2011’in Son Güzelliği

Hep gereksiz bulmuşumdur şu uzun devre aralarını. Hani, ortada tatil diye de bir şey olmuyor. Yılbaşından sonra hemen başlıyor kamp, gereksiz hazırlık maçları vesaire. Madem öyle direkt resmi maç izlemeye başlayalım çoğu yerde olduğu gibi, olsun bitsin… Senenin ilk derslerinde, hocaların “kendi aranızda sessizce konuşabilirsiniz…” iznine benziyor biraz. Ders var ama yok… Bari bırak gidelim, bahçeye kuralım iki kale bir anlamı olsun…

Neyse ki bu kez öyle bir ara olmayacak, bilmem farkında mısınız ama 4 gün sonra maç var. Fernandes'i izleyeceğiz Fernandes'i! Hem zırva transfer haberleri de yok... Gerçi bir ara Sergen’i yemişlerdi “Tevez” diye, olur o kadarı… Zaten Tevez denince benim aklıma Ali İhsan geliyor artık; 90’lardaki Şifo – Mehmet karmasında olduğu gibi… Tek farkı; o zamanlar Şifo’nun bir futbolcu adı olduğunu çok sonra öğrenmiştim, o kadar…Resmi siteye son A2 maçının golleri düşmüş, izleyin mutlaka… Bizim Tevez Ali; boyuna rağmen etkili olduğu kafa toplarından yeni bir örnek sunmuş ilk golünde: Ön direkten, arka direğe doğru bilinçli bir vuruş, harika bir gol… Çok zor bir açı aslında kafa golü atmak için; ancak o şekilde topun dibine girip, boynu son anda çevirmek gerekiyormuş, öyle yapmış Ali de… İkinci golü, asıl Tevezimsi olanı: Top daha ayaktan çıkmadan koşusuna başlama, alır almaz kaleye iniş ve çok iyi bir son vuruş… Aslında ikinci forvet, ya da 4-3-3’de sol forvet gibi oynarsa; çok daha farklı işler yapabilir. Ancak yokluktan dolayı merkezde tek oynuyor, malum A2’deki forvetlerin hepsi aynı fabrikadan çıkmış gibi. Ancak U18’den sağlam santraforlar geliyor; özellikle maçları BJK TV’den Eurosport klasında aktaran Harun Burak Bilgin’in üzerinde çok durduğu Emirhan Atilla mesela… Yine resmi sitede yayınlanan son U18 maçında bir golü mevcut Emirhan'ın, enteresan işler yapmış... Topu çekişi, vuruşu falan; ceza sahası içersinde kendine güvenli gözüküyor…

Neyse, tekrar A2'ye dönelim, "Muhammed Demirci!" diyerekten... Öyle bir gol atmış ki; aslında çok fena güzellikte bir gol olmasına rağmen, çok basit bir iş yapıyormuş gibi gösteriyor. İzleyince “ne var yani, tekten geçmiş adamı hemen köşeye vurmuş?” hissi uyandırabilir. Ama bu Muhammed için iyi haber, bu hissi veren adam tehlikelidir çünkü… Golü basit gösteren şey Muhammed’in tekniğinden ziyade, oyun zekasıdır aslında. Topla daha buluşmadan önce senaryoyu çizmiş: “Kademesi olmayan bir adam gelir basar; tekten bırakır, geçer giderim; kaleyi karşıdan görürüm…”

A2 gollerini izlerken her zamankinden daha farklı keyif almamın, bir başka sebebi de vardı tabii: Hasan Türk’ün en nihayetinde profesyonel sözleşme imzalaması. Hem basından söylenenlere göre, hem de Şanlı Beşiktaş Blog’dan sevgili Sefa’nın direkt olarak Erdil Arpaçı’ya teyit ettirdiği üzere; kendisiyle 5 yıllık imzalanmış, şahane! Erkut’un üzerine bir de bu haber, çok iyi oldu… Ancak Hasan Türk’ün Erkut'a nazaran şöyle bir farkı var; "yarınların" değil, hemen yarından itibaren A Takım oyuncusu olarak düşünülebilecek, direkt 18’de değerlendirebilinecek bir isimdir…Bunun nedenlerini defalarca geçmiş yazılarda belirttik. Tekrara gerek yok sanırım. Zaten A Takım’la çalışmalara başlayacakmış… Carvalhal’in A2’yi izlediği söyleniyordu, kayıtsız kalması olmazdı… Bir iki isim daha profesyonel yapılacakmış, eminim ve de umarım ki aralarında Ali İhsan da vardır… 2011’in son güzel haberi Hasan Türk oldu, 2012’nin ilk güzel haberi de Ali İhsan olsun…

“Özkaynak” kavramının, şuana kadar sadece “öz” kısmı işimize geliyordu; “Sözleşme yok, itibar yok, bakmak yok, sürtmek var, sürmek var… Nasıl olsa öz çocuklar, ses etmezler” mantığı. Ancak bu aralar nihayet, oranın aynı zamanda bir “kaynak” olduğunun da farkına vardı Beşiktaş Yönetimi. Dilerim geçici bir rüzgar değildir. Çünkü gerçekten bir mali disiplin, tasarruf planı uygulanacaksa; alt yapı oyuncularına özel ilgi ilk madde olmalıdır. Çünkü şuna eminim ki; bu çocuklar Beşiktaş’ı, en azından “Anadolu’daki fırsat ekonomisinin” kucağına atmayacaktır yerli transfer bazında. Bu bile çok şey demektir…

İlk devrenin kısa özetini, en iyilerini belirleyeceğim bir yazı düşünüyordum. Eğer fırsat bulamazsam, bu son 2011 yazısı olacak. Yeni yılınızı kutlarım, geçtiğimiz yıl boyunca okuduğunuz, fikir sunumları yaptığınız için hepinize teşekkürler. Nice senelere...

Dip hayıflanma: Yahu daha dün bir eleştiriye giriş bazında “yıl olmuş 2011, hala...” diye söze giriyorduk, ne ara geldi yeni yıl? Hay böyle zamanın içinden Holosko geçsin…. Hatta Terminatör 2 bile yeni çıkmıştı, Cine 5 veriyordu; ilk 5 dakikasını izliyorduk, Arnold motorsiklete binince kesiliyordu falan... O zamanlar bu Hasan Türk yeni doğmuş, vay be!

Adriyatik’in Messi’si: Lorenzo Insigne

Zeman’ın manevi evlatlarından biriyle daha devam ediyoruz. Öyle ki; geçen yıl Foggia’da birlikte çalışıp, bir sonraki çılgın macerasında da kendisini yalnız bırakmayan iki isimden biri Lorenzo Insigne, diğeri ise Milan’lı genç stoper Romagnoli. Tipten; gençlik-komedi filmlerinde, evinde gün aşırı parti yapan gevşekleri andırabilir ancak topu ayağına aldığında Miccoli'ye dönüşebiliyor. Hatta Pescaralılar için daha da fazlası: Adriyatik’in Messi’si!Aslında ne Miccoli, ne de Messi… Biraz Lavezzi olması yetecek sürgün hayatının sona ermesine... Çünkü bu kadar yeteneğine ve Lavezzi’ye tam o olarak alternatif bulunamamasına rağmen sürekli sağa sola kiralanıyor Napoli tarafından. Ama görünen o ki; geçen yıl Foggia ile yaptığı 19 gollük çıkışını, bu sene de üzerine koyarak sürdürecek. Önce Serie C, sonra Serie B'de istikrarlı ve iyi performanslar… Serie A’ya doğru yaklaşıyor Insigne her geçen gün pişerek, tabi bunda en büyük pay sahibi Zdenek Zeman babası olacak…

Çünkü, tıpkı Immobile’de olduğu gibi; hücumsal yeteneklerini tamamen sahaya dökmeye başladıysa, bunda Zeman’ın çılgın sistemi büyük pay sahibidir. Savunma ve orta sahanın iliğini kurutabilecek ama forvetlerin istatistiğini azdıracak bir taktiğe sahiptir Zeman bilindiği üzere. Nitekim Foggia, geçen sene play-off’u ıskalarken ligin en çok yiyen, aynı zamanda en çok atan takımıydı. Şimdilerde de Pescara aynı yolda gidiyor, maçlarının gol ortalaması: 3.6

Video, birçok şeyi anlatıyor aslında; yetenekleri açık şekilde gözüküyor, çok fazla yazmaya gerek yok… Geçen yıl gol sayısı oldukça iyiydi (19), bu sene de fena değil aslında (7)... Ama bu kardeşimizin asıl olayı: “asist”. İnanılmaz bir “kısa derin pas” becerisine sahip. Hani, muhtemelen tekniği ve driplingleri nedeniyle Messi benzetmesi yapılmış ama Messi’ye benzeşmesi asıl zor olan bu ‘kısa derin pas’ olayında ona çok yakın gibi duruyor… İleride büyük futbolcu olacaksa, daha çok bu nedenle olacak…

Zeman’la birlikte kaleye çok yakın oynadığı için, hem golcülük hem de pasörlük özellikleri ayyuka çıkmış durumda ve şu sıralar Napoli, gelecek yılın planlamasında onu bir kenara yazmıştır artık… Neyse ki şansı yaver gitti de; dilinden anlayan bir hocayla karşılaştı Lorenzo. Delgado gibi, asıl etkili olduğu yerden (rakip kale) uzaklaştırılıp, üzerine “kız gibi topçu” denmedi… Evet, bir ‘10 numaradan forvete devşirme’ konulu yazıda daha Delgado’nun adını geçirip, ruhumu serinlettim. Dağılabilirim…

Juventus’un Çocuğu: Ciro Immobile

Büyüklerin kiraladığı yetenekli çocuklarla, düşüşe geçmiş zamanın yıldızlarını ve de her zaman “underrated” kalmış saklı güzel futbolcuları harmanlayan bir ligdir Serie B. O nedenle, her zaman renkli takımlar barındırmıştır bünyesinde; mesela bu seneki Zeman’ın Pescara’sı gibi…Santrayla birlikte 7’li prese başlayan çılgın takımın, üçlü forvetinden biri Juventus’un çocuğu Ciro Immobile… Sağına aldığı Serie B golcülerinden Sansovini ve solundaki Napoli’den gelme “Miccoli vari” kenar forvet Insigne ile birlikte lezzetli bir hücum hattı oluşturmuş durumdalar…Zaten bu, istatistiklere de yanısımış durumda: bahsi geçen üçlünün 20 maçta attığı gol sayısı 29... Diğer iki oyuncudan da ileriki zamanda bahsedeceğiz, özellikle Insigne; sadece bize değil, yakında her futbolsevere bahsettirecektir zaten kendisini… Ama öncelikli olarak söze Immobile ile girelim derim.

90 doğumlu oyuncu; fizik olarak olduğu kadar, stil olarak da oldukça Klinsmann’ı andırıyor… Gol sezileri ve gol vuruşları çok yerinde… Gayet atletik olan vücut yapısı, ona bu özelliklerinden daha fazla faydalanma şansı veriyor. Mesela Torino deplasmanında attığı gol; en az gol vuruşu kadar fiziki güç de gerektiriyordu… Kalenin sol çaprazına doğru açılan topa hızlanıp, vücudu sola atarak; uzak direk dibine net bir plase göndermiş, izleyenler direkt olarak filenin topla buluşma sesini duymuştu…

Paylaştığım video, attığı bazı gollerden oluşmuş küçük bir tanıtım videosu. Ancak kendisini en azından geniş özet şeklinde birçok maçını izlemiş biri olarak söyleyebilirim ki, Immobile orada görünenden çok daha fazlası… Bir kere her atakta mutlaka olayın içinde; ya sırtı dönük pas alıp servis yapıyor, ya da kanada açılan topa koşuyor… Golcü olduğu kadar, yerinde pek durmayan bir forvet… (Yani soyisminin İngilizce karşılığıyla ancak bu kadar tezat oluşturur, Ciro mu desek sadece?) Tekniği ve süratiyle gerekirse kendi pozisyonunu kendi de yaratabiliyor. Gerekirse; sağdan, soldan, cepheden gelen paslara da "her şekilde" tek vuruşlar yapıp, etkiliyor oluyor. Bu bazen bir plase, bazen bir kafa, bazen de videonun 1.04 dk'sında olduğu gibi mükkemmel bir vole ile olabiliyor..

Juventus onun hakkında ne düşünüyor bilemeyiz. Ama mevzu özellikle de forvetse, gözlerinin pek kendi çocuklarında olacağını sanmıyorum. Ama Immobile, Juventus’da olmasa bile başka forma altında da mutlaka adından söz ettirecek, “komple forvet” denince akla düşecek oyunculardan biri olacaktır… Ben de fırsatım oldukça onu ve Zeman’ın Pescara’sını izlemeye devam edeceğim. Aslında bir TV kanalı sahibi olsam, direk Serie B yayın haklarını satın alırdım. Kimse izlemese, ben kendim izlerdim… O kadar parayla bir de uydu, link falan mı kasacağız?

Yeri gelmişken, Noat Samisa'nın Zeman yazısını hatırlayalım: Zemanlandia

Olcan, Erkut, Borç…

Geçenlerde bir haber görmüştüm; Makedonya, “ülke ekonomisini canlandırma” amaçlı olarak, Dünya Bankası’ndan 130 milyon Euro talep etmişti… Dün de Beşiktaş’ın borcu açıklandı: 442 milyon TL, Euro’ya vursan yaklaşık 180 milyon ediyor… Gözle görünen ve görünmeyen transfer yanlışları, borç batağını öylesine derinleştirdi ki; orta sınıf bir ülkenin ekonomosini canlandıracak kadar bir meblağ söz konusu...

Kulübü kapatıp gitmeyeceğimize göre, bu işe bir çözüm bulmak gerekiyor. Divan kurulunda da söylenene göre, belli bir plan yapılmış zaten "nihayet". Özellikle oyuncu maaşları dağarcığı kısılacak, alt yapıdan daha sık oyuncu çıkartılacakmış… Zaten ilk elden yapılması gereken iş buydu. Geçen sene kulübeye baktığımızda; takıma hiçbir etkisi olmayan oyuncuların yıllık toplam maaşı 10 milyon Euro’nun üzerine çıkıyordu… Sırf bu konudaki bir disiplinle bile; Beşiktaş borçlarında düzenli şekilde her yıl ortalama -20 milyon TL yazacaktır.İşin bir de transfer konusu var tabi… Beşiktaş’a son dönemde transfer girdisi ile çıktısı, karşılaştırılamayacak düzeyde. Bu açıların biraz daralması için en azından şöyle bir şey yapılabilir; alternatif olacak oyuncular, sürekli alt yapıdan seçilir… Mesela Holosko; belli özelliklere sahip, iyi bir oyuncudur. Lakin çok bariz şekilde kendisi bir 18 adamı, yani sonradan dahil olabilecek bir silah… Takım öndeyken, onun top taşıma özelliğinden oldukça faydalanıyor. Ancak aynı işin yakınını, şu sıralar Rize’de kiralık oynayan Erkan Kaş da yapabilirdi; üstelik senede ‘taş yarılsın’ 200 bin alarak… Holosko ise, 1.8 milyon Euro garanti para alıyor… Kimsenin parasında gözümüz yok elbet, sadece örnek ve çoğaltılabilir bir örnek. En sevdiğim oyunculardan birini ortaya attım ki, subjektif gözükmeyeyim…

Bir de, daha devre arasına çok varken patlayan Olcan haberleriyle birlikte, “bu rüzgara kapılan Beşiktaşlı” gerçeği var. Olcan nasıl Olcan oldu? Öncelikle buna bakmak gerek… Gaziantep’te, zamanla tartışılmaz biri olarak ve topu kullanmada birinci önceliği elde ederek Olcan oldu. Beşiktaş’ta bu tanıma uygun Quaresma ve Simao var, üstelik ideal sistemlerde biri fazla geliyor. Üzerine Olcan? Üstelik, Tabata’yı 8.75 milyona kitlemiş bir başkanın elindeki “en iyi oyuncusu” Olcan…

Bir de işin Erkut Şentürk tarafı var… Bariz şekilde, ülkenin en yetenekli ve en çok gelecek vaat eden oyuncularından biri. Bunu sadece Beşiktaşlı değil, o kategoride eli kulağı olan her futbolsever söylüyor… Mevkisi, hemen hemen Olcan’la paralel. Derdi; Beşiktaş’ta şans bulamayacağına olan inancı… Neyse ki ikna edilmiş sanırım ve büyük ihtimalle 5 yıllık sözleşme imzalayacak, ya da imzalamış.

Şimdi bu durumun da, düz mantıkla Beşiktaş’a sağlayacağı ekonomik artına bir göz atalım: Olcan bonservisiyle birlikte alındı ve 5 yıllık sözleşme imzalandı diyelim. Olcan, şu piyasasında 1.5 milyon Euro’dan aşağı imza atmaz. Min. 7.5 milyon maaş ve bir o kadar da bonservis dersek; Beşiktaş’ın 5 yıl sonunda Olcan için harcadığı para 13 ile 15 milyon Euro arasında olacak.Erkut’un 5 yıllık sözleşme boyunca alabileceği maksimum para; 2 milyon civarında bir şey olur (aslında şu durumda bu para imkansız ama 1-2 yıl sonra oynamaya başlarsa, Necip'te olduğu gibi iyileştirme yapılır sözleşmesinde). Yani arada 10 milyon Euro’nun üzerinde bir fark olacak… Elbette Olcan çok daha hazır oyuncudur; 2-3 yıllık süre içersinde Erkut’a nazaran daha tercih edilebilir biri olacağı gerçek. Ancak, 5 yılın sonunda Erkut’un potansiyelinin, değerinin Olcan’a nazaran daha parlak sayılacağı ve halen 22 yaşında olacağı da bir gerçek… Yani, Erkut’un tekrar paraya çevrilmesi çok daha olasıdır.

Erkut’un gelişimini böyle sürdüreceği kesin değildir elbet, belki Olcan’ın yaptığı lig istatistiklerinin yanına yaklaşamayacak… Ama aynı risk, Olcan’ın Beşiktaş’taki adaptasyonunda, uyumunda da yatıyor… Sonuç olarak; 15 milyonla risk alacağıma (ki, bugün de acil bir ihtiyaç değilken, 11 oynaması şüpheliyken) 2 milyonla risk alırım daha iyi. Birisi Quaresma ve Simao’nun ardında kalacaksa, Beşiktaş’ın çocuğu Erkut Şentürk kalsın; hem maneviyattan, hem de “tamamen duygusal” nedenlerden…

Konuyla alakalı: Sarı Mrkela: Erkut Şentürk

II. Fernandes Dönemi

Siz hiç metrobüse binen birini kıskandınız mı? Ben kıskandım… Evet, şimdi bana da saçma geliyor ama 2 yıl önce bu zamanlar durum böyle değildi. Askerde, dağın yamacında bulunan telefon kulübesinden kendisini aradığım bir arkadaşım, “metrobüsteyim, eve doğru gidiyorum” dedi. Sanki adam “yatla Çeşme’ye akıyorum” demişçesine zoruma gitmişti… Malum, çarşı izni bile olmayan, askerden başka insan görmediğim bir yerdeydim. Özgürken, metrobüse binmek bile güzel bir şeydi oysa; o zaman fark ettim. Biniyorduk, ayağın yerden kesiliyor, o seni istediğin yere götürüyordu. İntikal yapmak zorunda değildik… Etrafta normal insanlar falan vardı…İnsan bazen; elinde olan bir şeyin, ancak kaybettiği zaman değerini anlayabiliyor. Bizim Fernandes’e de kadro dışı kaldığı dönemde öyle bir şey oldu sanırım… Çünkü sadece forma değil, neredeyse futbolculuğu alındı elinden; takım otobüsüne dahi giremiyordu artık. Birden arafa düştü ve bol bol düşündü muhtemelen: “Daha dün, 18 milyona La Liga’nın üçüncü büyüğüne transfer yapan; Portekiz’in en çok umut vadeden orta sahasıydım. Şimdi o ligin 5-6 kat daha alt seviyesinde bir yerdeyim ve kadroya dahi giremiyorum… 25 yaşındayım ve iyi yapabildiğim tek işten uzaklaşıyorum…”

Empatinin sonucu oldukça çarpıcı; böyle bir durum insanı ya daha da delirtir, ya da titretip kendine getirir… Neyse ki Fernandes, “titreyip kendine gelme” seçeneğini kullandı. Takıma geri döndüğünde; sadece çalım atarak “ne yetenekliyim ama!” imajını veren, topsuz oyunda sadece maçı değil dünyayı bile umursamaz tavırlarda olan adam gitmişti… Yerine; neredeyse “sadece koşmasıyla övünülen” oyuncular kadar koşan, bunun yanında sadece çalım atarak değil; atakları ve takımı yönlendiren, lider oyunuyla “ben yetenekliyim!” diye bağıran bir adam gelmişti…

“Bir şey 1 kere olursa şans, 2 kere olursa tesadüf, 3 kere olursa istikrardır.” Fernandes, Trabzon ve Maccabi maçlarıyla formaya tekrar ısınma sürecini yaşadıktan sonra; Orduspor maçından, son Karabük maçına kadar ki 6 maçlık periyotta istisnasız “çok iyi” oynuyor… Merak edip, bunun istatistiksel olarak karşılığına bakayım dedim ve II. Fernandes döneminin (Trabzonspor deplasmanından itibaren) ufak bir analizini yaptım…

Beşiktaş bu süreçte 8 maç yaptı: 6 galibiyet, 2 beraberlik aldı ve 16 gol attı… Fernandes’in aynı süreçteki istatistikleri şöyle: 2 gol, 5 asist, 3 asist öncesi pas… Yani, atılan 16 golün 10’unda direk pay sahibi (Geri kalan gollerin çoğu da bireysel zaten; Quaresma'nın Tel Aviv'de, Pektemek'in Manisa'da yardırması gibi). Aslında bir de sonuca yansımayanları var; ortada bir şey yokken bireysel çaba ya da mükemmel bir pasla yol açtığı gol pozisyonları, oldukça fazla sayıda.

Şunu açıkça belirtelim; bahsi geçen 6 maçtaki Fernandes, ülke standartlarının çok çok üzerinde bir orta sahadır. Şayet bunu sezonun geneline yayacak olursa, buralarda tutulması imkânsız olur. Varsın öyle olsun… 13 gün sonra aynı Fernandes’le birlikte devreyi açarsa Beşiktaş; her kulvarda önü oldukça açık olacaktır… Bir de “aynı takım oyunu devam edecek mi?” sorunsalı var elbette. Ki bu durum da, Fernandes’in performansıyla direkt alakalı… Sırtımızı Carvalhal’e dayayıp, bekleyelim bakalım…

Tek Gollü ‘Farklı’ Galibiyet

Görünürde, yine kaleye tek yakın adam olarak Almeida’yı bırakan Beşiktaş; maç boyunca (özellikle ilk yarı) gole çok yakın oynadı… Hücumlardaki çeşitlilik, hızlı çoğalma gibi etkenler maçı oldukça seyre değer hale getiriyordu. Herkes oyunun içindeydi, topu ayağına alan oyuncu mutlaka boşa kaçan bir Beşiktaşlı bulabiliyordu. Yapılan en güzel iş ise; topun kaybedildiği yere şok baskılardı.Beklenen golün geliş ve atılış şekli çok şık oldu. Almeida’nın “nihayet” darbeli kafası ve sonrasındaki 1960 model gol sevinci güzel… İsmail’in boşa kaçışı ve bilerek, isteyerek adrese teslim ortası çok güzel… Ancak Fernandes’in asist öncesindeki pası kesinlikle mükemmel… Bu tarz “defansı uyutan, sadece pasın atıldığı adamın hızına göre giden” toplardan çok sık attı bu maçta Fernandes, sadece birinden gol çıktı. Orduspor maçından bu yana gösterdiği olağanüstü performansı dün de sürdürdü… 13 günlük arada birçok plan, program vardır elbet. Ama öncelikli olanı; Fernandes’i bu seviyede tutmak, ikinci devrede kaldığı yerden devamını sağlamak olmalı. Nasıl yapılır bilemem… Gerekirse “Cezalandırıcı” filmindeki gibi, bir dahaki maça kadar dondurulsun. Zaten tipten Wesley Snipes’a da benziyor, Blade değil de Simon Phoenix’imiz olsun işte…

“Bende mi sorun var?” diyerek dikkatlice baktım, ısrarla “yavaşlık” aradım… Edu yavaş falan da değil; hani hızlı da değil ama en azından yavaş değil... Hatta, top kendi himayesindeyken gayet de çevik olabiliyor. Soldan gittiği pozisyonlarda mutlaka topu içeri çevirdi, en kötü korner oldu. Futbolu biliyor olması, en önemli özelliği. Ortasahanın yakınlarına gelip, takımın pas oyununa oldukça katkı sağladı. Bugün Ekrem de gayet pozitif oynadı, 4 kez gol girişiminde bulundu; ancak taktiksel hamleyle çıkarılışı doğruydu…

İkinci yarıda ise tamamen idare futbolu vardı; ama bu kez İBB’deki hatalar yapılmıyor, takım pas yaparak aktif dinlemeye geçiyordu. Top kaptırıldığında ise, direk olarak kaybedildiği noktaya baskılar geliyor ve geri kazanılıyordu… Barça’nın nirvana yaptığı bu savunma sistemi, uygulanabilecek en harika topsuz oyun formatıdır… “Çekilip ‘nasıl gelecekler’ diye düşüneceğimize, basalım onlar ‘nasıl sıyıracağız’ diye düşünsünler” mantığı… Böylelikle, Cernat gibi topu alıp, etrafını gözetme fırsatı olduğunda her zaman tehlikeli olabilecek bir adam; neredeyse topu görmedi… Zamanında "Pres Yapıyorum, Koru Beni!" adlı yazı ile bugünlerin hayalini kurmuştuk....Sonuç olarak, Beşiktaş tek gol bulsa da; oyun olarak rakibine çok fark attığı bir maçı geride bıraktı. Tabii ki, Karabükspor’un kötü durumda olması da bu durumu tetiklemiştir. Ancak, uygulanan plan açısından Beşiktaş’ın geleceği adına umutlanacak şeyler yaşandı maçta… O nedenle, tıpkı geçen seneki Bursaspor maçında olduğu gibi nadir bulunan “1-0’lı zevkli maçlar” kategorisine aldım bunu da… Takımda da her oyuncu birbirine bağlı gibi gözüküyor, onu hissediyor insan. Yani en basitinden örnek; Almeida'nın golünden sonra en az kendi yaşadığı kadar, herkeste bir rahatlama ifadesi vardı...

Veli’nin 1 metreden kaçan pozisyonuna pek yanmadım da; Necip’in 25-30’dan gönderdiği, direkten çıkarttığı sesin Taksim’den duyulduğu şuta çok yandım… Öylesi bir gol, Necip’i bu şutlara heveslendirir, güvenini arttırırdı… Ancak aynı hevese sahip İsmail’in, şu “seken topu alırsam şutlarım aga!” huyunu bırakması lazım acilen. Hani fazlasıyla sol çaprazdan ve uzaktan denediği şutlar, gerek yok be genco… 20 senedir maç izliyorum, oradan üç tane gol gördüm: ikisi Hagi’den, biri van Bronckhorst’dan… Ancak sürekli ilerleme kaydettiği bir özelliğini de es geçmemek lazım. Ne zaman ortada bir top sıkışsa, kendini boşa çıkarıp zorda olan adama pas opsiyonu açıyor. Sessiz sedasız, birçok atağın gelişimini sağlıyor aslında… Hilbert'teki gelişim ise şu; artık bindirme yaptıktan sonra topu alınca daha sakin... Çok yerinde kararlar veriyor. Veli'ye attığı pas, zirve noktası. Ancak onun haricinde "orta" yerine, yerden merkeze çıkarttığı toplar çok şıktı.

Bunca hengamede, zirveye iki adım uzaklık; iyidir... 2012 seninle güzel olacak Carlos.

Maç Öncesi: Beşiktaş – Karabükspor

Gündüz ek klasördeki tapelere bir göz attım, resmen midem bulandı. Şu maç öncesi yazısının gecikmesi de bundandır biraz… Federasyon başkanı, kulüp başkanının kölesi olmuş açıkça; biz de buralarda “Schuster ortasahayı güçlü tutsaydı…” falan demişiz enayi gibi… Hatta Beşiktaş muhabiri diye ortalıkta gezinen Ömer Güvenç, alenen köstebeklik yapıyormuş. Ayrıca o adamın, sürekli provoke edici sorular sorması da tesadüf olmaktan çıktı böylelikle... Aslında her ne kadar futboldan soğumuş olsak da, sonuç olarak iyi oldu; “maçlar sahada kazanılmıyormuş, onu anladım” sözü, her ne kadar istenilmese de açıklığa kavuştu, maskeler düştü…

Ancak işin Beşiktaş, daha doğrusu Tayfur Havutçu kısmı da çok tatsız… Şikeye varacak bir şey olmasa da, çok büyük çapsızlık var. İş, Hasagiç’in durumunu merak etmekten de öteymiş biraz. Aslında şakayla karışık ima da ediyor; İbrahim Akın için “oynarsa gelemez” gibisinden sözler sarf edilmiş. Gerçi yine konunun oraya gelmesini Turanlı sağlıyor; durduk yere bir İbrahim, bir Kemal diyip duruyor ama olsun… Bir de Guti’ye küfür var tabi, ‘telefondur olur öyle’ diyip geçiştirilebilecek bir şey olarak da bakılabilir… Ama işin aslına bakılırsa; ortada büyük çapsızlık var. “Emanetçi” denen adam, Guti’ye olan tavrını açıkça ortaya koyup kadro dışına atabiliyor. Şimdinin futbol direktörü ise, iş sahaya gelince yürüyen Guti’yi 106 dakika oyunda tutup, ancak arkasından laf ediyor…

Neyse, sonuç olarak Carlos Carvalhal gibi bir insan, sırf iş ahlakı sebebiyle bile Beşiktaş’ın teknik direktörlüğüne yakışır; orada kalmasından dolayı çok memnunum. Bana kalsa, U14 takımını bile emanet edilmeyecek Tayfur Havutçu da; göstermelik olarak o koltuktadır umuyorum. Ve maça geçiyorum…Önce Beşiktaş, sonra da Carvalhal’in selameti için şu maçın kazanılmasını çok istiyorum aslında. Braga maçlarına kadar eli güçlü giderse iyi olacak… Tabi bunun için, biraz kendi sınırlarını da aşması gerekiyor artık. Mesela, hücum hattında artık bir farklı bir şeyler yapmak gerek… O konuda Samsun maçının ikinci yarısı fikir verdi aslında; Edu ve Burak sahadaysa, Beşiktaş’ın rakip kale önünde daha sık görünme şansı artıyor… Her ikisinin de 11’de başlamasını umuyorum. Bu durumda, Necip – Veli ikilisinden biri kenarda durmak zorunda kalacak… Kim oynarsa itiraz etmem; ancak Veli daha fazla mesafe koşuyor olmasına rağmen, Necip’in topu geri kazanma şansı daha yüksektir. Çünkü basacağı zamanı daha iyi hesap eden, daha iyi pozisyon alan bir oyuncudur. Bu durum, Fernandes’i de rahatlatan bir etken oluyor… O yüzden önce Necip, sonra Veli gibi bir formül düşünülebilir.

Az önce Hostel 3’ü izledim, olaylar yine Slovakya’da geçse; tırsıp Holosko’yu 11’e yazabilirdim… Neyse ki öyle değildi, yedeklerde dursun bu kez. Kendi selameti için de, açılan oyunlara sonradan dahil olması iyidir… Gerçi Almeida ile Simao iyileşmiş deniyor; belki 11’de başlayanı bile olur… Ancak hazır ve fırsat bekleyen oyunculardan faydalanmak daha doğru olur diye düşünüyorum. Uzun zaman sonra “gönülden geçen 11” yazasım geldi, bakalım ne kadarı tutacak… İyi maçlar.

Amokachi’nin Avatarı: Christian Benitez

Takriben 2006 Dünya Kupası’ndan bu yana Ekvador’lu futbolculara özel bir sempatim vardır. 2010’un Gana’sı onlardı bir önceki turnuvada… Güç, hız, yetenek ve biraz taktik disiplin karmasıyla, İngiltere’yi dahi çok zorlayacak konuma gelmişlerdi. Aslında bireysel olarak da dikkat çekici oyunculara sahiplerdi, üstelik kendi ligimiz için de alınabilir kategorideydi birçoğu… Bugünlerde hala bu durum sürmekte aslında.Güney Amerika diyince sadece Brezilya, Arjantin odaklı olmamak gerekiyor…

O kadroda olan yeteneklerden biri de, 20 yaşındaki Christian Benitez’di. Ancak, 45 dakika oynadığı Almanya maçının haricinde pek görme fırsatımız olmamıştı. Zaten asıl çıkışını yaklaşık bir yıl sonra göstermeye başlıyor, hem Santos Laguna hem de Ekvador formasıyla çok önemli bir hücum silahı olma noktasında ilerliyordu. Öncelikle süratli yapısıyla dikkat çeken bir oyuncuydu, bunun yanında topla olan yeteneği; ona müthiş bir dripling gücü kazandırmış ve kendisine bahşedilen "panter" lakabı tam yerine oturmuştu. Görsel benzerliğinin yanı sıra, Amokachi’yle oyun stili olarak da en çarpıcı ortak noktası tam da bu… Çocukken izlediğim Amerika 94’den hatırlıyorum kendisini daha Beşiktaş’a gelmeden. Düştüğü zaman bile topla yuvarlanıyordu sanki Amokachi… Her koşulda driplingine devam ediyordu…Öyle bir de golü vardı hatta; düşüp, kalktıktan sonra bir de kaleciyi çalımlamıştı.Benitez de öyle bir şey; kısa adımlarla topla müthiş süratli gidebiliyor… Üzerine bir de gol koşuları ve gol vuruşları eklenince; istatistiksel olarak da muazzam bir hücumcu oraya çıkıyor. Uzun zamandır Football Manager ekibinin de sürekli üzerinde durması, ısrarla potansiyelini yüksek tutmasında da bu sebep yatıyor sanrım. Yeteneklerinin ucu çok açık… Kendisi şu sıralar Meksika’da takılıyor. Tıpkı o da Amokachi gibi kısa bir Premier League macerası yaşadı Birmingham formasıyla, çok da büyük umutlarla gelmişti ancak sakatlığı sebebiyle Meksika Ligi’ne geri döndü.

Meksika Ligi, takım boyunun en uzun olduğu liglerden biri olabilir. Gerçi çok maçlarını izlemedim ama gördüklerim öyleydi; defansla forvet arasına metrobüs hattı çekilse yeriydi… Benitez’in buna rağmen golle sık tanışıyor oluşu, yeteneğinin bir göstergesi aslında. Tıpkı zamanında Chicharito’da olduğu gibi… Geçenlerde Ekvador’un Peru ile oynadığı Brezilya 2014 eleme maçının özetine denk geldim. Bir asist, bir de golle oynamış Benitez. Dizindeki sakatlık ona bir problem çıkarmıyor gibi görünüyordu… Özellikle asist öncesi, yine topla müthiş bir dripling yapmış ceza sahası içersine kadar. Keza, bir önceki Venezüella galibiyetinde de iki golde de direkt katkı sahibi. İlk golde atağı başlatıp, yönünü belirleyerek “etrafını pozisyona sokma” konusunda da başarılı olduğunu gösterirken; attığı gol ise 1.68’lik boyuyla darbeli bir kafa vuruşuyla gelmiş…

Velhasıl, çok şey vadeden bir oyuncuyken; şuan biraz ıskarta kalmış, unutulmuş konumda. Üstelik hala 25 yaşında... Onu yeniden fark edip, ikinci kez Avrupa şansını verecek olan kulüp çok şey kazanacak sanki…

El Clasico

Gündüz maçı, zemin kötü, takım yorgun, rakip dirençli, bireysel olarak birden fazla kötü performans, yenilen gol, erkenden başlayan sakatlanmalar… Klasik puan kaybı ortamı vardı; bir tek maçı Öztürk Pekin’in atlatması eksikti… Daha ilk 5 dakikada maçın böyle geçeceği belliydi aslında. İlk yarıda Beşiktaş namına söylenecek pek fazla bir şey yaşanmadı. Sadece şunu söyleyebilirim: Çöpe atılan 45 dakikalardan nefret ediyorum…

Öyle ki; çıkan kadronun skoru elde etmesi için mutlaka önde pres uyguluyor olması gerekirdi, ancak sadece bir kez denendi. Orada da topu kapan Necip, tek pasla 3’e 1 yakalatacağı yerde, şuta davrandı. Pektemek’in yalnız ve güçsüz kaldığı, Holosko’nun solda oynadığı ve pres yapılmayan bir ilk yarıdan gol çıkması mucize olurdu zaten.

Ne zamanki Edu ve Burak Kaplan sahaya girdi, Beşiktaş olgun geliştirilen ataklarda etkili olmaya başladı. Çünkü sahada, topu ve futbolu bilen adam sayısı fazlalaşmıştı… Aslında çoğunlukla sol kanatta takılan Burak, “in çizgiye ortaya yap” model kanattan ziyade, Robben vari bir oyuncudur. Topu alıp içeri kat etmeyi, şut veya derin pası bol bol denemeyi sever… Oynadığı pozisyonda bir kez şut açısı yakaladı, çok etkili vurdu. Aslında çok daha fazla verim alınabilecek bir oyuncudur kendisi…Holosko’yu severiz de, Holosko “kendine güveni olduğu zaman” güzel oluyor. Moralsiz hali pek çekilir gibi değil… Psikolojinin dışında; oyun sıkışıkken Edu ile başlamak, skoru elde ettikten sonra Holosko’ya dönmek teknik-taktik anlamda da doğru olandı. Edu ile top daha fazla rakip alanda kalmaya, ceza sahası daha sık zorlanmaya başladı. Onlardan birinde kendi kazandırdığı penaltıyı gole çevirdi. Henüz üç gün önce temiz bir penaltı atan Fernandes varken topun başına geçişi, oldukça özgüven sahibi bir adam olduğunun da kanıtıydı aslında… 2. gole de yaklaştı, top uzak köşeden girse maçı almak ona yakışırdı.

Alves, masalsı bir gol atmak üzereydi… Salon futbolu çalımlarıyla dalışı ve sol ayağıyla çıkardığı net şut, gayet mükemmeldi. O top içeri girse, devre arası sağ kulağını 500 binden okuturduk… Şaka bir tarafa, topla ilişkisi iyi olan bir oyuncu olduğunu daha 3 dakika süre aldığı Trabzon maçında belli etmişti zaten. Biraz hareketlilik kazansa, çok ideal bir ortasaha oyuncusu çıkabilir kendisinden…

Yine bir Avrupa dönüşü, yine klasik bir kayıp… Denenmiş denendi aslında. Sonradan girenlerin ortaya koyduğu fark gösteriyor ki; böylesi maçlarda kendini gösterme çabasındaki yedekler, yorgun düşmüş ve galibiyet huzurunu üstünden hala atamamış as oyunculara nazaran çok daha makuldür… Neyse, olan oldu zaten artık. Grup maçları bitti, bol keseden ligde puanlar dağıtıldı…

Kupa Var Dediler, Geldik!

Görünürde çok şey vadeden Santos – Barcelona finali, yine klasik Barça egemenliğindeki maçlardan birine dönüştü. Yine de insan keyif alıyor, sanıyorum ki artık yenilen taraf bile keyif almaya başladı bu işten. Santos’lu oyuncularda maç sonunda üzüntü yerine, Barcelona’yla oynanmış bir finalin mutluluğu vardı sanki…

Maçın başlarında Santos, bir Brezilya takımından beklenmeyecek kadar iyi bir set savunması sergiliyordu. Ta ki, Xavi’nin “futbol benim için yaratılmış” konu başlıklı top kontrolü ve asistine kadar… Zaten adamlarda gereksiz şut girişimi diye bir şey yok. Topu gezdirip, en ideal zamanı kolluyorlar… Mesela sıradan takımlarda; bir oyuncu kanattan bindirme yapıp, gelişi güzel ortasının korner olması sonucu böbürlenir, bir de üzerine tribünlere “bağıran leaan!” hareketi çeker… Barcelona’da ise, gelişi güzel orta yapan bir oyuncu; dönüp sonrasında takım arkadaşlarından özür diliyor, “hiç manası yoktu gerçekten…” gibisinden.

Messi ilk golünde bitiricilik, diğerinde ise çabukluk dersi verdi. Topu kaleciden kurtarıp, üzerinden sıçramak; futbolun en güzel görsellerinden biridir kesinlikle… Torres bunu kaleciyi geçmeden de yapıyor bazen; topun dibine girip, kalecinin üstünden aşırarak… Onun haricinde Fabregas’ın golündeki çabası, saygıya değerdi. “Pele’nin gereksiz Neymar karşılaştırması, ona ekstra motivasyon sağlamış mıdır?” diyeceğim ama bu ona haksızlık olurdu. Lise arkadaşları halı sahaya çağırsa, yine aynı ciddiyette oynayacak kadar futbolu seviyor. Aslında tüm Barcelona takımı için geçerlidir bu durum. Üst düzey seviyeleri tamam, ama asıl farkları futbolu çok sevmelerinden ileri geliyor… Teknik direktörleri de öyle aslında; bugün 2. golden sonra Şampiyonlar Ligi’ni almış gibi seviyordu Guardiola.

Seyirciler Neymar’a dilenmeye daha çok meyilliydi. Messi, Xavi neler yaptılar çıt çıkmadı; ama Neymar’ın en ufak trickinde ortalığı alevlendirdi Japonlar… Yeni ve farkı bir yetenek olduğu içindir sanıyorum. Çünkü asıl merak edilecek oyuncu oydu, diğerlerini zaten biliyoruz… Yeteneği yadsınamaz Neymar’ın, ama bir an önce Avrupa’ya açılması, Santos’da daha fazla zaman kaybetmemesi gerekiyor. Keza Ganso da öyle... Messi biraz da, 18’inden itibaren üst düzey futbolda sürekli oynadığı için Messi oldu… Neymar gelsin buralara, varacağı noktayı daha net algılarız. Robinho’da yapılan hatayı tekrarlamazlar umarım Santoslular…

Velhasıl, çocukluğumuzun kovboy filmi saatinde; güzel bir futbol keyfi yaşadık… Sonuç olarak; Puyol kupa kaldırarak kas yapmaya devam etti…

Maç Öncesi: Samsunspor – Beşiktaş

İlginçtir, Samsun’da yaşadığı puan kaybını bile hatırlamıyorum Beşiktaş’ın… Hatta genelde rahat galibiyetlerle dönülmüştür o sahadan. Mesela Pascal’ın Murat Alaçayır’ın ortasında havada asılı kaldığı maçı hatırladım ilk olarak, o galibiyet sonrası ufak bir seri başlamıştı galiba… Keza, formalite icabı gidilen ve yedeklerin oynadığı 100. yıldaki maç bile kazanılmış; Ali Cansun Cavani’ye bağlamıştı… Del Bosque zamanında 4 gollü bir galibiyet var aklımda ve Tigana döneminde, Gökhan Güleç’in uçtuğu 3-1’lik maç…

Ancak, İnönü’deki Samsun maçları genelde kâbus olmuştur Beşiktaşlı için. 5 kırmızılık maç, bu konuda seri başıdır tabi ki… Ama onun dışında da, yine şampiyonluğa giderken 0-0 berabere biten 2 adet Samsun maçı hatırlıyorum. Biri 90’ların sonunda, Samsun’un Tony Adams’ı Ercan; kaleci gibi son dakikalarda bir topu çıkartmış, penaltı verilmemişti. O kayıp ağır yara olmuştu… Yine 2. Daum zamanında bir maç vardır; 40’ın üzerinde orta yapılmasına rağmen pozisyona dahi girilememişti, ortada santrafor denen bir şey yoktu çünkü. Daum da, Brezilya’dan gelen stoper Marinho’yu oyuna forvet olarak sokmuştu mecburiyetten. O arkadaş, etkili bir de kafa vurmuş top doksandan çıkarılmıştı. Sonrasında köyüne döndü zaten…

Yine kısa bir nostaljiyle konuya girdik. Çünkü malum, artık Beşiktaş’ın çıkacağı 11’lerin en az 9’u bellidir. Zaten savunma desen, artık askerlikteki badi sistemi çalışacak neredeyse. İsmail tesislerde yatağını bozuk bıraksa, hesabı Hilbert’ten de sorulacak falan… Aynı zamanda ortasaha da artık şekillenmeye başladı. Fernandes, formayı geri aldıktan sonra öyle bir giydi ki; direk vücuduyla bütünleşmiş durumda. Böyle giderse kimse alamaz elinden, duşta bile öyle girer… Ernst desen, nabzı attıkça savunma önündeki yerini alacağa benzer. Belki hücumcuları 3’leme durumunda Veli – Necip arasında tercih yapılabilir ileride; ancak mevcut şartlarda ikisi de sahada olacaktır…Geriye 2 forvet seçeneği kalıyor, o da bu maçlık belli aslında… Almeida, Upson’dan yediği tekmeyi hala atlatamamış olacak ki; 18 kişilik kadroda yok. Son maçta yan iç ağları yırtma noktasına gelen Edu’yu ödüllendirme zamanı… Samsunspor karşısında Pektemek’in partneri Edu olacaktır… Çok da güzel olacak bence, hem fizik olarak toparlamış görünüyor hem de artık daha bir “takım” içersinde rol alacak kendisi. Ligde 11 çıktığı son maç, Beşiktaş’ın da araftaki son maçıydı nitekim: Kayserispor… Ki orada bile, kendi çabasıyla 2-3 pozisyona girmişti. Bakalım, kendini fazlaca yenilemiş bir takım içersinde nasıl performans gösterecek merak ediyorum.

Holosko, sonradan oyuna girdiği maçlarda bariz şekilde çok daha faydalı oluyor. Yine 60 civarı, forvetlerden kim oyundan düşme noktasındaysa, onun yerine girer… Keza, yine Alves hatırı sayılır bir süre alacağa benzer ve bu kez umarım, Burak’a da sıra gelir… Quaresma – Simao takıma dönmeden, forma bulabileceği son fırsatlar. Bir 10 dakika olsa da görelim ne yapıyor…

Samsunspor oldukça kötü ve moralsiz durumda. Hafta arası kadro dışı bırakılan oyuncular da oldu, aralarında Mustafa Sarp da vardı; Beşiktaş için kötü haber… Tesis baskınları, kadro dışıları; takımı iki yönde de etkileyebilir. Belki ekstra hırs yapılacak, belki de bozuk olan moraller bir de yaşatılan baskıyla daha da dibe vuracak…

Beşiktaş’ta ise durumlar tam tersi. Hafta arası maç yaşansa da, en azından iki kez üst üste yolculuk yapılmadı. Normal şartlar; Beşiktaş’ın Samsun’da kazanma geleneği sürdüreceğini söylüyor, aynı zamanda Pektemek’in gol hanesini arttıracağını da… Ama yine de sahada belli olur bu işler. En azından, saçma bir kadro çıkmayacağını bildiğim için; “Beşiktaş kazanır” demekte pek sakınca görmüyorum aslında…

Altı Golde Mustafa Pektemek

Kendimi bildim bileli (bu süreç 90’lı yılların başında başlar) her daim bir ‘yabancı golcü’ arzusuyla yanıp tutuşmuştur Beşiktaşlı. Bunun en büyük nedeni, ağza bal çalıp Premier Lig’e arazi olan Ferdinand olabilir… Onu sadece gazete kupürlerinden hatırlıyorum, bir derbide gol sözü verip tutan ilk forvet olabilir kendisi… Benim asıl ilk göz ağrım Nartallo’dur, ilk kez bir transfer heyecanını onunla yaşamıştır benim kuşak… Arjantin’den forvet gelmişti Beşiktaş’a, ötesi var mıydı? Sırf yürürken bile dalgalanan uzun kıvırcık saçlarıyla, “ne topçu bea!” hissini uyandırmıştı peşinen. Öyle ki, mahallede 2’ye 2 maç yaptığımız ağabeyler onu paylaşamamış; biri Osvaldo olmuştu, diğeri Nartallo… O derece bir açlık vardı…Ama geçmişe ve aynı zamanda sahada olup bitene bakınca; Beşiktaş’ı genellikle yerli forvetlerin sürüklediğini görüyoruz… Öyle ki; çıkarılan hepi-topu 3 kral da yerliydi: Güven Önüt, Feyyaz Uçar, İlhan Mansız… Aykut Kocaman ve Hakan Şükür’ün çılgın sezonlarına denk gelmeseler, bu listeye Ertuğrul ve Oktay da eklenebilirdi aslında. Sözün özü; Bobo dışında Beşiktaş’ı istikrarlı bir şekilde taşıyan yabancı bir golcü çok aranmasına rağmen, bulunamadı hiçbir zaman. Bulunan da ya ağır sakatlandı, ya da arıza çıktı işte…

Bu sezon da aynı gelenek süreceğe benzer. Mustafa Pektemek, “oynasın mı?” , “oynamalı mı?”, “yok ya, kesin oynasın!” falan derken, arada derede bulduğu forma fırsatlarıyla 5 gole ulaştı bile ligde… Avrupa’da da tek gole imza atsa da, hem güzellik hem de manası açısından; 4 normal gole değerdi en az… Sloganı belli: “Pektemek, gol demek!”. Ancak onun asıl güzelliği, her bir golünün ayrı tarzda ve yetenekte atılmış olmasıdır aslında…

Mustafa Pektemek, “Chicharito” Demek

İspanyolcada istediği kadar “küçük bezelye” yazsın kelime karşılığı olarak… Benim için Chicharito’nun anlamı, tilki golcülüktür. Pektemek en çok bu tarz bir forvettir aslında. Savunmadan daha önce düşünür, daha çabuk hareket eder, daha hızlı karar verir genellikle. Mersin’de attığı gol, çabuk kararın verdiği bir artıydı. Kalabalık savunma içersinde Hilbert’in topu çıkarabileceği en uygun yere koşu yaptı, tek vuruşla köşeyi buldu. Gençlerbirliği karşısında attığı golünde ise “önsezi” esintileri vardı. Aurelio’nun gol girişiminde, topun önünde kalabileceğini hissederek; ısrarla ofsayt çizgisine dikkat edip, tetikte durdu ve gerçekten de top önüne düştü, sonra da kaleye… İBBSpor’a attığı golde ise; korner kullanılıyorken, “markaj altındayım” süsünü verdi. Oysa top havada süzülürken, bir hamleyle hemen kendisini tutan savunmacının önüne geçecek, topun ona çarpması yetecekti…

Chicharito’ya bir başka benzer yönü ise; kalıplı bir oyuncu olmamasına rağmen, sırtı dönük oyunu çok iyi yapıyor oluşudur. Aslında bu da, tıpkı gol pozisyonlarında olduğu gibi “çabuk düşünmek ve uygulamak” özelliğinin bir getirisi… Böyle oyuncular, fiziki açığını zekasıyla kapatırlar.

Mustafa Pektemek, “Suarez” Demek

Suarez, Uruguay Milli Takımı’nda farklı bir rol almış, 4-3-3’ün “top taşıyıcı kenar forveti” görevini üstlenmişti Dünya Kupası’nda… Carvalhal de Pektemek’i sık sık bu şekilde görevlendiriyor. Çok fazla çizgiye atılmadıkça, faydalı da olabileceği bir yerdir aslında. Çünkü o da tıpkı Suarez gibi golcülüğü kadar; dripling, birebirde adam eksiltmek gibi teknik mevzularda da öne çıkan bir oyuncudur… Top taşıyan, kaleye yaklaştığında bitirme ihtimali yüksek olan forvet, en yalın anlatımla ‘tehlikelidir’. Manisa maçında attığı gol, tam olarak böyle bir şeydi… Ama asılında, Pektemek’in bu özelliğiyle çok daha önceden tanışmıştı Beşiktaş. İnönü’de 2-2’ye gelen maçta; sağdan topla dalmış, sanki ortaya çevirecekmiş gibi dururken nefis bir gol vuruşuyla Rüştü’yü fena avlamıştı Gençlerbirliği formasıyla…

Gücünü kazandığında, bu özelliklerinden daha fazla faydalanacaktır. Mesela topu alıp içeri kat ettiğinde, sıkı bir şut çıkabilecek kadar kuvvetlenirse, gol istatistiği oldukça yükselir... Şuan en belirgin eksiği de budur zaten. Fiziken güçlendiğinde, zincirleme olarak birçok gediği kapanacaktır Mustafa'nın. Mesela plasede olduğu kadar, sert şurtlarda da etkili olmaya başlayacak; ikili mücadele sonrası topu aldığında, doğru karar alacak olan beyni 'ayağına daha fazla hükmedecektir'...

Mustafa Pektemek, “Şifo” Demek

Kendim araştırmadım ama ekşisözlükteki bir konuda görmüştüm; 1.69’luk boyuyla Şifo Mehmet, Hakan Şükür’den sonra 1. ligde en fazla “kafa golü” atan oyuncuymuş… Şöyle hafızamı canlandırıyorum da, neredeyse 2 golünden birini kafasıyla atıyordu gerçekten. Hava hakimiyetiyle, kafa hakimiyeti ayrı konulardır. Şifo, hava hâkimiyetine sahip değildi ama kafasıyla buluşan bir top, mutlaka onun istediği hedefe giderdi… Pektemek’in şimdiden 2 kafa golü var, çok uzun sayılmayacak boyuna rağmen. Üstelik biri, sırf duran toplardaki başarısıyla ün salmış Stoke City’e karşıydı…

Ancak, benim asıl Şifo benzetmem daha farklı bir konuda. Hani insan bazen kendisini futbolcu yapar ya hayallerinde… Öyle bir gol dakikası olur ki, maçı sen alırsın… Şifo, bunu gerçek hayatta yaşamış bir insandır. Hep lazım olan zamanda vardı, sanıyorum ki Pektemek de öyle olacak… Bojan Krkic gibi, 3-0’ı 5-0 yapan değil de, kilit gollerin adamı olacak sanki…

“Bahsi geçen, örnekte verilen oyuncuların hepsini Mustafa Pektemek kapsar!” gibi fanteziler içersinde değilim elbette. Fazlaca mübalağa tekniği kullanılmıştır... Zaten öyle olsa, Barcelona David Villa’nın sakatlığına çok fazla üzülmez; çareyi onunla bulurdu… Ancak, biraz Chicharito, biraz Suarez, biraz da Şifo’dur Pektemek benim için. Ve bu birazların ötesine geçecek potansiyele de sahipdir. Kısacası; Pektemek “umut” demektir aslında. Henüz bunun "az" farkında olsak da...

Taç Kraker

Bu maçı tıpkı birçok Beşiktaşlı gibi, futbolcular da uzun zamandır beklemiş; görünen oydu… Günlerlerden beridir, uykuya dalmadan önce Delap’ın mancınık vari taç atışlarını sayarak uyumuşlardı sanki… Ancak maçın başlarında, bu işin sahaya çok iyi yansımayacağı ortaya çıktı. Durduk yere telaşlı bir hal almıştı takım… Ataklar aceleyle heba ediliyor, şut tuşuna çok önceden basılıyor, asıl tedirgin olması gereken karşı tarafa otomatikman güven veriliyordu… Bu durum görünürde oyunu kendi sahasında kabullenecek izlemini veren Stoke City’i önde pres yapmaya itti, ve hemen sonuç aldılar…

Mücadeleyi, çoğunlukla heyecanla karıştırdığından, ortaya doğru şeyler çıkaramayan takımda bir oyuncu çok sivriliyordu: Manuel Fernandes. Takımı resmen ayakta tuttu. Golle sonuçlanan pozisyon haricinde, aldığı her topta kolayca yüzünü rakip kaleye döndürdü ve çok doğru tercihler yaptı. O doğru tercihlerin, büyük yeteneğiyle birleşmesi; Beşiktaş’ı gole yaklaştıran tek etkendi aslında. Holosko’ya, Hilbert’e, Almeida’ya nefis pozisyonlar hazırlardı, ama hepsi ‘telaş ortak parantezi’ altında heba edildi…Stoke City’de çok dengeli ve sert gözüken alan savunmasını aşmak, o kadar da zor değildi aslında. … O “şut tuşuna önceden basıldığı” pozisyonların ağır çekimleri, bize bunun tüyosunu veriyordu. Savunma arkasına kaçacak, biraz birebiri deneyecek ya da en kötü 'topu boşa aldıktan sonra' şutunu atacak bir oyuncu olsa sahada; çok şeyi değişebilirdi… Bunu yapabilecek iki oyuncu vardı kenarda ve çok bekletmeden sahaya sürmek gerekiyordu: Pektemek ve Edu… Her ikisi de, daha iyi şut imkânı için ‘zorlayan’ oyunculardı en azından.

Derken, son maçlarda oyuna geç müdahalesiyle eleştirdiğimiz Carvalhal; bu kez fazla beklemedi. Kendine güvensiz oynayan Holosko’da ısrar etmeden, Pektemek’i sahaya attı… Bu Beşiktaş’a maçı getiren ilk hamleydi, ikincisi ise maçın yıldızı Fernandes’in; daha ortasahadaki dönüşüyle bir şeyler yapacağını belli ettiği atakta, Almeida’ya saldığı ara pası… Penaltının üzerine, rakip savunmadaki en sağlam isim olan Upson kırmızıyı yedi ve o dakikadan sonra Stoke City, çaya fazla batırılmış ‘taç’ kraker gibi dağılmaya başladı. Maç artık büyük bir keyfe dönüşecekti, bu belliydi…

Hafızamdaki “en güzel sayılmayan goller” klasöründe, Diego Simeone’nin şöyle bir olayı vardır: Manchester United – Inter Şampiyonlar Ligi maçında, kornerden gelen topu uçarak kafayla ve tabiri caizse “zınk diye” tavana yapıştırır. Ama topun dışarıdan geldiği gerekçesiyle, gol sayılmaz... Üzülmüştüm açıkçası, çok tatlı goldü çünkü. O kadar kalabalık savunma arasında, üstelik uçarak kafayla öyle bir vuruş yapmak, çok nadide bir şeydi. Benzer golü, bir Beşiktaşlı oyuncunun atması nefis oldu… Pektemek, ikidir kornerden gol atıyor; iyi pozisyon alışları ve "gol koklamadaki" becerisiyle. Üstelik bu kez rakip, her ne kadar bir uzunu dışarı da kalsa da Stoke City’di. Ancak bu seferkine sadece “pozisyon alışı ya da golü koklamak” demek, haksızlık olur. Kafayı harika çevirmiş, o hengame arasında bilinçli olarak vurmuş köşeye... Tek kelimeyle ‘muhteşem’ bir goldü…Edu’nun hiç adım atacak imkânı olmamasına rağmen, çok zor açıdan topu yan ağlara takmasıyla, birçok insan şaşkınlığını gizleyememiştir herhalde… Kendime adıma, tam kafamda canlandırdığım bir goldü doğrusunu söylemek gerekirse. Edu da şut atmaya çok önceden karar vermişti belli ki, ama bunu telaşla uygulamaya sokmadı. Ayağının içiyle, son derece kendine güvenli şekilde topu boşa çekti ve köşeyi buldu… Hız sorunu olabilir. (Ki aslında, auta çıkmadan bir topu yakalaşı var. "Sorun' denecek kadar da eksik değil o konuda da) Ancak futbolu bilen ve oldukça teknik bir oyuncudur kendisi. Kesinlikle peşinen çöpe atılacak bir adam değildi, hala öyle. Yoğun maç trafiğinde kullanmak gerekiyor onu da, bugün 15 dakika oynayan Alves’i de…

Topu Alves’in ayağına yakıştırdım bu maçta açıkçası. Diyagonal paslar falan da atıyor kerata… Böyle bir oyuncu varken, ortasahaların dakika dakika erimesini izlemeye gerek yok kesinlikle. Bugün Carvalhal, tıpkı forvet değişimlerinde geç kalmadığı gibi, ortasahayı tazeleştirmekten de geri kalmadı. Kalan tek büyük eksiği buydu, şimdiden doğruya gidişte sanki bu konuda da… Kalan iki maçı gözetirsek, Beşiktaş’ın ilk devreyi tepelerde bitireceği kesin gibi. Avrupa desen, en başta hepimizin hafiften tırstığı gruptan lider çıkılmış durumda. Kendisi, 49 yıllığına vekaleten teknik direktörlük yapabilir yani… Tayfur Hoca’ya büyük geçmiş olsun. Yöneticilerin ısrarla “hocamız Tayfur Havutçu’dur” demesini normal karşılıyorum. Ama aynı 'normallik'; Tayfur Hoca’nın yapacağı basın toplantısıyla, teknik direktörlüğü resmen Carvalhal’e devretmesini de gerektirir. Keza, adamlık da öyle…

Maç Öncesi: Beşiktaş - Stoke City

Pulis, bu maça yedek ağırlıklı kadroyla çıkacağını açıklamış. Buna sevinmeli miyiz bilmiyorum… Sonuçta adamların belli bir şablonu var ve bireysel olarak öne çıkılmıyor, olayları tamamen fizik meselesi. O yüzden Pulis’in ben gayet realist yaklaştığını düşünüyorum. Zaten as takımla da oynasalar, deplasman karneleri pek parlak değil. Buralarda taç atan adama havlu, peçete, kolonya falan vermezler nitekim… Yorgun olmayan ve kendini gösterme çabası içersine girecek olan oyuncular sahada olacak. As takım ise Premier League maçına saklanacak, sonuçta adamlarda play-off yok…

Ama bizde vardı ve bu maç çok daha değerliydi. Beraberlik hatta mağlubiyet bile yetecek belki gruptan çıkmaya ama son 32’deki eşleşmenin selameti için, lider çıkmak önemli… İBB maçında yedekler çıksa ne olurdu yani; en fazla o 1 puan da alınmaz olurdu. Ki play-off’lar sebebiyle onun da değeri 0.5 puan esasında… Belki de, yedeklerdeki oyuncuların koyacağı özveri, maçı da getirecekti. Eksik olunca, futbol takımları bir ayrı kenetlenir. Nitekim dün Roma stopersiz çıktı lider Juventus karşısına, De Rossi o bölgeye çekildi falan. Ama ekstradan bir motivasyon sağlamıştı bu durum takıma ve en azından yenilmediler, kazana da bilirlerdi… Kadro oldukça lüks aslında derinlik açısından… Öyle ki; A2 takımına Rapid Wien’den, Leverkusen’den hatta kağıt üstünde de olsa Atletico Madrid’den transferler yapılmış durumda. Forvette de Bank Asya’da krallığa oynamış bir arkadaş var… Ama şuana kadar kalabalık kadronun hiçbir faydasını görmedi Beşiktaş. Neyse, olan oldu artık. Stoke maçına dönelim…Maçta tempo yapılmazsa, Stoke City’e karşı gol bulmak zor. Çünkü Maccabi’de olduğu gibi kendi başına gol atacak bir oyuncu olamayacak 11’de. Kanada insen, açılacak ortayı minimum 4 adet kavak ağacı bekliyor olacak… İşte anca, kaleye çok yakın yerdeyken birini kaçırmak gerekli; ilk maçta Hilbert’e yapıldığı gibi. Top dolaştırılsa, bu kez Stoke City alan savunmasını delmek zorlaşacak ara paslarıyla. O yüzden, fiziki mücadelede olduğu kadar başarılı olamadıkları ‘teknik’ aksaklıklarına yüklenmek gerek. Ceza yayına yakın yerlerde önde baskı kurup, kapılan toplarla savunmayı sık sık dengesiz yakalamak ve buralarda Pektemek’e, ‘gol demek’ mutasyonunu sağlamak gerek…

Pres odaklı bir maç olacaksa, yine Necip, Ernst, Fernandes ve Veli destekli bir ortasaha şart gözüküyor. Önlerinde de patlama özellikleriyle Holosko ve Pektemek ikilisi… Aslında kısa bir takım oldu, mantık olarak Almeida’ya bir şekilde yer açmak gerek. Ama adamın hava topu da aldığı yok ki… Defansif duran toplarda artık iyi bir alan savunması ve sıkı bir İnönü ıslığıyla karşı durmaktan başka çare yok. Tribünlerin, her hava topunda “faul değil mi lan bu?!?” şeklinde yüklenmesi şart. Çünkü, hakikaten adamların her şarjı faul…

Beşiktaş’ın iki senedir Avrupa maçları ayrı bir tatta oluyor, sonunun galibiyetle bitmesi ise çok özel bir keyif… Yine onlardan biri olacaktır umuyorum. Bol bol uzun şut denemek gerek. Kafamda canlandırdığım tahmini gol şekli de; Serdar’ın Valencia’ya gönderdiği, çarpıp giren ve spikerin “Zubizaretta kimmişş?” diye ortalığı inlettiği tarzda bir şeydir… Tabi bu konuda Veli daha şanslı ama İsmail’in senede 1 bu şekilde golü mevcuttur, ona denk gelse mesela… Gol sevinciyle Kabataş’ta alsa soluğu, ne güzel olur... İyi maçlar…

Neyse...

14 gün içinde oynanmış 5. Beşiktaş maçı ve yaşanan tek puan kaybı… İlk bakışta oldukça kabul edilir gözüküyor ki zaten maç öncesinde de “artık puan kaybı lüksü vardır Beşiktaş’ın” diye not düşmüştük. Lakin maçın bir an gelmesine rağmen ufak hamle hatalarıyla (ya da hamlesizlikle) kabul görmemesi ve golün 87. dakikada yenmiş olması asıl iç acıtıcı sebep.

Beşiktaş ideal 11’le yakın bir takımla sahadaydı. Aslında “ideal” sözcüğünü kullanmamız bile, başlı başına bir Carvalhal gerçeğidir olumlu anlamda. Fakat aynı sözcük eleştiri odağı da oluşturabilir; “3 gün sonra Stoke City maçı var, takım yorgun. Neden hala ideal 11?” gibisinden bir soru sorulabilir. Ama ben buna pek değinmeyeceğim. Çünkü tıpkı Manisa maçı gibi bugün de, gayet ekonomik oynanarak kazanılabilirdi. Çok da yaklaşılmıştı…Beşiktaş’ın bu oyun tarzında Quaresma çok daha fazla değer kazanıyor. Çünkü o yokken, topun rakip kale yakınlarına taşınması, yine aynı bölgelerden duran top kazanılması çok güç oluyor. Aslında böyle bir alternatif de var kadroda, şu sıralar muhtemelen “Simao ve Quaresma yokken, 1 dakika bile oynayamıyorsam acaba aslında ben yok muyum?” gibi hayatı sorgulama evresine girmiş olabilir. Evet, 3 maçtır ısırmaktan buharlaşan Burak Kaplan’dan bahsediyoruz…

Maç öncesinde sürpriz ata oynatıp “pek tercih edilmesini istemesem de, sanki Almeida iyi maç çıkaracak” gibisinden bir söz etmiştim. Beşiktaş hiçbir dakika önde pres uygulamayınca, Almeida iyice anlamsız bir hal aldı; baskı yoksa, iyice değersizleşiyor… Necip’in bireysel oyunu ve mükemmel pasıyla gole de çok yaklaştı fakat daha topa vurduğu anda kaçıracağını belli etti… Bu haliyle Beşiktaş,ancak bir duran top golüyle açılış yapabilirdi, öyle de oldu. Pektemek’in “Ali Gültiken vari” gol şansı, yine çok hayra geçti…

Bundan sonra yapılacak iş çok belliydi aslında… Pektemek merkeze geçer, Almeida’nın yerine daha enerjik bir kanat oyuncusu alınabilirdi. Burak, hatta hiç olmadı Ekrem… Ve iyice önde basmaya başlayan İBB’ye karşı duracak, taze bir ortasaha atılabilirdi oyuna. Zaten 2 maçtır en iyi topsuz oyun performansını gösteren ve bu maçın da büyük bölümünde çok koşan Fernandes, oldukça oyundan düşmüş haldeydi.

Derken kenardan Toraman göründü. Aklımda iki senaryo vardı: ya Almeida’nın yerine oyuna girip, savunma önüne geçecek; böylelikle Fernandes de Holosko – Pektemek’in arkasında, topu alıp onları kaçırma görevini görecek ve daha az koşacak. Ya da direk olarak Fernandes’in yerine girip, Ernst içe çekilecek… Ama öyle olmadı. Çıkan Pektemek oldu, Toraman ise sağbeke geçti… Hilbert'in öne atılması da, Holosko’nun sola geçmesi demekti… Ofsayt çizgisine, en fazla metro istasyonlarındaki sarı çizgi kadar dikkat eden Almeida ise, en uçta yalnız kalacaktı.Sağdaki Holosko ile, soldaki Holosko arasında çok fark vardır. Onun sağdaki futbolculuğuna 3 milyon Euro paha biçiyorsam; soldaki haline 150 bin Dolar (Euro bile değil) belki veririm. Çünkü o kanatta dripling yapmayı da, topsuz oyunda savunma yardımını da, gol koşularını da unutuyor. Sağda ise hepsini yapabiliyor… Mesela o sağda kalsa, golü getiren orta hiç yapılmayabilirdi. Ve Hilbert de bekte kalsa, mutlaka arka direğe koşu yapan Tevfik’i fark ederdi… Ufak bir hamle, tüm takımın dengesini bozdu. Belki de normal olan puan kaybı, aslında hiç ortaya çıkmayacakken uyandırıldı… Ki doğrusunu söylemek gerekirse, İBB 87'de bulsa da gole her zaman daha yakın durdu. Maçta ara-ara önde pres uygulandı, Webo olsa o top kazanımlarından daha fazla ekmek çıkarabilirlerdi. Doka'ya da, "27 yaşına kadar nerelerdeydin?" diye sordum maç boyunca. Standartların üstünde bir kenar forvet, tıpkı Holmen'in yine standartların üstünde bir ortasaha olduğu gibi.

Neyse, play-off nedeniyle çok şey de fark etmeyecek zaten. Carvalhal’in belki de kalan en bariz, hatta tek eksiğini (oyuna müdahalesizliğini) gelecek maçlarda gidereceğini umuyor, çok da kafaya takmaya gerek yok diyorum… Ama işte, sonuç olarak puan kaybı yaşanacaksa; bari şu adamları dinlendirseydik. Burak ne yapıyor, Alves 3. dakikadan fazla oynarsa kurbağaya falan mı dönüşüyor bir görseydik. Milli maç arasında bile top oynayan, artık ekmek alırken bile refleks olarak bir sonraki müşterinin kademesine giren Egemen’i tribünde bir görseydik. Zaten Webo da yoktu, Atınç oynasaydı mesela… Fernandes’in kornerleriyle tanışsaydı 2 metrelik boyuyla. Neyse…

Not: Bu maçı daha farklı bir anlatımla, Hayatım Futbol 'un çıkacak yeni sayısında da değerlendirdim. Vakit bulur da, oraya da bir göz atarsanız sevinirim...

Maç Öncesi: Beşiktaş – İBB

Gece, son dönemin en bilinmezli ve her yönüyle şahane geçmesi muhtemel bir El Clasico var. O yüzden maç öncesini şimdiden aradan çıkaralım, fırsat olmayabilir. Aslında Beşiktaş da tarihi bir maça çıkacak yarın. Şöyle ki; ilk kez bir İBB maçı öncesinde Beşiktaş ortasahasının dirençli olacağını biliyoruz… Daha önceleri İBB’nin ters gelmesinden çok, Beşiktaş’ın çıkardığı kadrolarla “buyur ters gel” deme durumu vardı sanki…

Rüştü, Tandoğan , Gökhan Zan, Gordon, Üzülmez, Holosko, Serdar Özkan, Delgado, Tello, Bobo, Nobre… Saçmalıkta, ortasaha tahliyesine zirve yaptığımız maç budur mesela; Ertuğrul Sağlam’la az biraz şampiyonluğa oynanan dönem. Ama bu maçla bitmişti bazı umutlar alınan sonuçla, aslında benim umudum çıkan 11’le evvelden bitmişti zaten… Serdar Özkan bildiğiniz önlibero oynuyor, geriye kalanlar spontane şekilde takılıyordu o maçta. Bu ortasaha boşluğu, Gordon’u da peşinen yalan etmiştir zaten… Nitekim İbrahim Akın daha 6. dakikada golü atmış, sonrasında skor 1-1’e gelse de; üzerine Bobo atılmış ve maç kaybedilmişti. Bobocan sadece itmişti Ekrem'i halbuki... Kırmızının üstüne bir de maç cezası yağmıştı (3 veya 4). O zamandan başladı Bobo miladını doldurdu kampanyası, 2011'de nihayete erdi aslında. Bu sıralar İstanbul'da. Tekrar alınsa bünyeye alternatif olarak fena olmaz (Cruzeiro, kalkıp da oynatmadığı adama bonservis istemezse tabi), menajerinin de eli zayıfladı artık...

Neyse, geçmişten bugüne İBB maçları hep böyle benzerdir, çok gitmeden geçen seneye bakarsak da aynı tabloyu görürüz… Bana kalsa, halen Quaresma yokluğunda “hücum bölgesinde oynatıldığı takdirde” ciddi fark yaratacak bir adamdı Delgado. Kendisi yine bir İBB maçı ve yine bir ortasaha tahliyesi sonucunda sokağa atıldı… Keza, rövanşında da Aurelio – Guti, Aurelio kırmızısından sonra bir tek Guti’nin ortasahada olduğu maç var ki; o andan itibaren hem takım hem de Guti fişi çekmişti.Aslında Fernandes’in “ofansif” iyi oyununa rağmen, kupa finalinde de ideal dinamizmde bir ortasaha yoktu. Ancak bu kez durumlar farklı… Hem üç klasik ortasahayla oynuyor Beşiktaş, hem de üzerine Veli ekleniyor son maçlarda; yarın yine öyle olacak… Ancak Quaresma’nın yokluğunda “top taşıma” işi zorlaşabilir. O yüzden, bu kez Manisa maçında olduğu kadar geride düzen almak yerine; ara-ara ön baskılar gerçekleşmesi gerekiyor. Kaldı ki Belediye savunması oldukça ağır ve sakar oyunculardan kurulu aslında. Rakip daha kendi ceza sahası yakınlarındayken baskı görüp, topu kaptırdığı vakit; Beşiktaş zaten kaleye yakın olacak ve Quaresma’nın dripling özelliğini daha az arar hale gelebilecektir…

Bana kalsa Burak 11 de oynar ama gerçekçi olursak, Holosko ile başlanacağını tahmin edebiliriz. Holosko’nun da İBB maçlarındaki gol istatistiği iyidir. Bunun nedeni, İBB’nin genellikle çizgi savunma oynaması olarak gösterilebilir… Beşiktaş her ne kadar 3 gün sonra tekrar maç oynayacak olsa da, “az yetenek, çok mücadele” prensibiyle bu maçı da alacaktır. Skor elde edildikten sonra takım kendini geriye atarsa, Burak hamlesi elzem olur…

Savunma 4’sü savaşta ve barışta bozulmayacak gibi artık. Dinlendirilsin diyeceğim de, hiç alternatif yok maalesef… Zaten maç oynayarak daha iyi kıvama geliyorlar. Klasik Toraman – Ernst değişikliği olacaktır yine maçın devamında. Manisa’da 4. gol öncesi, ‘golün kokusunu alıp’ 100 metreyi 10 saniyenin altında koşan Almeida da; yine sonradan girse iyi olur. Ama Holosko’nun yerine maça 11’de de başlaması muhtemeldir, her ne kadar arzu etmesem de…

Bir de Edu var aslında. Takımla çalışmaya başladığı şeklinde haber düştü. Ne ara sakatlandı onu da anlamadım. Kadroya giremeye, giremeye, Rio Ferdinand gibi televizyon izlerken adaleyi mi gerdi nedir? Neyse, aslında o topsuz oyunu sebebiyle; sonradan hamlelerde daha ideal isim. Cami avlusuna konacak bir adam değil asla… Velhasıl, bu kez Beşiktaş İBB’ye ters gelecek nitelikte bir takımdır, Manisa maçında olduğu gibi yine ‘kazanamama lüksü’ vardır ama kazanacaktır. İyi maçlar…

Beşiktaş - İstanbul Büyükşehir BLD.
Pazar 16:00 - Şeref Bey

Testudo Taktiği

Bir Perşembe’den öteki Perşembe’ya kadar oynanmış 3. maç ve alınan 4-1’lik galibiyet… Üstelik son 7 maçında sadece 1 gol yemiş, ligin sağlam takımlarından Manisa’ya karşı. Her ne kadar Ege’nin Patrick Vieira’sından (İncedemir) yoksun olsalar da, yine de çok değerli bir skor. Asıl ilginç olanı ise, Beşiktaş’ın aktif dinlenmeyi sık sık yaparak bu skoru elde etmiş olması… Hemen hemen hiç önde baskı yapılmadı, genelde ortasahanın gerisinde agresif olundu; kapılan toplarda bireysel atılımlarla sonuç alındı…Tarihi-Savaş türündeki filmlerin müdavimlerine 'Testudo Taktiği' denince zihinlerinde hemen bu resim belirir… Kısaca şöyledir durum; tüm askerler, hiçbir boşluk vermemek suretle kalkanları kullanarak, mini bir kale oluştururlar. Arada kalkanlar arasından mızrak, ok sürprizi yaparlar ve ıskalamazlar. Diğerleri ise bariyerleri dövüp durur… Beşiktaş da; aslında ne 4-3-3, ne 4-5-1 oynuyor, direk bildiğiniz Testudo!

Ama işte, bu iş için öncelikle birlikte hareket eden bir takım olması gerekiyor; Beşiktaş da artık bunu yapıyor. Carlos, takriben Mersin maçından beridir bu işe çok kafa yoruyordu zaten. Zamanla 11 seçiminde de; hem dolaylı, hem de direk yoldan doğruyu bulmaya başladı. Simao’nun sakatlığıyla; hep dile getirdiğimiz kısaca “(Q7+Simao)-1” (tam doğru yazılmadı farkındayım) şeklinde olan formül hayata geçti. Trabzon, Maccabi, Ordu, Manisa periyodundan 12 puanla çıkılmasında bu formülün büyük payı var… Çünkü bu durumda Beşiktaş öncelikle takım oldu. Sonra da Quaresma’yı çizgi hapsinden kurtarıp, direk olarak skoru etkilemesini sağladı.

Testodo’nun içinden ilk mızrak da ondan geldi zaten, gerçi frikikten ama olsun. Ayağının içini, dışı gibi kullandı. Genelde tersi söylenir, ama öyle… Sonra da Pektemek farkı ikiye çıkardı, ama gol atarak değil; çok daha fazlasını yaparak… Hem yakılan “Pektemek nerede? ağıtlarının boşuna olmadığını, hem de Carlos’un kırk yılın başı Almeida’yı kesmesinde ne kadar haklı olduğunu kanıtladı… Amokachi’nin Trabzon’a attığı golü hatırladım hemen o anda… Zira, o gün bugündür Beşiktaş’ta böylesine akıcı giden forvet az gelmiştir. Topu sürüş, çekiş, vuruş her biri ayrı şahane…Bana göre 3 günde 2 kere maçın adamı olan Fernandes, kötü kullandığı korner sonrası bile bir şekilde asist yaptı… Ve yine aktif oyununu sürdürdü bu maçta da; özellikle son dakikalarda Almeida’ya attığı derin pas, Holosko’nun asistinde yaptığı koşu… Valencia Keşfi Fernandes olayı sürmekte. Holosko demişken, onun da Denizlispor maçını hatırladım birden; Ertuğrul Sağlam’lı zamanında yardırdığı dönemler… Hele şükür, üstündeki roketleme tuşunu hatırladı…

Quaresma tipik Serie A faulüyle sakatlandı… Şu “topa müdahale” olayını gıcığım, bizim hocalar adamla karışık girmeleri hesaba katmıyorlar. “Bu ne lan, adamın dizini eline vermişsin?” “E topa dokundum ama sonra…” “Hee, tamam geç o zaman.”. Resmen böyle bir durum var, nedir yahu bilardo mu bu? Neyse, maçtaki tek olumsuzluk oydu Beşiktaş adına. Dilerim İBB maçındaki dinlenme yeterli olacaktır… Fazla mı goygoylu bir yazı oldu, bilmiyorum. Ama umutlanmayı çok özlemişim…

Maç Öncesi: Manisaspor – Beşiktaş

Aynı hafta içinde, ikinci Beşiktaş maçı… Şikâyetçi olduğum söylenemez, hele de takım iyi top oynamaya başladıktan sonra; gün aşırı Beşiktaş maçı olabilir. Ernst düşünsün… Aslında niye düşünsün ki? Alternatif var gayet, hatta A2’den bile ortasahayı mücadele anlamında kotaracak adamlar mevcut. Zaten yorgun olduktan sonra, beyin ayağa hükmetmiyor. Mesela son maçın ilk yarısında, bomboş kaçan Hilbert’in önüne topu atamamıştı Ernst… İşin yorgun oynanan maçlık kısmını geçtim, sakatlanma riski var yani. Dün Emre Çolak oynadı, sadece olumlu yönde fark etti. Beşiktaş’ta, Emre Çolak’ın teknik anlamda aynı derecede hatta fizik olarak daha diri düzeydeki oyuncusu var: Hasan Türk. Ama bırak rotasyonda kullanılmasını, çocuk profesyonel bile değil. 100 Numaralı Adam gibi, alıp benzini gideceğim kulüp binasına o olacak. Dökün lan!

Kemal Özdeş, U19 Milli Takımı’nda örneklerini sunduğu Avrupai 4-3-3’nü, direkt olarak Manisaspor’a enjekte etmiş durumda. Gün geçtikçe daha da oturuyor sistemleri, son 7 maçta 1 gol yemişler… Ama bugün İncedemir’den yoksunlar. Beşiktaş’ın zorlandığı her Manisa maçında rolü çok büyüktü. O yokken, savunma önü alanı aynı şekilde doldurulamayacaktır. Yani, son maçlarda olduğu gibi Quaresma’yı merkezde topla buluşturmak için yeterli bir neden… Hele de, Orduspor’a yapılan ilk yarı baskısı gerçekleşir; rakip daha kendi ceza sahası yakınlarındayken topu kaptırırsa, Quaresma sıklıkla dengesiz yakalayacaktır savunmayı… Aksi takdirde Manisaspor set halindeyken fazla pozisyon vermeyen bir takım.

Aynı zamanda Murat Erdoğan ve Mehmet Güven gibi; fizik olarak eksik olsalar da pas yapma yetileri yüksek olan oyuncuları, Beşiktaş kalesinden uzak tutmak için de böyle bir pres başlangıcı şart gözüküyor. Kadro seçimi de buna uygun olmalı, yani Necip’in adı kaleciden bile önce yazılmalı mesela… Keza, kenar forvetlerden birinin yine Veli olması avantaj olacaktır. Maçın başında çok fazla Holosko’luk bir durum yaşanmaz. O da koşar eder ama Veli’deki gibi top kazanma ihtimali yüksek olan bir oyuncu değildir. Veli o bölgede oynayınca etkili uzun şutlarını da daha fazla gösterme şansı buluyor, o da işin ekstrası…Form durumları, futbolun doğrusu, adaleti; ‘artık Almeida yerine Pektemek oynar’ der… Ne kadar kulak asılır bilinmez. Daha hareketli, hızlı, golcü oluşunu da geçtim; fiziğine rağmen sırtı dönük oyunda bile daha iyi yahu Pektemek… Aynı zamanda bu iş Quaresma’ya da yarar. Gerçi, Quaresma için ‘ne kadar az Portekizli, o kadar yüksek performans şansı’ (son maçtaki görüntüsüyle Fernandes hariç) durumu söz konusu aslında… Porto’daki durum da buydu; Quaresma + 10 takım oyuncusu. Hani arkadaş istiyorsa, gidip mahallesinden çocukları toplayalım; takılsınlar bataktı, okeydi… Her türlü masrafı da karşılarız, daha hesaplı olur.

Pres odaklı bir maç yaşanmasını umduğum için, merkeze Toraman adını yazdım. Normali Ernst’tir ama Ernst normal değil. Toraman mücadeleci yapısıyla seken topları alsın, hemen 3 metre ötedeki Fernandes’i görsün, yeterli ofansif katkıyı da yapmış olur sadece bu kadarıyla… Şu unutulmamalıdır ki; kapılan topla kendi takımına yeni bir atak şansı yaratmak, dolaylı yoldan çok önemli bir hücum katkısıdır aslında…

Beşiktaş’ın bu maçı kazanamama lüksü doğmuştur, ama yine de kazanacaktır. İyi maçlar.

Derbi ve Trabzon

Dün akşam Galatasaray’ı kıskandım doğrusu… Terim, oyunculara “bu maçı alacaksınız!” demiş, tahtaya yazdığı 11’le de buna inandırmış. Hani savaşa giderken kaçış köprüsünü yıkma olayı gibi; öyle bir takım çıkmıştı ki, baskılı oynamaktan, topun olduğu yere pres yapmaktan başka çare yoktu. Bunu 90 dakikaya yayıp, hak ederek kazandırlar.
Aykut Hoca’nın 11’inde ise; hem taktiksel hem de psikolojik olarak takımını pasifliğe iten nedenler vardı. Agresif olmadıktan sonra, ortasaha kalabalığı pek anlam taşımıyor. Nitekim; Selçuk ve Baroni savunmacı ortasaha olmalarına rağmen, agresif değiller. Her ikisi de belli bir alanda topu bekleyip, savunma yapmayı severler, fazla hareketli oynamazlar… Bununla beraber Caner dışında top taşıyacak adam da yoktu Fenerbahçe’de. Böylelikle Galatasaray presine hiçbir şekilde karşılık verilemedi. 1. bölgeden topla hiç çıkılamadığı için, sahte 9 oynayan Alex’e ulaşan yollar tıkalıydı. Bilica’nın klasik halleri de, kapılan her topun Galatasaray pozisyonuna dönüşmesini sağladı.

Mustafa Denizli hep şunu der; “Oyuncu, hocasının ne düşündüğünü sahaya çıkarılan 11’den anlar…” Dün bu söz resmen doğrulandı. Aykut Kocaman, istim üstündeki Stoch’u kenarda bırakmak pahasına, önlemli bir 11 çıkarmış ve takımının maça olan güvenini sarsmıştı bana göre. Terim ise, kazanmak istiyorum derken; sahaya Baros-Elmander, hatta kenarlara Emre Çolak – Kazım isimlerini yazarak buna inandırmıştı. Narsisttir, sevilir, sevilmez ama bu cesaret işlerini çok iyi yapar Terim. Dün, sahadan çok “soyunma odasında” kazanılmıştı zaten bu derbi… Alex de; Fenerbahçe'nin en kötü derbisinde bile bir şekilde gol atarak, ne denli çılgın bir insan olduğunu kanıtladı tekrar.“Ah ulan Inter!” diyeceğim ama adamların kendine hayrı yok bu sene. Zaten full yedek de çıkmamışlar; Motta, Alvarez, Zarate, Pazzini dinlendirilmiş. Savunmada falan fanteziye kaçılmamış… İkinci yarıda bahsi geçen 4’lüden ikisi girmiş ama ortasaha boşalmış iyice. Bununla beraber, en son Roma’ya üç atan Fiorentina’yla oynayacakları maç öncesi; dün akşam işi çok sıkı tutmayacakları belliydi. O yüzden, Burak’ın kaçan pozisyonunda içime kurt düştü aslında… Lille iyice arkayı boşlamışken bir tane sıkışsa, çok önemli bir başarıya imza atacaktı Trabzon. Ama bu da büyük iştir…

Sağda Alanzinho yerine, az biraz top taşıma özelliği olan; en azından en ufak omuzda dağılmayan bir oyuncu olsa çok daha fazla gol fırsatı yaşanabilirdi. Trabzon’un en büyük eksiği, top taşıyacak oyuncu. Volkan bile bir şeyleri değiştirirdi o özelliğiyle… Yine de her şeye rağmen, oyunu soğutma işi iyi yapıldı. Lille, 90 dakika boyunca orada maç oynandığını unuttu resmen. Gerçi net fırsatlar var ama hepsi Hazard olayları… Aslında Fransız takımlarının karakteristik özelliği budur. Kontrollü oynamaya fazla alışmışlar; kazanılması gereken maçlarda isteseler de agresif bir ortam sunamıyorlar, hem takım hem de tribün bazında.

Ayrıca dün akşamdan sonra Beşiktaş’ın Stoke City maçını alması vacip oldu. Avrupa Ligi’ne bi’ Barça, Real düşmedi yani… Gerçi, ben bu durumu çok dezavantaj görmüyorum. Misal Manchester United, Şampiyonlar Ligi’ne alışmış ve gruplardan elenme durumunda direk hayal kırıklığı yaşayacak bir takım. Bir alt kategoriye adapte olamazlar bana göre… Ama Manchester City için aynı şey geçerli değil. Onlar daha yeniler, nerede bir kupa varsa almak isterler. Neyse, Dinamo Kiev çıkınca da çok şey fark etmiyor üst turlarda. Bari City’e, United’a elendik deriz, geçersek de forsumuz olur.

İtalyancada Çilingir: Claudio Marchisio

Memleket futbolunda ‘çilingir’ sözcüğü geçince, hemen Yusuf Şimşek gelir akıllara. Oysa bahsedeceğimiz oyuncu, telefon kulübesinde adam geçecek tipte değildir… Ancak “100 TL’ye LCD TV!” kampanyası izdihamında bile, kendisini mutlaka gol pozisyonu içersinde bulabilecek bir adamdır… Marchisio; mevkisel olarak gol bölgesinin uzağında olmasına rağmen, topsuz koşularıyla, ikili oyunlarıyla, her iki ayağıyla attığı nefis şutlarıyla gole çok yakın bir oyuncudur. Öyle ki; bu sezon takımının tescilli golcüsü Alessandro Matri ile aynı sayıya (6) ulaşmıştır... Çoğunlukla da kilit golleri atar; yani var olan farkı açmaktan çok, tıkanık oyunu açan gollere sahiptir, çilingirliği de buradan gelir…Son Cesena maçı da öyleydi. Juventus, 3-3’lük Napoli maçından oldukça yorgun dönmüş, karşısında da çok iyi alan savunması yapan ve direnci elden bırakmayan rakip bulmuştu. Maç öylesine kilitlenmişti ki, Del Piero uzun zaman sonra ilk kez maçın sonuna yarım saat kala oyuna girmiş, eskisi gibi ‘tek çare’ görülmüş, ama ne yazık ki kafasına 8 dikişle ancak kapanacak bir darbe alarak, “c’e solo un capitano!” sesleri eşliğinde oyun dışında kalmıştı… Onunla birlikte hareketlenen tribünlerle birlikte, takımın da morali tekrar düşmüştü ki; Marchisio yine tam vaktinde, tek başına sürüklediği atakta, Vidal’le ufak bir ikili oyuna girişip, sol ayak içiyle köşeyi buldu neyse ki.

Böylelikle, Milan, Inter gibi maçlardan sonra attığı golle 3. ekstra galibiyeti getirdi takımına. Aslında uzun zamandır takımının önemli dişlisidir ve 4-4-2’nin solunda oynamışlığı da vardır sıklıkla. Bu sezonun pas yapan, yardımlaşan ve yakın oynayan Juventus’un içersinde değeri de misliyle artmış oldu Marchisio’nun… Ortasahanın her bölgesinde “her işi” yapabilmesiyle, harika bir oyuncu modeli çıkarıyor önümüze. Mücadeleci, çabuk, şutör, pasör ve aslında çok da teknik… 2009’da Inter’e attığı gol öncesi Samuel’e yaptıkları hala zihinlerde, aslında o çalımı yaptığı alan da telefon kulübesi kadar. Yazının başında “o kadar değil” diyerek, kendisine haksızlık da yapmış olabiliriz…


“Eskilerden birine benzetme” geleneğine gelirsek; Marchisio’ya “sen biraz da Pancu’sun benim için…” diyebilirim aslında. Zira, Del Bosque de Pancu’yu görür görmez 4-4-2’nin soluna koymuştu Malatyaspor maçında… Velhasıl; kendisi Maggio ve Ranocchia ile birlikte yeni nesil İtalya’nın en heyecan verici oyuncusudur benim için. Euro 2012’de de, İspanya karşısındaki olası direnişini izlemek için şimdiden sabırsızım…

Muhammed Demir

Bu çocuğun sadece 19 yaşına kadarki hayatını senaryolaştırsak, şahane bir biyografi filmi çıkabilir ortaya. Her ne kadar askerlik sürecine denk geldiği için izleyemesem de; sonradan duyduğum kadarıyla U17 Dünya Şampiyonası’nda varlığını hissettirmiş ilk olarak. Hatta West Ham United’ın kendisine talip olduğu haberleri yayılmış… Ya çıtasını çok yüksek tutmuş, ya aklına birileri girmiş, ya da Bursaspor’da çabuk yükselemeyeceğini hissetmiş olacak ki; sözleşme yenilememişti kulübüyle. Bu sebeple “tez kadro dışı!” buyruğunu almış, aylarca futboldan uzaklaşmıştı…Aslında buraya kadar tuhaf bir şey yok, filmin hareketli zamanları bundan sonra başlıyor… Ülkede adından söz ettiren başka bir genç santrafor olmamasına ve bütün büyük kulüplerin, yerli alternatif sıkıntısı çekmesine rağmen, üstelik bonservis ödemeksizin sözleşme yapma imkanı da doğmuşken; hiç kimse suratına bakmamıştı Muhammed’in. ‘Acaba abartıldı mı?’ diye düşündüm, sonuçta gol görüntüleri dışında pek izleme fırsatım olmamıştı… Derken memleketin Udinese’si Gaziantepspor, bu duruma daha fazla kayıtsız kalamıyor; göstermelik bir bedel ve takasla, Muhammed Demir’i kadrosuna katıyordu. İşin ilginç yanı, o sıra ligin en formda santraforu da aynı bünyedeydi: Cenk Tosun…

Antalya’daki U19 Elit Tur’u, sonrasında Ümit Milli Takım’daki maçları ve Cenk Tosun’u kesmesinden itibaren Gaziantepspor’daki peformansı gösterdi ki, Muhammed hiç de öyle abartılmamış. Hatta kaçan balık büyük olmuş… Golcülük stili açısından tipik İspanyol forveti. Hatta tip olarak da Morientes’in, yanlışlıkla yüksek derecedeki suda yıkanarak birkaç beden çekmiş hali… Ancak asıl güzel tarafı, golcülük vasfı dışındaki özellikleri. Sürekli oyunun içinde, sırtı dönük aldığı topları çok büyük oranda olumlu kullanıyor. Kendisi kadar, başkasını da gol bölgesine itme konusunda başarılı; hem kendisini özel kılan, hem de bana İspanyol forveti örneğini sunduran sebep bu...

Kısa sayılacak bir forvet, ama bu ona avantaj sağlıyor. Kale alanı içersinde bile manevralar yapabiliyor… İtalya’yla oynanan U21 maçında, bunları sık sık gerçekleştirdi. Çok gol kaçırdı, ama her pozisyon hebasında bile ayrı bir estetik vardı. Hani kaçırsa da kızamıyorsun, çünkü en doğruyu yapıyor mutlaka ama olmuyor… Kısa olmasına rağmen sıçrama ve zamanlama olayı mükemmele yakın. Çok iyi sıçrayıp, üzerine bir de gövdesinden güç alarak kafa vuruyor. Ligdeki son ve maç kazandıran golü de kafayla zaten, üstelik duran toptan. Ki, maç boyunca gole sürekli hava toplarıyla yaklaştı… Şutları da şimdiki fizik gücüne rağmen oldukça nettir. İki türlü şut şekli de var; sert ya da plase. Mesela 25 metreden ayağının üstüyle kaleye de vurabilir maç içinde, aynı mesafeden ayak içi kesmeyle frikik de atabilir… Attı da.

Hem komple ve özel bir forvet, kısacası forvet oluşunun kendine yakışması; hem de erken yaşta çıkış yakalamasıyla kendisini Oktay’a benzetiyorum. Oktay da, çocukluğumun özel golcüsüydü. Bana göre çok büyük yetenekleri vardı ama biraz kader, biraz yapılan yanlışlar derken; sonu da çıkışı kadar erken oldu. Feyyaz'a bile yetişmiş, yanyana ikili forvet oynamış adam ama henüz 36 yaşında, yani aslında hala top oynayacak yaşta. Buna rağmen çok uzun zamandır Eto’o bitiren yorumcu konumunda kendisi...

Bana gayet aklı başında, oynadıkça gelişme kaydetmeye devam edecek biriymiş gibi geliyor Muhammed, dilerim öyle olur… Velhasıl, bizim yöneticiler belli ki mazoşist. Bedava yetenek mi olur dimi? 8 milyon Euro yapıştıracaksın ki, tutmayınca olay olsun, küfür kıyamet kopsun… Ki aynı şeyler Okay Yokuşlu için de geçerli, o dertleri de başka başlık altında dökeriz artık…

Dip not: Zamanında Bobo da kadrodayken, “Almeida alınacağına beleş bekleyen Muhammed Demir gelsin” diyen yorumcularımızdan Bora Şahin’e selam ederim.