Üçüncü Gol

İlk 8 haftayı çok beğendiğimiz için, devamını çekmişler... Yine benzer hikâyelerle geçen bir maç oldu. Beşiktaş, farkı ikiye çıkaramadığı her maçta bu sıkıntıları yaşadı, yaşayacak… Daha yeni yeni oynamaya başlayan Hilbert’in, bekten yaptığı hücum koşularıyla bulduğu gol sayısı: 2. Quaresma ve Simao’nun kanattan yaptığı hücum koşularıyla buldukları gol sayısı: sıfır… “Fark neden anca 90+3’de ikiye çıkıyor?” sorusunun birinci cevabı burada yatıyor.

İkinci cevabı ise, uzatmalarda atılan üçüncü golün bizzat kendisindedir. Quaresma o trivelayı ilk yarıda yapsaydı; top paralel giderdi. Top paralel gidip auta doğru çıkarken, Almeida’yı ise yerde kayarken izlerdik… Keza Veli’nin ortasına, 60 metre geriden Hilbert yetişmeseydi; öyle bir sahne olacaktı.Savunma ve orta sahada doğrular bulunuyor ve ufaktan istikrar sağlanıyor gibi. Özellikle bugünkü orta saha kurgusu, kesinlikle üzerinde durulası bir kurguydu. Ernst’in rolü çok özel, klas uzun paslar atmaya devam etti bu maçta da. Veli’ye attığı top gözden kaçmadı, ama daha fenasını Fenerbahçe maçında Quaresma’ya atmıştı, o top asist olmuştu… Hep enerji, mücadele denince akla gelir ama bu konuda da boş değildir. Necip de öyle… Almeida’nın çaprazdan birebir kaldığı pozisyonda, nefis lob topu bırakan oydu sanırım. Keza yine Almeida'nın tribe bağladığı pozisyonda da, mükemmel zamanlamayla bırakmıştı topu... Ama en özel rol Veli’nin; değişilmez 11 oyuncusu olma yolunda kendisi. Beşiktaş bu maçta ara ara “bütünlük” gösterdiyse, ana etkeni Veli’ydi… Bu üçlü orta saha genel olarak hem mücadeleci, hem de hücumcudur aslında yeterince.

Ama geride bulunan tüm bu doğrular, hücumdaki kopukluk çözülmedikçe bir anlamı kalmıyor. Zihnimdeki futbol kılavuzunu açtığımda ise bunun çözümünü şöyle görüyorum: “hücum geriye gelmiyorsa, geridekiler hücuma gitsin”… Schuster’in de yaptığı buydu, zaten hücumdaki yetenekli oyuncuları anlamlı kılmak da (özellikle Quaresma) önde presle gerçekleşir ancak.

Hem savunma, hem de ortasaha olarak çok uygun oyuncularla donatılmasına rağmen; maç boyunca hiç etkili pres yapmadı Beşiktaş nedense… Presten kastım, Almeida’nın kaleciye basması falan değil; takım halinde, rakibin pas yollarını tıkayacak şekilde alan daraltmak… Mersin maçının ilk yarısında örneği sunulmuştu nitekim.İşte o zaman, Beşiktaş ani top kapmalara başlar; her atak sıfırdan başlamaz. Quaresma da 3 kişi arasından çıkmak yerine, tek oyuncuyu ekarte ettikten sonra bile öldürücü bölgede bulur kendisini. Yine “üçüncü gol” öncesinde olduğu gibi… Necip kaptırdığı topu geri aldı, hemen Pektemek'e aktardı ve onun pasında Quaresma 1'e 1 yakaladı. Takım topu ileride kazandıkça bu tip pozisyonlar artacaktır.

Ama yap-boz bununla sınırlı değil tabi. O üçüncü goldeki bir diğer sihirli tüyo ise, cepheden Pektemek’in, uzak direkte ise Holosko’nun yaptığı koşudur… Quaresma’nın o ortası, ayaktan çıkış anı olarak estetik gözükebilir. Ama asıl güzelliği, gittiği noktadır esasında… Kaleci ile defansın arasına bir bölgeye kavisli yolladı. İşte bu toplara Almeida pek yetişemiyor, genelde ağzının içine atmak gerekebiliyor. Pektemek’in yetişme ihtimali daha fazla, keza Mersin’de attığı golde görüldüğü üzere “pozisyon alışı” açısından da daha bir golcü… Ama o da yeri gelir, bu toplara yetişemez; işte uzak direk koşuşu yapacak forvet burada devreye giriyor…

Simao, bu tip pozisyonlarda bırakın uzak direği; ceza sahası içinde bile gözükmez. Aymazlığından değil, futbolculuk yapısından. Keza Quaresma da öyle… “Önce en kaliteli adamlar yazılır” diye bir şey yoktur futbolda, mesele takımca “eksiksiz” olmaktır. Şeye benzer bu, “bizim çocuğun matematiği süper, ama edebiyattan, tarihten falan hiç çakmıyor." Olmamış o çocuk işte… Beşiktaş’ın hücum hattı da böyle, çok yetenekliler, aynı dili konuşuyorlar falan ama bir bütünlük yok.

Hiç Pektemek, Holosko'ya bile gitmeden; Quaresma - Akyüz - Edu üçlüsü bile bugünkü hücum hattına nazaran daha zor kontrol edilir bir üçlü olurdu. Ama isim isim olarak en kaliteli oyuncular mı? Hayır. Ama bütünlük olarak daha kaliteli... O yüzden, her maç önü-sonunda belirttiğimiz üzere; bu takım Simao ve Quaresma’yı sırayla kullanmak zorundadır. Aksi taktirde ikisi de yalan olacak. Geçenlerde Simao yuhalanıyordu, Fener’e attığı gol sonrası biraz duruldu gibi. Şimdi Quaresma “gel sen oyna bilader” demeye başladı numaralıya. Mimlenmek üzere yani… Bu tribünde de biri mimlendi mi, daha da hayır beklemeyin… Biz de yeri geldi, dokundurduk ama o kadar da ayağa düşecek bir adam değil Quaresma. O yüzden Carloscan, bence otur bi’ üçüncü golü tekrar izle…

Maç Öncesi: Beşiktaş – Sivasspor

Mersin maçında yarım saatlik baskı, gol ve sonrasında kontra atak düzeni; güzel işledi… Fenerbahçe maçında genelde kontra atak düzeni, ara-ara ortasaha önünde baskı; Quaresma dışında fena işlemedi… Ancak şimdiki rakip; son deplasmanında 6 gol yemiş, bu maçta öncelikle tekrar kötü bir skor görmek istemeyen, peşinen kendi yarı alanında gömülecek ve sert oynayacak bir takım: Sivasspor. Son iki maçında iyi görüntü veren Beşiktaş’ın, farklı bir şey yapması gerekiyor bu akşam.

Almeida döndü, ama Pektemek de formda… Eğer kâğıda Simao ve Quaresma ismi yine tükenmez kalemle yazılacaksa; bu maçtaki ceza sahası kalabalığına ulaşmak adına hem Almeida’nın, hem de Pektemek’in sahada olması gerekiyor. Biri uç, diğeri ikinci forvet olmak üzere…

Ancak hem orta sahadan bir sayı düşürüp, hem de yine kanatların Quaresma ve Simao’ya teslim edildiği maçlarda, Beşiktaş’ın topsuz oyunda ne hallere düştüğüne de defalarca şahit olduk. Bir noktadan sonra, takım iki bölüme ayrılıyor; hem savunma çok fazla yalnız kalıyor, hem de her atak sıfırdan başladığından hücumdaki oyuncuların da bir değeri kalmıyor… İki taraflı etkisizlik oluyor yani sonuç olarak.

Hem iki forvet, hem de Simao – Quaresma’lı kanatla oynamak istiyorsa; Beşiktaş’ın maç boyunca savunma çizgisini çok önlerde tutması, ve topun kaybedildiği yere anında pres yapması gerekiyor. Ancak bu da “he” diyince olacak bir şey değil tabi… Top kazanıldıktan sonra aktif dinlenme yapacak kadar, biraz top çevirmek şart oluyor. Beşiktaş’ın ortasaha oyuncuları arasında, telaş yapmadan olumlu pas yapabilecek isimler sırayla: Guti, Fernandes, Aurelio. “Schuster’in dediğine” hoş geldik…Soğukkanlı ve yetenekli ortasaha oyuncuları çok temposuz, tempo bakımından sıcakkanlı orta sahalar ise topla oynayamaya gelince telaşlı… Öyle bir dengesizlik var. O yüzden, en makulü “tempo” yapacak, ama topu verdiğinde de eli belinde olmayacak isimlerle oynamak. O yüzden Fernandes ve Guti’nin halen 18’de olmamasını anlıyorum. Ama Quaresma’nın hem bu mantıkla, hem de son maç performansıyla ezbere 11 yazılması çifte standart olur. Zaten taktiksel anlamda da tek çıkış: Simao ve Quaresma’dan birinin oturmasıdır… Gerçi Guti ve Fernandes'in kadro dışı sebepleri "futbol sahasının ötesinde" gibi geliyor bana. O zaman bilemeyiz, boş konuşmuş oluruz.

Hazır hafta arası Kiev maçı varken, Quaresma'ya “dinlendiriyorum” süsü verilir ve böyle bir hücum üçlüsü ile çıkabilir Sivas karşısına Beşiktaş… Kanatlarda hem delici, ters açıdan şutör bir adam var (Simao), hem de Almeida’nın dibine yanaşacak bir ikinci forvet (Pektemek). Ortasaha 3’lüsü zaten, Badi Ekrem’in avatarı… Veli orta sahanın içinde de oynayabileceğini gösterdi, yetenekli de gayet; görmezden gelmemek lazım… İyi de şut becerisi var ve bunu en iyi göstereceği yer orta sahadır aslında.

Hem topsuz oyunda düşmeyecek, hem de gerekli zamanda baskı yapacak, her şekilde golü bulmaya müsait bir takım olurdu bence bu 11’le Beşiktaş. Ama tutmayacak bir 11 aynı zamanda her zamanki gibi. Bakalım, akşam ne ile karşılaşacağız… "Amrabat, Caner;..." sırası Grosicki'ye gelmesin de.

Portekizcede Maden

Beşiktaş, yine İnönü’de bir Fenerbahçe maçını kazanamadı. Ama güzel olan şey, 88. dakikaya kadar kazanmaya çok yakın olmasının yanında, takımın “ne yaptığını biliyor” oluşuydu. Mersin maçı sonrasında da üzerinde durduğumuz gibi; Beşiktaş bu yapısıyla “topa sahip olan taraf” olamaz. Ya baskı yapan, ya da alanına çekilip baskı yiyen taraf olur… Genelde top Fenerbahçe’deydi, ama Beşiktaş da ne zaman ayağını frenden çekse gol ya da etkili pozisyon buldu. Tipik bir Portekiz takımıydı Beşiktaş, ama esas uygulayıcıları Türk ve Almanlardan oluşuyordu.Simao’nun hakkını yememek gerek, maçın en iyilerindendi. Attığı gol için değil; daha çok bu taktik disipline 90 dakika boyunca sadık kaldığı için. Tamam, ben de pek inanmadım; attığı gol için de olabilir… Uzun süre olmuştu Beşiktaş’ta bir oyuncunun köyünden şut atıp, golü bulması. O neydi yahu? Simao geldiğinde kendisi için, “topsuz koşuları yoktur ama; frikik, uzun şuttan falan ekstra goller bulur” demiştik; frikiklerini gördük geçen sene ama uzun şutuna 30 haftada anca tanık olduk. Daha sık denemesi lazım.

Gol öncesi önde basan Ernst’i, ilk yarı boyunca ortasahayı pek geçtiğini göremedik daha sonra. Çünkü Beşiktaş golü bulduktan sonra bu kez bekleme konuma geçmiş ve sıkı bir alan savunmasıyla topu Fenerbahçe’ye vermişti. Ancak ortada çok sağlıklı bir görüntü oluşmadı, Fenerbahçe hemen her atağını etkili sonlandırmaya başladı…

Alan savunmasını bir sandal gibi düşünün; sürekli dengede olması ve hiçbir açığı bulunmaması lazım. En ufak bir delikte, su alır ve batar çünkü… Beşiktaş’ın alan savunmasındaki arızalı tarafı da Quaresma’ydı. Zaten Aykut Kocaman da bunun farkındaydı… Maç öncesi direk şu talimat verilmiş; “Quaresma hangi kanattaysa, o bölgedeki bekin üstüne 2’li oyunlar gerçekleştirin, orada kümelenin…” Tüm maçta görüntü buydu, Fenerbahçe için Portekizcede maden Quaresma demekti…Beşiktaş geride beklerken, Quaresma’nın olduğu bölgeden Fenerbahçe geliyor; Beşiktaş da mecburen orta sahasındaki adamları oraya aktarıyordu (genellikle Ernst). Diğer kanatta ise salgın hastalık vardı herhalde, tahliye alanı gibi kalıyordu çünkü... Oturup piknik yapsan, hakem maçı durdurmazdı…

Quaresma dışında, herkes görevini eksiksiz ve en iyi şekilde yaptı. Ama normal olan bu, Quaresma böyle bir taktik disipline sahip takımlara ayak uyduramadığı, amatör futbolcu mentaline sahip olduğu için burada… O gelmeden önce de durumu buydu ve Beşiktaş, Beşiktaşlılar bunu kabullenip Quaresma’ya sahip çıktı. Yani, “adam hiç savunmasına yardımcı değil” cümlesi bir tespit değil; ben de takımın neden savunmaya çekilmesine rağmen pozisyon verdiğini anlatmak istedim zaten, konuyu Quaresma’ya getirmek değildi amaç.

Carvalhal’in derbi planı yerindeydi ama Quaresma’yla bu işin sınırlı kalacağını bilmesi gerekiyor. Maç öncesinde yazdığım üzere; madem vazgeçilemiyor, Quaresma’yı daha cephede ve hücuma yakın oynatmak gerekir ki; takım da buna göre savunmada pozisyon alsın. Yoksa tüm dengeler birbirine giriyor… Aksi taktirde, böyle kullanılacaksa para ediyorken elini sıkmak gerekecek. Ki Beşiktaş’ın tamamen sağlıklı, Fenerbahçe’de olduğu gibi birkaç isimin değişmesiyle bile, aynı seviyede devam eden bir sistem oluşturabilmesi için bu şart gözüküyor… Önce takım olmak, sonra belki üzerine bir-iki yıldız süslemesi... Ama artık ona da gerek yok.Keza bu maçta da, seremoniden itibaren “Quaresma çıksın, Holosko girsin; olmadı Necip girsin, Veli kenara geçsin” demeye başladım. Ancak 85. dakikada oldu öyle bir düzen, ben de gollerden ziyade bu Holosko – Quaresma değişikliği sonrası “maç geldi” dedim, ama o atılış açısından güzel, yeniliş açısından saçma duran topu hesaba katmadık tabi. Cenk kurduğu barajla kimi koruyordu, hala çözebilmiş değilim. Arkadaki fotoğrafçılardan biri yakınıydı herhalde…

Almeida oyuna girdikten sonra güzel bir top indirdi orta sahada, sonra güzel de bir gol attı. Ama bu takımın “tek forveti” güçlü olduktan sonra Pektemek’tir her türlü, bunu kanıtladı. Almeida ve Pektemek, Quaresma ve Simao’dan birinin oturması şartıyla (bu maçtan sonra Simao öne geçti haliyle) 4-3-3 ya da 4-4-2 varyasyonlarında beraber oynayabilirler, hatta oynamalılar…

Velhasıl, Beşiktaş futbol takımı olarak çok olumsuz değil şu sıralar, Mersin maçından itibaren ciddi bir taktiksel, arzusal kıpırdanma var. Bu biraz da Veli’nin takıma girmesiyle başladı, artık çıkmaması da lazım. Japon çizgi filmlerindekine benzer bir futbolcu tipi var zaten elemanda… Çok sevmeye başladım. Bugün direk orta sahanın içinde oynadı, gayet iyiydi. Her türlü sistemde iş yapar, ciddi bir joker…

Kazanılsaydı, güzel olurdu ama play-off muhabbeti sebebiyle, çok da sorun değil. İlk 4’de kalındıktan sonra, oradaki maçlar asıl mesele zaten. En azından defans artık oturdu, savunma dörtlüsü denince direk sağdan sola otomatikman sayacağımız bir 4’lü var artık sanırım. Kiev, Mersin, Fenerbahçe serisinde 3 gol yendi, 2’si duran top. “Savunma şampiyon yapar” klişesi hayat bulsa bari…

Derbi Öncesi: Beşiktaş – Fenerbahçe

Geçenlerde şöyle bir geçmiş derbileri hatırlayayım dedim; İnönü’de en az 8 mağlubiyet geldi aklıma bir çırpıda… Oğuz’la Boliç’in çıldırdığı , son Ferrari sapıtmasına kadarki süreçte 8 kez mağlup oldu Beşiktaş İnönü’de. Bunun yanı sıra, Kadıköy’deki mağlubiyetler de 4’le sınırlı son dönemde. Johnson’un Ahmet Dursun’un ayağını eline vermeye çalıştığı, sonrasında Ahmet’in kırmızı gördüğü, Yasin’in gol attığı maçla başlıyor; Batuhan’ın egoistliği, sayılmayan Higuain golü; sonraki maç Cisse’nin erken atılışı; bir sonraki maç Bobo’nun penaltı kaçırışı… Bu mağlubiyetlerde de hep bir şeyler ters gitmiş olmasına rağmen, teslimiyetçi olunmamıştı.

Ancak İnönü’deki maçlarda, takriben 10. dakikada o maçta yenileceğimizi anlıyorum. Hem taktiksel çarpıklık, hem de oyuncuların ruh hali onu işaret ediyor genelde. Demek ki bir şeyler yanlış yapılıyor, İnönü’de kazanılan maçlarda ise demek ki bir şeyler; farklı ve doğru yapılmış…

100. yılda birçok konuda Beşiktaş, Fenerbahçe’nin önündeydi. Onu saymazsak, Beşiktaş’ın son dönemde Fenerbahçe’ye karşı 3 galibiyeti var. Del Bosque zamanında kazanılan, Carew’in gol attığı maç; Delgado’nun getirip, Bobo’nun tamamladığı Türkiye Kupası yarı final ilk maçı; bir de Fink’le 3-0… Bu maçlardaki Beşiktaş’ın ortak özelliği; “rakibi boğayım, döner bıçaklarıyla dalayım, daha ilk yarıda 3-0 olsun” gibi saldıray bir mantıktan ziyade, topsuz oyunda çok dengeli bir takım tertibi ortaya koyması ve bulunacak az ama öz pozisyonlardan sonuç almasıydı…Bu maçta da aynı mantığın yürürlüğe girmesi gerekiyor, ki Fenerbahçe de bu işi çok iyi yapıyor… Öncelikle Fenerbahçe’nin olası kadrosundan girelim konuya. Geçen seneden, bu seneye doğru zayıflayan iki bölgesi var Fenerbahçe’nin; birincisi Lugano, ikincisi Niang… Niang, Fenerbahçe’nin “az ama öz pozisyondan sonuç alma” stratejisi için çok özel bir forvet olmasının yanında, top taşıma özelliğiyle de önemli katkılar yapıyordu. Şimdi o yokken, Fenerbahçe’nin hücumdaki top taşıyıcısı sadece sol kanadı oluyor… Stoch, Dia ya da Caner.

Mehmet Topuz ve Volkan oynayacak duruma gelmiş, ama Kesimal yetişememiş gözüküyor. Beşiktaş için en iyi haber budur sanırım, savunmada Bekir var… Forvette Bienvenu mü, yoksa Semih mi oynar? O biraz karışık. Ama nispeten daha hareketli, kanalları zorlayan bir oyuncu olduğundna Bienvenu tercih edilir herhalde. Stoch yerine Caner tercihi de gelebilir. Sol kanat ve forvet konusunda bir bilinmezlik var gibi…

Carvalhal ise yine Fernandes’le Guti’ye “maç Lig TV’de izlenir” demiş. Son yıllardaki Fenerbahçe mağlubiyetlerinde, %70’lik katkı payını “narin ortasahalar” sağlamıştı… Bu maçtaki ortasahanın sert olacağı kesin. Ya Kiev maçındaki gibi bir 3’lü olacak, (Ernst – Aurelio – Necip ) ya da son Mersin maçındaki gibi 2<>1 dizilecek ortasahada, Ernst – Necip ve önlerinde Veli ile çıkılacak…

Aurelio’nun sahada oluşu bazı konularda çok faydalı. Ama bazı da yan etkileri var… Savunmaya göre pozisyon aldığından, ortasaha ile arasını açabiliyor ve önde karşılamak yerine, stoperler arasında pozisyon alışları bazen sorun çıkartabiliyor… Alex, karşısında gömülmüş bir takım bulunca mutlaka kendisine bir gol açısı buluyor mesela… Bu adama, bire bir markaj da para etmedi (1-0’lık son Kadıköy mağlubiyetinde Toraman’a verilmişti bu görev) savunma arasına ekstradan ortasaha oyuncusu konması da para etmedi…

O yüzden benim önerim şu; hem Alex’in bu özelliğinden daha az zarar almak, onu kaleden tutmak için; hem de Fenerbahçe’nin top taşıyıcı oyuncu azlığından faydalanmak için bu maçta savunmayı önde kurmak, ortasahada basmak gerek diye düşünüyorum…Quaresma iki Fener derbisi yaşadı, ikisinde de 5 üzerinden 2 yıldızlık performans gösteremedi… Kenarda oynadığında, yiyorlar onu; bu bir gerçek. Ama kontrolü daha az, Bekir’le birebir oynama olasılığı daha yüksek bir bölge var; ikinci forvet… Varsın topsuz koşu yapmasın, sırf markajdan kurtulmuş şekilde, cepheden top almasıyla bile büyük dert açabilir Fenerbahçe’ye. Attığı jeneriklik gollerin de birçoğu, cepheden alıp gittiği pozisyonlarda geldi nitekim.

Aynı zamanda topsuz oyunda da daha bir denge olur. Sağda Hilbert – Holosko kemik gibi, keza soluna göre, sağda daha bir tek adamla (Gökhan) hücum yapılan bölgede İsmail – Veli de topsuz oyun için gayet yeterlidir. Her yönüyle sert, dinamik ve çabuk hücuma kalkan bir takıma döner Beşiktaş bu 11’le… Forvette de tercihim; bu dinamik yapıya daha bir uygun olduğu için; gol koşuları ve vuruşları daha net olduğu için Pektemek olurdu. Almeida’nın da tam hazır olup, olmadığını bilmiyoruz. Maçsızlık kötüdür çünkü…

Evet, söyleyeceklerim bu kadar. Zaten az bir şey kaldı, dün hiç fırsatım olmadı yazı bugüne kadar sarktı, kusura bakmayın. İyi maçlar…

Forza Juve Alé!

Yaz sonunda “yine, yeni Juventus” demiştik, ama hiç de öyle gözükmüyorlar… Aslında gerçekten çok yeniler; stadyum, teknik direktör, oyun anlayışı, iskeleti oluşturan futbolcular vesaire… Üstelik zor da bir sistemi deniyorlar: asimetrik 4-4-2. Bu sistemde hem topa sahip olup, sık ve kalabalık hücum yapmak; hem de bunu yaparken, topsuz oyun dengesini oturtmak zordur. Birkaç yıl ister… Ama Conte, daha 2 ay olmadan takımına çok yol aldırmış. Sanki en az 3 sezondur aynı takımla oynuyormuş gibi Juventus.

Sağbek Lichtsteiner’i, en az sağ açık Pepe kadar önde top alırken görüyoruz. Keza, Marchisio’nun ceza sahasına yaptığı koşu sayıları, ikinci forvet oynayan Vucinic’le eşit neredeyse… Bu da takımın, birbirine ne yakın oynadığını gösteriyor. O yüzden kağıt üzerindeki 4-4-2, yeri geldiği zaman 4-6-0, yeri geldiği zaman da 2-4-4 oluyor kolaylıkla…

Tabi bu esnekliği sağlamak için, topa da sahip olmak gerekiyor. Orada da devreye giren isim Pirlo Başkan… Juve, yıldız sıfatıyla hem gayet overrated, hem de sistemiyle alakasız oyunculara para döküp duruyordu. Nihayet, net bir şekilde takıma level atlatacak bir isim buldular. Üstelik beleşe… Keza, bir diğer ortasaha Vidal de pas becerisi çok yüksek bir oyuncu. Bielsa, Şili milli takımında onu sol stoper gibi oynatıp, geriden oyun kurduruyordu nitekim…

Ortasaha Pirlo – Vidal’den oluşunca, Marchisio içe kat eden sol kanat oyuncusu olarak devreye giriyor. Capello’nun İngiltere’de, Milner’ı kullanışı gibi… Bir de üzerine Vucinic’in arkaya gelip, pas oyununa katkı sağlaması da çabası. Ara ara Barcelona esintileri sunmuyor değil Juve, hatta Milan’a atılan ilk gol öyleydi. İnanmıyorsanız, tıklayın“İş bitirici” konumunda ise, blogun açılışından itibaren kendisine dilendiğim Matri var. Onu, bu seviyeye yükselmiş görmek sevindirici. Sırf ilk adıyla bile, Juventus’da oynamayı doğuştan hak etmişti zaten: Alessandro… Reyisin adı geçmişken; gençliğimin, hatta çocukluğumun (Euro 96’da oynayacak topçuların çıkartmasını veriyor diye, Pepsi içe içe midemizi delecektik. Ve Del Piero o zaman da kadrodaydı…) kahramanı, futbolu sene sonunda bırakacağını açıkladı geçenlerde. Kaçınılmaz ve yıkıcı bir gün yaklaşıyor benim için…

Genoa maçında Del Piero kenarda ısınıyorken, kameralar en ufak fırsatta onu gösteriyordu. Bunca yıla rağmen, yüzünü hiç eskitmeyişi, insanlara aşıladığı sonsuz doyumsuzluk böyle bir şey işte… Evet, 10'suz asla!

O Genoa maçında da çok iyiydi Juventus, klasik büyük takım tetikçisi Caracciolo 2 puanı yürüttü gitti… Birçok konuda olduğu gibi, maçı koparamama noktasında da bu Juventus, bildiğimiz Beşiktaş aslında… Bu akşam 45 dakika boyunca; Fiorentina cezasahası önünde ve içinde Alman kale oynadılar resmen. 14 gol girişiminden, bir kez sonuç aldılar. Juve Arena ayağa kalkıp, alkışladı ilk yarı biterken... Ama ikinci yarı, tamamen farklı bir görüntü: Fiorentina bağır çağır bastırdı ve takımın sürükleyicisi Jovetic plaseyi çatala ateşledi. "Yine mi?" diye beklerken Pepe, alakasız bir pozisyonu zorladı; ekmeğini maden ocağından çıkarttı ve Matri stadı yıktı…

Şuanda Serie A’nın en “ne yaptığını bilen”, en dengeli takımı Juventus, Lazio ile birlikte… Milan’da ise Ibrahimovic ve bilumum yetenek transferiyle başlayan, şampiyonlukla perçinleşen “kendine güven” olayı hala sürmekte… Ve Milan’ın en bariz farkı; “winner oyuncu” denen varlıkların fazlalığı. Juventus'ta 15 senedir winner denince aynı adam akla geliyor, o da artık yoruldu...Ama o Milan’ı, son dakikalarda da olsa; maçın genelinde çok üstün oynayarak geçti Juventus. Aslında takım ve sistem için önemli bir testti. Şimdi aynı şekilde ciddi bir test periyodu yaşanacak: sırasıyla Inter ve Napoli deplasmanı, sonra Pelermo içeride, Lazio dışarıda… 3 deplasman da çok çok zor, keza Palermo da Della Alpi’yi pek bir severdi, Juve Arena ile ilişkisi nasıl olacak bakacağız… Sonuç olarak, yeni Juventus dediğimiz ekip; bize aslında çok çok eski Juventus’u andırıyor. Belki isim olarak sonuç alıcı adam fazlalığı yok, ama bu kez takım olarak öne çıkıyorlar ve maç kazanmayı öğreniyorlar… Başlık da bu sebeple; eski Juventus’a pek bir yakışan “Forza Juve alé” seslerini hak etmeye başladılar…

Son not: Marchisio zaten favori oyuncularım listesindeydi, gole yakın ortasaha oyuncularını ayrı severim. Bu çocuk da, tıpkı Pancu gibi kritik anlarda bir şekilde golü bulan büyük futbolculardan. Pancu'yu da ayrı severdim zaten... Udinese'ye attığı gol, zirvedir mesela... Ama bugün birşey yaptı; yine klasik ceza sahası dalışlarından birini yaparken, hafif darbe yedi. Düşmedi, devam etti... Ama taraftarlar ve diğer oyuncular, o pozisyona takıldı, ortalık karışmaya başlayacaktı ki; eliyle "birşey yok..." hareketi çekti, herkes sus pus... Listemdeki yukarıya tırmanışı sürüyor yani, adamsın Claudio.

Serap Değil, Başlangıç Olsun

99’un Eylül’ü… Beşiktaş tam 6 gol atıyor, üstelik deplasmanda… Gollerin her biri, diğerinden daha güzel; Ahmet Dursun golcülüğüyle, “Ahmet Dursun Seba gitsin” tezahüratına zemin hazırlamaya devam ederken, Toshack’ın “büyük yetenek” kisvesiyle yukarı çıkarttığı Nihat da yavaş yavaş potansiyelini ortaya koyuyor. İki Vansporlu stoperi, kafa kafaya çarpıştırışı hala gözümün önünde…

Ancak o galibiyet sevinci, her zamankinden daha az enjekte oluyordu bünyeye. Çünkü her zamankinden daha “anlıktı”… Gece olunca, yine kendi yatağımızda uyumaya korkar hale gelecek; mutlaka bir ışığı açık bırakacak ve en ufak tereddütte gözümüz “sallanıyor mu?” sorusuyla ahizeye bakacaktı…

O gün, afetin çok çok uzağında olan Van, bugünlerde bize terörden sonra bir ülke gerçeğini daha hatırlattı. Üstelik belli bir bölgesi için değil, altı fay hattıyla döşenmiş ülkemizin tamamını ilgilendiren ve çözümü de imkânsız olan gerçek… Dünya var oldukça, birlikte yaşayacağız bu gerçekle. Alınacak tedbirlerle daha az korkutucu hale gelebilir, o kadar… Dileğim o ki; bir dahaki yaşanacak kaçınılmaz deprem sonrası, halkımızın duyarlılığından, yardım severliğinden daha fazla; depreme alınmış önemlerle ve yaşanan az kayıplarla övünürüz. Giden canlar için zor bir ölüm, kalanlar için zor bir yaşamı beraberinde getirir bu afet… Hele ki, Van gibi bir coğrafyada evsiz kalmak çok güç olsa gerek… Askerken birkaç gün Van’daki birlikte kalmıştım. Ağustos’un ortasında bile, geceleri dışarıda durulmuyordu…

Biraz bu sebeple, biraz da son dönemdeki Beşiktaş görüntüsü nedeniyle; “hissiz” beklediğim nadir maçlardan biriyle karşı karşıyaydım… Bir de üzerine, Carvalhal klasik ezberimsi 11’lerinden birini çıkartsaydı, hiç çekilmez maç olurdu… Ama Fernandes’in İstanbul’da kalması, bu maçta farklı bir şey deneneceğine işaretti. Öyle de oldu; Beşiktaş son galibiyetini aldığı Antalyaspor maçına benzer bir formasyon ve genelde dinamik oyunculardan oluşan 11’le sahadaydı. Bir tek Simao’ya itiraz edebilirdim, ancak Simao – Quaresma ikilisi sahada olacaksa; ancak böyle bir formasyon ve oyun anlayışıyla anlamlı olurdu…

Bugün bariz iki fark vardı takımda. Birincisi; hücumdaki değişken ve hareketli yapı… Pektemek’in arkasındaki 3’lü, kesinlikle durağan değildi. Sürekli alan değiştiren, rakip savunmanın boşalttığı bölgeleri değerlendiren bir mantık vardı. Bu yapıda Pektemek de tehlikeli bir hal aldı, rakip savunmacıların kucağında erimedi bu kez… Hücumdaki çeşitlilik, stoperler için kafa karışması sebebiydi. Bu kafa karışıklığını da, Pektemek gibi iyi pozisyon alan golcüler mutlaka değerlendirir. Öyle de oldu, 1’de 1 yaptı…

İkincisi ise asıl kritik olanı: topun kaybedildiği yere baskı… Gole kadar sürdü, ama maçı getiren etken buydu. Beşiktaş maçın başlamasından itibaren golü aradı, bunun için ataklar geliştirildi; başarısız olunduğunda “geri basmak” yerine topa basıldı, öyle bir zamanda gol de bulundu… Ancak bunu 90 dakikaya yaymak için, Barcelona gibi topu aldığında da aktif dinlenme yapacak pas oyunu da gerekli. Ancak mevcut takımın bunu yürürlüğe sokması zor; ortasaha daha çok adama basmayı bilir, hücumcular da alıp gitmeyi… O yüzden en makul yolu; enerjin varken bas, golü bul. Sonra set savunmasıyla alanına çekil, kontrayı bekle. Beşiktaş da bugün bunu yaptı, Fenerbahçe çok uzun zamandır bunu yapıyor…Aslında savunmanın çok derine çekilmesine karşıyımdır, genelde becerilemediği için. Ama bu kez Beşiktaş derinde alan savunmasını becerdi; neredeyse hiç pozisyon vermedi. Bunun yanı sıra, çok klas kontralara kalktı ve hücumda da yeterli sayıda çoğaldı. Kalenin ağzındaki pozisyonlardan biri gol olsa, Mersin gibi bir deplasmandan farklı da dönülebilirdi… Yenen pozisyonlar ise klasik; duran toplar… Sonuç olarak, bu moralle, bu yorgunlukla bundan iyisi Şam’da kayısı…

Üzerinde durulabilir, geliştirilebilir bir sistemi var artık Beşiktaş’ın. Üstelik kafamda oluşturduğum 5 doğrudan, en azından 4’ü yapıldı. Bunlar; Hilbert – Sivok – Egemen – İsmail dörtlüsüne, barışta ve savaşta dokunmamak; Aurelio – Ernst – Necip 3’lüsünden en azından ikisini sahaya sürmek, eğer 2’li ortasaha oynanacaksa (bugünkü gibi) Ernst – Necip’ten şaşmamak; 2 Portekizli sınırı (bu Noat’tan çıktı aslında) ve Quaresma – Simao’dan yalnızca birine şans vermek… Sadece sonu tutmadı, her zamanki gibi. Ama biraz doğru yapılsa, bu takımın maç kazanamaması için hiçbir nedeni yok. Kayseri maçında bu doğrulardan hiç biri yoktu, dümdüz ettiler…

Şimdi “geliştirilebilir” dedik, onu biraz açalım… Her ne kadar, Simao ve Quaresma’yı aynı anda oynatmak için en ideal sistem desek de; yine bu sistemin de en idealini bulmak için birini oturtmak gerekiyor… Simao bugün topsuz oyunda iyiydi nispeten, ama her zaman böyle olmaz. Beşiktaş, “geriye fazla dönme, ama atıl alana düşen topları al ve yürü git kaleye…” lüksünü sadece Quaresma’ya vermeli. (Bkz: bir önceki konu). Sonrası, kendiliğinden doğruyu bulur zaten… Bu sistemin doğrusu da Holosko’dur. Sırf, topsuz oyun dengesini sağlamak için bile Holosko bu 4-2-3-1’de oynar yani… Fenerbahçe bu dengeyi sağlamak için Mehmet Topuz’u sağa koydu, adam 1 gol attı; gık diyen yok. O yüzden Holosko isterse yine adamın içinden geçsin, boş pozisyonlarda patlasın, fark etmez. Sistemin doğrusu adına oynar, skora katkısı ekstrası olur ki; mutlaka 1 golden çok daha fazlasını da verir zaten…

Hem mücadele olarak, hem de futbol doğruları olarak; Beşiktaş umut vaat ediği bir maçı geride bıraktı… Ancak çoktandır durum böyle; ihtiyaç duyulan anda “serap misali”, böyle bir maç gözümüzün önüne geliyor ve yeniden normale dönüyoruz… Şu maç serap olmaktan çıksın da, bir başlangıç olsun artık. Beşiktaş’ın normali bu olsun, “ne zaman yiyecek?” futbolu değil…

Perşembe günü Fenerbahçe derbisi var. Geçen şöyle bir eskiye döndüm kafamda, en az 8-9 tane İnönü’de yaşanmış Fener mağlubiyeti hatırladım arkadaş… Boliç’le Oğuz’un çılgın attığı maçtan tut, son Ferrari faciasına kadar. Son Beşiktaş görüntüsü, bu geleneği bozacak gibi. Ama aynı şekilde, Carlos da doğru yaptığı şeyi bozacak potansiyele sahip bir hoca… Aynı sistemde, sadece bir oyuncu değişikliğiyle Fenerbahçe maçını getirecek formül bulunur, onu da maç öncesi yazısına bırakayım…

Şu Hilbert’i yeni keşfettin ya, minarenin dibinde “bilader buralarda bi camii varmış?” diye adres soran adamla eş değersin gözümde hocam…


(Dip not: Saha içinde durumlar böyle, bazen "Beşiktaş" görüntüsü veriyor. Ancak saha dışında Beşiktaş, Beşiktaş olmaktan çıkıyor zamanla, çıkarılıyor... Buna karşı mücadele vermek için Önce Beşiktaş oluşumu, kesinlikle denemeye değer bir yöntem bulmuş. En azından ses getirir gözüküyor... Bkz: "Önce Beşiktaş: Haydi Hesap Sormaya")

Sistem Geri Yükleme: 17.08.2010


Son yazıda bir cümle vardı: “İşin acı tarafı da şu; aslında kadro manasında iyi bir takım olmak için çok fazla meşakkate gerek yok, çok yakında duruyor ama uzanıp alamıyoruz…” Bunu biraz açayım, içimde hala taktiksel zırva yapacağım 3 gram heves kalmışken, biraz döküleyim diyorum…

“Biz nerede yanlış yaptık?” sorusuna cevap bulmak için, en derin noktayı yakalamak istersek geçmişte kayboluruz. O kadar zincirleme neden var ki… O yüzden yine en yakına bakalım; büyük yanlışın Quaresma üzerinden Portekizleşme, akabinde bu gazla Mendes’leşme olduğunu görürüz. O nedenle bugünlere patlayan kabağın bir kısmı Quaresma’ya da dokunuyor, “kurtulmak lazım” denen saflara katılıyor o da…Hâlbuki gelişline hiç karşı değildim şahsen, üstelik çok istiyordum; istiyorduk… Aksini düşünen az insan vardı, çoğunluğun gözü bir demet futbol arıyordu; Quaresma iyi seçimdi. Ancak Quaresma’nın anlamlı olması için, geriye kalan oyuncu kısmının “takım” olması gerekiyordu. Yahu, takım olduktan sonra Trabzonspor, Alanzinho gibi bir adamı bile kaldırabiliyor ki; bahsedilen adam Quaresma.

Ama kaç kez Quaresma’yı, iyi bir takımın içinde kullandık ve onun yapacağı yetenek girişimlerini anlamlı kıldık? İlk kez İnönü’deki Plzen maçıyla oldu, sonrasında ise Helsinki… Özellikle Helsinki maçı oldukça çarpıcı bir örnek… Beşiktaşlı oyuncuların, sahada ne yaptığını bildiği; herkesin belirli bir sorumluluk alanına sahip olduğu; mesafelerini yakın tutan takım yapısıyla ortasahasında rahatlıkla Guti’ye yer açabildiği ve haliyle Quaresma’dan da maksimum faydalanacak bir yapıya sahip olunmuştu.

Bunun üzerine koyulamadı işte… Ocak’taki Portekizli furyası ve Mendes ortaklığının başlamasıyla; “sistem takımı olmak” 1. tercih olmaktan çıktı maalesef ve bugünlerde halen çekilen sıkıntının temelleri atıldı. Artık ne sahaya çıkan 11, ne de yapılan “yapılacak” transferler, belli bir futbol amacına yönelik değil.

Saha dışı berbat durumda, ama saha içi sorunların çözümü o kadar uzakta değil. Sistemi geri yükleyeceksin; o ilk Helsinki maçına kadar. Birisine “özgür rol” vereceksen, yine bu sadece Quaresma olacak; geriye kalan kısım takım gibi topun arkasına geçecek ve rakip cezasahası için de takım gibi çoğalacak… Simao, Quaresma’nın yedeği olacak yani en fazla.Mevcut durumda, en yakın adama 20 metre uzaklıkta kalan tek santrafordan Mandrake olması bekleniyor. Bakın, David Villa falan demiyorum. Çünkü bu düzende her santrafor öğütülür, hokkabaz olmadıkça... Savunmasını önde kurarak, hücumla mesafesini düşürmüş; cezasahası içine koşu yapacak adam sayısını arttırmış takım ortaya çıkarsa, Mustafa Pektemek de rahatlıkla orta forvet oynayabilir.

Hilbert, Sivok, Egemen, İsmail dörtlüsü, Dalton Kardeşler kadar ayrılmaz bir bütündür gözümde. Ortasahadaki temel kural ise; Aurelio, Necip, Ernst üçlüsünden, en az ikisinin sahada olmasıdır. Hatta üçü birden de oynayabilir… Bu ortasahanın top kazanma ihtimali yüksektir çünkü önde bastığı takdirde; Quaresma’yı anlamı kılması gereken bir takımın da “ani” top kazanışlarını arttırması gerekir. Beşiktaş’ın en büyük sorunlarından biridir, birincisidir hatta: her atak sıfırdan başlıyor… Hücumcuların, yerleşik alan savunması yerine; dengesiz yakalanmış, çarpık defansla daha sık karşılaşması gerekir. Bu ortasaha belki, 30 metreden adamın ağzına pas atamaz. Ama bu şekilde çok ciddi ofansif katkılar verebilir…

Takım yakın oynadıktan, ortasaha öncelikle “ayakta” kaldıktan sonra; Fernandes ya da maçına göre Guti’den faydalanılır rahatlıkla. Hatta Onur da, ama sırayla… Kayseri maçında, bu ikiliyle ortasaha kurulmayacağı test edildi, acı sonuçla karşılaşıldı.

Görüldüğü üzere, saha içindeki durumları düzeltmek o kadar da zor değil. Sorun saha dışındaki saçmalıkların, artık saha içini de birebir ilgilendiriyor oluşu... Sadece isime değil, futbolcuya bakılsın; “Kim ne der?” diye düşünülmeden, “kim ne yapar?” sorusuyla 11 yazılsın, Beşiktaş en azından futbol takımı olarak yeniden neşelenmeye başlar…

Umutluluk Özlemi

Bir gün uyanıyorsun; Çukurca’da şehit haberleri, üstelik rakam da korkunç. Artık “üzücü” kelimesi hafif, benim için umut kırıcı. Ve daha kötüsü de bu habere şaşırmamak, benim gibi askerliğini orada yapmış her insan için durum böyledir. Çünkü orada asker olmanın eş anlamı “ölümü beklemektir”, savunma sistemi budur. Biz de bekledik, ama durumlar bu kadar hararetli değildi. Gerçi 6-7 kez havan atışı yapıp, tutturamadılar… Ama geçen gün Çukurca’da basılan birliklerden biri de, iki yıl önce benim de orada olduğum üs bölgesiymiş.Belki de bıraktığım yatakta uyuyan, teslim ettiğim ve numarasını halen ezbere bildiğim G3’ümü taşıyan biri vardı şehitlerin arasında. Bu his berbat… Aramızdaki tek fark da, terör örgütünün bu planı 2009’da değil de 2011’in bu aylarında yapmış olmasıdır; işte bunu bilmek daha da berbat… Bunu detaylandıracak olan ben değilim, bana düşmez de zaten. O yüzden Osman Pamukoğlu’nun dün akşam CNNTürk’de yaptığı açıklamayı yazayım: “Ülkenin 4’de 1’i güvende değil, Çukurca zaten tamamen PKK’nın kontrolü altında.”

Sonrasında bakıyorsun, metropoldeki adam “sınır ötesi” istiyor. Ne olacak sonra? Daha dün “şafak olmuş coni moni” geyiklerini yaptığı arkadaşı, bugün toprağa verilmiş; morali sıfıra inmiş; birçoğu aldığı 100 küsür liralık sınır tazminatını, eve gönderdiği mektubun içine sıkıştıracak kadar gariban çocuk, sınırımızın içinde ve“güvenli” denilen yerde 8 ayrı noktayı vurmuş örgütün kucağına gidecek. Üstelik plan, program olmadan…

Hadi K.Irak’ı haritadan sildin diyelim; bu sıfır noktasında, askerin kendi taşıdığı taşlarla, kendi doldurulduğu kum torbalarıyla kurulmuş amatör mevziler içersinde yapılan savunma devam ettikçe, bu şehit haberlerinin sonu olacak mı? Ya da şöyle diyeyim, hiç böyle haber duydunuz mu: “200 terörist, karakola baskın yapacakken fark edildi ve 100’ü etkisiz hale getirildi…” ? Duymadınız, mümkün değil çünkü. Ki zaten, 90’ların sonuna doğru Kuzey Irak baya bir temizlenmişti söylenene göre, iş Apo’nun yakalanışa kadar gitmişti hatta. Hakikaten de o dönem sonrası baskınlar yok denecek kadar azaldı. Ama görüldü ki, bu iş diplomatik olarak çözülmedikçe yenileri çıkacak ortaya ve biz bu kısır döngü içersinde yine şehitler vereceğiz maalesef.Neyse, daha fazla canınızı sıkmadan Beşiktaş’a geçeyim. Pardon, “Beşiktaş’a geçip, canınızı biraz daha sıkayım” olacaktı o cümle. Neyse ki “bari Beşiktaş’la moral bulalım” diyecek iyimser safta değildim bu kez. Geçtiğimiz yaz Paris’te, gizlice, sadece yakınlarının katıldığı törenle futbolu bırakmış Simao’yu bir kez daha 11’de görmek, beni iyice hissizleştirdi. Kadro kağıda yazılırken, bazı isimler tükenmez, kalan kısım ise kurşun kalemle yazılıyor. Ama normal; yönetimin ayrı tuttuğu Portekizlileri, zaten takıma gelişinin birinci sebebi Portekiz vatandaşlığı olan bir hocanın da ayrı tutması doğal…

Maç da şöyle geçti işte; Sivok, Hilbert ve Aurelio savunmayı muazzam yaptı, Egemen, Ernst, Necip idare etti, İsmail bu sezonki çıkışına yakışmayacak derecede kötüydü. Önde ise Edu’nun şapkadan tavşan çıkarması beklendi, belli bir süre sonra Holosko’dan. Kenar ortalarda sadece bir kez cezasahasında 3 kişi vardı, orada da Ernst pozisyona girdi; onun haricinde Beşiktaş atacağı golü değil, yiyeceği golü bekledi ve 94 dakika sonra buldu…

Elinde iki oyuncu değiştirme hakkı varken, bu hakkı oyunu dinamikleştirmek adına kullanmayıp; sadece birini, onu da “zaman geçirmek için” kullanan bir güruh 1 puan da almamalı zaten, alamadı da. Üzüldüm, o ayrı. Özellikle de savunmacıların emeğine çok üzüldüm. Ancak, Beşiktaş’ın içersindeki çirkin yüzlere fondöten sürecek her türlü puana karşı olur hale geldim… Birkaç adamın oyuncağı olmuşuz, orasını Noat’tan okuyun.

Velhasıl, şimdi Beşiktaş adına çözüm için “Carvalhal hoca değil, gitsin” desem; sınır ötesi isteyen insanla aynı kefede, aynı manasızlıkta olurum. Bu kadar basit değil çözüm çünkü, bataklık kurumadıktan sonra… İşin acı tarafı da şu; aslında kadro manasında iyi bir takım olmak için çok fazla meşakkate gerek yok, çok yakında duruyor ama uzanıp alamıyoruz… Keza alt yapıda da, Beşiktaş tarihinde görülmemiş bir “yetenek birikimi” mevcut. Ama onlar da umutsuz, birçoğu halen amatör. Profesyonel olanlardan ise, 800 TL maaş alan ağabeyinin verdiği harçlıkla geçineni var… Bunun yanında da, ne olduğu halen belli olmayan ve bir gün önce değeri 500 bin gözüken Portekizli bir çocuğun yarısı 3.1 milyon Euro’ya alınıyor. Hepsi aynı neden, aynı ana soruna varıyor. Ben daha ne anlatayım ki?

Beşiktaş’a Dönüş

Son şampiyonluğun üzerinden 2 yıldan fazla bir süre geçti. Artık o dönemde, tıpkı 100. yıl gibi örneklemeler arasında sunulacak, geçmiş bir başarı olarak duruyor bir yerlerde. Çok eskiye gitmeye gerek yok yani… O günün resmine bakarak, bugünkü durumun arasındaki farkları görebiliriz.

Öncelikle tribünle, takım arasındaki ilişki farklıydı. Taraftar, belli bir oyuncu kesimi için değil tamamen Beşiktaş’ı görmek için maça gidiyordu. Çünkü, “o yoksa bu maç izlenmez…” denilecek biri yoktu isim olarak. Yine isim olarak, kadronun insanı beklenti içine sokacak bir durumu yoktu. Takımı sürükleyen adamlar Yusuf’tu, Tello’ydu, Ekrem’di, Sivok’tu, Ernst’ti, Cisse’ydi, Holosko’ydu, Bobo’ydu vesaire… Bu durum, sanki taraftarı oyuna etki etmesi adına güdümlendirmişti. Tribün tarihinde en sevdiklerim arasında, “gel bu sene son verelim dertlere” diye biten tezahürat da o dönemde patlamıştı ve sadece sözde değil, samimi olarak da o duygu sahaya veriliyordu.

Aslında tüm zamanlar için de geçerli bir durumdu bu. Taraftarın, takımla bütünleştiği yılların ortak özelliği: beklenti içersine girilmeyen, Beşiktaş isminin, futbolcu isimlerinin önüne geçtiği dönemler olmasıdır…Aynı şekilde futbolcular için de geçerlidir bu durum. Beşiktaş’ta adı güzel hatırlanan yabancıların ortak özelliği, ya hiç fikir sahibi olunmayan ya da geldiğinde burun kıvrılan oyuncular olması. Adı hala inlenen Pascal Nouma mesela… 2000 yılının açılış maçında, PAF takıma attığı şahane kafa golü sonrası bile bu kadar adı geçmiyordu tribünde. Çünkü kimse bilmiyordu, internet yaygın değildi henüz… Zamanında Weah’a partner olmuş, Ginola’nın önünde top oynamış, Fransa’nın gelecek vadeden isimleri arasında yer almış, sinirlerini kontrol edemediği için Fransa 98’de kadroya girememiş, daha birkaç ay evvel UEFA yarı finalinde Arsenal’e kafayı indirmiş bir adamdı aslında, ama farkında değildik. Farkında olmamızı kendisi sağladı.

İşte, ikon olmuş tüm yabancı oyuncular da böyle yaptı Beşiktaş’ta zaten; iyi futbolcu olduklarını zamanla kendileri kanıtladı. Tırnaklarıyla kazıyarak… Sıfır kredileri varken, bunu kendileri 5000 seviyesine yükselterek… Mesela bana “en faydalı yabancı” dediklerinde aklıma halen Pancu düşer. Luce’nin yeğeni Pancu… Geldiğinde böyle söyleniyordu. Hala ortasaha dendiğinde “Guinti gibi adam” yaftası konur. “1.5 sene top oynamayan adam mı alanır?” geldiği zaman duyduğu şey buydu onunda. Bobo? Brezilyalı avukattan daha yeteneksiz, alındığı taktirde kulüp binasına yürüyüş yapılası çocuk. Keza Fabian Ernst’in de farkında olan insan çok azdı…

Bu sene de durum böyle aslında. Son maçta en az laf edeceğimiz yabancı Edu’dur. Kemkümler arasında gelen bir adamdı o da. Dün 5 savunmacı arasında tekti, 3 gollük şut attı yine de kendi çabasıyla. Hele Gürcü stoperin solundan atıp, sağından geçişi vardı ki; kağnı değimliydi bu adam? Yerlilerden ise Aurelio ve Egemen. Aurelio, hala 5 dakika kötü oynasa “gitsin artık” dedirten bir adam, Egemen ise Ersan’ın alınması sonrası peşinen ıskarta adayıydı. Ben de dahil, öyle gördük… Kısaca, bu yıldız işi bize uymadı… Zaten hiç uymamıştı, uymayacaktı. En başta güzeldi, fırtınalı günler geçirdik. Ama yavaş yavaş ayrılma, yeniden Beşiktaş’a dönüş vaktidir.Fotoğraf, yenilen ilk gol öncesi. 5 savunmacı Kayseri’ye direniyor, maç boyunca görüntü buydu. Toraman'ın kademesini alan adam Aurelio. Aslında sağ forvet orda kademe alaması lazım, o olmadı sağiç ortasahası. Ama ikisi de yok... Aurelio da 35 yaşında, bu adam şey mi? Neyse... Daha fenası, Edu da rakip kale önünde pres yaparken, şut atarken yalnızdı. Ortadaki 4 adam da, söylentilere göre sahadaymış… Beşiktaş, genelde vasat adamlara sahip olsa da; yenilecekse bile Beşiktaş gibi yenilen bir takımdı. Beni Kayserispor maçındaki görüntü, üzmekten beter etti, soğuttu her şeyden aslında. Leeds’ten 6 yiyip, “asıl bu maça gidilir” diyerek bir de Antep’ten 4 yiyen, ama yine de Beşiktaş’a küsmeyen bir adamdım ben. Ama şuan küsme noktasındayım, bir sonraki maçını iple çekmiyorum. Bir şeyler değişmezse, bu durum körüklenerek gidecek gibi…

Mevcut durum zamanla değişecek bir şeydir, bir kere bulaşıldı çünkü. Aslında hata, geçen sene hem Schuster’e “bize geleceğin, saldıran takımını kur” diyip, hem de toplanan isimli oyuncuları kullan talimatı verince başladı, olmadı... Kafayı örttük, alt açık kaldı; altı örttük, kafa açıkta kaldı… En sonunda ne istediğimizi kendimizin de bilmediğinin farkına vardı, o da bıraktı kafa yormayı takım üzerinde. Aslında iyi fırsattı değişim adına, ama yıldız manyaklığıyla birçok şey gibi o oluşum da yalan oldu.Carlos Carvalhal, bu durumu değiştirir mi bilemiyorum. Dinamo Kiev maçında, teknik direktörlük belgesi için mi yoksa Portekiz pasaportu için mi takımın başında göreceğiz. Son maçtan sonra, 1 değil 3 Portekizlinin birden kesilmemesi zayıflıktır çünkü. Guti’ye yapabildi ama zamanında, haksız da değildi… “Ama Avrupa’da iyi oynuyorlar” diye de kıvranmaya gerek yok. Kapalı kapılar ardında birbirini kesme noktasına gelmiş ama dışarına mutlu çift olarak gözüken evliliğe benziyor bu iş… Kiev’de “aha karakterli futbol” diyip, Mersin’de kaçıncı dakikada maçtan koparız diye bekleyeceğiz yine. Tecrübeyle sabittir. O yüzden, tüm yukarıda anlatılanlar ışığında “Beşiktaş” gibi bir 11 istiyorum Kiev’de, yenileceksek de öyle yenilelim. Şu sıralar bir şok gerekli takıma. Tigana’nın böyle bir durumda; Tottenham maçında Ricardinho’yu oturtup, Mehmet Sedef’i 11’e yazmasında olduğu gibi bir yüreğe ihtiyaç var. Hem isyan, hem de Dinamo Kiev öncesi maç yazısı birleşimi oldu. Değişen bir şeyler görmezsem, başka bir maç önü yazısı yazacağımı da sanmıyorum zaten.

Bir Mağlubiyetten Fazlası

İnönü’de bir maç oynanıyor, 50. dakikadan itibaren Beşiktaş adına en iyi ihtimal; “berabere kalmak” olarak tescilleniyor… Top tamamen Kayseri’ye geçmiş, stoperlerin ve önündeki Aurelio’nun ne zamana kadar direneceğini bekliyoruz. Aslında takım da genel olarak bunu bekledi; bir kez bile ortasahanın önünde toplu pres yapılamadı, yapılmadı. Bu 0-0’da da böyleydi, 0-2’de de… Artık bu başka bir şey, taktiksel kavramlarla asla açıklanamaz.Ama bu durum, ortadaki vahimiyetin birinci sebebi olmasa da, teknik direktörü de melek ilan etmez tabi. İlk Alania maçındaki seçimleriyle, Carvalhal’in takımı erken çözümleyeceğini düşünmüştüm. Ancak orada kaldı maalesef… Aslında Hilbert’in bu maçta 18 dışında kalmasıyla, maç önü yazısını yazmayı bile anlamlı bulmamıştım. Yazdıysam okuyucuya saygıdan, o kadar… Mesele takımdaki en iyi sağbek olduğunu düşünmem değil; o kadar ara verdikten sonra şimdiye kadar yapılan en sıkı maçta, çıkıp harika oynayan bir de bekten koşu yapıp (kanattaki adamlar bunu yapamıyor) golünü atan bir adam, sonrasında önce yedek, şimdi de 18 dışında kalıyor. Bu ayıptır, başka bir şey değil.

Maç başladıktan sonra biri Kapalı, diğeri Numaralı önüne açılan Simao – Quaresma ikilisinden yine vazgeçilmedi. Oysaki Guti – Fernandes tercihi yapılmışsa, bu ortasahanın anlamlı olması için ileride topsuz koşu yapan ve değişken bir hücum hattının olması gerekir. Simao yerine Pektemek olsa bile çok şey değişebilirdi. Aslında Quaresma’nın yerine de Holosko daha doğru olurdu bu ortasaha önünde. Hem topsuz oyun geri koşu dengesi, hem de toplu oyundaki enerjisi sebebiyle.

Ama takımın mevcut haliyle gol bulma ihtimali; Edu’nun şapkadan tavşan çıkarma olayına ya da duran toplara kalmıştı. Çıkarıyordu da neredeyse… Aurelio, Beşiktaş forması altındaki en iyi maçlarından birini oynadı, bu kadar dönen top aldığı bir maç daha yoktur. O olmasa, durumlar daha da vahimdi esasında… Saygılar ona, biraz da stoperlere, en azından çaba gösteren Edu'ya… Toraman da 1 ay yokmuş, ona da geçmiş olsun. Gökhan, klasikleşmiş "bir Beşiktaş maçında, üstün yedek kaleci performansı" serisine yenisini ekledi. Vakt-i zamanında Ömer Çatkıç da bu şekilde parlamıştı, Ali Uluyol'un çıldırttığı Antep maçında... Guti'nin frikik ve Edu'nun sağ ayağıyla şutu çıkmazdı normalde. Ancak, Toraman'a yaptığı hareket penaltıydı. Penaltı değilse, kale alanında kalecilerin ağız-burun dağıtması serbest olsun, anlayalım. Normal bir çarpışma değildi bana göre, kontrolsüz hareketti gayet. Maçtan sonra vefat eden Beşiktaşlı babası için ağladı, "bunu görmeliydin baba..." der gibiydi. Zaten moral berbattı, iyice bitirdi beni.

Daha fazla bir şey yazmaya gerek yok, gerçekten sıkıldım. 10-0’ın yıl dönümünde mağlup bile olmuyor artık Beşiktaş, bildiğin teslim oluyor… Üstelik çarpı bilmemkaç bütçeyle ve ekstra olarak gırtlağa dayanan borçla. Ne denir ki? Birkaç senedir canlı izlediğim A2 maçı, A Takım maçlarından fazla oluyor. Sanırım baya bir süre bu durum değişmeyecek.

Maç Öncesi: Beşiktaş – Kayserispor

Beşiktaş’ı özlememe rağmen, çelişkili bir şekilde maç önü yazısını yazmaya elim gitmedi şu saate kadar. Sebebini tam bilmiyorum, her maç sahada çaba içersinde olan yegane iki adamdan (Necip ve İsmail) yoksun olunacak, belki bu yüzdendir… Üzerine yine Hilbert kadro dışı kalmış. Belki de aynı şeylerden bahsedeceğim içindir…

Neyse, Guti Reyis tekrar 18’de. Twitterda görünen o ki, çocuk gibi şen olmuş. Umarım futbolu yeterince özlemiştir. Madem kadroda, epey de dinleniyor; daha fazla özletmeyelim ve direk 11 formasını verelim derim. Lazım da zaten, o yokken rakip ceza sahasına pas ortalamamız bir hayli düşüyor yalan yok.

İlk Alania maçında Guti – Necip – Fernandes gibi bir ortasahayla çıkılmıştı, topa sahip olma adına pek sorun yoktu belli bölümlerde. Tekrar yine böyle bir şey denemek lazım, Necip’in yerinde de yine uzun süredir dinlenen Ernst olabilir… Zaten baskı kurmasına kuramıyoruz, bari topa sahip olacak bir ortasaha kurgusunu deneyelim bu kez. O zaman sağbekte yerli oynamasının da anlamı olur.

Ekoko’nun pek hücuma çıktığı yok artık. Bu durumda sağbekte Toraman’ın oynaması çok daha mantıklı, her konuda… Zaten son dönemde Toraman’ın etkili sağbek bindirmeleri, Ekoko’dan fazladır daha az süre almasına rağmen. Solbek de Tanju’dur, zaten A2 sürgünleri arasında yoktu, demek ki bu maç için düşünüldü.Yine Alania maçındaki Pektemek rolü, yukarıdaki şablonda da geçerli… Aslında birçok konuda, o maçın taktiğine ve oyuncu seçimlerine benzedi. İlk maç olmasına rağmen, sezonun en iyi oynanan maçlarından da biriydi aslında o maç zaten… Oyuncuların hazır olamamasına rağmen, bir maç iyi emareler bırakmışsa; o maçta taktiksel ve oyuncu seçimleri doğruları var demektir.

Erkan Kaş’ın maçı var şuan, o yüzden yazıyı acele tuttum. Ayrıca bir haber düşeyim, Turksat’ta yayın yapan İctimai TV, dün azarkeşlere bir müjde sundu: bu sezon çok meraklı geçen Serie A’nın yayın hukukunu ele geçirmişler… Artık daha sık Serie A yazılarını düşeriz.
Ayrıca bugün 10-0’ın yıl dönümüymüş. Adanademirspor yerine, keşke başka bir rakibe atılmış olsa da böyle yıllarca bu rekor sabit kalsaydı. Neyse… Metin – Ali – Feyyaz tezahüratının patladığı maç… Reyislere saygılar. Aşağıdaki videoyu ben hazırlamıştım zamanında, gencoyken uğraşıyormuşum böyle şeylerle. Gayet amatör bir klip ama fon müziği seçimim yetermiş yani… (Youtube'a yükleyen ben değilim ama)

Beşiktaş A2’nin Golleri Üzerine

Maçı maalesef izleyemedim, izleyemediğim için de üzüldüm açıkçası. Sırf Erkut’un golü için bile, evime göre karşı meridyende kalan tesislere gidilip yerinde izlenirmiş bu maç… Neyse ki TFF golleri yayınlamış, biz de görmüş olduk. Gerçi resmi site de koymuş, muhtemelen BJK TV’nin kayıt ettiği her A2 maçının golleri yayınlanacak orada, güzel…

Neyse, Erkut diyorduk… A Takım’dan her hangi bir yıldız oyuncu, antrenman maçında böyle bir gol atmış olsa, spor haberlerine konu olurdu tüm gün… En başından başlamak gerek; rakibe “nasıl olsa buradan geçeceksin” diyip, koşu yolunda pozisyon alıyor, topu kaptıktan sonra cezasahası içersine gelene kadar her türlü çalım versiyonundan bir demet sunuyor ve baskı altındayken bile kalecinin ileriye çıktığını fark edip, müthiş bitiriyor… Kartpostal gibi bir gol… Ayrıca, topla yetenekli birçok oyuncu vardır ama “topu ayağına yakıştıran” oyuncu çok azdır, Erkut onlardan biri. Ama sözleşmesinin bitimine aylar kaldı. Bu durumdan haberdar Beşiktaşlı yetkili sayısı, muhtemelen Villareal’in gözlemci sayısından azdır…

Erkut’un La Liga ihtimali çok yüksek, yetenek olarak bunu vaat ediyor. Yarısını La Liga’da bırakıp, diğer yarısını 3.1 milyona kopardığımız Alves de güzel gol atmış. Aslında çok rahat attığı için, bu güzel gol daha çok “kolay gol” gibi görünmüş. Sokakta top oynayan çocukların, oyununa karışan gaz ağabeyler gibi görünüyor dripling yaparken. Ama aslında yaşı, ülke standartlarında A2 yaşı… Fizik olarak sağlam bir gelişme söz konusu, zaten gol vuruşu da buna işaret ediyor. Adım mesafesi bile olmadan, topu direk çatala göndermek için sağlam bir iç kas gerekli dizde. Plase vuruştan ziyade, uzaktan sert şutlarına şahit olmuştuk videolarda. Demek ki her türlü şutörmüş, arada A Takım’da da görmek isteriz. Geliş şekli yanlış, o ayrı… Ama çıkıp bir iki olumlu iş yaparsa, bu 3.1 şiddetindeki geyiği önler en azından.Mehmet Akyüz de, tip olarak da benzediği İbrahimoviç gibi gol atmış. Tabi oynadığı kategorinin zayıflığı, o şekilde yürümesinde direkt etkili. Ancak karşısında hiç rakip olmasa bile, topla bu şekilde dengeli gidemeyecek forvetleri de çok gördük… Akyüz, “kovalayan” oyuncu modeli, her rakip için can sıkıcı. Aslında şu saate kadar süre alamamış olması yazık. En azından Simao’nun sallandığı dönemde, kenar forvet olarak oynardı.

Bir de yenilen gol var tabi, ama orada da övgü sunacağım bir isim mevcut: Atınç. Gayet pis gelen ortayı, sol ayağının üst&dışıyla uzaklaştırmak oldukça maharet ister. Aslında savunma oyuncularına, topu sakat bölgeye sektirmeyin diye talimat verilir genelde ama burada başka şansı yoktu, aksi halde kendi kalesinin tavanına takabilirdi topu. U19’a çağrılmış, Sezer Özmen bir yukarı çıktığına göre artık bu kategoride 11 adamı olur diye tahmin ediyorum. Muhammed ve yeni solbek Ümit Karaal da, Makedonya’daki U17 Avrupa Şampiyonası Eleme Grubu maçları için çağrılmış. Grup güzel, lider olarak çıkarlar Elit Tur’a muhtemelen. Muhammed’in Avrupa Şampiyonası gibi bir piyasaya çıkmasını isterim, sonucu ne olursa olsun…

Erkut'un profil yazısı: Sarı Mrkela: Erkut Şentürk

‘Fergie Görmesin!’ Hüseyin Cankurt Atasoy

2010’un ilk baharında; Burak Yılmaz’lı, Kadir Ari’li, Furkan İyde’li, Erkut Şentürk’lü U16 takımının final maçı vardı Denizlispor’a karşı, üstelik televizyondan da yayınlanıyordu. Mustafa Denizli’nin şampiyonluk seremonisine çıkarttığı Erkut başta olmak üzere, sıkça adını duyduğum ve yukarına bahsettiğim isimleri izlemek için çok iyi fırsat doğmuştu kendi adıma. Sonuç olarak Beşiktaş U16 şampiyon olacaktı. Ben ise, nefis bir takım oyunu ortaya koyan çocukların hemen hepsini beğenecek, ama o ana kadar adını hiç duymadığım bir oyuncuyu çok özel bir noktaya koyacaktım: Cankurt Atasoy.Finalde çok iyi bir “defansif ortasaha” gösterisi sunmuştu Cankurt. Fiziğiyle sahada belirgin şekilde sırıtıyordu, sanki 23 Nisan vesilesiyle Norveç’ten getirilmişti… Futbolda oyun zekası olmadıkça, fiziki güç bir anlam teşkil etmez. Ama Cankurt’ta oyun zekası da çok belirgindi… Bunun yanı sıra ayağına da hakim gözüküyordu ki, takımın “leblebicisi” Recep Akkemik 15 gol atarken, Cankurt’un o sezon 10 gole sahip olduğu bilgisine henüz ulaşmamıştım…

Bir sezon sonra U18 formasıyla onu daha fazla izleme şansına eriştim ve attığı 10 golün, hiç de tesadüf olmadığını anlamam uzun sürmedi. Sıçrama ve zamanlama yeteneği çok iyi, ayrıca kafa hakimiyeti de… Bu durum ona, fizik olarak da üstünlük sağladığı alt yaş gruplarında oldukça fazla kafa golü imkanı sağlıyor. Ama bununla da sınırlı değil… Kendisi duran top konusunda Hierro model bir savunmacıdır; ya içeri girer kafa vurur, ya da frikiği, penaltıyı kendisi kullanır… İzlediğim bir maçta penaltı attı, kaleciye göre vurup terse yatırdı gayet.

“Savunmacı” diyorum, çünkü kendisini defansif ortasaha olarak tanısak da; U18’de stoper olarak devam etti ki, aslında duruma göre ortasaha da oynayabilen stopermiş zaten. Bir aralar Alex Ferguson bu tip savunmacıları çok severdi; O’Shea, Wes Brown gibi adamları stoper, bek, defansif ortasaha şeklinde dolaştırırdı… Bu konuda biraz değişmişe benziyor ama yine de Cankurt’u görmesin! İçindeki “komple defans” arzusu tekrar depreşebilir…Hemen her özkaynak yazısında “abartıyor mu acaba?” hissini uyandırabilirim. Aslında, bu tip yazıları zevkle yazdığım için size öyle geliyor, dikkat ederseniz sonuç olarak hiçbir oyuncuya “yardırır gider” şeklinde net konuşmuyorum. Sadece genel oyuncu profili üzerinden gidip, öne çıkan özelliklerinden bahsederek “gerisi ona kalmış” tarzında son noktayı koyuyorum. Ancak Cankurt için net konuşabilirim. Çok farklı özellikleri var, birçok konuda Avrupai. Fiziki gelişimi de oldukça hızlı gidiyor… En tepedeki fotoğrafın üzerinden 1.5 yıl geçmiş, henüz 16 yaşını doldurmamış haliyle bile “adam” görüntüsünde. Şimdiler de daha da kuvvetlenmiş ki, sene başında A Takım’la da antrenmanlara çıktı. Bunda Silivri çocuğu olmasının da etkisi büyüktür, 3 yaşından beri yüzüyordur herhalde...

Velhasıl, Beşiktaş’ta çok fazla potansiyel stoper mevcut. Sezer Özmen, Atınç Nukan, her ne kadar onu süpürücü ortasaha olarak görsek de Furkan Şeker, Burak Yılmaz;… Ama içlerinden en parlağını Cankurt olarak görüyorum. Bir stoperde; kafa hakimiyeti, ayak hakimiyeti, fizik, mental, taktik futbol birleşimi pek rastlanır bir şey değil. Hele ki bizim ülkede… En az anti göz pası timi (Muhammed, Erkut, Hasan Türk) ve 3*100 bayrak yarışı yapsa, sırıtmayacak hücum hattı (Ömer, Kadir, Ali İhsan) kadar, Cankurt - Atınç tandemini de zevkle izleyeceğinize eminim bu sene...

Alper Potuk

Dünden beri Ümit Milli Takım’ın maç yazısını yazmak istiyordum aslında, ama bir isim dışında üzerine çok konuşulacak emareler bulamamıştım. Alper Potuk; sahada farklı bir şeyler yapan, maçın rengini büyük ölçüde değiştiren yegane adamdı. O yüzden maça odaklanmak yerine, yazının ana hatlarını bu isimle çizmek çok daha doğru olacak sanırım…Türk futbolunda ciddi eksikler olduğu kesin. Başka bölgelerde sıradan gözüken bazı temel kavramlar, kendi seviyemizde çok üstün özellik gibi gözükebiliyor. Bu eksiklerden biri, yüzünü rakip kaleye dönen orta saha oyuncusudur sanırım. Daha da açığı: topu aldığında telaş yapmadan ekseni etrafında dönen, öncelikle ileriye hamle yapmayı düşünen, bir opsiyon bulamadığında basit oynayan oyuncu modeli.

Ümit Milli Takım’da da bu tarz bir oyuncu eksikliği yaşanıyordu. Raşit Hoca hazırlık maçlarından bu yana, takımına öncelikle “takım savunmasını” birinci prensip edindirmiş, topsuz oyunda pek sıkıntı yoktu o nedenle. Ama hücum aksiyonları için, birilerinin sorumluluk alması gerekiyordu. Aksi halde 90 dakika kısır döngü izleyeceğimiz kesindi... O sorumluluğu da Alper Potuk aldı, ve “yüzünü rakip kaleye dönen” orta saha modelini uygulamaya koydu… Aslında yine sahada olan Necip’ten de aynı beklenti içersindeydim, üstelik Hiddink de tribündeyken. Ama o, kendisine verilmiş görevleri ifşa etti, ekstraya karışmadı… Teknik olarak daha fazlasını verebilecek bir oyuncudur Necip. Ve bir seviye üste çıkmak için de kendisini bu doğrultuda geliştirmelidir mutlaka. Yoksa yaşına göre fizik, devamlılık vesaire tamamdır…

Kalabalık savunma yapmasına rağmen, rakibine çok kolay gol pozisyonu sağlamak da Türk futbolunun eksikliklerinden biri. Ümit Milli Takım’da da bu konuda bir farklılık yok, Macaristan nadir ama etkili geldi, golü de buldu… Maç sıkıntıya doğru seyrederken Alper Potuk’tan, aslında yine ülke futbolu eksikliklerinden birine nazire yaparcasına harika bir gol geldi: seken topu şutla tamamlama…Velhasıl Alper güzel çocuk, fizik olarak önemli bir eksikliği var sadece. Ancak takımının pas ortalamasına büyük katkı yaptığından, o eksikliği de görmezden gelinebilir. Misal, Selçuk İnan da fizik olarak kuvvetli değildir ama o varken, takımının rakip kaleye gitme şansı daha fazladır. Keza Guti için de aynı şeyler geçerli… Fizik önemlidir, ama her şey değildir. Sonuçta futbolun temel amacı, rakip kale içersine topu geçirmek… Bunun için de, ne kadar rakip kaleye gidilirse, o kadar şans yükselir.

Zamanında hem fizik, hem de teknik olarak çok farklı bir yetenekmiş gibi gözüken Orhan Gülle, Antep’te hatırı sayılır süre de almasına rağmen gelişiminde kat etmemiş gözüküyor. Hatta A2’de izlediğim Orhan Gülle’den de geride… Kendini ispat çabasından mıdır bilemem ama takımından çok kopuk oynuyor, U19’da da böyleydi… U19’dan, acilen Ümit Milli’ye aktarılması gereken oyuncu Gökay İravul’dur bana göre. Necip – Gökay – Alper orta sahası oldukça fazla şey umut ediyor…

İtalya maçını merak ediyorum, birbirine yakın tarzda oyun yapısı var her iki takımın. Gökay hamlesi dışında, hem Beşiktaşlı olarak son durumundan merakımı hem de Ümit Milli Takımı’nın “delici oyuncu” eksikliğini gidermek adına Burak Kaplan’ı da görmek isterdim… Nasıl göreceğiz o da meçhul tabi, maç Salı 18:00’de. A Milli maçından 2 saat önce, o yüzden yayın olmaması muhtemel. İtalya'dan Rai3 kanalı veriyormuş ama maçı, internetten kovalayacağız artık…

Almanya’ya Neden Kaybettik?

Hiddink’in bu maça özel stratejisi yanlış değildi bana göre, sürekli dile getirdiği “kontrollü atak” sözcüğünün, hayata geçişini izledik ilk yarının başlarında. Ortasaha süpürücüsü Aurelio dahil, defans 4’lüsü hücuma hiç katılmıyor, geriye kalan 5 oyuncunun hızlı çıkışlarıyla gol aranıyordu… Plan iyi de işliyor gibiydi, top Almanya’da daha fazla kalmasına rağmen; ilk iki gollük pozisyon bizdendi. Gökhan Gönül’ü sıradanlaştırmaktan başka bir sorun yoktu görünürde…

Ancak, en başta görünmese de; ilerleyen zamanda maçı tamamen Almanya egemenliğine bırakacak bir durum vardı ortada. Arkadaki 5’li ile, öndeki oyuncuların arasındaki mesafe… Defansı bu kadar gömülü tutmanın çok manası yoktu, yine savunma düzeni aynı hizada ve disiplinde olmakla birlikte daha önde tutulabilirdi. Çünkü derinde tutulan bir savunmanın anlamlı olması için, takım halinde gömülü oynamak gerekiyor, ama öyle bir şey yoktu… Savunmadaki oyuncular sıklıkla birebir kaldı, ilk gol de böyle geldi. Gomez sadece topu çekerek, Servet'i ekarte etmiş oldu, aslında çalım bile değildi...

Ve bu kopukluk yorgunluğu, milli takımı fiziksel olarak bitirdi yavaş yavaş, bununla beraber yenilen gol de tüm planları sildi… İkinci yarıda Arda’nın Mertesacker’den hava topu almaya çalıştığı bir görüntü var; Hiddink’in geriye düştükten sonra bir planı olmadığına, ya da olsa bile bunun hiç uygulanmadığına belge niteliğinde. 1.93 boy ortalamalı stoperler arasına orta yapıp durduk… Üstelik ileride çoğalma sıkıntısı varken. Zaten bir kez kalabalık göründük cezasahası içinde, orada da gol oldu. Sağbek ortaladı, solbek golü yaptı… İşin ilginç tarafı da, kaleciyi dışarıda bırakıp “bu maçta Türkiye’den kim gol atamaz?” bahisi açılsa, liste başı Hakan Balta olurdu herhalde. Aslında gayet zor bir toptu, ama çok iyi kondurdu ayak içini…

Ama skorun rahatlığı olmasa, oraya kadar gelen Müler kademede uyur muydu yine? O da var tabii… Zaten hemen akabinde yine Hakan Balta’nın arka direkte boş kaldığı ve Kazım’ın topu aktaramadığı pozisyondan sonra, sahadaki Almanya egemenliği tekrar başladı. Sanki 1-2 değil de, 2-1 yapmıştık skoru… Bağıra çağıra üçüncüyü buldular, sonrası malum. Rıdvan “eyvah eyvah” demekten sıkılıp, kulaklığı çıkarttı muhtemelen Hiddink’le alakalı off the record yorumlar yapmak için…

En başta dediğim gibi Hiddink’in planı bazı oyuncu tercihleri dışında hatalı sayılmazdı. Mesela en başta Hamit, Sabri’nin yerinde ortasaha olsa da; Gökhan Töre maç 0-0’ken, “kontrollü ataklar” sırasında sahada olmuş olsa durum farklı olabilirdi. Kişisel görüşüm, maçın seyri farklı olsa da sonuç aynı kalırdı aslında…Almanya ise bildiğini oynadı, yarın İspanya ile oynasalar yine aynı planla sahada olacaklar… Garantileyerek geldikleri ve 9’da 9 yapmaktan başka bir amaç gütmedikleri maçta da böyleler, Dünya Şampiyonu gelse yine böyle olacaklar, tabi sadece daha ciddiye alacaklar o kadar… Hani hep “Almanya’yla aramızdaki fark?” gibi tartışmalar döner ya, farkı buradan görebiliriz. Herhangi bir kulüp takımının sistem devamı değiller, tamamen milli takım olarak bir ekol oluşturmuş durumdalar. O yüzden çok saygı duyulası bir takım Almanya… Bana öyle geliyor ki, saha kenarına annelerini getirip “oğlum terleme sakın!” baskısını da yaptırsalar, bu takım Belçika’ya kaybetmez. Öyle alışmışlar çünkü…

Kendi seviyemizi ölçmek için de, şu kritik soruyu sorabiliriz: “Almanya’ya neden kaybettik?”… Buna maalesef somut bir cevap bulamıyoruz, işin vahim tarafı burada yatıyor... Çünkü direk yenildik, her şeyiyle. Bir gol yediğimizde, tüm disiplinden & planlardan koptuğumuz için, maçın her anında aynı ölçüde oynayacak güce sahip olmadığımız için, hücumda çabuk çoğalamadığımız, kaleye hızlı gidemediğimiz için, şut yemeden herhangi bir atağı kolay kolay savuşturamadığımız için, kısaca Almanya olamadığımız için yenildik.

Play-off’lara kalırız, o ayrı… Ama Hiddink buraya gelirken, beklentimiz Almanya kadar olmasa da; “Türkiye!” denince aklımıza düşecek bir oyun planı, ekol, ‘takım’ oluşturmasıydı. Ancak halen bir emare göremiyoruz… Bir 11 açıklanıyor, sahada nasıl şekil alacaklarını ancak maç başlayınca görebiliyoruz vesaire... Eğer bu karmaşıklık, düzensizlik, Kazakistan maçını bile 97’de alacak kadarki bilinmezlik bir ekol sayılıyorsa, o zaman başarmışız demektir tabi. Yahu Copa America'da izlediğim Costa Rica bile, hemen fark edilecek bir oyun tarzına sahipti; üstelik çoluk çocukla. "Almanya'ya 3 atmamız lazım" demiyorum, ama ortada bir Türkiye sistemi olsun, yine 3 yenilsin... Aksi halde, madem yine doğaçlama futbol oynayacaksak, Tuncay'dan falan vazgeçmemek lazım... Sonuç olarak işi doğaçlamaya bırakıyoruz çünkü, en baştan ona göre isimlerle çıkalım bari, hiç kasmadan....

Hocam Zil Çaldı!

Şimdi “takım yorgun” diyeceğim de, 15 gün dinlendikten sonra çıkılan Eskişehir deplasmanında da durum buna benzerdi. Orada da, İsmail’in taştan çıkarttığı ekmek dışında pozisyon yoktu, bugünde takım birilerinin taştan ekmek çıkarmasını bekledi… Hem zihin, hem de fiziksel olarak bir yorgunluk olduğu gerçek. Ama aynı gerçeklik, bazı oyuncuların iddaa bülteni misali maç seçtiği konusunda da bakidir maalesef… Mücadele ve “maçı isteme” açısından bu kadar siyah-beyaz maçların yaşanması tesadüf olamaz.İlk 11’e çok laf edemezdim, klasik Ekrem ve Aurelio – Ernst seçimi gibi bazı nüanslar dışında. Takımda özverili oynayacak oyuncu adedi fazla gibiydi, Portekizlilerin onları hareketlendirmesine bakardı… Ama Simao’nun bitkinliği, Fernandes’in “genişliği” sürüyordu. Yine iş, aslında yardımcı oyuncu olarak öne çıkması gereken isimlere kalmıştı. Durum böyle olunca Holosko, yine civa adam olmaya çalıştı; Pektemek, yalnız kaldı ve fiziki durumu sebebiyle geride kalan oyunculara zaman kazandıracak topları da tutamadı; Necip – İsmail yine her maç olduğu gibi en azından çabaladılar, “arandılar” ama buldukları şey kırmızı kart oldu vesaire…

Aurelio’nun performansı, defansın alacağı pozisyonla birebir alakalı aslında. Defans çok geride takıldı maçın ilk yarısında. Aurelio arada, hücumcular da çok ileride kaldı bu durumda… Zaten yorgun olan adamların geriye koşma mesafeleri uzadı, topu aldıklarında da hem kaleden uzak kaldılar hem de dirençten… Fernandes kötüydü, aynı zamanda “rahattı”. Beni rahatsız eden nokta da bu aslında… Her pası adamın ağzına atacak diye bir şey yok, ama kötü giden pasından sonra pozisyonuna koşmak yerine sabit kalmayı yeğliyor, bu görüntüyü sevmiyorum. Necip ikinci yarıya çok iyi başlamıştı, takımın “dalgınlığı” her şekilde ona patladı diyebiliriz. Kırmızı yediği pozisyonda stoperlerin, özellikle Egemen’in ciddi hatası vardı. Hızını almış oyuncunun önünde durmak yerine, ofsayt taktiğine kalkıştı. Hani hiç topu alamasa, direk kendisi topla giden adamı indirse; Necip hemen dibinde olduğu için sarı kart yerdi… İkinci kırmızıda da yan hakem hatası var. Ancak kırmızıları bile bu kadar tereddütsüz ve sıfır toleranssız çıkarabilen bir hocayı, Orhan Gülle’ye gelecek 2. sarıda da görmek isterdik…Carlos Ağabey’e bir şey diyemem fazla, kötü oyunun ana sebebi o değil. Ancak maç oynanırken zamanla görüldü ki, burada daha “aç” oyuncuları tercih etmek uygun düşermiş. Mesela Antalya maçında denediği, Ernst – Necip ortasahasının önünde hareketli 4 hücumculu bir Beşiktaş, daha farklı şeyler ortaya koyabilirdi. Bir de, en azından Almeida dönene kadar bu takımın Edu’ya ihtiyacı var, gerçi ben Almeida’ya da tercih edebilirim onu… Çünkü takım zaman zaman kopuk oynuyor ve hücumda “kavga verecek” adam arıyor. Ki Edu, aslında sadece güreşçi santraforlardan da değil, teknik ve hızlı da bir oyuncudur. Pektemek de, Edu ile daha anlamlı olur, daha rahat pozisyonlarda topla buluşur diye düşünüyorum. Kuvvetini kazanana kadar, onu stoper kucağından uzak tutmak gerek… Hani sahada Guti olsa, araya bir koşu yapar diyeceğim de; öyle bir şey de söz konusu değildi...

Analizini yapmakta zorlandığım maçlardan biri oldu, zira üzerine konuşulacak pek bir şey yaşanmadı futbol adına. Sıkıcı giden derste, kulağı zilde olan öğrenciler gibi bakıyordu oyuncuların gözleri… 9 kişi ile en azından yenilmeden bu molaya girmek, hiç yoktan iyidir. Dönüşte sıkıntının yorgunluk mu yoksa “can istenince oynama” durumu mu olduğu anlaşılır. Rüştü’ye teşekkürler, ben Stoke City maçından sonra 10 gün yatar demiştim ama adam kalkıp puanı aldırdı…

Bu senenin, önceki seneden en büyük farkı kadro derinliğidir sanırım. Ama bunu tam olarak uygun kullanamadık, bugün fırsatıymış. Yedek ağırlıklı çıkılsa belki 1 puan da alınamayabilirdi, ama takımın daha canlı olacağı kesindi. Zira Beşiktaş bugünkü haliyle, “maçı alabilirim!” sinyalini hiçbir dakika veremedi… Neyse, bir nefes alsınlar bakalım, ara zamanında geldi. Zaten ben "yahu nerden çıktı bu milli takım arası? tam da havayı bulmuşken..." demeyi unuttum. Hep zamanında geliyor bu ara arkadaş.... Bir de, Alves'in yarısını aldık diye 15 maç oynatma sınırı falan mı var? Şu dönemde göremeyeceksek, ne zaman fırsatını bulacak merak ediyorum.

Beyler, Milli Takıma Gitmeyen Var Mı?

Akşam vakti, milli takıma davet edilen Quaresma’nın sadece hayranlarıyla fotoğraf çektirmek için Antep’e gittiği anlaşıldı, biraz bulandı ortalık… Federasyonun fikstür düzenlenirken yaşadığı kafa karışıklığı meyvelerini veriyor yavaş yavaş. Football Manager oynayan insan bile, milli takımlara giden oyuncuların belli bir süre önce “cebren” kadroya çağrıldığını bilir. O yüzden zaten, yarın milli takıma oyuncu göndermesi muhtemel üst düzey takımların hiçbir maçı yok Avrupa’da, Beşiktaş hariç.

Aslında daha fenası da olabilirdi. Fernandes de ara-ara milli takıma alınan bir oyuncu, Hugo sakat olmasa zaten orada… Sivok, Holosko, Ekrem, Quaresma isimleri çoğaltılabilirdi yani… Peki, bundan Carvalhal’in ve kampa katılacak futbolcuların haberi yok muydu? Elbette vardır… Ancak Carvalhal şöyle çıkaracağı 11’e bir bakmıştır, muhtemelen kamptan ayrılacak oyuncular içersinde bir tek Quaresma vardır o 11’de… Şimdi gidip, önceden federasyona durumu bildirse, onların yapacağı tek kıyak maçı Pazar’a almak olurdu. Carvalhal de 1 adamı oynatmak yerine, 1 gün daha dinlenmiş 11 oyuncuyla maça çıkmayı yeğlemiştir. Şimdi muhtemelen erteleme talebi yapılır yarın, “ya tutarsa?” manasında… Ama tutmasa da, bu maçın Pazar’a alınmaması Carlos Hoca’nın isteğiyledir bence. Yani ben olsam, öyle yapardım…

Ki benim düşündüğüm 11’de de, kamp için ülkelerine gidecek oyunculardan bir tek Holosko vardı… Bu maçta, yeniden milli takıma çağrılan Quaresma’nın pek motivasyonlu oynayacağını sanmıyordum. Silik kaldığı deplasman maçlarına bir yenisini daha eklerdi, bunun için yeterli sebebi vardı belki de. Ekrem desen, bana kalsa her hafta milli takım kampına çağrılsın, sorun yok…Holosko güzel olurdu, ama o bölge Pektemek ya da Veli ile tolere edilebilir. Pektemek – Edu – Simao 3’lüsü, Beşiktaş için ideal hücum kurgularından birisi… Benim için bir eksiklik değil. Ortasahada Necip ve Fernandes yine elzem, arkalarında bu kez Ernst’i görmeyi yeğlerim. Aurelio’yu beğenmediğimden değil, çok maç bindi bu aralar. Geçen sene yine aynı dönemde çok yük binmiş, bir Almanya maçında arka adalesini tutarak yere uzanmıştı. Yine aynı sahneyi görmek istemem…

Hilbert alternatifsiz kaldı, benim için alternatifleri varken de alternatifsizdi ama şimdi kağıt üstünde de öyle… Yine kampa gidecek olan Sivok’un yerine, normal şartlarda da Sidnei’yi düşünürdüm. Sivok’a nazaran daha pasör, boş bölgeleri daha iyi dolduran ve pek göstermese de daha “atlet” bir oyuncu… O yüzden, kazanılması gereken maçlarda mutlaka Sidnei.. Egemen ve İsmail, daha uzun süre savunmanın solunu götüreceğe benzerler. Normal şartlarda bu düzenin milli takımda da devam etmesi gerek aslında, Cuma günü göreceğiz… Rüştü, Stoke City’den yediği dayağı halen atlatamamıştır bence. O yüzden Cenk, gerçi her zaman Cenk’ti…

Velhasıl, bu maç bu hafta oynanacaktı mecburen. Pazar eksiksiz oynamaktansa, Pazartesi bu eksiklerle oynamak daha iyidir, ben şikayetçi değilim. Ama bu durum, fikstür düzenlemesindeki saçmalığı masum gösteremez… Ki zaten bu daha iyi günlerimiz, Beşiktaş ve Trabzon gruplardan çıkarsa, çorba içmeye vakitleri olmayacak ikinci devrede… Şaka değil, Beşiktaş, Avrupa’da geçen seneki başarısının bir tık üstünü gerçekleştirirse; Türkiye Kupası’nı oynaması mümkün değil play-off dalgası yüzünden… Bütün hafta aralarında maç var. Nasıl toparlayacaklar bu işi bilmiyorum. “Kardeşim siz kupayı verdiniz, zamansız oldu biraz, kupa arafa düştü bulamıyoruz… Bu sene almıyoruz o yüzden sizi” diyip, sıyrılsınlar bence aradan.

Kadroda kalmış zaten neredeyse 11 kişi, tuttururuz herhalde bu kez değil mi 11’i? Bence yine tutmaz, ıskalayacağım yeri de söyleyeyim: Antalyaspor karşısındaki sistemle Veli oynar, Simao forvet arkasına geçer gibi hissediyorum. İyi maçlar, oynanırsa tabi.

Defansif & Kenar Forvet: Maggio

Bu yıl, Napoli’nin rüştünü ispat ettiği yıl olacak gibi gözüküyor… “Maradonalı Napoli” geri dönüşünden de öte durumdalar, hem takım hem de kulüp yapısı bazında. O günleri görmedim, ama anlatılanlara göre direkt olarak Maradona’nın taşıdığı bir takımmış 80’li yılların Napoli’si. Bugün ise, geçen yılki başarının %70 hissesine sahip olan Cavani sahada yoktu, ama Napoli yine vardı… Onların ortaya koyduğu takım oyunu, hem Inter’i hem de futboldaki “teknik direktör değişimi sonrası coşma” klişesini yendi.

Hakem yardımı da olmadı değil. Maç dengede gibi giderken Maggio, klasik koşu patlamalarından birini yaptı, faul cezasahası dışında gibiydi ama penaltı çalındı ve üzerine Obi ikinci sarıyı gördü. Penalıyı Hamsik kaçırdı ama “vuruştan önce” cezasahasına diren Campagnaro topu tamamladı. Top içeri girene kadar hakem hatası sürdü yani… Bu dakikadan sonra, zaten ufak ufak maça dişini geçiren Napoli’nin, Inter’e puan dahi verme ihtimali yoktu.

Bir tarafta, Mourinho’dan sonra nasıl bir teknik direktör istediğini bilmeyen; sürekli farklı sistemlere bağlı, farklı futbol anlayışları olan hocaları getirip, kovan ve takımın ayarı tamamen kayan bir Inter… Diğer tarafta, kendi tabirleriyle “Napoli şehrine bir rüya gördüren”, uzun zaman sonra şampiyonluk havasını solutan takımını bozmayan; genelde kadroyu derinleştirici oyunculara yönelip, ilk 11’ine sadece Gökhan İnler hamlesini yapan, kısaca “ne istediğini bilen” bir Napoli…

İki yönetimin farkı, adeta sahaya yansımıştı. Inter ne yapması gerektiğini bilmiyordu, Napoli ise tam tersi… Oyuncular artık ne zaman hücuma katılacaklarını, top rakibe geçtiğinde ne tarafta pozisyon alacaklarını ezberlemişlerdi. Bu takım oyununda, hemen herkes değerli. Bugün rakibin Inter oluşuyla belki hissedilmese de, “kazanılması gereken” maçlarda mutlaka ihtiyaç duyulacak “El Matador” Cavani’sinden, De Sanctis’ine kadar… Ama her koşulda en kritik oyuncuları şüphesiz Maggio.Bazen oyuncu sistemleri, bazen de sistemler oyuncuları yüceltir… Maggio burada ikinci seçenekte. Aslında 29 yaşında, uzun zamandır Serie A’da takılan bir isimdir kendisi. Ancak Napoli’nin 3-4-2-1 sistemi içersinde, sıradan bir oyuncudan “büyük” oyuncuya geçiş yaptı şüphesiz. Hani şöyle bir “futbolcu üretme” makinesi olsa ve 3-4-2-1 sisteminin sağında gereksinim duyulacak özellikler yazılsa, kapak açılır ve dumanlar içersinde Maggio çıkardı…

Hem uzun süre sağbek, hem de sağ açık olarak oynadı. Bu hem defansif özelliklerini, hem de hücuma çıkış zamanlamasını geliştirdi… Boyu uzun, fiziği güçlü, buna rağmen oldukça hızlı da sayılır… Burak Yılmaz’ın, daha ciğerli ve defansif versiyonu diyebiliriz. Napoli’de belki de tek alternatifsiz isim, artık Cavani’siz bile planları var ama Maggio’suz zor… Bugün de Inter’e karşı hem penaltı + kırmızıyı sağladı hem de fişi çeken golü yazdı…

Bu çıkışı sonrası, İtalyan Milli Takımı’nda da sağbek olarak sürekli oynamaya başladı. Kendisine özgü bir mevki yaratan bu adamı merakla izlemeye devam edeceğim…