaşattığı için minnettarım.

Guti sakat oynadı, sakat çıktı; Kasımpaşa maçında da yokmuş. Sahadaki varlığı pek anlamlı değildi o nedenle… Fernandes hamlesi bir çok şeyi değiştirdi. Top daha fazla Beşiktaş’ta kaldı, kaybedildiği zaman ise geri kazanma şansı daha da arttı. Bu değişiklik, önce oyun sonra da skor olarak maçı Beşiktaş’a getirdi…Sezon başından bu yana söylenen “bireysel olarak öne çıkan Beşiktaş”; ilk kez bu kadar bariz şekilde bireysel yeteneklerle maç kazandı belki de. Ancak genel olarak takımın kurusıkı tabanca görünümü sürüyor. Açıkçası “acaba kim çıkıp maçı alacak?” demektense, “bu maçı ‘Beşiktaş’ bir şekilde çevirir” demeyi, yani takım olarak öne çıkan bir Beşiktaş’ı görmeyi yeğlerim. Öteki türlü ancak böyle maç maç düşünülen ortamlarda başarılı olunur bir nebze…

Öyle veya böyle, Beşiktaş final için Kayseri’ye gideceğe benzer. Böylesine kayıp bir sezon için gayet iyi bir bitiriş olurdu kupa şampiyonluğu. Tabi yine muhtemel bir İBB maçında, yine Esnafspor model ortasahalarla çıkılmazsa… Ama olmaz artık, “çeken bilir” durumu söz konusu… Yıllarca Tayfur Hoca’nın futbolcuğu tartışıldı, defansif ortasaha (halk ve basın dilinde önlibero) kavramı henüz oturmamıştı malum. Haliyle ortasahanın önemini ondan daha iyi bilen olmaz şu ortamda. Guti’yi tereddütsüz çıkarıp, Fernandes’i oyuna atmasından belli…

G.Antepspor Maçı Öncesi Beşiktaş

Kadro açıklandı… Stoper eksikliğinde A2’den gelen destek Atınç Nukan oldu beklenildiği üzere. Gaziantepspor’un hücum hattını gözettiğimiz vakit; Furkan Şeker, Atınç’a göre daha makul bir seçim olurdu diyebiliriz…

Aurelio, Atınç ve Furkan’ın stoper bölgesinde öne çıkan özellikleri ile Antep forvetlerini karşılıklı yazıp, bir denklem kurarsak; Furkan direk 11’e yazılırdı. Neyse, şimdiki daha gerçekçi soru “savunmada Atınç’ı ve Aurelio’yu mu göreceğiz?” sorusudur…

Atınç’ın elbette tecrübe ve çabukluk zaafı var ancak aynı şey Aurelio için de geçerli. O da stoper bölgesi için çok güvenilir bir isim değil. Alex’in attığı kafa golünü hatırlarsanız; Aurelio’nun pozisyon savunmasında zaaf yaşadığını ve çift ayak havada şekilde müdahale yapmaya kalktığını hatırlarsınız. Ortasahanın derininde iyi pozisyon alan bir oyuncudur da, konu stoper olunca “Koray Avcı vari” topa güdümlü bir adam oluveriyor sanki…Atınç için de zor maç olur. Ancak 35’lik bir adamı devşirmektense, bence Atınç’a formayı vermek daha mantıklıdır. En azından hava toplarında bir üstünlük kazanılır, duran toparlarda da Atınç’la daha tehlikeli hale gelinebilir…

Ekrem’in bu maçta sakat olması bir şeyi değiştirmez. Zaten yabancı kontenjanı sıkıntı yaratmadığı takdirde, sağbekte Hilbert oynamalıdır…

Savunma dışında diğer seçimler aşağı yukarı belli. Necip dönen toplara atılacak; Guti zaman ayarlı paslarıyla savunmayı zorlayacak; Bobo ya da Almeida ceza sahasındaki tek isimler olacak; Quaresma ve Simao’dan bireysel olarak akınlar beklenecek vesaire…

Ama bu maç için en önemli etken; Sivas maçındaki gibi defansla forvet hattı arasının açık olmaması. Böylesi bir durum Atınç’ı da olumsuz etkiler. 40 metreye düşülecek takım düzeninde ise hiç sırıtmaz… Bunun için Simao Guti Quaresma’nın geri dönüşleri; savunma hattının biraz önde tutulması ve Necip – Ernst ortasahanın enerjisi çok önemli. Aksi taktirde “Cenk’i döndürmeyin” diyip, durulur…

İyi maçlar.

Ufukta Almeida Göründü…

Aslında üzerine maç yazısı da, analiz de yapılmayacak bir karşılaşma oldu. Ve korkarım ki bu maçların sayısı artarak devam edecek, özellikle de deplasmanlarda… Hedefsiz kalınınca durum böyle oluyor işte; yine bir İnönü maçında seyirci gazıyla ağza bal çalınır, sonra yine bol bol puan dağıtılır Anadolu sermayesine.

Maçtan 15 dakika evvel Gaziantep son saniye golüyle yenilmişti; aslında o kadar da hedefsiz maç değildi bu. Kazanılsa 4. ile puan farkı 4’e inecek, lig sıralaması açısından da Avrupa Ligi şansı sürecek, haliyle kupa olmazsa olmaz durumuna gelmeyecekti. Ama artık öyle; öncesinde yabancı stoperlerin toptan yalan olduğu Antep kupa maçı “dönülmez akşamın ufku” durumundadır artık. Artık bu kadronun, elde kalan ve çok da cazip gözüken tek kupayı da alamadan sezonu sonlandırması ayıp olur zaten…Çıkan 11, isim olarak idealdi. Sahadaki görüntü bir taktik ürünümüydü, yoksa genel olarak boş vermişlikten mi kaynaklandı bilemiyorum ama; Toraman’la Almeida arası, minibüs tarifelerinde “indi-bindi” olarak yer alırdı yani… Ne Portekiz Çetesi geri koşup alan savunması yapıyordu, ne de savunma 4’lüsü öne çıkıp takımı ileri itiyordu… İkisi birden olmayınca ortada önemli bir boşluk oldu. Orta sahadaki 3’lüden ise kimi yorgun, temposuz; kiminin maç pek umurunda değil; kimi ise bir önceki maçın adamlarından biri olmanın kredisini yiyordu.

En azından dönen topları rakibe yedirmeyip, tekrar takımına atak şansı tanıyan Necip de olmayınca; ortaya tamamen “yalan bir futbol” çıkmış oldu. Pozisyon verilmesine verilmiyordu; zaten Sivasspor da aynı model oynuyordu. Ancak Beşiktaş’ın gol bulma şansı; ya uzun topların ufukta gözüken Almeida’yı bulmasıyla doğacaktı, ya da Quaresma ve Simao’nun bireysel olarak yapacakları driplinglerle…Bunlardan birinde Quaresma savunmayı gafil anında yakaladı, Almeida’ya güzel bıraktı fakat kaçtı… Zaten ceza sahasına yapılan ortalarda; top daha ayaktan çıkmadan Sedat Bayrak Almeida’yı bir şekilde ortadan kaldırıyordu. Simao desen, adamın çekilen formasını biz ekran başından görüyorduk; 3 metre önündeki Bünyamin Gezer görmüyordu falan… Daha sonra Sivok’un Cihan’a sadece “dokunan” eli radara yakalanınca, işler tamamen zorlaşıyordu… Ve sonuç kaçınılmaz oldu.

Manasız, anlamsız bir maç daha sadece kaybedilerek son buldu. Şimdi buradan “e bari bir iki genç oyuncu göreydik?” desek, onlara Messi muamelesi yapıyor gibi gözüküyorum anladığım kadarıyla… Şimdi Aurelio’nun bölgesinde Furkan’ı, Ekrem’in 45 dakikada bir sefer düzenlediği kanatta Oğuz’u, solda Hasan Türk’ü akarken görsek fena mı olurdu? Sonuç bundan kötü olmazdı, belki gelecek planlarında düşünülecek bir iki isim cebe konurdu ama… Şimdi elde avuçta yine aynı tartışma, heyecansızlık ve sonuç var.

Sivasspor Maçı Öncesi Beşiktaş

Guti’siz bir maç olacak; ama eğrisi doğrusuna gelmiş durumda… Guti sağlam dahi olsa ben bu maçlık onu düşünmezdim. Elbette hafta arasındaki Antep maçı birinci neden; ikinci neden ise “No Necip, No Party” olayı…

Beşiktaş için 2’li ortasaha kuralı Necip’le başlar; başka bir formül işlemez. Aurelio’nun bu model bir ortasahayı hiç kaldıramadığı bir gerçek de; Karabük maçı Ernst- Fernandes ikilisinin bile yetersiz kaldığını göstermişti. Öndeki kanat oyuncularından da yeterli savunma katkısı gelmediği için (ki aynı sistemi oynayan Fenerbahçe’de, sağdaki Mehmet Topuz resmen bir “sağiç” gibi savunma yapıyor topsuz oyunda.) orta sahadaki enerji gereksinimi neredeyse iki katına çıkıyor. Seken toplar rakipte kalırsa, Beşiktaş set savunmayla pek sağlam duramadığından önemli pozisyonlar verilebiliyor. Ancak “dönen top canavarı” Necip’in olduğu maçlarda, dönen toplar daha çok Beşiktaş’ta kaldığından işler değişiyor…Sivas karşısında Necip’in yerine Aurelio oynayacaksa; Guti’nin yerini de Fernandes doldurmalı ve yeniden üçlü ortasahaya geçilmelidir. Aksi halde; ikinci devreye iyi transferle giriş yapıp, çıkış yakalamış Sivasspor karşısında dirençli durmak zorlaşır. Lig TV’nin verdiği kadrolarda ortasaha Ernst – Aurelio, Guti’nin yerinde ise Nihat gözüküyor. Umarım bu gerçekleşmez…

Toraman – Ferrari tandemi iki maçtır gayet iyi oynuyor. Son milli maçında 11 oynayan Sivok, bu maçta kenarda oturacak gibi… Son maç performansıyla Almeida bu kez 11’de olabilir. “Bu sisteme Bobo daha yatkın” ısrarım sürüyor ancak fizik olarak hala kendini bulmuş değil…

Aslında Beşiktaş’ın da, Tayfur Hoca’nın da kaybedecek bir şeyi yok bu maçlarda. O nedenle keşke Aurelio’nun yerine, Antep BLD karşısında çok başarılı oynayan Furkan’ı sarkık ortasaha olarak görseydik… 18’de birkaç genç isim daha görebilirdik hatta. Mesela maç kadrosunda Erhan Güven’i görünce “kaçak yolcu” ihbarı yapasım geliyor havalimanına… Ama ilginçtir; çift kale maçlarında sürekli kazanan tarafta görüyoruz kendisini. Belki de fotoğraf çekimi anında araya kaynak yapıyordur…

İyi maçlar.