Karakterli Futbol

Neredeyse oluyordu… İngilizlerin bile tam olarak çare bulamadığı, grup kuralarından bu yana en çok çekinilen, oldukça farklı bir spor yapılan deplasmandan çok güzel bir skorla dönülebilir, bu yazı daha keyifli yazılabilirdi… Keyifsizim, üzgünüm de ama “umutsuzum” diyemem, asıl özel tarafı budur maçın…

Maç öncesi yazısında, “Beşiktaş direncini koysun, sonuç çok mühim değil” diye not düşmüştüm, fazlası oldu… Direncinin yanında, sağlam bir oyun karakterine de sahipti Beşiktaş. Ne yapması gerektiğini biliyordu, maçtan önce çokça değinilmiş bir oyun planı olduğu belliydi. Quaresma dahil olmak üzere, tüm futbolcular da buna uyuyordu…

Quaresma’nın “bencil” görünen şutları bile, bu kez plan dahilindeydi aslında. Rakip bu sezon 6. resmi maçını oynuyordu iç sahada ve daha önce sadece 2 gol yemişti. Biri Thun’dan, 4-0'ken 4-1 yapmışlar… Golü merak edip izledim, maç 2-0 olsa Stoke City defansının o topa vurdurması imkansız, tamamen rehavet golü. Diğeri gol ise Nani’den, 2’ye 1’le kaleye yaklaşılmış ve çok iyi atılmış bir şutla bulunan gol…

Dar alanda ve oldukça derinde bir alan savunması yapan Stoke City için bu istatistik oldukça gerçekçiydi. “Forvet yutan” bu tarzlarına ne Torres, ne Chicharito, ne Berbatov, ne Pavlychenko ne de Suarez çare olabilmişti. Bu maçta savunmanın göbeğinde gol aramak manasızdı, o yüzden Edu tıpkı zamanında Luce’nin İlhan Mansız’la yaptığı gibi “yem olarak” sahaya atılmıştı… Fiziki mücadele açısından sinmemesi, savunmanın dikkatini merkezden uzaklaştırmaması asli göreviydi Edu’nun. Zaten Hilbert'in golünü tekrar izlerseniz, sol stoperi alıp götürenin ve o boşluğu dolaylı yoldan oluşturanın Edu olduğu görülecektir. (Buraya tıklayıp bakabilirsiniz: 7. saniyede Edu sol stoperi attaaya götürüyor...) Simao ve Quaresma ise “Nani’lik” yapacak ve en ufak bir savunma dalgınlığında golü arayacaklardı… Bulunan gol de, tam kafamda canlandırdığım gibi oldu aslında… Ortasahada müthiş ayağa paslar, sağbek Hilbert’in gerekli bindirmeyi yapması adına zaman kazandırdı. Quaresma, alan savunmasındaki açığı ve Hilbert’in koşuşunu görür görmez nefis bıraktı ve o Hilbert’ten kusursuz bir gol vuruşu geldi… Tek kelimeyle “lezzetli” bir goldü… O anda aldığım zevki, hemen gidip bir kuyumcuya bozdursam, adam kalkıp 5 bin lira verirdi eminim…

Ama kursakta kalması uzun sürmedi. Özellikle ilk yarıda, Stoke City’nin sadece duran toplarda “eyvah” dedirteceği belliydi… Yine öyle bir kornerde, top daha ağlara gitmeden Crouch’u havada gören bir grup Stoke taraftarı “yeahh” demeye başladı… Asıl koyan şey ise, atılan o güzel golün üzerinden çok fazla geçmeden cevabın gelmiş olmasıydı. Mesaj şuydu: “Siz 8 pas yapın, araya adam kaçırın, trivelayla köşeyi bulun = 1 gol. Biz topu kaldırırız, arkadaşın biri kafayı vurur= 1 gol. Kasmayın gençler…” Direk can sıkıcı yani…

Maç biraz 0-1 gitse, oyuncuların morali ve kendine güveni artarak devam eder; o gol pozisyonunun karbon kopyalarından birkaç tane daha yakalanabilirdi. Yine de dağılmadı ama takım, karakterli futbol plan dahilinde devam etti. Quaresma oldukça gollük bir şut attı, hatta koltuğumda sevinme feyki attım ama çok az farkla dışarı çıktı. Sanırım tekrarı olmadı o pozisyonun, ilk yarıda sağ çaprazdan, sol direğe atılan şut… Kale arkasındaki taraftarlar sağlam “uuuu” efekti verdiğine göre, yalayıp geçmişti direği…

Aslında “gollük olmayan” şutu, bir kontrpiye hamleyle neredeyse çatala giriyordu… Onun dışında Fernandes’in de etkili bir şutu vardı uzaktan. Plan tutabilirdi yani, olmadı. Stoke City’nin ve Crouch’un planları tuttu ama maalesef. Sivok’un elini hissedip, belini bükerek fırlattı kendini yere Crouch ve 2-1.Carlos Başkan nihayet Hilbert tercihiyle voltranı tamamladı, artık kendisine gönül rahatlığıyla “güzel hoca” diyebilirim artık… Ayrıca bu blogda da bir ilk yaşattı. Normalde temenni 11’lerinde önce Necip yazılır, sonra 10 kişi boşluklara serpiştirilirdi. Ama gerçekte durum böyle olmazdı pek… Bu kez, biraz da Necip’i düşünüp, kötü bir oyunda ihaleyi yüklenmesin diye Ernst’i yazdım temenni 11’ine, ama sorumluluk sahibi olmasına rağmen Carlos Hoca bizden fazla güvendi Necip’e… Saygı duydum, haklı da çıktı… Necip, beklediğimden çok daha fazla kendine güvenli oynadı ilk yarıda özellikle, ikinci yarıda çoğu oyuncu gibi o da düştü biraz…

Normalde 11’de hatalar yapsa da, oyun içi hamlelerde başarı kaydeden Carvalhal, bu kez biraz hamle eksikliği yaşadı sanki… Stoke City oyuncu değişiklikleriyle takımı oldukça canlandırdı, Beşiktaş ise sallanan düzende devam etti… Bir Holosko hamlesi 1-1’ken yapılsa mesela, rakip savunmayı telaşa itebilirdi. Mesela Ernst Simao’nun yerine girebilir, Necip sol öne atılabilirdi… Hatta Quaresma’yı merkeze atarak, topu geriden aldırıp, Edu kenara çekilebilirdi. Bir hamle gerekliydi kısaca, ama gole kadar olmadı.

Yine de kötü anlamda kimseyi öne çıkarmak istemem şu maçtan sonra. İyi anlamda da, Egemen bir hayli öne çıkar gibi… Zamanla posteri duvara asılacak bir adam halini alıyor… Taş gibi durdu savunmada, topla buluştuğu zaman da hep en iyi seçeneği kullandı ve uyguladı. Son dakikadaki röveşatası kazara girse zaten, hemen en yakın yetimhaneden bir çocuk evlat edinip, adını Egemen koyardım herhalde.Aylardır 11 yüzü görmemesi rağmen, özellikle savunmada sıkı bir performans gösteren Hilbert’e de ayrı parantez… Golünden ziyade, ters kademelerde Crouch’un önünden aldığı hava topları çok daha değerlidir, zaten 11’e yazma sebebi budur benim için. Pas oyununda en çok sırıtan adam oldu ama o kadar afallama doğal.

Quaresma da bir başkaydı. Topu aldığı zaman insanı beklenti içine soktu, öyle bir günündeydi. Dediğim gibi, her zaman manasız gözüken şutlarına bile kızılacak durum yoktu bugün, plan o olmalıydı zaten… Her zaman değil, en azından bu tip değerli maçlarda takımla bütünlük oluştursun yeterlidir. Zaten Hilbert’i bu şekilde her zaman görebilecek bir oyuncu olsa, Chelsea, Barça, Inter formalarından en azından biri hala üzerindeydi.

Sivok da kritik müdahaleler yaptı, Fernandes ara-ara nasıl bir potansiyel olduğunu ortaya koydu vesaire… Gözüme kötü gelen kimse yoktu, bazı yan toplarda Rüştü hariç. Ki, zaten kaleciye markaj işini abartmalarından dolayı Rüştü’yü hiç görmüyordum duran toplarda, o ayrı… Adamı tost yaptılar her taçta & kornerde… İnönü’de pek tutmaz o iş, hakem daha sık faul çalar diye düşünüyorum. Zaten taçlarda Delap bu kadar açılırsa arkaya, ensesinin Beşiktaşlı balgamıyla tanışma ihtimaline 1’e 1.30 veriyorum…

İyi oynanmış bir maç ama elde pek bir şey yok. Biraz ikili averaj avantajı var işte… Ama kendi adıma söyleyeyim, şu maçla güven ve umut kazandım. Aynı şey takım için de geçerli olabilir…

Maç Öncesi: Stoke City – Beşiktaş

Gün boyunca, ara-ara maçı kafamda oynattım kendimi Carvalhal’in yerine koyarak. Hatta bu empati işini öyle abarttım ki, eve girerken “olá!” diyerek merhabalaştım. Şaşkın bakışlar içersinde yemeğimi yedikten sonra kafam daha iyi çalışmaya başladı. Vardığım sonuçla ise, Quaresma’yı direk affettim. Yapılacak bir şey yoktu… Hem bunun açılımını daha iyi yapmak hem de maçın öncesini daha bir yaşamak için, sözleri Stoke City’den açmak gerekiyor…

Tahammül seviyem elverdikçe, Stoke City’nin yayınlanan maçlarını izleyemeye çalıştım. Aslında nasıl bir takım olduklarını ve neyi amaçladıklarını çözmek için, 5 maçını izlemeye gerek yok. 15 dakika bile yeterli… Türk takımlarından örnek verecek olursak, Bursaspor’la benzerlikleri var. Defans 4’lüsü ve önlerindeki 2 ortasahaları derinde (ortasahada Delap sabit, yanındaki oyuncu Whelan ya da Whitehead oluyor) ve alan savunması yaparak bekliyorlar, çok fazla ileri çıkış izinleri yok. Ancak hem uzun top, hem de hızlı kanat oyuncularını kullanarak; çabuk atağa kalkabiliyorlar… Hem uzun top oyunu hem de kanat akınları için oldukça iyi malzeme var ellerinde. Uzun zamandır Premier League tozu yutan, kanat denince akla gelen isimlerden ikisi Stoke City’de: Etherington ve Pennant.Uzun toplar için de, elini biraz düzeltse basketbolda da rahatlıkla 3 numara oynayabilecek bir tip söz konusu: Peter Crouch. Aslında diğer forvetleri Jones, bana göre daha tehlikeli bir adamdı. O da uzun bir oyuncu oldukça, ama bunun yanında çok kuvvetli ve daha hareketli. Olmaması bir avantaj… Son maçlarda olduğu gibi, Beşiktaş karşısında da Crouch’un etrafında dolanan adam Walters olacaktır.

Top oyundayken pek bilinmez bir takım değiller. Bekler dikkat kesilir, stoperler de Crouch’a yeterince top aldırılmazsa, Stoke karşısında iyi bir savunma yapılmış olunur. Ancak asıl olayları oyunda olmayan top, yani korner, frikik hatta taç… Mihajlovic’i hatırlarsanız, Inter, Lazio görecek kadar kaliteli bir oyuncu değildi, ancak belki de Dünya’nın gelmiş geçmiş en iyi frikik uzmanıydı. Sırf bu özelliğinin hatrına, forması hep ilk 11 duvarında asılıydı. Adam sırf Serie A’da 27 frikik golüne sahipti… Aynı durum Delap için de geçerli. Futbolculuğu desen, pek bir numara yok. Ancak taçlarda topu eline alınca durum değişiyor… Savunma 4’lüsü komple uzun ve bunlara Crouch da ekleniyor. Hatta ortasahadaki iki isim de pek kısa sayılmazlar… Bazen sağbekte Wilkinson oynuyor ama rotasyon sırası Huth’da gibi…Mourinho, Chelsea zamanlarında onu forvet olarak oynatıyordu acil gol arayışı ihtiyacında. Savunmacıya göre, gol bulma ihtimali bir hayli yüksek bir oyuncu o da. Carvalhal’in “THY’den yardım gerekecek!” cümlesi düşündürüp, güldürten cinsten yani…Beşiktaş’ın da hesaplamalarını buradan başlatması gerekiyor. Takımı yeterince uzun tutmak gerek, yoksa oyun içersinde istediği kadar denge sağlansın; bir duran topla her şey biter… Ortasaha ve kanatlarda zaten çok uzun oyuncuya sahip değiliz, o yüzden işe beklerden başlamak gerek. Toraman yok, ama Hilbert kadroda. Tehlikenin farkında mısınız bilemem ama Ekrem de kadroda… Bu maçta Ekrem’i oynatmakla, Harlem’de sırf takı olarak üzerinde 50 kilo metal taşıyan bir abiye “ne ayaksın lan sen?” demenin hiçbir farklı yoktur intihar manasında…

Crouch, stoperleri yanıltıcı hamleler yapıp, arka direğe hareketlendiği oluyor sıklıkla… O yüzden Crouch savunmasını sadece stoperler penceresinden bakmamak lazım, beklerle de eşleşebilir. Hem bu sebeple, hem de genel olarak takımın boyunu uzatmak adına Hilbert ve Egemen tercihi şart… Zaten tıpkı Stoke’un yapacağı gibi, Beşiktaş’ın da beklerini çok fazla çıkarmaması gerekecek. Benim için bu maçta bek oyuncuları, atıl bölgeye düşen topları alsın ve hemen ortasahaya aktarsın yeterlidir.

Stoke City derinde ve oldukça “dar” bir çemberde alan savunması yapıyor. Zaten bek bindirmelerinin çok etkili olacağını sanmıyorum, aksine onların hızlı kontrataklarına zemin oluşturur. Beşiktaş’ın bu maçta yapması gereken, Stoke City’nin boş bırakacağı alanda sık pas yapmak ve zamanla kendine güvenini kazanmak… Temposuz futbol Beşiktaş’ın işine gelir, bakarsın maçın sonlarına doğru bir tane sıkışmış, Trabzon’un Inter’e yaptığı gibi kazanıp dönmüşsün…İşte tam bu noktada da Quaresma mevzusu açılıyor. Derinde bekleyen ve iyi alan savunması yapan takımlara en iyi çözüm; bireysel olarak bir oyuncunun 2’ye 1 gerçekleştirip, uzun şut kullanmasıdır. Nani de buna benzer bir gol attı hafta sonunda… Kabul etmek gerekir ki, bazen insanı çıldırtsa da, bu bahsettiğimiz akınları yapabilecek tek oyuncu Quaresma’dır Beşiktaş’ta. Zaten bu özelliği olmasaydı, Beşiktaş geçen yıl gruplara bile kalamayabilirdi…

Viktoria Plzen’in gayet baskın oynadığı ilk yarıda, kalktığı dripling ve kazandırdığı penaltı. Rövanşında bireysel hamlesi ve tavana giden trivelası. Her iki Helsinki maçlarında attığı jeneriklik goller… Bunlardan sadece birini yapsa, Stoke City deplasmanında çok güzel bir skorla dönülebilir. Ayrıca, rakibin baltamtrak savunmasına kart problemi de yaşatabilir…

Ama bunları yapabilmesi için, mutlaka içeriye kat ederek ve imkanı varken 2’ye 1’leri gözden geçirerek oynaması lazımdır… Sıfıra inmesinin pek bir manası yok. Zaten Edu da, böyle bir oyun için uygun santrafor. Ayrıca Holosko’yu da sağ taç çizgisinden ayırmamak gerek. Solda hiç yapamıyor… Ha annesinden, ha sağ kanattan ayırmışsın; iki durumda da öksüz kalıyor…

Hem rakipten, hem de çıkmasını istediğim 11’den yeterince bahsettiğimize göre maçı bekleyebiliriz. En başta dileğim, maç adına anlatacağımız güzel anılar olsun. Sinmiş bir Beşiktaş’ı görmek, mağlubiyetten daha acı… Direnç göreyim, gerisi önemli değil. Zaten o kadar da ürkütücü bir rakip değil Stoke City. Sadece biraz dikkat ve özgüvenle bu takım şampiyon Porto’dan puan aldı Dragao’da… Yine dileğim aynı: dikkat ve özgüven… İyi maçlar…

Fiyasko Değil, Holosko!

Kleberson diye bir Brezilya vatandaşı vardı hatırlarsanız. Sadece vatandaşı değil, aynı zamanda milli sporcuydu orada kendisi. Hatta son Dünya Kupası’nda kadroya adını yazdırmıştı… Ama asıl olayı bundan 9 yıl evvelki turnuvaydı, hani Hakan Şükür’ün rekor hızla gol attığı dönem. Sevinci, attığı golden daha uzun sürmüştü gerçi. Gol olmuş 9 saniyede, “Emre gel, ayağımda sallıyayım, öyle eksantrik bir şeyler yapalım” tadındaki sevinci 29 saniye… Juninho yerini Kleberson’a bıraktığında; Ronaldo – Rivaldo – Ronaldinho üçlüsü daha bir anlam kazandı, çünkü forvetle ortasaha arasındaki kopukluk giderilmişti. Brezilya’nın Dünya Kupası’nı kazanmasında rolü büyüktü, bunu en çok kabullenen de o dönemin teknik direktörü Scolari’ydi…Her neyse, o arkadaş bir gün Beşiktaş yolunu tuttu. Çok sevindim… Ama yine bir gün “Allah Allah… Ben topçu değilmişim meğer? Gidip anneme sorayım” dercesine bavulunu aldı ve gitti. Çok üzüldüm… Ki hakikaten de adama öyle bir yüklenildi ki, kötü futbolcu olduğuna kendisi de inanacaktı neredeyse. O zamanlar Koray Avcı efsanesi vardı tabi. Sahaya konmuş bir martı görse çift dalacak yapıda bir ortasaha… Herkes çok sevdi, ben de severdim tabi güzel hatıraları yok değil... Ancak insanlara “ortasaha dediğin böyle olmalı, uçmalı, kaymalı, deterjan reklamına çıkacak kadar forma kirlenmeli!” mantığını yerleştirmişti sanki… Ama Kleberson öyle değildi, gerek olmadıkça adama kaymazdı ama çok iyi pozisyon alır, top ayağına gelirdi. Topa kendisi sahip olduğunda ise, ya müthiş uzun toplar atar; ya da -kısa pas, boşa hareketlen, kısa pas, boşa hareketlen- evresini gerçekleştirirdi.

Hani tıpkı, bugünkü ikinci yarıda oyunu tutması adına lazım olan ortasaha modeliydi. Ama ondan bir tane daha gelmedi, Fernandes bile mental olarak çok daha geride bir oyuncu aslında Kleberson’a nazaran… Her taraftarın, tuttuğu camiada hoşuna gitmediği durumlar vardır. Bu kişiye göre değişir… Benim için Beşiktaş’ın en büyük sorunlarından biri; eldekini kolayca değersizleştirmektir… Kleberson, böyle bir liste oluşturulsa kesinlikle başı çekerdi.

Bir de Burak Yılmaz vardı, hatırlamanız kolay çünkü şu sıralar gayet yardırıyor. Aslında bugün yaptığı koşuları o zamanlar da gerçekleştiriyordu. Ama türlü nedenlerle bir anda taraftarla arası açıldı, onun için her İnönü maçı gerilim filmine dönüştü… Sonrası malum, bir oyuncuyu alma karşılığında; 5 milyon Euro’yu taşıyan çantanın içine, “çay alana bardak bedava” misali Manisa’ya gönderildi… Tüm bu maliyetin karşılığı ise Filip Holosko’ydu.Şimdi 5 milyon Euro lafı kulağa çok gelmeyebilir, ancak henüz 4 yıl öncesine kadar durum böyle değildi… Tepki büyüktü ve bu transfere kısaca “fiyasko” denmişti. Ancak Holosko, çok kısa zamanda gösterdiği performansla “Fiyasko değil, Holosko!” mottosunu ortaya çıkarttı. Köşe yazılarına, forumlara, hatta pankartlara konu oldu bu durum… Ama zamanla sakatlık, güvensizlik, taraftarla ara açılması gibi durumlar; onu da “futbolcu değil” noktasına getirdi. Bir değersizleştirme daha kapıdaydı…

Bir oyuncunun belli yeteneği vardır, eğer emin olduğun yeteneği performansa yansıtamıyorsa sorun başka yerdedir… Yani Holosko, 4 yıl önce çok iyi futbolcu taklidi yapmamıştı, aslında hep öyleydi. Ama bunu ortaya koyamıyordu bazı etkenlerle… Güçlü değildi eskisi kadar, taraftar tarafından da artık pek sevilmiyordu… Bir performansı belirleyen etkenlerin %80’ini moral, kalanını sağlık belirler bence. Moralsizlik, sağlıklı insanı da bozar nihayetinde…

Holosko bu 4 gün içersinde bu savı kanıtlamıştır. Bursa deplasmanında attığı gol, ona güveni, taraftara yeniden sevgiyi getirmişti… Bu maçta topla giderken, insanlar “kaptırsa da küfretsem” diye beklemiyor, tıpkı 4 yıl önceki gibi “yürü bea!” diyordu… Sonuç ortada. Gol veya asist yapmamış olması önemli değil. 1 metre top götüremeyecek haldeki adam, marseille roulette yapmaya başladı maçta… Tıpkı “Fiyasko değil, Holosko!” dönemlerini andıran driplinglere kalktı….

Başlığın amacı Holosko’yu yüceltmek değil, bu geri dönüşe şahit olmak aslında. Ve bundan yeterince insanın farkında olmasını sağlamak… Benim için maçın kayda değer en önemli tarafı, Holosko’nun yeniden kazanılmasıdır. O yüzden maç yazısı yerine, buna vurgu yapmak istedim. Eldeki değeri, değersizleştirmekle borç batağından çıkılmaz. 2-3 sene bile istikrarlı gidecek bir kadro oluşturulmaz… Vesaire vesaire…Maç için de kısa kısa değinmeden olmaz tabi… Öğretmenlerin, efendi çocukları geçirmek için “kanaat notu” uygulaması vardır. Dün sahaya çıkan 11, kanaat notuyla geçilecek oyunculardı… Hepsi mücadele edecek, topun arkasına geçecek, mümkün olduğunca hareketli olacaktı. Öyle de oldu… İlk yarım saat, harika bir tempo, hareketlilik, canlılık yaşandı.

O yarım saatten sonra, aslında Ali Turan’ın Ali Sami Yen deplasmana benzer bir kıyak daha yaptığı ortaya çıktı… Antalya çok çok iyi bir takım, bunun sinyallerini maçın başından beri verdi; sonlara doğru o sinyaller radyasyona dönüştü Beşiktaşlı için. 4-3-3 uzun zamandır oynadıkları sistem, ancak Djehoua, Mjehoua gibi saçmalıkları bırakıp, daha sisteme uygun hücumcularla oynuyorlar bu kez. Hazard görünümlü Emrah mesela, yolu açık olsun ne diyelim… O yüzden böyle bir rakibe karşı, 3 puanı cebine koymak ne olursa olsun güzeldir… Play-off hedefleyen (şampiyonluk diyemiyoruz, ne acı) takımların hepsine dert açacak Antalyaspor…

Beşiktaş adına, özellikle ikinci yarıda oyundan düşme nedenleri de vardı tabi. Birincisi, bir türlü gelmeyen 2. gol… Takımı rahatlatan bir gol bulunsa, bu tempoyla fazlası gelirdi. Ancak olmadı, oyuncular kendini biraz geriye attı… İkinci neden ise, hem Ernst’in hem de Necip’in iyi bir maç çıkaramaması. Sonradan giren Fernandes de bu duruma pek çare olmadı…

Defans yine komple çok iyiydi. Egemen’in Nesta hamleleri gözden kaçmadı… Toraman kritik ters kademeler alırken, Sidnei ise Lucio vari çıkışlarıyla beni benden aldı… Ama İsmail’e de ayrı dikkat çekmek isterim. Hani sanki hiç gelişmiyormuş gibi gözüküyor, her maç ayrı performans veriyor sanılıyor da; bana göre hemen her özellikte ileriye gidiş var. Pozisyon savunmasını çok geliştirmiş mesela. Solbek nerede durması gerekiyorsa, dün hep oradaydı İsmail… Ayrıca, derinlemesine pasları da iyi yapmaya başladı. Holosko’ya orta yaparken de, gayet derinden yapmıştı; bugün de penaltıyı kazandıracak Veli’ye, epey derinden iyi bir pas attı… Zaten bu penaltıyı Simao’nun gole çevirme ihtimal %100’dü istatistik olarak, 99 bile değil.

Edu’yu da her geçen gün daha çok seviyorum. Son vuruş eksik gibi gözüküyor, aslında kötü değil. Çok önceden belli ediyor vuracağı yeri sanki… Ama o eksiği de olmasa, oynayacağı lig en aşağı Serie A. Kuvvetli, fiziğine rağmen gayet süratli ve teknik… Yukarıdaki konuya Edu’yu da dahil edebiliriz mesela… Gariban şekilde geldi, ama bence çok değerli oyuncu.

Carvalhal’in yüzünü gördükçe, akrabamla karşılaşmışım gibi hissetmeye başladım... Sıcak kanlı, sevecen, pozitif bir insan olduğu belli. Zaten bu aralar şansı da yaver gidiyor… Karakter olarak değil sadece, taktiksel açıdan da umut vaat ediyor bana. Çıkaracağı kadroları merak ediyorum, ezberci değil en azından. Perşembe'ye az kaldı, ne yapacak bakalım? Bu mevzuya da artık Stoke maçı öncesi yazısında gireriz. Zaten yazı yeterince uzun, saat de geç oldu... Hem, ben üşüyomuyum nedir bu ya? Vay arkadaş, kış geldi sen hala Hilbert'i beke koyacaksın hocam. Neyse iyi haftalar.

Topu Evlerine Götüren Adamlar

90’ların sonuna doğru; mahallede, okul bahçesinde, yaş olarak yavaş yavaş geçiş yapılan halı sahalarda forma giymek moda haline gelmişti. Ben de geri kalmadım tabi… Çubuklu Atletico Madrid formasına bir ayrı tutulacak ve edindiğim ilk futbol takımı forması bu olacaktı... Madrid’de yaşayan amcam, Atletico Madrid’in bir antrenman ziyareti sonucunda Kiko’nun formasını kapmış ve bana… Yok yahu, direk Tahtakale’den almıştım çakmasını. Ama o zamanlar çakma formalar bile süperdi, orijinaliyle ayırt edemezdiniz. Yoktu çünkü piyasada orijinal forma falan… Açık bilet fiyatının, yarım döner ekmekle aynı olduğu zamandan bahsediyoruz, kim ne yapsın orijinal formayı?

Çok fazla La Liga takipçisi sayılmasam da, Atletico Madrid sevgim vardır yani ezelden beri. Sayelerinde küme düşme stresini de yaşamıştık. Hasselbaink ve Santiago Solari reyislerine rağmen 2. lig yolu görülmüştü… Bu yıl Arda ile birlikte yeniden Atletico Madrid sempatim alevlendi diyebilirim. Ama bu durum, dünkü maçta hezimiyet beklentimdeki gerçekçiliği değiştiremedi…

İlk 11’inde stoper orijinli hiçbir oyuncu olmadan maça çıkan futbol takımı var mıdır acaba daha önce? Barcelona son dönemdeki 3-4-3’üyle böyle yapıyor da… Belli ki aylar önce bizler “Bu Barcelona neden kalitesine yakışır stoper derinliği oluşturacak birilerini almaz?” diye düşünürken, Guardiola da “Bizim takımda stopere ihtiyaç var mı ki ?” fikri üzerinde duruyormuş…

Barcelona’nın topu rakibine vermeden bitirdiği, “Ne zaman 5 olacak?” sorusuyla izlediğimiz maçları yeni bir şey değil. Ama bunu çoğunlukla 4-3-3 üzerinde yapıyorlardı… Bence Pep, tahtaya takımını ve bu 4-3-3 sistemini yazmış. “Oyun tamamen benim kontrolüme nasıl geçer?” sorusunu sormuş ve 4’lü savunmadaki iki stoperin üzerini eliyle kapamış, çözüm bulunmuş…
Eski sistemde savunma önünde oynayan oyuncular Busquets ya da Mascherano, iki stoperin arasına giriyordu zaten. Onda değişiklik yok, ama bu kez etrafında stoper yerine bek&stoper karışımı oyuncular var. Çabukluğu dolayısıyla Mascherano burada öncelikli seçim… Rakip akınlarda top kanatlara açılırsa, Busquets Macherano’nun yamacına girip savunmayı 4’lüyor zaten. Ama öncelikli defans taktiği, rakibin yüzünü hiç döndürmemek. Sürekli hareketli ve pres halinde olup, sarf edilen eforu da pas yaparak “aktif dinlenme” şeklinde tolere etmek…

Top Barcelona’da olunca neler olduğunu anlatmaya gerek yok sanırım… Böyle bir 3-4-3’de, herkes ortasaha özellikli olduğundan, topun rengi bile bordo-maviye dönüşüyor artık… Fabregas gibi bir oyuncu, Xavi – Busquets – Iniesta ahengini bozmadan, üstelik hücumcu sayısını da düşürmeden takıma girebiliyor… Bu durumda da, stoperin meali olan “durdurucu” oyuncu çok anlamsız kalıyor. Kimi durduracaklar ki? İlk yarıda Barça’nın topa sahip olma oranı &74. Arda’nın girişiyle, maç sonunda bu oran ancak %68’e düşmüş… Ki rakip de, son dönemde gayet formda olan Atletico Madrid yani…

Barcelona’nın bu yapısına, “basıp giden” forvetler etkili olabilir. Çünkü kaleden bir hayli uzakta ve spontane şekilde pres yapıyor gerideki 3’lü. Bu durumda Pato’nun yaptığı gibi, topla seri giden forvetler dert açabilir. Mesela genel olarak La Liga’da daha domine edici bir takım olabilir Barcelona ama bu sistemle El Clasicolarda sorun yaşayabilir. Çözümü kolay ama: Pique girer ve anında 4-3-3 görüntüsü oluşur… Ama şu sıralar Pique’nin, Puyol’un oynamıyor oluşu, hazır olmamalarından ziyade taktiksel seçim bence. Bir başka tahminim de, bu sistemin daha iyi işleyişi adına Guardiola’nın sene sonunda Criscito’ya sulanacağı… Zaten ilk ismi de uygun Barça'ya gayet: "Domenico"

“Savunmada Barcelona nasıl durdurulur?” sorusunu cevaplayan adam, zaten Pazartesi 20 milyon Euro’luk kontratla Real Madrid’de başlar… O biraz zor zanaat. Ama en ideali, cezasahası önünde oluşturulacak sıkı bir alan savunması gibi duruyor. Tabii, her zaman Nesta – Tiago Silva gibi maç boyu full konsantre olacak bir adet tandeme sahip olunur mu bilenmez…Bireysel performanslara hiç girmedim, çünkü övgü sözlerinden başka bir şey denmiyor ve bu artık sıkıcı gözükebilir… Ama her maç, çok üst düzey işler görüyoruz Barça maçlarında. Messi’ye gelmeden, David Villa’nın ilk golü bile sanat eseri bana göre futbol adına. Orada “kontrol – adam eksiltme – son vuruş” esnasında o kadar çok ve farklı seçenek var ki, Villa en uygunlarını o dar zamanda seçip, uyguluyor…

Messi zaten gittikçe daha da ürkütücü bir hal alıyor. Kuvvet kazandığından bu yana, driplingleri çok daha etkili… Yine kuvvete bağlı olarak, evinden stada kadar topla koşsa yine son vuruşlarını güçlü yapacak kapasitede. Bir de son dönemde iyice geliştirdiği bir özellik var ki, kaleyi göremese bile tabelayı kolayca değiştiriyor artık dolaylı yoldan. Dar alanda, derin pas özelliği… Topta mıknatıs mı var, zaman ayarı mı var anlamıyorum bazen. 3 metre öteye derin top atıyor ve kaçan oyuncunun önünde duruyor yahu. Valencia maçının sonlarında, Villa’ya attığı pas mesela zirvedir. Portekiz maçında Di Maria’ya yaptığı asist de öyle…

Bir de Iniesta’nın sakatlığıyla sol ortasaha & kanat & forvet gibi bir bölgeye yerleşmiş Alcantara adında çocuk var. Ben ona Tiago denmesine karşıyım. Tiago nedir yahu? Palmeiras’dan gelme sıradan bir topçu gibi… Alcantara daha özel gösterir onu, ki öyle çünkü… Xavi – Iniesta karşımı bir çocuk, onlardan en büyük farkı teknik özelliği sanırım. Xavi’nin Alcantara dönemlerini biliriz, kendisinin 5-0’lık maçta Beşiktaş’a frikikten bir golü de var Şampiyonlar Ligi’nde. Bu kadar parlak değildi sanki… Alcantara daha bir ışıldırıyor… Ağabeylerine göre şöyle bir eksiği var, bir kez karar veriyor. O kararı hayata geçmeyince topu kaptırıyor. Xavi ise, şut atmak için gelir, topa da onun için vurmuş sanırsın ama bir bakmışsın ki Pedro karşı karşıya… Zaten adamda öyle bir çevre kontrolü yeteneği var ki, E-5’e bıraksan İncirli’den Topkapı’ya kadar yürüyerek gider kazasız belasız.

Futbol yapıları dışında şöyle de bir şey var: Rakibin hiçbir şey yapamadığı belli, maç 3-0’dan sonra 3-1’e gelmesi bile bir olay… Ama Messi 4-0’ı yapınca, Valdes’de bir sevinmeler, Allah’a dualar falan… Dersin ki maç 0-0, 90+8’de gol olmuş. Adamlar çok iyi ama hala aç. En çözümsüz özellikleri de bu bence. Manyak mısınız kardeşim?

Maç Öncesi: Beşiktaş – Antalyaspor

Daha Bursaspor maçının yorumları bitmemişti hâlbuki, bu nedir yahu? Ben maç önü-sonu yazılarını yazmaktan yoruldum, eminim oynamak daha zordur. Ama şikâyetçi değilim, her gün Beşiktaş maçı olsun bana uyar. Kadroyu 60 kişi tutarız, alt yapı oyuncularına da fırsat gelir. Hatta U13’deki Mete’lere kadar… İyi güzel de, maçlar çoğaldı ama anlamı azaldı. Keşke farklı formül bulunsaydı play-off yerine. 20 takıma çıksa lig, daha iyiydi mesela… Zaten her galibiyetin 750 bin olmasından bu yana, özellikle Anadolu takımları için “formalite maçı” diye bir şey söz konusu olmazdı. Bu son yaşananlardan sonra, kimse hatır-teşvik şikesine falan da bulaşmazdı. Neyse…

Resimdeki sanatçıları tanıdınız mı? Geçen yılın ilk yarısında “Beşiktaş’ın en iyi oyuncusu?” sorusu sorulsa, bu 3 oyuncu da akla düşerdi… Bu kadar maçın üst üste bindiği zamanda, mutlaka rotasyon şart… Yoksa, geçen sezonun “Trabzonspor deplasmanı – ilk yarı sonu” periyodunu yaşayabiliriz aynı sakatlık dertleriyle. Üstelik, bu kez kenarda uzun zamandır bekleyen, dinlenen oyuncuların kalite seviyesi de yukarıda oldukça…

Hilbert’in vakti geldi sanırım. Ekoko travma geçirecek artık yerde yuvarlanmaktan… Biraz dinlensin. Ernst sakatlıktan çıkalı baya oldu, iyice dinlenmiştir, sağlıklıdır diye düşünüyorum. Bombacı Mülayim’e doktorun dediği gibi, “200 sene yaşar…”. Guti’ye de gönderilen mesajlar yeter. Artık kalan kontörleri Quaresma’ya harcamak lazım… Zaten saçı da uzadıkça, “Aaa Guti lan?!?” etkisini yaşatmaya başladı bende tekrar, özledim. Bir görelim… Zaten görüldüğü üzere, maça değil mevzuya gidecek bir 11 çıkarttım. Bir adet inceci şart…“Bu takım çok düz?” eleştirileri olacaktır. Düz, ama en azından “futbol” takımıdır bence bu 11… Maçta kötü şut görürüz, kötü orta görürüz ama kötü koşma, kötü mücadele göremeyiz. Zaten rakip Antalya da fizikle ve taktik savunmayla oynayan bir takım. İdeal bir 4-3-3 oynuyorlar, Şifo Hoca aylardır, hatta senelerdir bu sistem üzerinde çalışıyor… Geçen yıl yine sert bir ortasaha ile Antalya maçına çıkan Beşiktaş, Bobo’nun 90+3’de attığı golle “zor” kazanmış gözükse de, maç boyu çok baskın oynamıştı. Zaten ortasaha, “ne güzel dönemdi…” denen, Beşiktaş’ın ve özellikle Guti’nin iyi maçlar çıkarttığı zamanın (geçen sezon başları) ortasahasıdır.

Forvet hattı da birbirini tamamlayacak tipte oyuncular. Holosko moralli ve fit… Edu, etrafında koşular yapacak oyuncularla performansının üstüne çıkacak model bir adam. Pektemek, saf golcü… Böyle bir 4-3-3’de, Pektemek kenarda oynayabilir. Kaleden uzakta kalmaz, aksine kendisine daha rahat pozisyon bulma imkânı sağlar, David Villa’nın yaptığı gibi. Stoperlerin kucağından kurtulur, onlarla Edu uğraşsın… Holosko koşarak, Edu fiziğini koyarak rakibi bozacak, Pektemek bitirecek. Ve bu kez arkalarında, yaptıkları koşuları daha fazla ödüllendirecek kutsal bir futbol öğesi var: Guti’nin sol ayağı.

Standart takımdan bir tek İsmail kaldı. Zaten söylenenlere göre, kendisi geceleri de sol taç çizgisi kenarına döşek atıp, yatıyormuş… Evinden ayırmayalım. Zaten kafamdaki Stoke City 11’inde, solbekte Egemen var. Hissediyorum ki Carvalhal için de aynı şey söz konusu… Sivok’u da Perşembe’ye saklıyorum. Aslında kontenjan yüzünden öyle oldu maalesef… Rüştü de kalede olabilir ama, ben Cenk’in yerine Rüştü’yü yazmaya kalktığımda program error veriyor. Yapıcak bir şey yok… Sonuç olarak, hem dinlendirici hem de uyumlu bir 11 çıktı bence ortaya. Tabi ki tutmayacak, zaten artık "tutar" diye değil "tutsun" diye umut ederek yazıyorum takımları…

İyi maçlar.

Güzel Olan Tek Şey: Kazanmak!

Carvalhal’in, dersini çalışan bir teknik direktör olduğu kesin. Bursaspor'un son maçlarında en etkili oyuncusunun sağ forvetteki Turgay olduğunu düşünürsek, bugünkü “bek Egemen” hamlesini, “hoca maçları izliyor” olarak yorumlayabiliriz. Ancak sadece rakibi değil, arada Beşiktaş’ın eski maçlarını da izlemesini tavsiye ederim… Böylelikle; ‘Ekrem’den belki başbakan bile olur ama sağbek olamaz’ gerçeğini o da görecektir. Bunun yanında, Beşiktaş’ın Ernst – Necip tercihi dışında ikili ortasahayı hiçbir zaman beceremediğini de…

Eğer o maçları izleyip de, bu kanılara varmadıysa kendisi; çalışıp çabalasa da, 8 ayrı dershaneye gitse de, yine de matematikten geçemeyen umutsuz vakalar kategorisindedir. Hiçbir mantıklı izahı yok çünkü, bana “imkan varken neden Ekrem, Hilbert’e tercih edilir?” diye bir soru sorulsa, direk boş bırakırım. Her hangi bir şıkkı sallamam bile… Hücumu yok, defansı desen her sol kanat akınında kendisin yerde görüyoruz. Gerçekten inanılmaz bir durum…

Geçelim ortasahaya. Beşiktaş’ın birçok sorunu var, ama en büyüğü “durağan” oynaması. Beşiktaş çok yavaş oyun kuruyor ve buna rağmen sağlıklı pas oyununu gerçekleştiremiyor ve de hücumda çoğalamıyor. Bursaspor ise aksine, hem hızlı oynuyor hem de hızlı çoğalıyordu ileride. Kırmızı kart gerçekten imdada yetişti… Ama bu kart, sadece Bursaspor’un gol bulma ihtimalini düşürdü, Beşiktaş’ın hücumları adına bir şeyi değiltirmedi…

Çünkü hem durağan oynanıyor hem de ortasahada pres yapılmıyordu, zaten yapacak adam da yoktu… Beşiktaşlı oyuncular, ancak ve ancak topun kendisine geldiğini gördüğünde hareketleniyor. Bunun bir bilgisayar oyununda görsem, bug var der oynamam o derece… Bu durum, Beşiktaş’ın sağlıklı atak girişimlerini kısıtlıyor. Orada adam olarak fazla olsa (bir Necip, Ernst gibi bir oyuncu eklense) en azından pres gücü artar ve ters anda top kapmalarla hücum şansı yakalanır. Mesela son oynanan Bursaspor maçını hatırlayın, Beşiktaş çok iyi bir takım oyunu koymuş ve maç boyunca pres yapmıştı. Holosko’nun golü de öyle gelmişti…Yine her zamanki gibi, rakip kaleye gitmek adına tek seçenek vardı: Simao ve Quaresma’nın driplingleri… Simao’ya kötüydü diyemem, maçta baya dayak yedi. Çokça faul kazandırdı, maçın en güzel pozisyonunu hazırladı (Edu’ya pas). Ancak Quaresma tek kelimeyle berbattı… Aldığı her topu zorladı, bir kez etkili oldu uzaktan şutuyla. Onun dışında yine bariyerlere çarpıp durdu. Topu kaptırıp, üzerine fauller yaptı. İki sarı kart da öyle geldi… Maç 1-0, basit oynayıp oyunu açmak yerine rabonaya kalkışıyorsun ve patlıyorsun. Bunu üzerine, sarı kartının olduğunu bile bile rakibe makas atıyorsun… Ondan sonraki arma öpüşüne de tav olmam şahsen artık. Her hangi bir gole ya da ona da gerek yok, takımına katkı yap öyle öp... Eğer Guti disiplinsizlikten dolayı 18’lere alınmıyorsa, Quaresma’nın cezadan sonra bir müddet oturması gerek. Yoksa çok samimiyetsizlik olur ortada…

O kırmızı kart, Bursa’nın gördüğü kırmızı karttan daha çok yaradı Beşiktaş’a, orası ayrı… Çünkü Beşiktaş’ın rakip kaleye gitme konusunda tek seçeneği Quaresma kalmıştı ve saçmalıyordu. O çıkınca, otomatikman o seçenekler arttı ve daha çeşitlilik geldi. Bir de, saygıları sonuna kadar hak edecek; teknik heyet dahil olmak üzere, ortasahadaki boşluktan rahatsız olacak tek bir isim çıkacaktı sahneye: Sidnei…

Santrafor sokup, kanata alan; kanat sokup, ortasahaya alan, kısaca ne yaptığı belli olmayan hocasından çok daha önemli bir taktiksel hamle geldi Sidnei’den. Ortasahayı doldurdu, hem top aldı hem de topsuz oyunda pres yaptı. Öyle bir anda, yine önde basarak topu aldı ve faul kazandırdı. Sonuç: Sivok’un çıkması namümkün kafası ve gol. Hani ha uzay boşluğuna vurmuşsun kafayı, ha oraya…O momentumla ikinci gol geldi Holosko’nun nefis uzak direk koşuşuyla… Nasıl ki Holosko trivela bir vuruşla topu köşeye gönderemez, Quaresma da o dakikada savunmayı uyutan koşuyu yapamaz işte… Ama gerçekçi bir futbol ortamında, fanteziden daha çok bu tip koşular gereklidir. O yüzden, kenarlardan en azından birinin forvet stilli olması gerekir diye ağlıyoruz buralarda… Holosko, nam-ı diğer Casper… Ama bugün Bursa’nın Chucky’si oldu, zaten Beşiktaş’a gol vedasını da yine bir Bursa maçıyla yapmıştı… Umarım bu gol ona “kara büyü” etkisi yaratır ve yeniden insan suretine dönüştürüp, aynı zamanda önemli bir futbolcu olduğunu hatırlatır. Lazım olacak çünkü daha fazla…

Kısaca; genel anlamda iyi ve güzel olan tek şey kazanmaktı. Kazanılan ortamı düşünürsek “muhteşem” de diyebiliriz… Ama bireysel olarak saygı ve sevgileri hak eden isimler yok değildi. Liste başı Sidnei’dir… Sonra İsmail, Sivok, Rüştü ve “golü yeter” deyip Holosko’yu yazabiliriz… O golden sonra evin içinde istemsiz ve amaçsız bir koşuya başladım, Carvalhal de aynısını statta yapmış. Bıraksalar, Yalova’da falan kesişirmişiz… O zaman ilk yapacağım şey, “ağbi bi ekmek parası…” demek olurdu, cüzdanını çıkarıp vereceğinden eminim. Çünkü ancak böylesine hayırsever, nur yüzlü, şıh model bir adam; böylesine basiretsiz futbola rağmen, bu kadar zor bir deplasmandan kazanarak çıkar…

Cüzdanını hacıladıktan sonra birkaç da tavsiyem olurdu tabi: “Quaresma’nın cezasıyla, o bölgeye Holosko ya da Edu’dan serpiştir. Bak gör hayat daha güzel olacak… “Geride de olsan, eksik de kalsan, sel de olsa, yangın da çıksa; ortasahayı tahliye etme gözünü seveyim…” “Mustafa Pektemek’ten kenar forvet olur da, direkt kanat oyuncusu olmaz. Olsa bile, forvet olduğu kadar olmaz hiçbir zaman. Kısaca: yazık ediyorsun…” “Birisi sana belli ki –Bu Ekrem, Gökhan Gönül’ü kesecek adam ama bakma Avusturya’yı tercih etti…- falan demiş belli ki ama seni çok fena yemişler hocam…

Maç Öncesi: Bursaspor - Beşiktaş

Fenerbahçe, Galatasaray ve de en son Trabzon’un bıraktığı puanları takip ederek bir kanıya vardım: play-off sistemi heyecanı getirmek yerine olan biten heyecanı da yemiş sanki. Özellikle de normal sezon maçları adına… Çünkü aslında kaybedilen puanlar, gözükenin yarısı… Bir takım, ikinciye taş çatlasın 10 puan fark atabilir sezon sonunda. Ki o da olmuyor aslında, son 15 senenin nasıl bittiğine baktım, Fenerbahçe 100. yılında 9 puan fark atmış 2.’ye. En bariz aralık o… Ve aslında o fark da, şampiyonluk ilanından sonra diğer yarışan takımın (Tigana’lı Beşiktaş’ın) fişi çekmesiyle oluşmuştu. Kayseri’den 3 yenmişti falan… O zaman play-off olsa, bu fark da olmazdı büyük ihtimalle.Diyeceğim o ki, şuana kadar pek görülmeyen 10 puanlık farkla bir takım normal sezonu birinci bitirse dahi, play-offlarda rakibine 2 maçta da yenilirse şampiyonluğu teslim ediyor. Öbür taraftan bakınca da, 10 puan fark yemiş takım dahi şampiyonluk şansını ciddi şekilde cebinde tutuyor. Bu aslında iyi bir şey gözükse de, bana göre sırf play-off zamanlarının heyecanını arttırmak adına, diğer halan 34 haftanın “galeyanı” şırınga ile çekilmiş oldu…

Keza bu akşamki Bursaspor maçı da, aslında puantaj açıdan gerilimli olması gerekirdi. Ama bence gerilim sebepleri yine aynı olacak… Çünkü herkes kaybediyor, birisinin kafayı uzak farkla ileriye atması zor gözüküyor. Hedef 1.’likten ziyade, ilk 4’e kapak atmak… Vesaire, vesaire… Neyse, yine de kritik maç tabi ki. En son oynanan Bursaspor maçı, taktiksel açıdan şahane geçmişti. Yine öyle bir kurgu bekliyorum…

Bursaspor’da bazı isimler değişse de, izleyebildiğim kadarıyla oyun planı aynı. Klasik 4 savunma; çok fazla hücum desteği vermeyen 2 ortasaha; bir adet forvet arkası (Batalla); iki kanat & forvet (son dönemde Ozan – Turgay oluyor bunlar) ve Bangura… Kanattaki forvetler, pek de öyle savunma arkası koşusu yapacak tipte oyuncu değiller. Aslında izlediğim kadarıyla Bangura içinde aynı şeyler geçerli… Tipik bir fizik ve pozisyon alma kapışması yaşanacak Bursaspor hücumlarında. Sidnei ve Egemen için biçilmiş kaftan bir durum var ortada yani… Ancak bekler için, özellikle sağdaki bek için o kadar iyimser olamıyorum. Ters kademelerde sıkıntı yaşanabilir, özellikle Ozan İpek’in uzak direk koşuları sakat.

O yüzden, bu maçta savunma hattını ortasahaya yakın tutmak mantıklı olurdu bence. Böylece, sayıca üstünlük sağlanacak ortasaha paylaşımına bir katkı da “öne çıkmış defans kurgusu” verir, pek top gösterilmezdi… “Sayıca üstünlük” diyorum çünkü Carvalhal’in yine Necip – Aurelio – Fernandes düzeninden ayrılmayacağını tahmin ediyorum…Hücumun da son maçla aynı olacağını düşünsem de, kadromda yine kendi inisiyatifimi kullanarak Edu – Pektemek ikilisine cebren yer açtım… Bir de Ankaragücü maçının son evresindeki kurgu da ihtimal dahilinde tabi: Simao’nun forvet arkasında olduğu 4-2-3-1 düzeni. Ama bu durumdan pek haz edeceğim söylenemez.

Yine her iki takımın da en büyük silahı duran toplar olacak. Appiah’ın bir Beşiktaş maçında, çok net orta yapabilecek pozisyondayken, topun üstünden atlatıp kornere gidişini seyretmesini hatırlarım. Ve o korner de, Nobre’nin kafasıyla gol olmuştu… Artık Beşiktaş'ın da, gerekirse detektör kullanarak duran top arayışlarına girmesi gerekecek. Bunun için de en büyük seçenek, Quaresma’nın driplingleri…

Bursaspor’un stoperleri atletik, ancak pozisyon takiplerinde sıkıntıları var. Topa güdümlü kalıp, birbirilerine girebiliyorlar. O yüzden, zorlayıcı ve takipçi rolü nedeniyle bu haftaki gol tahminimi Edu’ya yazıyorum. İyi maçlar…

Artık Seni Seviyoruz ‘Duran Top’

Geçen yıl şöyle bir cümle kurduğumu hatırlıyorum: “artık rakip oyuncular kornere giden topu taca atmak için değil, taca giden topu kornere atmak için depar atarsa şaşırmayın…” Durum öyleydi çünkü; hatta Beşiktaş korner atarken, kontrayla kendisi pozisyon yiyordu. Gerçi o hastalık hala devam etmekte, bakınız yenen gol…

Ama artık duran topları seviyoruz, 5. resmi maç ve 4. duran top golü. Hatta duran top devamında oluştuğu için Egemen’in golünü de sayabiliriz sanki. Bugün de yine topun içeri gireceği benzemeyen dakikalarda, iki duran top golüyle sonuca gidildi. Öncelikle okura saygı açısından şunu belirteyim; maçın bir bölümünü elektrik kesintisi sebebiyle seyredemedim mesela 2. golü radyodan dinledim. Spiker “Egemen ve gool!” efekti verince sevindim, “yakışır” dedim içimden. Sonra “Edu attıea!” diye çevrildi o ses, bu kez daha çok sevindim. Çünkü ilk yarıda güzel pozisyonlar yakalamış, iyi de vurmasına rağmen golü bulamamıştı. Ama meğer o da değilmiş “arkadaşım uyarıyor, Sidnei golün sahibi” dedi aynı ses. E bu kez çok daha fazla sevindim, malum adam için “gol atacağını hissediyorum” dedik, direk maçı aldı. Evet, bunu söylemek için gelmiştim. Sizleri bir dakikalık saygı duruşuna bekliyorum, iyi akşamlar…Yok, yine de bir şeyler yazayım… Zaten kaçırdığım bölümleri de özet halinde izledim. Aslında değişen az şey vardı… O az şeyin büyük bölümünü, takımın biraz daha iyi top dolaştırması oluşturuyordu. Egemen’le başlanan ve topun oyuna küfür gibi sokulmaması olayı, Sidnei ile daha da keyifli hale geldi. Mesela Edu’nun ön direkte vurup, kalecinin yukarıdan çıkarttığı pozisyonu hatırlayın, Simao’ya topu çapraz şekilde gönderen isim Sidnei’ydi. Sidnei demişken, artık kornerler öncesinde kameraların odaklanacağı bir oyuncumuz var sanki… Golü atacağını da histen ziyade, hem takımın duran toplarda iyi organize olmasından hem de Sidnei’in sıçrama yeteneğinden dolayı tahmin ettim. Mesela Atletico Madrid’e Ernst golü atarken, Sidnei’in geriye bir sıçrayışı var; ben bu forma altında o şekilde top indiren adamı en son Pascal Nouma’yla gördüm. Dinamo Kiev maçında özellikle, olağan üstü bir top indirişi vardı o şekilde… Muazzam aşırtmasından ziyade, o görüntü aklımda daha belirgin.

Olumsuz olarak değişen bir şey yok, takımın cezasahası içi etkinsizliği devam ediyor. Bunun kısa yoldan çözümü basit, bugün emareleri de verildi aslında. Edu ve Pektemek beraber oynarlar, bu kadar basit. Edu’nun yaptığı koşular, etrafına servisler gayet iyi. Ama onun çabasının, Quaresma ya da Simao’nun etkili ortalarının sonuç alması için; bir de Chicharito gerekli. Chicharito’nun da benim için Türkçesi minik bezelye değil, Mustafa Pektemek’tir… Tabi bunun için Simao ya da Quaresma’dan biri oturacak maçına göre. Benim bu aralar adını zarfın içine koyup, sandığa atacağım isim Simao… Nedenlerim belli; kişisel bir problemim yok ama mantık çerçevesinde birini yazmam gerekliydi… Simao bu aralar yıprandı, dinlendirmek gerek. Ada şartlarına uymuyor… Zaten duran toplara da Fernandes vurmaya başladı, ki iyi de kullanıyor direk vuruşlar hariç. Tabi durum gerektirirse, bugünün ikinci yarısında olduğu gibi 4-2-4 vari birşeyler de denenebilir; kimse de kesik yememiş olur... Ama ben "ortasaha tahliyesine" karşıyımdır, baskı da ortasahayla oluşturulur bir yerde...Zorla kazanılmış, 3 puana rağmen umutsuz olunacak bir maç gibi görünüyor ama bence öyle değil. Zor kazanıldı, çünkü bu haftalar zordur zaten. Sonunda rekor puanla şampiyon olacak 100. yıl takımı, 2. hafta Kocaeli maçını nasıl kazandı hatırlarız… Sonuçta takım öyle veya böyle 17 şut atmış, 2 tane yemiş biri gol olmuş. Orada da çok ciddi bir kaleci hatası var maalesef. Kadroyu görmeden, direk o anı görsem kalede Rüştü var derdim. Kendisi bu konuda diploma sahibidir, hatta İngiltere maçıyla masterını tamamlamıştır… O yüzden “Rüştü varken ne Cenk’i” diye düşülecek muhtemel yazılar, mürekkep kaybıdır.

Takım zamanla iyi olacak izlenimi veriyor bana en azından. Duran topların tehlikeli hale gelmesi çok önemli bir artıdır. Bir de şu Pektemek – Edu olayı başlasa, Hilbert de zaman zaman bekte düşünülse hayat daha güzel olacak, dolar düşecek, işsizlik oranı 5 puan daha gerileyecek gibi sanki…

Fotoğraflar: DHA

Pazar’ı Beşiktaş’a Bağlayan Gece

Üzerinde kumanda ve ince belliyi barındıran mini sehpa karşısında, “hangi maçı izlesem?” çekimserliğinin ancak gece yarısında sol bulduğu bir Pazar günü daha geride kaldı. Gönül isterdeki gün, 13:30’da başlayacak Palermo maçıyla açılsın… Ancak halen Serie A kendisine yayıncı bulamamış durumda ülkemizde. Üstelik rekabet adına şuan en dikkat çekici liglerden biriyken… Link, mink aramayla da insanın hevesi kaçıyor. Zaten genelde hiç susmayan İspanyol spikerine denk gelerek, maç ne olursa olsun kendimi Meksika Clausura liginde falan hissediyor, konsantre olamıyorum…Neyse ki STV Haber’de PSV – Ajax maçının yayınlandığı haberi geldi ve futbol komasına girme seansı çok geçmeden başlamış oldu. O maçtaki en belirgin notum şu: Mertens Barcelona’da oynar. Hatta Alexis’e sulanmadan, 13’e PSV’ye giden bu çocuğa zıplamak çok daha maliyetsiz ve taktiksel anlamda uygun olurmuş onlar adına. Sebeplerini, ayrıca açacağımız bir Mertens başlığı altında sunarız. Maç 2-2 bitti, Ajax’ın son golü; bir zamanlar Beşiktaş’a dahi gelsin istediğim, son pivot santraforlardan Dmirtri Bulykin attı. O zamanlar; Euro 2004 surlarıydı sanırım. Eskiden kolay sonuca gitme mantığım varmış demek ki, şimdilerde fazlasıyla dudak bükeceğim bir oyuncu tarzına sulanmışım. Ama kendi dalında iyi bir oyuncuydu, o dönemde iyi kulüpleri yakıştırmıştım ona. Ajax’ı bulmuş sonunda yaş 32’yken. Saygılar…

Sonrasında Nani’ye her geçen gün daha çok hayran olduğumu fark ettim. Alex Ferguson, Ronaldo’dan sonra onu da yeteneklerini öldürücü şekilde kullanmayı öğretmiş sanki. Evelemek, gevelemek en aza inmiş. Alıp, açıyı yakalıyor ve doksanı buluyor. Bunu yaparken de “çok kolay bir işmiş” gibi gösteriyor, asıl fenası da bu… Maçta, Fernanda Torres’in “bitiricilik” tabirine yazdığı sözlük tanımına da tanık olduk. Attığı gol, tam da öyleydi… Ama Torrescan tatsız, bu belli. Bir türlü ne o formaya, ne de takım ona oturmadı, yakışmadı. İlk Atletico Madrid günlerinden bu yana ayrı tuttuğum forvetlerden biriydi. Onu bu halde görmek üzücü, gelsin Serie A’ya yeniden baş tacım olsun. Mümkünse Juventus.Sonra iki Arda izliyim dedim, iyi de ettim. Amigoya megafonla “Arda Turan” tezahüratı yaptıracak kadar iyi bir oyun ortaya koydu. Az önce Torres’in gol vuruşuna “bitiricilik tanımı” dedik, sanırım Arda’nın attığı gol paslarına da, asistin tanımı diyebiliriz… 'Golden önceki pas'tan ziyade, 'golü zorla attıran pas'lardı bunlar. Bir futbolcunun önündeki en büyük engel “baskıdır”… Onun dışındaki birçok şey klişeden ibaret. Futbolcu yetenekliyse ve baskı altında değilse, direkt oynar. Lig neresi olura olsun… Mesela eminim İsmail Köybaşı şu Atletico Madrid’in bekinde olsun, “bu adamı gönderdik mi şimdi?” diye sorar her Beşiktaşlı kendine. Arda saçma sapan diyaloglardan uzakta yeniden futbolcu olduğunu hatırlamış ve sonuç ortada.

Eskiden tek vuruş diye bir oyun oynardık mahallede, hala var mı bilmiyorum. Arsa kalmayınca, bu tip yaratıcı oyunlar da yalan olmuştur büyük ihtimalle. Her neyse, işte Cavani de Milan’la onu oynamış ve kazanmış… Sol, sağ, havadan, yerden fark etmeden net vuruşlarla hat-trickini tamamlamış. Napoli sağlam geliyor… En bariz eksikliklerini Inler’le kapattılar. Başarı, en aşağı geçen seneki kadar olur bu kesin. Yalnız, Aquilani’nin de golü güme gitmesin. Kafayla vole atmış adam… Maçın golleri burada. Alessandro Matri, yine Juve'nin gülü oldu bir maçta daha. Ancak golde Vucinic'in hakkını "büyüksün baba" diye bir not bırakarak teslim etmek lazım.Velhasıl, sıra Beşiktaş gününe geldi. Mecburen Süper Lig izleyeceğiz yani, alışkanlıktan… Bu seferki maç öncesi yazısı biraz farklı oldu, çünkü söylenecek çok şey yok bence. Kuralar çekilince biraz puslanan umutlar, Perşembe günü özellikle skor olarak güneş yüzü gördü diyebiliriz. Eskişehir maçının da moralsizliği bir nebze atılmıştır herhalde. Artık, kadrosunu dağıtan Ankaragücü maçıyla kazanmaya edeceksin… Bunun taktiksel analizi bile boş aslında. Guti, Ernst, Almeida ve Sivok kadroda yoklar, büyük ihtimalle 11 de belli yani. O 11 yukarıdaki değil elbet, o yine benim tutmaması 1.05 veren dizilişim. Reelde; Ekrem Hilbert’in yerine bekte; Edu santraforda, Simao kenarda oynar. Kalede de Rüştü olur yine herhalde…

Kendi 11’imin sebeplerini, hemen her maç önü & sonu yazısında belirtsem de yine kısaca açayım: kontenjan sorun oluşturmuyorsa Hilbert bekte oynar. Hem en iyi savunmacı hem en iyi hücumcu bek şuanki mevcut kadroda. Evet, savunmacı diye bilinen Toraman’dan daha savunmacı ve hücumcu diye bilinen Ekrem’den daha hücumcu… Hareketlilik & bitiriclik, Pektemek’i santrafor yapan ana etkenler. 4-3-3’de Simao ya da Quaresma’dan birine kesik atma arzumu artık saklamaya gerek yok sanırım. Son form durumları ve de Quaresma’nın İnönü’de bir başka oynaması sebebiyle bu seferki kafa iznini Simao’ya veriyorum… Sidnei'yi de nihayet göreceğiz bakalım, içimden bir ses "gol atacak" diyor. Ama nasıl performans gösterir bilemem...

İyi maçlar.

Basit Oyun, Beş Gol

Tel Aviv’de “yahu oyun olarak hiç ezilmedik, 5 gol yedik. Nasıl iş bu?” diyen 1 milyon kişi bulabilirim… En başlarını da teknik direktörleri çekti zaten demeciyle. Bizim için de tanıdık bir psikoloji aslında; geçen yıl Avrupa Ligi’nden elenirken Dinamo Kiev için söylüyorduk biz de bunu. Özellikle İnönü’deki maçtan sonra…

Yalan yok, çıkan kadroyu pek tutmamıştım. Öncelikle kaybeden takımda pek bir şey değişmediği için; sonra da, 4-3-3’de olmadığı defalarca görülen Simao – Almeida – Quaresma hücumunun bozulmadığı içindi bu hayal kırıklığı. Ama bu kez şöyle bir farklılık oldu; takım 4-3-3 değil de, 4-1-4-1 gibi dizildi. Daha realist bir yaklaşım vardı yani… Hem Quaresma hem de Simao, Almeida’dan ziyade ortasahaya yakın oynadılar. Topları derinden alıp, yönlendirdiler… Almeida’ya yaklaşacak oyuncu olarak da Necip belirlenmişti sanki. Ama gol erken bulunduğu için bu yola da pek gidilmedi, gerek kalmadı...

Bu yapıda Beşiktaş’ın gol bulabilmesi için üç seçeneği vardı. Uzun top, duran top ve kanat oyuncularının bireysel yeteneklerini kullanarak çizgiye inişleri… Her şekilde de golü buldu Beşiktaş. İlk golde Aurelio, telefon kulübesine girip Pirlo forması giydi… Harika bir uzun top ve güzel bitiriş Almeida’dan… İkinci gol de aslında yine biraz uzun top, ama daha çok yetenek. Hedefi Almeida’ya kitleyip, trivelayı gönderdi Quaresma…

Rüştü’nün üzerine gelen topu içeri atıp, daha sonra tavuk kovalar gibi peşinden gitmesi can sıktı kısa süreliğine. Sonra yine, gol atmayı kolay gösteren bir olaya daha tanıklık ettik: Fernandes orta, Aurelio kafa… Çok şey değişmedi dedik ama, Aurelio’nun varlığı bu maçın özelinde birçok şeyi değiştirmişti. Öncelikle Fernandes ve Necip’i daha ofansif kullanabildi Beşiktaş. Bunun yanında, alan savunması içerinde klasik defans önü süpürücülüğünü çok başarılı yaptı. Attığı rahatlatıcı golle de, bana göre maçın adamı oldu. Dördüncü gol en güzeli… Quaresma’nın getirişi ve Egemen’in tekme üstü uçan kafası. Benim için röveşatadan bile daha estetik bir gol şeklidir uçarak kafa. Feyyaz’dan kalma hastalık sanırım…Son gol yine uzun top, bu kez Fernandes’di. Bitiren de, o dakikaya kadar golü detektörle arayan kardeşimiz Edu… Gözlem ve tahminlerimin karşılığı olan bir oyuncuyla karşılaştım diyebilirim. Klasik bir santrafor değil, klasik bir kanat da değil. İkisinin arası… Bazı topları heba etti, yeteneksizliğinden gibi göründü. Bence daha çok telaşındandı. Hatta, iyi bir bitirici olamaması da, soğukkanlı bir oyuncu olmayışındandır. Attığı golden önce de nabzı 200'e vurmuş gibiydi garibimin... Şut atmadan, içeri "döner bıçaklarıyla dalalım mı ağbi?" bakışı attı. Kalede karar kıldı, ki doğru tercihti... Aslında tekniği az değil, attığı golde yaptıkları ince işler. Aynısını Berbatov Baki’ye yapıp, yakın direği bulduğunda “ne topçu be…” demişti millet… Lazım olur, iş yapar, mücadeleci ve topu her daim isteyen bir adam ayrıca. Baggio, “penaltıyı ancak onu kullanmaya cesaret edenler kaçırabilir” demişti. Aynısı oyun içersinde de geçerli aslında. Pozisyonları, ancak onları kovalayan ve sürekli top arayan oyuncular kaçırır… Yıldız fetişizmine karşı rahatsızlığımdan dolayı, çok fazla savunacağım Edu’yu sanırım.

Başta dediğim gibi, oyun olarak ahım şahım bir şey yoktu. Ama sonuçta gecenin en farklı skoru vardı. Bunu yakalamak, zoru basit göstermek de bir şeydir. Genelde bize yapılanı, biz başkasına yaptık bir Avrupa maçında… Ben de genelde gollerin üzerine yazmayı ve bunun keyfini çıkarmayı tercih ettim. Sonuçta hafta arası takıma idmanı ben vermeyeceğim, “skor aldatıcı olmasın beyler!” kafasına girmeye gerek yok sanırım.

Goller dışında aklımda kalan üç sahne var; İsmail’in Bale vari akması ve Almeida’nın önüne topu yuvarlaması; Fernandes’in ortasahada 3-4 adamı aynı anda çöpe atması; yine aynı Fernandes’in, Simao vuracak diye salya akıttığımız anda frikiği kullanması… Tamam fena vurmadı ki özellikle pas olarak kullandığında baya iyidir. Ama o noktadan topu Simao’dan alma hakkını ancak üç adamda bulurum ben: Del Piero, Beckham ve Gianfranco Zola…

Maçtan sonra, herkesin ağzında (Quaresma dahil), “savunma önde başlarsa, takım halinde topun arkasına geçersek, yakın oynarsak;… vesaire vesaire”… Bunu anlamam işte ben. Madem biliyorsunuz, özeleştiri “önsöz” gibi manasız bir hal almasın, bir zahmet her maçta uygulayın. Bugün özellikle son yarım saatte, bütünleşik bir alan savunması oldu. Herkes topun arkasına geçti, kademeli olarak pres yapıldı falan… Bunun üzerinde durmak, bir de hazır kötü haldeyken Ankaragücü ile bu serinin devamı lazım.

Maç Öncesi: Beşiktaş – Maccabi Tel Aviv

Henüz ilk maç oynanmasına rağmen iddialı bir söz olabilir, ama hem takımın psikolojisini hem de diğer rakiplerin ne yapabileceklerini az çok tartabilen biri olarak şunu söyleyebilirim: bu maç kazanılırsa Beşiktaş’ın gruptan çıkma şansı devam eder, aksi halde biter… Grup dengeli ve her takım puanlarının çoğunu evinde toplayacak gibi görünüyor. Kiev ve Stoke, artı olarak deplasmanda da puan & galibiyet koparmak adına ideal sistemlere sahip. Hatta ben Stoke City deplasmanında kazanma ihtimalini, İnönü’deki maçtan daha fazla görüyorum… O yüzden bu maçı kazanmak elzem, aksi halde; grup açıklanır açıklanmaz 3 puan yazılan bir maçtan eli boş dönmenin yanında, hiç gereği yokken Maccabi de potaya girmiş olur…Beşiktaş son dönemde 2 şeyi asla yapamıyor ve yakın zamanda da yapacağa pek benzemiyor… Rakibini cezasahasında boğan, golü bağıra-çağıra bulan bir takım olamadık mesela hiç. O yüzden “baskılı oynayalım” demenin bir manası yok, bünyeye ters düşüyor. Tam aksine, Milan’ın Barcelona’ya yaptığı gibi “topa hiç sahip olmasa da”, gol yeme ihtimalinden uzak duracak bir alan savunmasını da yapamıyoruz. Bunu yapmak isterken, Alania bile neredeyse maçı uzatmaya götürüyordu… İkisinin ortası iyidir, geçen sezon Schuster’le oynanan Avrupa maçlarında bu ayarı tutturmuştuk.

Defans çok derinde beklemiyordu ama hücumcular da fazla önde (kopuk) kalmıyor, takım halinde topun arkasına geçiliyordu. Golü sabırla bekleyen ve oluruna bırakan bir yapı vardı… Bu plan bize çok uymuş, Porto maçları hariç sürekli kazanmıştık. İlk Porto maçında da yine dengeli oyun olmasına rağmen, stoper ve kaleci hataları mağlubiyeti getirmişti. Deplasmandaki Porto maçı ise, tarihi boyunca en değerli oyunlarından birini ortaya koymuştu Beşiktaş. “Bam-gümle” değil, kazanma şansını en az Porto kadar cebinde tutarak, denk bir futbolla alınan 1 puandı o…

Beşiktaş bu maçta da sakin oynamalı ve evinde oynadığını unutmamalı… Dengeli giden bir maçta ev sahibi her zaman avantajlıdır. Seyirci ve hakem taktirleri başta olmak üzere, bir çok faktör yanındadır. İlk golü yemedikten sonra, bu durumlar maç sonuna kadar geçerliliğini korur. Sonra bir penaltı olur, duran top olur, uzaktan şut olur; kısacası ortada gol olacak bir oyun olmamasına rağmen, bir bakmışsın maç sonunda 3 puan yazılmış. Keza CSKA maçında da öyle olmuştu hatırlanırsa. 93’de Ernst’in kafası gelmişti… Yine öyle bir maç bekliyorum, tabi direk maçın başında 2-0 yapıp; keyif çaylarını içmeye başlamak da güzel olur, itiraz edemem…Tahmini değil, direkt olarak kafamdaki 11 oluyor yukarıda bulunan şablon… Simao – Almeida – Quaresma 3’lüsünün bir sürprizi kalmadı artık. Simao ve Quaresma bilindik; alıp çizgiye inecekler ya da fırsat bulurlarsa içe kat edip şut atacaklar. Ama ters ortalarda arka direğe koşu yapmayacakları kesin, o top Almeida’yı geçerse paralel gider taca doğru… Almeida da, yapacağı topsuz koşuyu 3 gün önceden belli eden bir santrafor. Kısaca, Maccabi savunması bu 3’lüyü 5 dakikada anlar, kalan 85 dakikada buna göre oynar…

Ancak Edu, Pektemek hatta Akyüz gibi oyuncular kelimenin tam anlamıyla “can sıkıcı”. Tabi rakip savunmacılar için… En gereksiz toplara bile koşu yaparlar, topun dışarıya çıktığını görmeden vazgeçmezler. Kenarda oynarlarsa ve top kendilerinde değilse, mutlaka ceza sahasındadırlar… Arka direkte sekecek bir topu beklerler. Ayrıca Edu, bunların yapmasının yanında oldukça şutör ve teknik bir oyuncu. Mutlaka kenar forvetlerden biri o olmalı. Pektemek’in Almeida’dan farkı ise, topsuz koşularının daha bilinmezli oluşu. Mesela ön direğe koşuyor gibi gözükürken, stoper bir bakar ki adam arkasında… Aynı zamanda, yine Almeida’ya nazaran “ekmeğini taştan çıkarma” konusunda da daha önde. Topu alır, ikili oyun yapar ya da içeri kat eder, şut atar. Oyuna küsmez, bir şeyler dener…

Ortasahada Ernst’in sakatlığı geçerse başka seçim yok gibi. Es-Es maçından önce “8 ay oldu artık, şu Ernst-Fernandes-Necip üçlüsünü bir görelim” dedik, olmadı. Şimdi 8 ay – 3 gün geçti, artık görelim... Fernandes'in cezalı olup-olmaması sorunsalı var. Şampiyonlar Ligi'nde örneklerine baktım. Apoel'li oyuncu Manduca, playoff maçlarının her ikisinde de sarı kart görmesine rağmen, ilk grup maçında oynamış yani sarı kartlar gruplara taşınmamış. Kural Avrupa Ligi'nde de aynıdır, yani Fernandes oynar. Yok eğer başka türlü kural işliyorsa ve de Ernst oynayacak duruma gelemezse, durum kötü. Ya Veli oynayacak o durumda içte, ya da sağ bacağı 3.1 milyon Euro eden çocuğu göreceğiz...

Geçen seneden bu yana dediğim gibi; yabancı kontenjanı el verirse, Beşiktaş’ın sağbeki Hilbert’tir. Sadece hücumsal açıdan değil, kendisi aynı zamanda iyi savunmacı bir bektir. Toraman bile stoper orijinli olmasına rağmen, onun kadar başarılı ters kademe yapamıyor… Gerisi artık maçtan sonra, izleyip görelim. Bu 11 tutmaz, ama biraz tutsun (2 adam farkıyla ıskalayalım) kabulüm… "Kazanan takım bozulmaz" diye bir kural varsa, hiçbir şey yapmadan kaybeden takım da değiştirilir, bu kadar basit. İyi maçlar…

Usta ve Çırak #13-33

Hiç olmadık bir zamanda, kendisini eskilere götüren şeylerle karşılaşabilir insan. Bazen bir şarkı, bazen bir mekân, bazen bir film yapar bu etkiyi... Mesela Geleceğe Dönüş serisinden herhangi birini ne zaman izlesem, filmin sonlarını “uyu artık Mustafa saat kaç oldu!” baskısı altında geçiririm sanki… Çelik’in Hercai parçasını ne zaman dinlesem, ergen bunalımına girer ve ertesi gün olmayan okulumu asasım gelir, vesaire vesaire…

Bugün de bir adamın oynadığı futbol, beni milenyuma götürdü. İnternetle yeni tanışan bir genç olarak; herhangi chat kanalına girip, bot olmayan bir kızla muhabbete giresim geldi… Hepimiz yaptık, birbirimizi yemeyelim. 90’ların sonu, 2000’lerin başında U18 olup da, bunu yapmayan bizden değildir… Neyse, sulandırmayayım.

Messi’nin bugün tanıştığı “Nesta’s vintage tackle” olayından, bizler yaklaşık 10 yıl önce de farkındaydık. Tabi o zamanlar topu alıp, bir de servis yapıyordu. Şimdi ancak dışarıya atabiliyor, ama o da yeter… Bir insan; 1 yıldan uzun bir süre boyunca toptan uzak kalsa, halı sahalara bile dönmeye korkar olur. Ki ben öyleyim… Ama Nesta çim sahalara döndü. Dönmekle kalmadı, o ana kadar Milan’ın en çok başı ağrıyan bölgesine yeniden ilaç oldu. Ve daha da önemlisi, Boneralarla oynaya oynaya mundar olma noktasına gelen Tiago Silva’nın potansiyelini yüceltti…

Bugün Nesta Usta’nın ve çırağı Tiago Silva’nın, Barcelona karşısındaki direnişine tanık olduk. Ara ara Seedorf’un bile solbek kademesinde göründüğü alan savunması içersinde oldukça sağlam durdular. Öyle ki, maçın 85 dakikasında “ortasahadan çıkış yasağı” gelmişti Milan’a. Böylesine tek taraflı maçta ayakta kalmak, çok büyük bir tandem savunması gerektirir. Nesta bunu 2000’de Hollanda karşısında yapmıştı Cannavaro ile birlikte. Bugün yine o esintiler vardı…

Maçın tüm golleri güzeldi. Pato’nun golü, “uzayıp gitmek” tabirinin sözlük tanımıydı. Barça’nın ilk golde Messi tüm savunmayı çöpe attı, Pedro her zamanki gibi tamamladı… Her takımda bir Pedro olsa, kaleye paralel giden ortaları daha az izleriz. Eskiler beleşçi der, şimdilerde buna off the ball diye modern bir tanım getirdiler ve bu oyuncuların hakkını verdiler…

Barajın 1.5 metre üstünden gitmesine rağmen, bir anda irtifa kaybeden bir top gördük Villa’nın frikikte. 5-10 dk sonra aynı yerden bir daha yakaladı. Bu kez Messi baraja abandı; muhtemelen Hagi’nin Kopenhag’daki finalde Şükür’e attığı bir bakıştan göndermiştir Villa o anda… Sonrasında klasik İtalyan işi… Barça, 2-1 bitsin der gibi oynarken Milan da “buna razıyız” konumunda. Hatta buna öyle inandırdılar ki, maçın 2-1 bittiğini sanan Barçalı futbolular olabilir… Tiago Silva, Barça’nın kısa alan savunmasını iyi değerlendirdi. Havadayken, tüm kaslarından kuvvet alıp kafayı vurdu…Milan için, Avrupa Kupaları’nda kendine güvenini getirecek bir başlangıç. Barça için ise, klasik sezon başları hastalığı… Onları ayrı kılan 3 temel özellik var: herkesin pas oyununa katılması ve bunu durağan yapmamaları; stoperler dahil olmak üzere, ataklarda bir anda cezasahası içinde çoğalabilmeleri ve yine stoperler dahil olmak üzere, pozisyonları çok yüzdeli bitirebiliyor olmaları… Bugün sadece “al-ver” olayı işledi. Gollerde de, önce Messi’den sonra da Villa’dan bireysel yetenek patlaması yaşandı. Yarın bugün kale alanında çoğalmalar atar; takriben 1 ay sonra da maçlar Barça adına 3-0 başlar yine…

Velhasıl; güzel maçtı diyelim. Ve “efsaneler yaşlanmasın” diye noktayı koyalım.

35. Hafta, Beşiktaş Mağlup…

Hani yeni sezon başlıyordu arkadaş? Ben bu gördüklerimi daha önce, yani “34 hafta boyunca” izlemiştim zaten… Quaresma ve Simao’nun iyice çizgilere açılmasıyla ortada kalan Almeida yalnızlığı; ona destek olmak adına, ortasahadaki Veli’nin sıklıkla forvet arkasına geçmesiyle birlikte dönülen 2’li ortasaha; bu ortasahada iki yönlü verimini de tam anlamıyla veremeyen Fernandes ve tek direnişçi kalan Necip Uysal…

Her şey tanıdıktı… Beşiktaş yine ortasahada set baskı uygulayamıyor ve yakın oynayamıyordu. Bunanla beraber, bireysel yeteneklerine bakılan oyuncular da (özellikle Quaresma) sürekli bariyerlere çarpıp durdu. Böyle bir rakip karşısında, ancak ve ancak takım halinde baskı uyguladığı zaman ağırlığını hissettirebilirdi Beşiktaş. Ancak bu olmadı, sadece bir kez İsmail ani bir top kazanma yaşattı ve Beşiktaş’ın tek golünü attırdı, aslında attı…Hem bu “topu aniden geri kazanmaları” arttırmak hem de cezasahası içinde daha etkili olabilmesi için Beşiktaş’ın iki değişikliğe ihtiyacı vardı bana göre. Bunlar: Veli – Ernst ve Pektemek (Edu) – Quaresma şeklindeydi. Sadece Pektemek oyuna girdi ama Veli’nin yerine… Bu da çözüm denklemine ters düştü; çünkü sistem değişmemişti ve Pektemek kanat & forvet değil, direkt olarak kanat oynayacaktı…

Kaleden uzak kalan Pektemek yalnızca bir kez cezasahasına koşu yapabildi, neredeyse golü de getiriyordu. Ama golü, ona daha yakın olan taraf buldu. Sürekli yanında tuttuğu maçı, Beşiktaş’ın kopuk ortasahası onarılmayınca en nihayetinde aldı Eskişehir… Sonrasında gelen Necip – Edu değişikliği, bir bakıma maçın bitmesiydi. O andan itibaren Beşiktaş için en iyimser tablo, 1 farklı mağlubiyetti bana göre. Hem şişirmeye dönülen maçta Quaresma’nın halen sahada olması; hem de 2-3 metre önünde Simao olmasına rağmen sürekli bu şişirmelerin Toraman tarafından yapılması çok anlamsızdı.

Aslında bence Carvalhal’in de aklında; Simao ya da Quaresma’dan birinin kenarda oturacağı, ortasahanın mücadeleci oyunculardan kurulacağı bir 4-3-3 var. Ama bu kolay değil… Bize “kes gitsin” demek kolay da, sonuçta bu iş adamın mesleği. Ve halen Beşiktaş’ın teknik direktörü mü, değil mi onu da bilmiyor. Guti olayından sonra bir de Quaresma’yı oyundan alamazdı. Bugün bir şey denedi, tutmadı. Ben Carvalhal’in bunu tekrar denemeyeceğini ve zaman geçtikçe sürekli takım için çalışacağını düşünüyorum. Ve halen umutluyum kendisinden…

Maç da tanıdıktı, mağlup olma şekli de. O yüzden yeni sezon başlamış gibi hissetmedim… Zaten şu fikstürde hep dışarıda ve puan kaybederek başlıyor Beşiktaş genelde. Neyse, Maccabi maçında “olumlu anlamda” yeni şeyler görmek ümidiyle…

Maç Öncesi: Eskişehirspor – Beşiktaş

Guti’nin maç kadrosunda bulunmayışı, bu konunun ana hatlarını çizdi sanırım. Aslında bu aynı zamanda maç sonunun da konusu… Böyle durumlara klasiktir; şayet Beşiktaş puan kaybı yaşarsa “hocalık demek, elindeki oyuncuyu kullanmak onunla restleşmemek demektir!”. Eğer Beşiktaş kazanırsa, “kimse Beşiktaş’tan büyük değildir!”…Benim için ise skora göre değişen bir durum olmayacak. Geçen sezon Kiev maçları dâhil olmak üzere, Beşiktaş’ın en pısırık oynadığı karşılaşma Eskişehir deplasmanıydı. Ve ben bu kez, özellikle de ortasahada direnç anlamında pusmuş bir Beşiktaş görmek istemiyorum. Tabi geçen maçta 10 kişi kalınmasının da etkisi büyüktü. Guti sahadan ayrılmadan evvel, Kuçik’e attığı uzun topla maçın tek pozisyonunu da hazırlamıştı Beşiktaş adına.

Bazı maçlar vardır, Guti’nin inceciliği sebebiyle ortasahadaki mücadele gücünü düşürmesi göze görünmeyebilir. Ancak bazı maçlar da vardır ki, rakibin koyduğu dirence karşı konulamadığından, iş Guti’nin inceciliğine gelmeden bitebilir hem moral hem de skor olarak… O nedenle bu maçta Guti’nin düşünülmemesi ve muhtemelen daha sert bir ortasahayla çıkılacak olması çok normaldir. Guti’nin B Planı’nda kalması faydalı olurdu, ancak buna da olası tripleri müsaade etmemiş sanırım… Guti’nin kadroya hiç alınmaması, görünen köye kılavuzsuz gitmektir bir nevi. Carvalhal haklı görünüyor…Çıkacak 11’in 10’u çok net… Flu olan tercih ise Necip – Veli arasında. Fernandes, Ernst ve Necip ortasahasını 8 aydır bekliyoruz, sanırım sadece 5-0’lık Antep BLD kupa maçında bu üçlüyü bir arada gördük. Necip ve Ernst’le birlikte olunca, Fernandes çok daha net hücum katkıları yapmış, cezasahası koşularıyla iki de gol atmıştı o maçta. Beşiktaş bu ortasahayla oynar ve de takım çizgisini çok geriye atmazsa, Fernandes yine skora katkı yapan ortasaha oyuncusu olarak öne çıkabilir. Üstelik son Eskişehir maçında olduğu gibi, 4 adamı çalımlamasına gerek kalmadan…

Carvalhal’in aklının bir köşesinde, Pektemek’in uzak forvet olacağı 4-3-3 yatıyor. Ancak şu zaman için, bunu A Planı’nda düşünmesi erken. Belki ileride Quaresma – Simao arasında bir seçim yapıp, Guti’den sonra bir devrim daha yaratabilir. Ama şimdilik hücum hattı Portekizlilerin olacaktır. Pektemek’in ise skora göre sahaya giriş şekli değişir. İşler yolunda giderse Almeida’nın yerini alır, gol çözümü olarak düşünülürse ortasahalardan birini yerine girip, 2. forvet rolünü üstlenir… Yine Beşiktaş'taki performansını çok merak ettiğim ve umutlu olduğum Edu için de aynı senaryo geçerli.

Esaretin Bedeli filminde, 40 yıl sonra serbest bırakılan ve özgür hayata alışamayıp kendini asan amcanın kafasındayız aslında. Futbolu özledik, ama bir yandan da futbolsuzluğa alıştırıldık... Üstelik futbolun dönüşü de gerçek futbolsever için pek keyifli olmadı. Tamamen yayıncı kuruluş için getirilen play-off sistemi, soruşturmadaki süren çözümsüzlük vesaire… Lig başlıyor ama ben maçlardaki olası ruh halimi, kazanma – kaybetme psikolojisini yeniden yaşayıp, yaşamayacağımı bilmiyorum. Zamanla göreceğiz artık…

Fulya'lı Tevez: Ali İhsan Şahin

Bildiğim, yeteneklerinden emin olduğum ve daha da önemlisi “tamamen Beşiktaş’ın olan” çocukların hakkında yazmaya devam edeyim ben en iyisi… BJK TV’nin hayata geçmesiyle, U13’e varıncaya kadar tüm alt yaş kategorilerinden haberdar olduk. Bunlardan en ilginci Mete Düzgün’lü U13 takımı olsa da, A2’ye bir adım altta olan U18 takımına dikkat kesilmek daha mantıklıydı. Ben de öyle yaptım… Hatta maçların Fulya’nın oynanmasından sebep, hem tvden çekim açısı güzeldi, hem de merak ettiğin maçlarını gidip izleme şansı daha yüksekti.

Herhangi bir takımın adı anıldığında, insanın gözünde üç isim belirir hemen. Mesela Chelsea denince; Terry, Lampard, Drogba direk karşımıza çıkar. Milan denince Nesta, Seedorf, Pato… Bayern denince Schweinsteiger (artık tek hamlede yazabiliyorum), Müller, Lahm falan. Bu göz önüne gelen “önemli” oyuncular, bölgelere de eşit şekilde dağılıyorsa, “o takım, iyi takım” demektir bana göre… Bir tarafın zayıflığı, diğer tarafı çok güçlü olsa bile anlamlı kılmaz. Her şeyde durum böyledir, mesela Usain Bolt’a “üst tarafı niye çalışıyosun bilader, kolunla mı koşacaksın?” diyebiliriz. Ancak vücudun dengeli gidebilmesi için, her bölgenin eşit kas yoğunluğunda olması gerekiyormuş… Geçen yıl Beşiktaş A Takımı’nda da bu harmoni yoktu, dileğimiz gelecek yıl bunun sağlanması diyerek konuya gireyim.“Beşiktaş U18 Takımı” denince de, benim gözümde Cankurt, Ali İhsan ve Cihan beliriyordu hemen. Başka yetenekli çocuklar da vardı, orta sahadaki Onur gibi mesela… Ama takımı kelimenin tam anlamıyla sırtlayanlar bunlardı. Her ne kadar bu sayılan isimler eşit bölgelere dağılmasa da, takım 4-3-3’ün hakkını vererek oynuyordu çoğu zaman... Cankurt stoper, Ali İhsan ve Cihan ise kenar forvetlerdi. Cihan, daha bir Burak Yılmaz, Kuyt vari… Ali İhsan ise bildiğiniz Fulyalı Tevez…

Hocasına “ben aslında santraforum” diyormuş Ali İhsan, ama hoca onu ısrarla kenar forvet bölgesinde oynatıyormuş. Sebebi belli; Ali İhsan’ın “topu ayağına yapıştıran” cinsten driplingleri ve çok etkili şut yeteneği, onun kenardan içe kat ederek skoru değiştirme şansının daha yüksek olmasını sağlıyor. Ki hocası burada çok da haklı… Hemen her takımda görmeye alıştığımız, çizgiden içeriye kat ederek insana “maç bitti maç!” çaresizliğine sürükleyen oyuncu tiplerinden Ali İhsan da… Yaşına göre de gayet kuvvetli, zaten bu sebeple “santrafor oynarım!” demekten kaçınmıyor.

İzlediğim maçlarında iki fantastik hareketine tanık oldum. Birisi, frikik kullanıldıktan sonra barajdan seken ve havalı gelen topu çok net vuruşla kaleye gönderip, golü yapması. Diğeri ise, Oktay’ın zamanında Spartak Trnava’ya attığı vole golüne bir benzer vuruş yapıp, az farkla topun dışarı çıkmasıydı… Bunların haricinde içe kat edip, penaltı kazandırmaları, maçın rengini değiştirmelerini çok sık yapan bir oyuncudur zaten. Alt yaş gruplarına göre de gol ortalaması bir hayli yüksektir.

Şimdi bu üç oyuncu da A2’ye yükselecek büyük ihtimalle. Özellikle hücumda oldukça derin bir seçim şansı olacak. Ali İhsan da burada fırsat bulmaya çalışacaktır. Erkut, Muhammed, Ali İhsan ve Kadir’li 4-2-3-1 hücumu tadından yenmez mesela… Ve bana göre, o fırsatı daha da büyük amaca çevirecek yeteneklere sahiptir Ali İhsan. Hele de arkasına Erkut, Muhammed gibi “incecileri” alırsa… Nasıl ki Doğukan bir anlık şansla, A2’de bile yeniyken A Takım oyuncusu oldu kısa bir süreliğine, ona da aynen bu tarz bir kapı açılabilir. Buna değecek yeneğe sahiptir. Merakla bekliyoruz… Ayrıca fotoğraftaki saçı da gitmiş, tipik yardır yardır akan kenar forvet tiplemelerine dönmüştü en son stil olarak: üç numara…

İçimdeki Meireles

Julio Regufe Alves, liseyi terk edip Beşiktaş’a gelen ortasaha oyuncusu olarak biliniyor kendisi… Biliyorum, böyle bir yakıştırmayı yapmamam lazım ki yapsam da çok inandırıcı olmaz. Çünkü genç oyuncuları olumlu anlamda kayırdığım, naçizane blogumun bir gerçeği. Ancak Beşiktaş ne zamandan beri genç oyuncu bağımlısı oldu, asıl soru işareti o…

Düne kadar 300-400 milyar verilip, profesyonel yapılmayan ümit milli oyuncular bedavaya gidiyordu bu kulüpten. Şimdi ise henüz üst düzey futbolda tam olarak ne olduğu belli olmamış 20 yaşında bir Portekizlinin, sadece yarı hakları 3.1 milyon Euro’ya alınıyor. Ki o hak da neyin yarısı? Onu da bilmiyoruz… Borsaya yapılan açıklamada “futbolcunun ekonomik haklarının %50’si kulübü Atletico Madrid’den 3.1 milyon avroya satın alınmıştır” ibaresi var. Yani oyuncunun yarı hakları hala Atletico Madrid’de mi? Öyleyse, fonun sahip olduğu yarı hak neyin nesi oluyor? Acaba biz “yarı hakkının da yarısını” mı aldık? Bunlar soru işaretleri…İşin bir de teknik boyutu var, çünkü Alves artık UEFA listesinde. Eğer içinde bir Meireles saklamıyorsa, sadece maddi anlamda değil “futbol anlamında da” Beşiktaş’a zararı dokunacak gibi görünüyor. Necip, Guti, Fernandes, Ernst, Aurelio biraz da Veli derinliğinin olduğu yere geldi Alves. Bununla birlikte Tanju dışarıda kaldı, takımda tek “net” solbek ise İsmail… Grupların teknik değerlemesini yaptığımız yazıda Egemen solbekti, belki ruh ikizim olarak ilan ettiğim Carvalhal de sert maçlarda onu bek olarak düşünüyordur. Ancak şöyle de ihtimal var, Egemen ve Sivok uyumluluğu sağlanırsa bunu bozmamak gerekebilir. O zaman da solbek için Ekoko’ya gün doğuyor… Sivaslı Erman Kılıç’la bile ters kademelerde sıkıntı yaşayan Ekoko ile Stoke deplasmanı… Güzel bir senaryo olmaz.

Herhangi bir transfere peşinen burun kıvırmak âdetim değildir, bir altta Edu yazısında bu belli oluyordur sanırım. Ancak Alves transferi, herhangi bir transfer değil… Gerçekler var çünkü. Bu camiada, alt yapıdan çıkmış ve yetenekli olduğu tescillenmiş oyuncular değer görmüyor. Görenin de yarı hakkı fona verilmeye çalışılıyor. Bu ortamda, başka bir genç oyuncunun yarı haklarını (ki bahsettiğim gibi, o mevzu da çafçaflı…) 3.1 milyon Euro’ya almak oldukça can sıkıcı. Çünkü biliyorum, bugün Necip’e yarı hakları için 3 verseler “he” denecek bir durumdayız. Çelişkiler diz boyu. O yüzden Alves içinde bir Meireles saklasa bile, teknik olarak seviniriz ama transferin “maskeli hali” yine can sıkıcı özelliğini yitirmeyecek… Çünkü bu transfer yapılırken, bana hiç de oyuncunun yeteneği sorgulanmış gibi gelmiyor.

Neyse, başta sorgulanmasa da artık oyuncunun yetenekli çıkmasını umut etmekten başka çare yok gibi. Fazla boş adam olma ihtimali de yoktur herhalde, Portekiz'in genç milli takımlarında da oynadığına göre... Transfer şekli benzemese de, Bobo'dan bu yana ilk kez çok az fikir sahibi olduğumuz bir oyuncuyla karşılaşıyoruz. O yönden biraz heyecan verici... Ama keşke transferi de Bobo şeklinde olsaydı. Ne bileyim, arada menfaat kollayan bir şirket değil de; eski Beşiktaşlı bir futbolcunun önerisi yatsaydı yeterdi...

Edu ile Büdü

Kaleciyi çalımlayarak atılan gol güzel, bunu yapabilen forvet özeldir benim için. Özgüven belirtisidir çünkü bu, aynı zamanda da estetiktir. Kendimce bu konuda Top 3’üm de vardır hatta: 1- Roberto Baggio’nun Juve’ye gol atarken, tek bir bilek hareketiyle kaleciyi hayata küstürdüğü an. 2- Anelka’nın Dida’yı çocukluğuna kadar götüren feyki. 3. Beşiktaş 3 – 1 PSG maçında, Marco Simone’nin Fevzi’yi neredeyse aut çizgisinde çalımlaması…

Filippo Inzaghi dışında, genelde teknik özellikleri üstün oyuncuların yapabileceği iştir bu hareket. Özellikle dar alandaysa, süratten ziyade biraz bilek esnekliği gerektirir… Edu ile tanışmam da, tam da böyle bir olay esnasında olmuştu. El Clasico, yine televizyonda izlenecek program ararken yaptığım kumanda pili israfının, her zamanki gibi yakalanan bir maç özetleriyle son bulması… Rakibini hatırlayamadım, ama güçlü bir takım karşısında oynadığını anımsıyorum Schalke’nin. Ve maçı da 5-2 gibi fantastik bir skorla kazanmışlardı…O maçtan hatırladığım tek net sahne ise, Edu’nun çok zor bir açıdan, ani bilek çevirmesiyle kaleciyi geçişi ve sıfırdan vurup, yakın direğe nişanlaması… Sonrasında pozisyon gol olmuştu gerçi, birisi boş kaleye tamamlamıştı. O maçta genel olarak çok etkiliydi Edu, zaten o andan itibaren radarıma da girdi diyebilirim... Teknik, süratli sayılabilecek, güçlü ve sıkı şutları olan bir oyuncuydu. Bu sebeple, özellikle kenar forvet kavramı adına mutlaka aklımda olan örneklerden biriydi. Tam adını unutacaktım ki, dün KAP’a yapılan bildirimle tekrar hatırladım…

İyi oyuncu ile iyi transfer kavramları birbirinden farklıdır. Her iyi oyuncunun transferi, “iyi transfer” anlamını taşımaz. Takım sistemine tam uyumu, aranan özelliklere sahipliği ve maliyeti gibi durumlar, bir transferin iyi ya da kötü oluşunu belgeler. Kısaca: oyuncu bir ihtiyaç kapatıyorsa iyi transferdir…

Örneğin Ailton, Beşiktaş formasının gördüğü en “leblebici” adamdır. Lakin ondan önce Lyon’a gidip, sistemce ciddi bir açık bırakan oyuncu Carew’di… Ve takımda Carew model tek oyuncu Veysel’di, Ailton’un ise giden oyuncuyla (Carew) hiçbir ortak özelliği yoktu nefes alması dışında… Oysa Carew takımdayken, onun üzerine 2. forvet olarak gelse çok daha farklı olurdu. Sonuç olarak, 3-5-2 gibi bir sistemin içersinde Youla ve İbrahim Akın’a bir yere kadar sabredebildi. Gitmeden önce Antalya’da oynadığı ve hat trick yaptığı Werder Bremen maçında halen leblebiciydi, ama takımın tam olarak ihtiyacı değildi… Çünkü Beşiktaş’ta toplar önüne atılmasından ziyade, kafasının üzerinden uçuşup duruyordu…

Almeida’nın hakları tamamen alındı, bu aynı zamanda “santraforda Almeida’da karar kılındı” anlamını taşıyor. Yani Beşiktaş’ın aradığı hücum oyuncusu bir santrafor değildi artık; Bebe’nin açığını kapatacak, topla akıcı olabilen ve gerektiği zaman kenar (uzak) forvet, gerektiği zaman da top taşıyan santrafor rolünü üstlenebilecek bir oyuncu gerekiyordu. Bu bağlamda Edu, bahsedilen özelliklerin hemen hemen tam karşılığını veren bir oyuncuydu. O nedenle kendisine, sırf bu sistem ve ihtiyaç uyumluluğundan dolayı bile “iyi transfer” diyebiliriz…

Önümüzdeki sezon Beşiktaş, birçok maçta savunmasını nispeten geriye atacak ve hücum oyuncularının “top taşıma” özelliğine, her zamankinden daha fazla gereksinim duyacak gibi görünüyor… Böyle durumlarda “santrafor Edu” oldukça işe yaracak ve önemli bir alternatif olacaktır. Çünkü kendisi fizikli bir oyuncu olmasına rağmen, boşluk affetmeyecek derecede dripling yeteneğine sahiptir. Şu videoda attığı bazı goller var… Özellikle 2:05’den itibaren görülecek gole dikkat. Şuana kadar Beşiktaş’ta, rakip stoperin üzerine üzerine yumulup, gayet akıcı bir feykle açı yaratıp, gol yapabilecek forvet görmedim. Ya da az gördüm, Amokachi falan… Ki oda, bunları direk gol bölgesine doğru yapmıyordu genelde.Her topu zorlayan, çok fazla bitirici olmasa bile, ceza alanında her zaman varlığını hissettiren oyuncular fazlasıyla can sıkıcıdır rakipler için. Edu da böyle bir oyuncudur aynı zamanda, bunun yanında Borges’in yazısında dikkat çekildiği üzere “stoper” olarak geldiği Almanya’da forvet olmuştur. Belki stoper olacak kadar defansif yetiye sahip değildir ama “kenar forvet” bölgesi için, hele de koşu devamlılığına sahip bir oyuncu olarak oldukça yeterli bir savunmacıdır diyebiliriz… Sürati, hava hakimiyeti ve top taşıma özelliğiyle; bu kez sürekli hücumu düşünen ve kapalı rakiplere karşı oynayan Beşiktaş 4-3-3’ünde, etkili bir kenar forvet olarak görebiliriz. Tıpkı Bebe gibi, “golcü” etiketine sahip olmasa da çift mevkili bir hücumdur kısacası. Yani, bir ihtiyacı kapatmıştır…

Hikayenin bir de Büdü’sü var tabii, o da maalesef genel olarak biz Beşiktaşlılar oluyoruz. Yani Büdü gibi, hoşnutsuz, mutsuz, peşin olumsuz bir karakter… Sadece internet ortamında değil, son dönemdeki “yıldız fetişizmi” ile, tribünde de, sokakta da, cafede de, her şekilde karşılaşabileceğimiz Beşiktaşlı profili bu oldu maalesef. Belki öyle güdümlendirildik, bilemiyorum. Ama şu bir gerçek ki; “yeter Demiören!”, “ne olacak bu borçlar?”, “burası Beşiktaş, aile şirketi değil!” sorgulamalarını yapan bir taraftar, aynı zamanda Edu gibi transferlere burun kıvıran taraftar olamaz. Ama oluyor işte…

Sonuç olarak, Şampiyonlar Ligi’ne bir sezon daha katılamayan, haliyle sadece yurtiçi gelirlerine bağımlı (Avrupa Ligi'nde şampiyon dahi olsan, Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmış bir takım kadar para alamıyorsun) bir Beşiktaş’tan bahsediyoruz. O yüzden; son anda yapılmış olmasına rağmen, teknik olarak ihtiyacı karşılayan ve kalitesine göre uygun maliyetli bir transfer oldu. Ben derim ki, Büdü’yü bırakıp artık Edi olalım, biraz pozitif bakalım ve Edu’ya şans verelim. Hiçbir şey kaybetmeyiz… Ama negatifte kaybedeceğimiz kesin. Kaldı ki, adam gayet iyi futbolcu ve karakter olarak da kendini tribünlere çabuk sevdirecek bir yapıda gibi... Hayırlı olsun.