Bi’ Miroslav Karhan Vardı…

Bazı zamanlar (ki genelde Haziran sonu, Temmuz başı gibi olur bu durum), Beşiktaş’ın Avusturya 5. lig 456. grup takımıyla yapacağı hazırlık maçını, Şampiyonlar Ligi yarı finaliymiş gibi beklerim. Yine o moda girdim sanırım… Antrenman fotoğraflarının yayınlanmasıyla bunu daha net anladım. Eskiden direk Fulya’ya taraftar baskını olurdu ilk idmanda, direk açılış havası yaşanırdı. Ayrıca bir de İnönü’de açılış yapılırdı tabi...

Yine öyle bir sene… Fevzi’nin ıskasıyla tamamlanmış bir sezon sonrası, Serdar Bilgili yönetimi transfer taarruzuna kalkıyor. Ahmet Hamoğlu, gün geçmiyor ki sepet oğlu sepet bir yerliye milyon dolarlar ödeyerek, bir de “iş bitirdim” edasıyla kameralar karşısına çıkmasın… Fazlı’ya, Ümit’e, Erman’a neredeyse yeni bir kulüp satın alınacak kadar para dökülmüştü. Belki de, “Beşiktaş ve borç” kelimelerinin, aynı cümle içersinde sıkça bahsedilmesinde ilk çentik o sezondu…

Ancak yabancı transferinde ise tersi bir durum vardı, doğrusunu söylemek gerekirse Khlestov bile önemli bir transferdi. O facia defansın arasında tam adından bahsettiremedi, orası ayrı tabi… Bir sonraki sezon Daum’un sisteminde boş bir adam olmadığını kanıtlamıştı nitekim. Tabi ki o sezon gelen üç yabancıdan en önemlisi Pascal Nouma’ydı. Ve bahsi geçen oyuncu: Miroslav Karhan.

Patrick Vieira’nın patlamasıyla, yavaş yavaş ortasaha oyuncularında boy – fizik endamı da aranmaya başlanan dönemler. Aslında bir iki sezon daha geçseydi, Karhan gibi bir oyuncunun ülkeye gelişi daha da zor olabilirdi… O sezon Beşiktaş’ın hemen her iyi maçında imzası vardı. L. Moskova maçında hücuma destek verip attığı kafa golü, rövanşta Beşiktaş’ın elini daha çok rahatlatmıştı… Daha sonra Şampiyonlar Ligi’nde sürekli iyi oynadığını hatırlıyorum. Buna 6’lık Leeds maçı da dahil… Hatta bir pozisyon vardı daha maçın başında: Karhan yaklaşık 30 metreden şut atmış, top çok az farkla dışarı çıkmıştı. Hatta fileyi tutan direğe vurup ağları havalandırmış, ufak bir gol heyecanı yaşatmıştı… O top içeri girse belki… Yok yok, yine 6-1 olurdu… Viduka, o Erman’la Ümit’in arasında çıkıp her topa kafayı vururdu yine sonuçta.

Buhranlı geçen sezon sonraları, eldeki önemli oyuncuları da yalan etme potansiyeli vardır her zaman Beşiktaş’ın. Karhan’da da öyle bir durum yaşandı… 1 sene oynadı ve hemen gönderildi. Oysa bir sonraki sezon yani 100. yılda kadroda olsaydı, Lucescu’nun takım yapısında çok farklı bir izlenim bırakabilirdi. Ki Giunti oraya oturana kadar, nam-ı diyar “Müslüm Baba” Amaral ve Maldaraşanu ile denemeler yapılmıştı. Karhan’la buna hiç gerek kalmayabilir, hatta 2-3 sene öncesine kadar halen Beşiktaş’ın değişmez oyuncularından biri olarak kalabilirdi…

Öyle işte, bi’ Karhan vardı; geçenlerde BJK TV’de yayınlanan Levski Sofya maçı ve sonrasındaki twitter muhabbetiyle aklıma düştü, ağabeyin kulağını bir çınlatayım dedim. Böylelikle klavyeyi de biraz ısındırmış olduk…

Futbol Aşkı: Polster ve Messi

Dün akşam Austria Wien’in 100. yıl kutlamaları sebebiyle, 90’lı yılların yıldız futbolcularını barındıran Figo All Stars adlı takımla bir gösteri maçı vardı. Sadece sonlarını izleyebilsem de, gördüğüm en “ciddi” gösteri maçıydı diyebilirim. Herkes mevkisini bırakmıyor, ciddi ciddi savunma yapılıyordu. Hatta Pauleta, iyi pas atamayan Elber’i fırçalıyordu falan, ilginçti…Austria Wien’in faal takımı aynen sahadaydı, ilerleyen dakikalarda takımın eski yıldızları birer birer oyuna girdi. Her oyuna giren oyuncu için, tribünleri tamamen dolduran taraftarlar büyük gürültü koparıyordu… İçlerinden sadece birini anımsıyordum: Toni Polster… Aslında futbolculuk zamanlarını pek hatırlamıyorum, ama adını çok duymuştum. World Cup 98 oyununda, ancak Q tuşuyla durdurulabilen forvetler arasındaydı… Türkiye’nin, Rıdvan’lı Feyyaz’lı, Tanju’lu kadrosuyla 3’lediği Avusturya milli takımında da yer almış. O maçın tekrarını izlemiştim TRT 3’den. Bir zamanlar Shevchenko için, şimdilerde Klose için söylenen sözler, o zamanlar da Polster için söyleniyormuş Türk spikerleri tarafından: “aman dikkat!” gibisinden…

Zamanında iyi futbolcu olduğunu kanıtladı Polster, daha attığı ilk şutun çataldan dönmesiyle. Baya da üzüldü… Gol atmak için çok çabaladı, seyircinin de gazını yedikçe, aldığı her topu kaleye vurmaya başladı. Belliydi ki futbolu ve gol atmayı çok özlemişti. Çim kokusu, tezahüratlar, gol bekleyen kalabalık; 20 yıl öncesine götürmüştü adamcağızı, bunu her hareketiyle belli ediyordu. Ki aradığı golü de bulduktan sonra, içindeki bir zamanların Toni Polster’i çıkıverdi… Müthiş bir sevinçti…

Hızlı gelişir ama çok kısa sürer futbolun şöhreti… İlhan Mansız 1999’un kış aylarında, Beşiktaş – Samsun maçı 0-0 bitsin diye oyuna 90. dakikada sokulan yedek bir forvetti… Bir sonraki sezon müthiş bir çıkış, derken Beşiktaş yolu… Buradaki ilk senesinde krallık, Dünya Kupası falan derken; 2002 yazında tüm dünyanın tanıdığı bir isim oldu. Sadece 3 yıl içinde yaşandı bunlar… Ve yine, sadece 3 yıl daha sonra kimse İlhan Mansız’ın adını anmıyordu…

Daha geçen yaz Dünya Kupası oynamış, sonra pek ara vermeden başladığı sezonla 53 resmi maç yapmış Messi, yine bir yazını daha futbol oynayarak geçirecek Copa America’yla… Aslında ben de buna anlam veremiyordum, “deli yahu bu herif…” diye geçiriyordum bu günlerde içimden… Ama dün Polster’in hallerini görünce, Messi’ye hak veriyorum. Şüphesiz, turnuvanın Arjantin’de düzenlenecek olması da ekili olmuştur. Fakat bence asıl sebep Messi’nin futbolu çok sevmesi ve belli bir zaman sonra istese de çok sevdiği futbolla bu kadar iç içe olamayacağını bilmesidir… Batistuta Copa Amerika 99 için “ben gitmem!” dedi de ne oldu, 4 sene sonra Katar’daydı… Ondan bir iki yıl sonra da ancak bahsi geçen gösteri maçlarında boy gösterebilirdi…

Messi’nin de bundan en fazla 10 sene sonra adı Katar kulüpleriyle anılır, belki gitmez ama bunu duyanlar “olmaz” demeyeceklerdir… Ondan bi’ 5 sene sonra da, en fazla “bi Messi vardı…” cümlelerinde yer bulacaktır… Ya da yeni parıldayan bir genç yıldız için “Messi gibi” sözleriyle adı hatırlanacaktır.

Messi elinde fırsat varken, her futbolsever için şuan tartışmasız en şaşalı futbol sembolüyken bunun tadını çıkarıyor ve ben de büyük saygı duyuyorum. Bize de, Messi’nin futbolculuğuna doymak düşer, artık ucu nereye kadar varırsa… O yüzden her ne kadar Arjantin maçlarının saatleri ters olsa da, ben de en ufak bir Messi fırsatını kaçırmak istemiyor ve 2 Temmuz’u bekliyorum…

Bebe’nin De Adı Güzel

Biraz ara, dedik ama sağ olsun transfer harekâtı mola aldırmıyor. Forvet transferi için Mendes’in torbasından Bebe çıktı son olarak. Geçen yıl 7.4 milyon Sterlin'e Manchester yolunu tutan oyuncu için, satış opsiyonu olarak 2-3 milyon civarı bir şeyin belirlendiği söyleniyor İngiliz basınında. Beşiktaş bu pastanın, zamanında lezzetli diye sunulmuş ancak tadının tam farkına varılmamış dilimlerinin peşinde anladığım kadarıyla. Bakalım… Zamanla hem Sidnei hem de Bebe’nin gerçekten tatsız potansiyeller mi olduğu, yoksa farkına varılmamış lezzetler mi barındırığı soruları cevap bulacaktır. Gerçi Bebe için durum daha farklıydı. Çok kalabalıklaşmış bir bölgeye dahil oldu Manchester'da, takıma girebilmesi için mucizeler yaratması gerekiyordu. Daha ilk andan itibaren Manchester forumlarında "her tarafımız striker oldu yahu" gibi bir eleştri söz konusuydu...

Benim Bebe hakkındaki ilk hislerim olumlu, heyecan verici… "Doğru dürüst oynatılmayan bir adamı nerede gördün de heyecanlandın ve iyi hisler uyandırdın?” diye sorabilirsiniz tabi. Ne bileyim, mavi hissediyorum işte… Sahi, kapalı kutu ve içindeki para konu başlıklı yarışmada gayet yorum falan düşülüyor, saatlerce beyin fırtınası kopuyordu. Ve reyting patlaması yapıyordu yani… Benim en azından elimde somut verilerim var Bebe’ye karşı. Tablo güzel…

Öncelikle 1.90 boyuna karşılık, gayet atletik ve hızlı bir oyuncu. Uzun olmasına rağmen adımlarını çabuk atıyor, Karayip genleri olabilir kendisinde. Bu özelliğini sezinlemek için 10 maçını izlemeye gerek yok, Bursaspor maçındaki görüntüsü ve kısa kısa videolarından bunu kolaylıkla sezinleyebiliriz. Aynı zamanda gol bölgelerine koşu yapması da dikkat çekici, Bursa maçında attığı gol de öyleydi. Portekiz’deyken santrafor oynuyormuş zaten… Süratli yapısıyla kanat, fiziksel yapısıyla santrafor oynayabilen bir oyuncu. Birleşimi, buralarda her zaman söz ettiğimiz “uzak forvet” tanımlamasını karşılıyor sanırım.

Yine kısa kısa görüntülerden gördüğüm kadarıyla, şutları da fena değil gibi. Tekniği de normalin biraz üstü… En beğenilmeyen özelliği “orta yapamaması”, hakkında ti’ye alınmış videolar genelde bu tarz içerikli. Lakin Beşiktaş’ta orta yapma sıkıntısı yoktu zaten son dönemde. Ayağının içiyle, dışıyla, burnuyla, üstüyle, aşil tendonuyla orta yapabilecek isimler mevcuttur. Ancak bu pasları karşılayacak birileri yoktu, sadece santrafor vurabiliyorsa vuruyordu. Bebe, bu konuda çözüm olabilir…

Çok yetenekli bir oyuncu olmayabilir, ama olabilir de. Ancak asıl önemli olan, uzak forvet yapısıyla takımda önemli bir eksiği giderebilecek olmasıdır. En azından ilk izlenimlerde öyle görünüyor. Herkes yetenekli olacak diye bir şey söz konusu değil zaten futbolda, bazen tamamlayıcı oyunculara da ihtiyaç vardır. Bebe’nin orta yapmasına gerek yok, ancak arka direkte çabukluğuyla ve 1.90’lık boyuyla bitiverirse, takımın skor yükünü çok hafifletebilir.

Bebe ideal bir 4-3-3’ün sol kenarında oynar gibi duruyor. İçe hareketlenip şut atar, sağdan gelecek ortalara & paslara cevap oluşturur, otomatikman cezasahasındaki forvet sayısını ikiler… Kendisi atak geliştirir de sıkışırsa, orta açmak yerine bekini kaçırmaya çalışır ya da ortasahaya topu aktarır. Zaten bilinçli yapılmadıkça, “orta ve top kaybı” aynı anlamı taşıyor bir bakıma…Oyuncu profillerine göre, Beşiktaş için en ideal takım şekli böyledir bence. Pektemek sadece yerli oluşuyla değil, bütünleşik hareket eden takımda Almeida’dan daha yatkın bir orta forvet oluşuyla 11’e girmiştir. Aslında Schuster’in geçen sene arzuladığı, “hareketli, bitirici, topla yetenekli” forvet tanımlamasının karşılığıdır o da… Böyle esnek bir hücum hattı arkasında, Guti’nin oyun zekasından daha iyi faydalanılır. Guti; boşa hareketlenen adamı hem görüp, hem de atabilecek 3 adamdan biridir (Guti, Xavi, Pirlo). Ancak kanatların cezasahasından uzakta kaldığı bir 4-2-3-1 sisteminde, ancak taç çizgisi dolaylarına oyuncuları kaçırabiliyor. Böyle bir yapıda, hem Bebe’yi hem de Pektemek’i kaleciyle birebir bırakabilir sıklıkla. Pektemek tercihiyle, Hilbert’e de bek yolu açılıyor otomatikman.

Zamanında bir Bobo vardı hatırlarsanız… O da çok yetenekli değildi ama var olan özelliklerine sahip bir başka forvet daha takımda yoktu. Carew gitmiş, yeri Youla, Ailton gibi oyuncularla doldurulmuştu… Bobo, sırf fiziği ve sırtı dönük oynayabilmesi sebebiyle bile Beşiktaş’ta birçok şeyi değiştirebilirdi. O günlerde, ona da çok olumlu hissiyat beslemiş, hatta "Somos todos Bobo" başlıklı bir koruma yazısı yazmıştım. Beklediğimden de fazlasını değiştirdi…

Bebe transferi de birçok konuda Bobo’ya benziyor. İzlenmemiş, ya olursa diye transfer edilmiş... Henüz 20 yaşında ve ilginç özellikleri var. Beşiktaş’ın kaybedecek pek şeyi yok bu transferde ama olumlu ihtimalde çok şey kazanabilir… Ayrıca Sergen’in o günlerde Bobo için söylediği gibi: Bebe’nin de adı güzel! Umuyorum futbolculuğunu da Bobo gibi güzel yansıtır.

Eski - Yeni Sezon

Futbolun en güzel tarafı, her zaman yeniden başlamasıdır… Tuttuğun takım kötü gitse de, bilirisin ki birkaç ay sonra yarış yeniden başlayacak, puan farkı otomatikman kapanacaktır. Benim gibi futbol aklı 90’ların ortasında çalışmaya başlayan Beşiktaşlılar için, yaz aylarında umulan şampiyonluk hesapları %15 - %20 arası bir ihtimalle sezon sonunda gerçeklik kazanır, takım şampiyon olur…

Şampiyonlukla nihayete ermese de, güzel hatırlanan sezonlar vardır. Bunun için şampiyonluğa oynanmış olması yeterdir aslında… 100. yıldan, Tigana dönemine kadarki buhran dışında Beşiktaş, her sene şampiyonluk şansını son haftalara kadar taşıyan bir takım halini almıştı. Bu sene yeniden eskiye dönüş yaptık o anlamda…Ancak geçen senenin de, futbol anlamında birçok yenilik olması bağlayıcı unsurdu. Skor olarak her zaman iyi sonuçlanmasa da, Schuster’in aşılamaya çalıştığı önde basan, bütünleşik oynayan ve topa sahip olmaya çalışan takım yapısı; ara ara süre alan genç oyuncuların performansı; Guti ve Quaresma gibi sadece imzasıyla bile tribünleri dolduran oyuncuların göz pası silmesi gibi durumlar… Puan durumu ışık saçmasa da, Beşiktaş’ın her maçını iple çekilir bir hale gelmişti, en azından benim için böyleydi…

Beşiktaş takım oyunu anlamında çok başarılı maçlar çıkardı; iki Porto maçı, içerideki Bursaspor ve Helsinki maçları bunların başını çekiyordu. Hücumsal zenginlik açısından İnönü’deki Ankaragücü ve Buca maçlarının yeri ayrıdır… Gençlerbirliği ve Galatasaray deplasmanlarında ise, kadro kurma sıkıntısı çekilmesi sebebiyle alternatif formasyonlar, maçın her anında hamleler anlamında taktiksel zenginlik vardı… Bununla birlikte istenilenin alınması, ortada pek oyun olmamasına rağmen bu maçları güzel kılmıştı.

Aslında sene başında beklenti zaten büyüktü… Erken rotasyon hamleleri, Schuster’in takımda zamanında denenmiş şeyleri denemesi sebebiyle bazı gereksiz puan kayıplarını beraberinde getirdi. Akabinde, asıl rotasyon gerekilen dönemde de; bu kez zirveden kopmamak için rotasyon yapılamadı ve üst üste sakatlıklar başladı. Bu sakatlıklarda kondisyonerin uyguladığı antrenman sisteminden de şikâyet ediliyordu… Aslında Schuster’in uygulamaya çalıştığı sistem, oldukça iyi öğreniliyor hatta sonuçlar alınıyorken; bu sakatlıklar takımın gidişatını baltalıyordu…
İkinci devrede yapılan transferler, söylemler, beklentiyi iyice tavan yaptırıyordu. Schuster de, elindeki yeni ve eski yıldızlarından bir harman yaparak; “ya herro ya merro” görüntüsünde bir sisteme dönüş yaptı. Aslında, Quaresma – Simao- Guti – Almeida gibi oyuncuların hepsinin birden sahada olunması isteniyor ve aynı zamanda "17'de 17" bekleniyorsa, böyle bir taktik kaçınılmazdı… Beşiktaş ilk yarıdaki 4-3-3 sistemini terkediyor, kalkansız şekilde taarruza kalkıyordu... Ya "yarıp geçecek" ya da ilk darbede yıkılacaktı. İBB deplasmanında o darbe geldi ve sezon lig anlamında zihin olarak bitti… Futbol anlamında yapılan güzel hamleler de, bir noktadan sonra insanları kandırmamaya başladı. Özellikle ikinci devrede şampiyonluk planlarının tamamen dışında kalınması, her anlamda manasız maçlara çıkılmaya başlanması Beşiktaşlı'nın kalbini kırıyordu. Açıkçası, son dönemde öyle noktaya geldim ki ben de; puan kaybına üzülmeyi bile özledim diyebilirim...

Yeni planlamalarda, geçtiğimiz sezonun iyi etüt edilmesi gerekir… Her şey kötü değildi çünkü, bazı nüanslar Beşiktaş’a istediğini aldıramadı. Geçen sezondan iyi işleyen şeyler de vardı, onları hepten hiçe saymamak gerekir… Mesela, Guti’nin dışında iki net ortasahanın daha olduğu (genelde Necip – Ernst) ve önde baskı yapan bir 4-3-3’le Beşiktaş çok iyi maçlar çıkarmıştı… Kadrodaki derinlik zaafı, bu sistemi birkaç oyuncunun avucuna bırakmıştı.

Bu sezona girilirken kadronun genişletildiğini görüyoruz. Özellikle stoperde, gelecek sezonda mecburiyetten Aurelio’nun falan devşirilmeyeceğini biliyoruz artık… Geçen sezonun 4-3-3’ünde tek delici kenar oyuncusu Quaresma iken, şimdilerde oraya devre arası dahil olmuş Simao ve bu yaz gelecek olan Veli, Burak gibi isimler dahil olacak… Bobo’nun santrafor yedeği sadece Nobre iken, gelecek sezon bu bölgede Pektemek, Mehmet Akyüz gibi isimler alternatif oluşturacak… Hatta bir forvetin daha alınacağı söyleniyor, ben pek gerekli görmesem de…

Geçen sezonla, gelecek sezonun arasındaki en büyük fark da “beklenti” durumu. Yapılan transferlerin taraftarı heyecanlandıracak cinsten olduğu söylenemez. Bu durum Beşiktaş adına iyi haber aslında... Daha önce de bahsettiğim gibi, Beşiktaş taraftarı kadrodan beklentisi olmadığı sezonlar, takımın en büyük yıldızı olmuş, takımın itici gücü olma konusunda mecburiyet duygusu yaşamıştır… Aksi halde “gelip iki hareket izliyim” düşüncesindeki taraftar yoğunluk kazanıyor ne yazık ki…

Beşiktaş’ın sağbeke yabancı almayacağı kesinleşti, hatta hemen hemen her bölge netlik kazandı bu konuda. Tayfur Hoca, bunca stoper derinliği içersinde Toraman’ı yok saymak istemeyecek ve onu sağbek bölgesinde değerlendirecektir… Sağbeke kaliteli bir oyuncu transferini isteyen biri olarak, bu durumun bana teselli oluşturduğunu söyleyebilirim. Toraman’ın A Planı’nda sağbek olduğu bir yapıya itirazım olamaz…

Tigana döneminden bu yana ara-ara bek oynayan Toraman, Denizli döneminde işin ofansif tarafı konusunda da ilerleme kaydetmişti aslında. Yani sadece savunmacı bir bek olarak da görmemek lazım, topla dengeli çıkabiliyor zaman zaman. Erhan Güven’den iyidir bu konuda mesela… Son şampiyonluk sezonunda; 3-0’lık Antep deplasmanında bir sıfıra inişi vardı, sağbek hücumu konusunda zirve anıdır Toraman’ın. Bir de şampiyonluk golü var tabii…Aslında sistem olarak da, şampiyon Beşiktaş’a dönüş yapılıyor ufaktan… 4-2-3-1 sisteminin, genel olarak Süper Lig CV’si iyidir, hemen hemen her şampiyon bu sistemi oynadı son dönemde… Mustafa Denizli’nin geç de olsa Cisse – Ernst ortasahasına dönüşüyle birlikte, bu sistem daha iyi uygulanabilir bir hale çevrilmiş ve şampiyonluk geliyorum demişti… Yine ortasaha kilit nokta olacaktır…

Necip, o iki ortasahadan biri olacak orası kesin… Hem yerli oluşu, hem de temposuyla mecburi bir seçimdir. Hatta alternatifi bile gözükmüyor… Yanındaki isim Fernandes ya da Ernst olacak. Aslında ideali Ernst’tir, ancak o da eski seviyesinde değil gibiydi en son gördüğümüz kadarıyla. Ben Fernandes’in, Beşiktaş’ın kontratlı oyuncusu olmasından sonra işini daha ciddiye alacağını ve en az topla yeteneklerinde göze battığı kadar, savunma anlamında da disiplinli oynayacağını düşünüyorum… Yani seçimim Fernandes olurdu, ki Tayfur Hoca’nın da öyle olacak gibi.

Forvet arkasında o dönem Tello vardı. Biraz durarak oynar, oyunun içersinde pek dahil olmazdı ancak oyun zekası baya iyi olduğundan fazlasıyla fark yaratmış, asistleriyle ön plana çıkmıştı. Aslında o dönemde şanslıydı da, Denizli 4-3-3 oynasa kenar forvet yapıyor; 4-2-3-1 oynasa forvet arkasına alıyordu Tello’yu. Sistem ne olursa olsun, kendisine en uygun olan mevkiye kavuşuyordu. Aynı şans, Beşiktaş kariyeri boyunca Delgado’da olmadı mesela…

Guti de aynı modelin daha gelişmişi, oyun zekasıyla takıma büyük katkı yapacaktır ancak skora katkısı düşük olacaktır… 2009’un Beşiktaş’ı, bu bağlamda farkı Holosko’nun uzak forvet oyunuyla yaratmıştı. Hatırlayacağınız üzere, özellikle ligin son haftalarında Holosko hemen her maç golle tanışmıştı, şampiyonluk maçı da buna dahil…

Ancak şimdiki kanat oyuncuları (Simao – Quaresma) topsuz koşularını genelde kenara doğru yapar, içeride pozisyon almazlar. Almeida’ya çok fazla yaklaşmazlar… Aslında Simao bitiricilik anlamında takımda en öne çıkan isimdir. Ancak bu tipte pozisyonları sık bulacak kadar topsuz koşu dengesi yok onun da, ayrıca diğer kenarda Quaresma olunca o mecburiyetten biraz geride kalıyor…

Bu sistemin tam olarak ideal olması için; Guti’ye Amerika yolunda izin verilmesi ve o bölgede daha skor vasıflı ve daha hareketli bir 10 numara alınması gerekirdi. Küme düşen Monaco’daki Park Chu-Young gibi mesela… Aynı zamanda sağlam tekliflerin olduğu iddia edilen Quaresma’nın satılması ve daha takım oyuncusu, uzak forvet koşularına sahip bir winger alınması gerekirdi. Holosko’nun iyi dönemlerindeki gibi, hatta daha iyisi bir oyuncu… Örnek olarak Huseklepp, Maiga gibi…

Quaresma’nın gelmesini çok istiyordum, resmi açıklama yapıldığı zaman da çocuk gibi sevinmiştim yalan değil… Ancak, peşinden Simao gelmişken ve yerli olarak da alternatifler çoğalmışken “Quaresma’yı satmıyorum” demek marifet değildir bana göre… Satmak, vizyon kaybı olarak görünse de aslında tam tersidir. Beşiktaş, bir oyuncuyu tekrardan canlandırmış, milli takıma aldırmış ve yeniden Avrupa piyasasına sürmüş olacaktı Quaresma’nın satışı sonrası… Bu durum, gelecek için de olumlu referans oluştururdu. Mesela Real Madrid’de yedek kalmaya başlayan Higuain gelir, yeniden Beşiktaş’la parlama umudu taşıyabilirdi…

Bir tek Carew’de bu doğru hamle yapıldı, yeri doğru doldurulamadı orası ayrı… Ama Beşiktaş gibi kulüplerin, aldığı bir oyuncu değer anlamında iki katına çıkmışsa elinde tutma lüksü yoktur. Hele de bizim gibi tez canlı, bakış açısı çok kısa süre içinde değişebilecek bir ülkede… Hedefe varılamamış bir sezon sonrası Quaresma gibi oyuncuların hem fiyat, hem de taraftarın gözü açısından değeri düşer…

Neyse, sonuç olarak önümüzdeki sezonun Beşiktaş’ı bellidir ilk planda. Tayfur Hoca, belki aklında başka fikirlere sahip olsa bile “idare etmek için” bu tip bir sistemle yola çıkacaktır… Yine aynı mantıkla, Sidnei yeni bir transfer olduğu için en başta onu oynatacaktır diye düşünüyorum.

Bu sistem, Guti – Pektemek, Toraman – Hilbert değişiklikleriyle ofansif bir 4-4-2’ye dönüştürülebilir. Bazı maçlarda skor gelmediği zaman oyunun gidişatına göre de yapılır, rakibe göre daha en başından da uygulanabilir…Yeri geldiği vakit çizgiye kadar inebilecek iki bek ve her anlamda iki delici kanat oyuncusu... Yüksek toplarda etkili bir santraforun yanında, doğru koşular yapabilecek, gol vuruşları temiz ve durum gerektirirse kendi şut açısını bulacak kadar adam eksiltebilen bir ikinci forvet... Takım kopuk hareket etmezse, böyle bir sistem altında bu takımın gol bulma şansı bir hayli artar...

Ama işte, yazının başında geçmiş sezona değinirken; aslında gelecek sezonun da değerlendirmesini yapmak istemiştim. Bence o dönemin 4-3-3’ünde pek sorun yoktu, alternatifsizlik dışında… Pektemek, 4-2-3-1’in kenarlarında sıkıntı çekebilir fakat rahatlıkla 4-3-3’ün uzak forveti olarak oynayabilecek bir oyuncudur bence. Bu bölge için yeterli dinamizme, hareketliliğe ve gol bölgesi koşularına sahiptir. Quaresma, Simao’dan birinin olmadığı bir gün, geçtiğimiz sezon tohumları serpilen 4-3-3 sistemine geçilebilir. Böyle bir alternatif kesinlikle rafa kaldırılmamalıdır...

Guti, defansın kucağından uzaklaşıp geriden top aldığında daha etkili olmuştur. Bu sistem onun yapısına daha uygundur aslında… Keza Fernandes de, ikili ortasahadan ziyade 4-3-3’ün içerinde oynadığı vakit daha olumlu izlenimler bırakacaktır. Necip’in ideali 4-3-3 soliçidir bence, ama ortasaha süpürücüsü olarak da geçtiğimiz sezon başarılı maçlar çıkartmıştı. Aslında derinde Ernst, kenarda Necip de olabilirdi. Ancak bu takımın “topa sahip olma” öncelikli düşüncesi olacağından, Fernandes’in tercih edilmesi daha makbuldür… Ayrıca, tandemi oluşturması muhtemel Sidnei – Ersan ikilisinin de, derindeki bir savunmadan ziyade; koşu tempoları, çabuklukları ve topla iyi ilişkileri sebebiyle, önde kurulmuş bir savunmada daha başarılı olacaklarını ön görmekteyim…Sivok, Sidnei, Hilbert, Ernst, Fernandes, Guti, Quaresma, Simao ve Almeida… Normal şartlarda bu oyuncular gelecek sezonda Beşiktaş’ta gözüküyor. Almeida satılmadıktan sonra, yeni bir santrafora gerek yok gibi gözüküyor. Ama öyle bir telaş var nedense… Üstelik A Planı 4-2-3-1 gözüken bir takımda, Pektemek ve Akyüz de varken; bana pek anlamlı gelmiyor yabancı santrafor transferi. Gerektiğinde ikinci forvet, uzak forvet de oynayabilecek; potansiyel genç bir isim alınabilir belki. Buna pek itiraz etmem… Ama örneğin, Klose gibi yıllık maliyeti yüksek bir yabancıya gerek yok Almeida varken… Bana kalsa bir ortasaha transferi daha gerekli; hele de Aurelio’nun, Guti’nin ve Ernst’in temposu ortadayken… Yine blogda adından söz ettiğimiz Radosav Petkovic gibi mesela… Aslında, ana sitemin 4-2-3-1 olacağını düşünürsek; toparlanmaya başlayan, ayağından vida çıkan Holosko’nun da takımda tutulması mantıklı olurdu. Özellikle Avrupa maçlarında bu sistem oynanacaksa, diğer tarafta Holosko gibi koşu devamlılığı olan bir oyuncu şart gözüküyor. Şart gözüküyor da, o ihtimal de biraz uzak gözüküyor sanırım… Taraftarla da arası açılmıştı, bu saatten sonra kendini kabullendirebilir mi? Böylesi baskı altında zor gibi…

2010/2011 sezonuna veda, 2011/2012 sezonuna ise merhaba yazısını geride bırakıyoruz böylelikle… Sahi, 2012 nedir yahu? Hatırlıyorum de ilk menajerlik oyunumu 98’de almıştım, Ultimate Soccer Manager 98 isminde bir oyundu. Inzaghi falan genç yetenekti yani. 2010’lara falan gelince error vermeye başlıyordu oyun zaten, takriben 2007 gibi bitiriyorduk kariyeri. Şimdi sahiden 2012’ye dayandık arkadaş…

Hatta Geleceğe Dönüş 2’de, Marty McFly reyis 2015’e uçuyordu yahu… 3.5 sene kaldı, camdan bakıyorum hala uçan arabalar, sadece su üstünde gitmeyen ateşli kaykaylar falan yok. Kandırıldık… Neyse, metrobüs neyimize yetmiyor.

Uzunca bir yazı oldu sanırsam. Biraz kapanış, biraz da açılış mahiyetinde... Zaten bu sıralar hem bazı işlerden, hem de futbolsuzluktan dolayı bir süre (Temmuz’a kadar falan) yazı gelmeye bilir. Gelse de seyrek gelir… Topluca döküldük birçok konuda. Artık yeni sezonda görüşmek üzere; iyi tatiller… Hıncal Uluç gibi el sallamıyorum merak etmeyin.

Başardılar… (U19 Elit Tur) Türkiye 1 – 0 Almanya

İki ülkenin genç milli takım maçları, genelde derbi havasında yaşanır. Bu karşılaşma da onlardan biriydi; hem sert rekabet, hem de final niteliği taşıması maçı şenlendirdi… Zaten Sezer de maç öncesi twitterdan attığı mesajlarla, ne denli hırslı maça çıktıklarını belgeliyor, “son iki maçta yerden alamadığımız Leitner, bu sefer işin zor…” diyordu. Sanırım "yerden kaldıramama" muhabbeti, son iki maçta bu oyuncunun altığı penaltılar sebebiyle açılmıştı. Ama korktuğu başına geldi, ufak bir teması sonucu bu maçta da bir penaltı yaptırdı Leitner…

Neyse ki kaçtı… Ondan önce de Furkan maçtaki tek hatasını yapmış, kırmızı görme tehlikesiyle karşılaşmıştı. Hatta hakem avantaja bıraksa maç 1-0 başlayacaktı Almanya lehine… Alpay’ın İsviçre maçında aşırı motivasyondan patlaması gibi bir durum söz konusu oldu sanırım. Ancak bu durum kısa sürdü, sonradan savunmamız çok iyi toparlandı… Furkan da, Sezer de harika maç çıkarttılar. Furkan daha çok işin “kademe” ve topu oyuna sokma tarafını yaptı; Sezer ise fizik oyunuyla ön plana çıktı… Hatta maçın 70. dk surları, Cannavaro 2006 modunu açtı bile diyebilirim… Nadir’in direkten dönen topu sonrası, Almanya’nın yakaladığı ciddi atağı ise soğukkanlı kalarak zorladı ve kaleci Ömer’in işini kolaylaştırdı.Aslında takım olarak iyi bir taktik maçı oynadılar. Kadroya tek itirazım Nadir konusundaydı, en başından beri Bekdemir’in yerine oynar mıydı diye düşünüyorum… Çünkü ilk maçta orada ciddi bir fark koymuş, Muhammed’in de parlamasını sağlamıştı. Bekdemir solda da oynayabilirdi, ancak sistem açısından Ömer Ali, hocasının tuttuğu bir çocuk olsa gerek…

Muhammed gollerine bu maçta da devam etti. Bu kez harika bir frikik golüyle, başka bir özelliğini ön plana çıkarmış oldu… Gol vuruşları iyi, kuvvetli ve sırtı dönük oyunu çok başarılı oynayan bir çocuk; şimdi bunlara bir de duran top başarısı eklendi… Biraz sürati olsa, Türkiye’de tutulması zor bir forvet olurdu. Ancak şu haliyle bile, büyük kulüpler için alternatif santrafor anlamında iyi bir koz olabilirdi.

Solbekte Sefa adını gördüğümde tereddüt yaşamış, Caner ve Doğukan gibi isimlerin neden orada olmadığını sorgulamıştım kendimce. Ancak haksızlık etmeyeyim, Sefa “taktik savunma” anlamında çok başarılı oyunlar oynadı. Hocanın sistemi açısından daha tercih edilebilir bir bek olabilir bu bağlamda. Keza Berkin, Cumali gibi oyuncular da sistem kurbanı olmuş gözüküyorlar…Orhan Gülle bile bu takıma tam olarak oturmadı ilk maçta. Steven Gerrard’ın bir sezonda deneyeceği toplam uzun şutu, bir maçta gönderdi… Çok alakasız yerlerden sorumluluk aldı. Bu, topa sahip olmayı öncelik edinen U19 takımının yapısına pek uygun değildi. Servan 2. maçla formayı almıştı, zaten bu maçta Orhan cezalı duruma da düşmüştü. İsabet olmuş… UEFA sitesi “key players” olarak Muhammed’den sonra gösteriyordu ama biraz hayal kırıklığı oldu. Kendini toparlaması ve bütünlük içinde hareket etmesi lazım gelecek dönemde...

Servan, çok daha fazla takım oyununa uyumluluk gösterdi. Sürekli iki cezasahası arasında gidip geldi. Gökay ise her zamanki lider oyununu sergiledi. Hakikaten Türk alt yapısı ürünü olduğuna inanamıyor insan, gidip “pevlike, adres adres??” diyesim geliyor bu çocuğa. Oyun zekası ve pas ortalaması müthiş…

Furkan’dan çok iyi bir süpürücü ortasaha çıkabileceğine bu maçta daha fazla inandım aslında. Yaşına rağmen sezileri çok kuvvetli bir oyuncu, müdahaleleri de yerinde… Beşiktaş, 3’lü ortasaha gibi bir sistemi A Planı kabullenirse; Furkan bu sezondan itibaren bile alternatif olarak düşünülebilir. Egemen 4. stoper alternatifi durumuna düşmüşken, yıllık da 1.1 milyon Euro alacak. Sezer’i gördükçe, “ne gerek vardı?” şeklinde düşündüm sürekli. Neyse…

Romanya’da düzenlenecek şampiyonada, en az 3 maçını daha izleyeceğiz bu takımın. Aslında çocukların hak ettiğini bir şeyi almalarından ziyade, bunun için mutluyum sanırım… Kesinlikle çok tat veren bir jenerasyon.

5. Element: Ersan Gülüm

İngiltere maçını beklerken NTVSpor’da meşhur kırmızı mesaj çıktı, içeriğinde Ersan Gülüm adı geçiyordu… Bir şeyler yiyip içiyorduk o sıra, ya hayal kırıklığından ya da sevinçten kursakta kalacaktı; Beşiktaş yazısını görünce rahatladım, güzel oldu…

Hoş, Egemen transferi ve alttan “sıkı gelen” Atınç ve Sezer’in sesleri sebebiyle çok fazla olmazsa olmaz görmüyor, Beşiktaş’ın bu yolda ütülmesini doğru bulmuyordum. Bir yandan da icim cız etmiyordu değil... Kolay bulunabilecek (üstelikte yerli oyuncular arasında) bir stoper değildi... Üstelik her zaman bahsedildiği fiyata, yani 4 milyon’a imzalandığı söyleniyor. O zaman sorun yok, başarılı bir politika izlenmiş demektir…Kabul etmem gerekir ki, 11’lere Egemen’i yazarken tam olarak güven içersinde hissetmezdim kendimi. Atınç ve Sezer’in de az biraz zamanı daha var. Ancak Ersan için daha bir “net oynar” tabirini kullanabilirdik, en azından takıma alışkanlığı vardı. Sakatlıktan nasıl döneceği muamma, ancak kendini sürekli yenileyerek Elazığspor’lardan buralara kadar gelip, Sivok’un sakatlanışını müthiş değerlendirip formayı alan bir adam, bu sakatlığı da tokatlar gibi geliyor…

Ersan sonrası Egemen transferinin pek anlamı kalmadı. Ersan’ın alternatifi olarak Atınç ya da Sezer’den birinin olmasını yeğlerdim. Sanırım geçen seneden kalma sütten ağız yanması durumu söz konusu, hayırlısı olsun… Zamanın ne göstereceği belli olmaz. Zaten Egemen’in uzun vadede genç stoperlerin önünü kesme gibi bir lüksü olmaz. Ancak Ersan’ı geçemeyebilirler iyi senaryoda. Bu durumda da Ersan’a gelen Avrupa teklifleri (ki bu yükseliş sürerse normal olan budur) değerlendirilir, alttan yedekleyecek isimler de hazır bulunur…

Gelelim bu 5. element konusuna… Diğer elementlerimi sıralayayım: Cenk, İsmail, Necip ve Pektemek… Bir 5.si gerekiyordu, o biraz muallaktı; her an “tahta?” deme ihtimalimiz yüksekti. O açığın da Ersan’la kapatılması güzel oldu…

Bu oyuncuların ortak özellikleri genç ve yerli olmalarıdır. Asıl kritik nokta ise; kalite bakımından iyi seviyede olmaları. Yani yerli olsun diye değil, kaliteli ve iyi futbolcular oldukları için bir takımda var olabilecek yeteneklere sahip olmaları… Mega kritik nokta da şu; mevkilerinin birbirleriyle çakışmaması… Biri kaleci, biri solbek, biri stoper, biri ortasaha, biri de hücumcu…

Kaleci, stoper, solbek her sistemde var zaten. Ortasaha olan Necip, her sisteme ayak uydurabilecek, kendine bir pozisyon bulabilecek seviyede/farklılıkta bir isim. Pektemek ise, santrafor olabilmesinin dışında; geçenlerde “Pektemek, Çözüm Demek” adlı yazıda bahsettiğimiz üzere, hem ikinci forvet hem de ” 4-3-3 kenarlarında oynayabilir Mustafa... Hem topu alan, hem de topa “giden"; oyun zekasına, sürate ve kalbür üstü tekniğine sahip bir oyuncudur kendisi. Bu etkenler onu modern futbolda çok yönlü bir hücumcu yapıyor.

Velhasıl, bu 5 elementin birleşmesiyle her türlü sistem oynanabilir. Bu 5 oyuncuyu o sisteme dağıttıktan sonra, otomatikman yabancı kontenjanı ayarlanmış oluyor. Hiç saymaya gerek yok… Hani okeyde, kafadan dizili per gelmiş gibi; alıp bu 5 oyuncuyu kenara koyacaksın, sonraki taşları da duruma göre dağıtırsın…

Şöyle bir hafızayı yoklarsak; bu ligde kalıcı şekilde şampiyonluğa oynayan takımların ortak bir özelliği vardır: Yerli oyuncularla kurulmuş bir iskelet… Bahsi geçen 5 oyuncu, üzerine iskelet kurulmaya değer kalitededirler bana göre. Ve hepsinin de en az 10 yıllık futbol ömrü var. İyi bir fırsat, değerlendirmek gerek… Tabi bunun için zamana ihtiyaç var, her anlamda ve samimiyetle “Beşiktaş’ın çocuğu” damgası yerlerse, bu 5’liden ekmek çıkar kesinlikle…

Sidnei Raporu

Beşiktaş için alışılmışın dışında transferler oluyor bu sene. Genellikle genç ve gelecek vadeden oyuncular toplandı, özellikle yerli akımı böyle oldu… Derken beklenen stoper transferi de aslında “beklenenin” aksine, genç ve zamanında gelecek vadeden stoperler arasında gösterilen bir oyuncu ile gerçekleşti: Sidnei.

Ben de dâhil olmak üzere Beşiktaşlıların hakkında çok fikir sahibi olduğu bir oyuncu değildi Sidnei, aslında transferi yapan Beşiktaşlı yöneticilerin de çok fazla takip ettiğini sanmıyorum. Mendes yakınlaşmasının bir ürünü oldu bu transfer de… Merak bu ya, ben de oynadığı son “ciddi” 90 dakikayı edinip (Stuttgart – Benfica, Avrupa Ligi Son 16 rövanş maçı) izledim. Aslında maçı izlemedim, direkt Sidnei’yi mercek altına aldım diyebilirim. Hücum oyuncularını 1-2 maçla izlemek yanıltıcı olabilir. Fakat stoperlerin belli bir standardı vardır, tek maçla bile genel oyun karakteri hakkında fikir sahibi olunabilir. Ben de Sidnei konusunda birçok soruyu cevapladım kafamda, sizlerle paylaşayım dedim…İlk intiba olarak (fiziğinden olsa gerek) sanki çabukluk sıkıntısı çekebilecek fakat kuvvetiyle rakibi yıldıran bir oyuncuymuş gibi izlenim veriyordu. Ama aslında tam tersiymiş denebilir… Kuvvetli görünmesine rağmen, fiziğini rakibi için caydırıcı şekilde kullanamıyor. Ancak vasatın üzerinde sürate sahip… Savunma arkasına atılan uzun ve derin topların hemen hemen hepsini yakaladı…

Genelde rakibinden önce topa ulaştı ve risk almaktan kaçınarak; garanti pas seçeneği görünmüyorsa topları taca gönderdi… Fakat “topa yetişen ilk isim” kendisi olmazsa, hamle konusuna çaresiz kalabiliyor… Birebir savunmada iki seçenek vardır: Ya rakibine iyi şut, iyi pas açısı vermeden, pozisyonunu kaybetmesini sağlarsın; ya da “tackle” denilen, temiz bir hamleyle topu rakibin ayağından alırsın… Sidnei iki konuda da pek iyi değil gibiydi. Kendisinden ağır olmasına rağmen Ferrari oturur, Sidnei’ye 2 yıl ders verir yani bu konuda… Birkaç pozisyonda hareketli haldeyken kolay çalım yedi ve etkili pozisyonların kalesinde yaşanmasını sağladı… Top aldırmama konusunda başarılı, hem sürat hem de önsezi bakımından. Ancak topu rakip ondan önce "kontrol" ederse, sıkıntı yaşıyor ciddi şekilde...

Ancak pozisyon alışları ve önsezileri yerinde bir oyuncu gibi görünüyor. Özellikle Benfica’nın savunması nadir de olsa öne çıktığında, dönen topları alan isim Sidnei oluyordu. Bunlardan birinde topla kendisi çıktı, ikili oyunlara girip atak başlattı. Aslında derinde oynayan bir savunmanın içinde olmasa, bunları daha sık yapabilirmiş izlenimini sundu. Benfica formasıyla attığı son gol de böyle olmuş. (Yazının sonunda gol paylaşılmış durumda, izleyebilirsiniz...) Topla ilişkileri ve kendini boşa çıkarıp pas opsiyonu oluşturması güzel özellik. Hem bu tarzı, hem de çabukluğuyla; yeri geldiği vakit Pepe gibi ortasahanın süpürücüsü olarak kullanılabilir…Eksilerini ve artılarını tarttığımda ortaya şu sonuç çıkıyor: Geçtiğimiz sezonun ilk yarısındaki, savunmaya öne atmış bir 4-3-3 Beşiktaş’ı için çok güzel transfer. Ancak, özellikle Tayfur Hoca ile birlikte savunmasını geriye atmış, ortasahasıyla defansın kopukluk yaşadığı, stoperlerin sık sık rakip hücumcularla birebir kaldığı sistem için ise muallâk bir transfer… Böyle bir kurgu, Sidnei’nin önemli özelliklerini yok sayar, zaaflarını ise daha belirgin gösterebilir. Nitekim daha çok derinde savunmayı tercih eden Benfica’nın, bir zaman sonra Sidnei yerine ondan daha geniş, uzun ve kuvvetli bir oyuncu olan Jardel’e dönmesi normal karşılanabilir. Bu durum Sidnei’nin Avrupa futboluna uyumsuzluğundan öte, sistemin ona uyumsuzluğu olarak gösterilebilir…

Guti ve Fernandes gibi oyunculardan daha iyi verim alabilmek; kanat oyuncularının geriye koşu yapacağı mesafeyi daraltmak; özellikle hücum bölgesine yapılan genç ve yerli transferlerin derinliğinden daha iyi faydalanabilmek; son olarak da geçen sezonu tamamen “çöpe atmamak” için gönlüm, savunmayı biraz öne çıkararak top aldırmayan, hatların birbirine yakın olduğu ve topa sahip olmayı öncelikli hedef belirleyen bir sistemden yana…

Eğer öyle olursa Sidnei kendini çabuk kabullendirir, “bu adamı alın!” kampanyası başlattırır. Aksi halde Sivok’u falan geçtim, Sezer bile derindeki savunmada daha makul seçim kabul edilebilir… Genelde yedekte kalır, sene sonunda sessiz sakin Benfica’ya döner gibi geliyor. Kötü oyuncu olduğundan değil, yine çok sırıtmaz ama ortaya bir fark koyamaz. Uğruna para harcamaya değecek bir oyuncu profili çizmez… Gerçi artıları, eksilerinden daha önemli "kazanılması zor" özellikler. Eksileri tecrübeyle kapatilabilir şeyler, ancak o zamana ulaşması için kendini biraz önce kabullendirmesi gerekecek Beşiktaş'ta...

Hayırlı olsun.

Eyvah Diyoruz!

Çok fazla “oynayın, yenileceksek öyle yenilelim!” gibi bir iddiam yoktur. Becerebildikten sonra, iyi savunma yapan takım da güzeldir. En azından kendi taraftarı için… Rakibin kuru-sıkı havasındaki ataklarını, çaresizliğini, zorlama yalan şutlarını görmek, en az kendi takımının organize şekilde atak geliştirmesi kadar zevk verebilir. Ama dediğim gibi, bunu “becerebilmek” lazım öncelikle. Kontrollü oyunla, pısırık oyunu birbirinden ayırmak lazım…

Bana göre hem Almanya deplasmanında, hem de Belçika karşısında kontrollü değil; pısırık oynadı milli takım. Öyle ki, özellikle bu maçta Ercan Taner’in sesi bile Tansu Polatkan’mış gibi gelmeye başladı. Çocukluğumun milli takımına döndüm…Atıl alanda yalandan paslaşmalar, baskı görünce hemen uzun top ve top kaybı… Sonrasında rakibin dibine kadar sokulmasını izle, sonra başara sar; yalandan pas, baskıyı görünce Kazım’a şişir… Sonra yine “yememeyi” bekle…

En başta çıkan kadro bu futbolun habercisiydi aslında. Zamanında Emre Aşık gibi, kulüp takımlarında oynamasa bile milli takım bazında kendini kanıtlamış ve her maçında belli standardını koruyan oyuncuların “ayrı tutulmasını” anlarım. Ancak Çağlar Birinci böyle bir seçim değildi; hem kendi takımında oynamıyor, futbolu soğuyordu son dönem de, hem de milli takımlar bazında da yeterli referansı yoktu. Tamamen bir kumardı, tutmadı… Rakip daha kafadan okeyi vurdu…

Bazı klişeler vardır bizim ülke futbolunda. Topla yeteneksiz bir ortasaha oyuncusu “ama defansif olarak kuvvetli” damgasını yer otomatikman. Ama halbuki çoğunda o da yoktur, en çarpıcı örnek Mustafa Sarp olarak verilebilir… Aynı durum, topla yetenekli bazı bek oyuncularının "ama defansif olarak kötü" damgası yemesinde de görülür. Zamanında Gökhan Gönül de kesik yiyip, yerini İbrahim Kaş’a devretmişti bir Norveç maçında. Aynı maksatla “daha defansif” manasında Çağlar, İsmail’e tercih ediliyordu. Ancak ben aralarında defansif özellikleri açısından bile çok farklarının olduğuna inanmıyorum. Belki Çağlar, ters kademelerde daha fizikli bir oyuncudur. Ama zaten o bölgede daha çok Hazard ve Mertens gibi uzak direk koşuşu yapan adamlar değil de, kendi pozisyonunu yaratan adamlar oynadı…Bir de 4-3-3 içersinde “iki Selçuk” seçimi var ki; bu durum da kaleye uzak kalmak demektir… Her ikisi de derinde oynar, 3’lünün kenarları için gerekli tempoya ve koşu iştahına sahip oyuncu değillerdir. Bu durumda tek hücum desteği Emre’nin omuzlarına kaldı ortasahada…

Bence Kazım seçimi de daha çok defansif bir hamleydi. Semih’e nazaran topsuz oyunda rakibini daha rahatsız eden bir oyuncu diye tercih edilmiş olabilir… Sonuç olarak, hemen her hamle “gol yememe” orantılıydı. Becerebildik mi? Hayır… Sonuna kadar “eyvah diyoruz!” kafasında maç izledik.

Neyse ki, eli yüzü düzgün iki ataktan birinde; Arda rakibini çocukluğuna kadar gönderdi, sonrasında Burak’ın harika uzak forvet koşuşu ve son dakikalardaki Seedorf-1997 dejavusu; 1 puan… En iyi 2. olma ihtimali zor, İsveç bizden 2 puan yukarıda ve bir maçı eksik. Kalan maçlarına baktım da, en iyi 2. olmuşlar bile aslında… Almanya ve Avusturya karşısında da beraberlik yetebilir, diğer iki maç kazanıldığı takdirde baraj maçlarına kalırız… Ama böylesine maçlar takıma güvensizlik getirir. Keza Almanya maçı sonrası Azerbaycan’a kaybedilmişti… Bugünkü beraberlikle sanki direk baraj maçlarına kaldık gibi bir görüntü çizilse de, gelecek maçlarda yine aynı güvensizlikle ters skorlar alınmasından çekinmiyor değilim…

Tuttuğum takımdan giden oyuncu adedi ile milli takım desteğimi orantılamam. Yani her zaman ikisini birbirinden ayırmışımdır ancak; şu Necip milli takıma alınmıyorsa yabancı kontenjanını kaldırın bir zahmet.

Radosav Petrovic

İlk olarak Şampiyonlar Ligi özetlerinde dikkatimi çekiyordu Radosav... Stoper fiziğinde olup da, ortasaha oynayabilen her oyuncuya özel bir gözle bakmışımdır uzun zamandan beri… Fizik güç, hava topu üstünlüğü sadece iki cezasahası içersinde geçerli olan bir şey değildir aslında futbolda. Sahanın hangi bölgesinde olursa olsun, fiziki üstünlük kurmak büyük avantajdır. Örneğin ortasaha oyuncularının havadan gelen bir topu karşılaması; kendi kalesine doğru sekecek olan topu, tam aksine rakip yarı alana aktarmasıyla ve yeni bir atak başlangıcı anlamını taşıyor.Radosav Petrovic de 1.93 boyunda ve yaşına göre (89 doğumlu) oldukça kuvvetli bir oyuncu gibi gözüküyor. Biraz takip edince aslında en önemli özelliğinin fizik gücü olmadığını anladım, hatta bu sadece küçük bir ekstrasıymış… Fiziğine rağmen topla gayet akıcı gidebilen, uzun veya kısa mesafeli müthiş toplar atabilen orta sahalara örnek teşkil ediyor. Görüntü olarak Vieira gibi görünse de, oyuna bakışı açısından bir nevi Pirlo, Xavi model bir oyuncu gibi gözüküyor. Belini slow motionda döndürmesi, tek handikabı sanırım.

Bir de bunlara teknik olarak kalburüstü oluşu da eklenince; ortaya muazzam bir karışım, fotoğrafta da görüleceği üzere "durdurulması zor!" bir oyuncu profili ortaya çıkıyor. Öyle ki, devre arasında Arsenal ve Manchester United’ın takibine girmiş. Halen ses çıkmadığına göre unutuldu, yada vazgeçildi… Bu da, bizim kulüplerimiz için inanılmaz bir fırsat anlamını taşıyor. Biraz daha beklenirse, Yeni Zelandalı futbolseverin bile farkında olacağı bir isim halini alacak Petrovic…

Trabzonspor’un ilgilendiği haberleri var, olursa Selçuk’un yeri her anlamda güzel bir oyuncuyla doldurulmuş olunur. Ama bir Beşiktaşlı olarak elbette kendi kulübümün böyle oyunculara yönelmesini isterdim. Üstelik, hücumda bol yerli alternatifler edinmiş ve yabancı kontenjanında ortasahaya oyuncu alma lüksü yaşanıyorken… Ayrıca Necip dışında “net oynar” diyebileceğimiz bir ortasaha da yok elde. Fernandes’in 2-3 maçlık performansı ağza bal çalmamıydı yoksa bütün sezona yayılacak bir ışık mıydı? Bunu henüz bilemiyoruz… Ernst’in de klasik tabirle “eski temposunda” olmadığı aşikâr…

Hakkında güzel bir video klip hazırlamışlar. Siz de izleyin, beraber dilenelim…

Beşiktaş’ın Matri’si ‘Mehmet Akyüz’

Transfer henüz borsaya bildirim aşamasında, ama yine de hakkında bir şeyler karalama gereği duyuyorum. Bi’ Bordon vardı galiba, borsaya bildirilmiş ve ben de cinnet sınırına dayanmıştım. Neyse ki sonuca ulaşmamıştı. Bir de İlhan’ın Kore’den dönüşte gelme ihtimali vardı, borsaya bildirilip olmamıştı. Bunlardan başka hatırlamam, yani ortalamaya vurursak %90 bitti diyebiliriz…

Blogun sıkı takipçileri, Alessandro Matri için “biri görsün artık!” serzenişlerimi hatırlarlar. Sonunda 27 yaşına ulaşmışken, kendisini Juve görmüş ve alt sıralardan yukarıya doğru tırmanmaya başlamıştı… Mehmet Akyüz’de de Matri benzerliği görüyorum nedense. Öncelikle olgunlaşma dönemine kadar alt liglerde oynamışlığı benziyor. Sonra da oyun stili…Uzun boyuna rağmen (1.88) oldukça süratli bir oyuncudur Mehmet. Bununla birlikte, her topu zorlama gibi Tuncay vari pis bir özelliği vardır. Bu durum onu, santrafor olduğu kadar kenar forvet ve 2. forvet alternatifleri arasında da dahil ediyor… Attığı gollerden anladığım kadarıyla, hem şut hem de plase anlamında başarılı; duruma göre karar veriyor. Zaten attığı 15 gol buna referans. Bank Asya gibi gol ortalaması oldukça düşük, takımların genelde tek adamla hücum ettiği, ama en az 6 adamla savunulduğu bir ligde hiç de küçümsenecek rakam değil… Gollerinin büyük bir payı, sürat ve zorlamanın eseri gibi gözüküyor. Bu bağlamda, oldukça fark yaratan bir oyuncu oldu bu sezon.

Çok büyük bir yetenek olmaya bilir, ama alternatif anlamında olumlu transfer. İyi bir taktik forvet görüntüsü çiziyor. Hoş, Beşiktaş’a gelen en iyi taktik forvetlerden biri olan Burak Yılmaz’a pek sabredilemedi. Hayırlısı…

Bu saatten sonra Almeida kalacaksa başka bir yabancı santrafora gerek yoktur bana göre. Pektemek ve Akyüz, alternatif olabilirler. Ekstrası şişkinlik olur, Bobo’nun yeri ayrı tabii… Olur da, makul rakama imza atar da kalırsa, o şişkinlik hazmedilir…Bir de Sidnei olayı var tabi... Noatsamisa işin Mendes kısmına gayet detaylı değinmiş, ben o topa girmeyeceğim. Dazla izlemediğim için, işin futbol kısmına da girmeyeceğim… Ne diyeyim bilmiyorum yani... Football Manager’ın Brezilya araştırma ekibi sağlamdır, zamanında bu elemanı iyi yapmışlardı. Elde bir tek bu referans var. Gönül, daha bir “net oynar” denilecek adamın alınmasından yanaydı… Ya da yine gönül ister ki; bir genç oyuncuya yatırım yapılacaksa bu sadece futbolcu ve Beşiktaş için "fırsat" görülsün, kendi araştırma ekibimiz tarafından bağımsızca bulunmuş olsunsun... Ama işin gerçekçi tarafında, her iki seçenek yönünden de başarılı olamadığımız aşikar. Hayırlısı olsun. Müsait bir zamanım olursa, oynadığı bir maçın 90 dakikasını edinir; izlenimlerimi aktarırım.

Sonkartallar Blog'dan

U19 Elit Tur: Türkiye 3 – 1 Makedonya

Yaz aylarındaki futbol maçları bana ayrı çekici gelir, nedendir bilinmez. Zamanı olmadığı içindir belki de, “turfanda futbol” hesabı... Mesela Copa America da en sevdiğim turnuvalardan biridir, yine aynı sebeple olması muhtemel. Bu bağlamda, U19 Milli Takımı’nın Elit Tur’u da ilaç gibi geldi diyebilirim…

Aslında maçta seyirci yoktu, hatta tribün bile yoktu kamera açısından. Ama bağlayıcı başka sebepler vardı; iyi bir zemin, güzel yayın kalitesi ve şahane maç anlatımı… Hakkını yemeyelim; “bam-güm” futboldan uzak, pozisyon sıkıntısı çekse de, bir birine yakın oynayan hatlar, öne çıkan savuma ve iyi top dolaştıran bir takım olarak, bizim U19'lar da maçı güzelleştiriyordu…Furkan – Sezer ikilisi, maç boyunca önde ve akıllıca pozisyonlar alarak, kendi işlerini kolaylaştırdılar aslında. Maçı izleyen bir insan, onlar için “iş düşmedi” diyebilir, ama bu onların sayesindeydi daha çok. Ortasahayla aralarındaki mesafeyi açsalar, belki de çok iş düşecekti. Cengâverce müdahaleler yapmak zorunda kalacaklar, daha çok dikkat çekeceklerdi… Ama onlar "taktik zekâyla" savunma yaptılar, önde pozisyon alarak sürekli seken topları yakalayıp, yeniden atak tazelediler. Maç boyunca %70’in üzerine topa sahip olunmasında, birinci etken buydu. İkinci etken de, golden sonra rakibin iyice kalesinin önünde savunma yapmasıydı elbette… Yenilen golde Sezer’in hatası var denebilir, ancak “gollük” bir hata değildi. Sonuçta ceza sahası dışında paralel geçen topa müdahale edemedi, açı zordu ama Makedon oyuncu harika vurdu…

Sağda Kamil Çörekçi, solda Sefa da oldukça dikkatlilerdi. Fazla hücuma çıkmadılar… Ortasahada ise bariz bir Gökay İravul liderliği yaşanıyordu… Bu çocuk tip olarak İrlandalı, sakinlik açısından Slovak, oyuna bakış açısından ise İspanyol… Bir tek enerjisi Türk, bu memlekette alınması gereken tek özellik zaten o da… Aykut Kocaman onun üzerine titrer, bu sezon verdiği süreyi yavaş yavaş arttırırsa, çok önemli bir oyuncu olabilir.

Yamacındaki isim ise tanıdıktı: Orhan Gülle… Ama şut istatistiği dışında pek katkı sağlamadı diyebiliriz. Takım, “takım olma” anlamında gayet iyiydi ama hücumsal olarak ciddi sıkıntıları vardı. Bunda cezalı Engin Bekdemir’in olmaması büyük etkendir tabii… 32. dakikada; Okan – Burakcan değişikliğiyle bu sorun bir nebze düzeltildi. Bu andan itibaren, kenarda biraz hantal kalan Nadir Çiftçi forvet arkasına, Okan ise sağ öne geçti; sistem 4-3-3’den, 4-2-3-1’e döndü…Sistemle birlikte, Nadir’in de nevri döndü aslında. Tam pozisyonunu buldu diyebiliriz… Oldukça kuvvetli bir oyuncu yaşına göre, gelişme kaydederse Tim Cahill tarzında bir oyuncu olabilir. Hem en uçta kalan Muhammed’e yakınlaştı, hem de topsuz oyunda Gökay-Orhan ikilisine yardımlarda bulundu. Maçın ilk tehlikeli şutu da ondan geldi. İkincisinde ise, kaleciden dönen topu Muhammed tamamladı…

Attığı ilk golde “takipçilik”, ikinci golde “golcülük”, son golde ise “soğukkanlılık” özelliğini konuşturdu Muhammed Demir. Birkaç ay evvel bedava gibiydi, sözleşme yapılabilir ve Haziran’dan itibaren takıma dâhil edilebilinirdi. Ama hiçbir büyük kulüp yüzüne bakmadı nedense. Gaziantep de bu fırsatı kaçırmadı, “yalandan bir takasla” sözleşme yapmıyor diye gözden çıkarılmış Muhammed’i kaptı devre arasında… Tipik İtalyan striker gibi bu çocuk, tam da bizim ligimize göre. Çok çabuk değil ama sırtı dönük oyunu, duracağı yeri iyi biliyor. Şutları da fena değil, en önemlisi ise “golcülük” sezilerinin yerinde olması… İleride çok iş yapar gibi gözüküyor.