Üst Ağların Sesi

Yoğun şekilde Beşiktaş’ı yaşadığımız bir maçı daha geride bıraktık… Ligde geriye düşüp, kazandığı ikinci maç oldu bu Beşiktaş’ın. Her ikisi de taktiksel sebeplerle pek açıklanamaz geri dönüşler… Biz yine de, açıklanabilir şeylere bir bakalım.Son dönemdeki çıkışın en büyük nedeni, oturan savunma dörtlüsüymüş; her geçen gün bu açıkça görülüyor. O dörtlüden Hilbert ayrılınca tandeme, tandemdeki bir eksiklikte ise iyice Allah’a emanet oluyor Beşiktaş savunması. Bugün de öyle bir gündü. Yani, duran topta bile ideal bir savunma düzeni alınamadı; takımın en uzunu penaltı noktasında geziyordu falan… Gaziantep’in ikinci golünde ise Toraman; önce boşa atladı, sonra depar atıp ofsaydı bozdu.

Barça TV’de bir program vardı (belki hala vardır), A Takım oyuncuları bazen gençlerle antrenman yapardı. Onlardan birinde Puyol, kendisine pozisyon savunması öğrettiği çocuğa şöyle bir şey demişti: “Rakibin karşısında her zaman ayakta kal, onu açısını kaybetmeye zorla. Sadece topu kesin alacağına inandığın zaman yatarak müdahale yap!” Toraman, stoperde olunca da “süpürücü ortasaha” gibi savunma yapıyor; o zaman dengeler şaşıyor tabi… Ama sonra gidip, golün geleceği faulü kazandırıyor; arada kafayı, gözü yarıyor, kızamıyorsun yine de…

Defanstaki aksaklık, takımı hücum bazında da bozdu aslında. Kalkışılan ön baskılara destek verilmedi, orta sahanın çok gerisinde kaldı her zaman savunma hattı. Durum böyle olunca dönen toplar, Beşiktaş’ta kalmak yerine, gayet boş alanlarda Gaziantepli oyuncularla buluştu. Beşiktaş hem gol yeme ihtimalini hep cebinde tuttu, hem de uzun toplarla hücum yapmak zorunda kaldı böylelikle…

Ama o uzun toplar, genelde pozisyona dönüştü. Onun da nedeni, Almeida’nın gayet iyi sırtı dönük oyunuydu… Attığı goller dışında (ki o gollerde çok ekstra bir durum yok) sırf bu sebeple, maçın en iyilerinden biri oldu. Son maçlarda, asıl eleştiri odağı olmasını sağlayan “oyun içinde gözükmeme” sendromunu üstünden atıyor yavaş yavaş…Bugün Carlos Hoca’yı yine pek anlamadım. Gün geldi, takım komple durdu; hiç değişiklik yapmadı. Bugün geldi; takım ikinci yarıda bağıra bağıra maçı çevirirken, gitti metabolizmayı bozdu iki değişiklikle… Ve yine gün geldi, Simao üç kuruş top oynamazken sahada kaldı. Bugün geldi; adam Serdar Kurtuluş madenini bulmuş, harika bir de asist yapmışken kenara alındı… Necip'le pres seviyesini yükseltmek istedi herhalde ama yukarıdaki sebepler zaten buna pek izin vermiyordu. Üstüne bir de orta sahayı boşaltma pahasına, kapalı savunmada sıradanın altında oynadığı tescillenmiş Holosko hamlesi geldi. Zaten, gereksiz bir faul dışında hiçbir etki sağlamadı Filip. Oysa Ernst kalsa, son dakikalarda daha temiz bir baskı uygulanabilirdi.

Neyse ki sahada bir Fernandes gerçeği vardı yine. Oyunun kısa bir bölümünde kendini sola attı; bir pozisyon hazırladı, sonrasında asist yaptı. Zaten ilk golde de “asist öncesi pasın” sahibiydi… Sonrasında klasik, nereye gideceğine havada karar veren duran toplar; sonuncusu gol. Ofsayt, faul, maul derken; Egemen’in şutuyla üst ağları sesini duymamız bir oldu. Zaten bir futbolsever olarak benim için “topun üst ağlarla buluşma anında çıkardığı ses”; para sesi, çocuk sesi ve su sesi kategorisindedir… Ayrıca kalenin fileleri olmasa; o topun Üsküdar'a kadar yolu varmış.

Özet: Maç dönmesine dönerdi de, biraz zora sokuldu ve kabul etmek gerekirdi şansa döndü. Kalecinin sakatlanması falan… Her anlamda 100. yıldaki Kocaeli maçına benzedi; sonu da benzesin bari. Ayrıca, daha fazla gerilimli aylara girmeden Sivok’la sözleşme yapılsın; sonra da ölümsüzlük nehrine batırılsın, aşil tendonları da dahil. Bir de bu Veli'yi 750 bin'e bırakmıştı Rapid Wien değil mi? Şimdi geri almaya kalksalar; Rapid Wien'in, Rapid'ini falan vermeleri lazım sanırım.

Ege’nin İncileri

Bugün Ege Kupası’nın finali vardı, son yıllarda olduğu gibi yine Fransa kazandı. Zaten U16’ya kadar Fransa, sonrasında Almanya’dan çekiyor genç milli takımlar… Ancak şunu söylemek gerekir ki; hem oyun hem de gol pozisyonu bazında Türkiye U16 takımı çok daha baskındı maçta. Yakalanan birçok pozisyondan sadece biri gol oldu; Beşiktaş U17’sinin Gilardino’su Furkan Yaman, nefis bir kafa golü attı. Sonrasında pek net olmayan penaltıyla maç 1-1’e geldi, oradan penaltılara kaldı; adamların hepsi bu konuda Mendieta çıkınca, kupa Fransa’ya gitti.İlginçtir, Türkiye U16 takımında sıradan denecek hiçbir oyuncu yoktu açıkçası. Ancak fazlaca öne çıkan bazı isimler vardı… Mesela iki Ege’li; Turgutluspor’un alt yapısındaki İsmail Köse ve Altay’lı Safa Altuntaş… İsmail, topla uzayıp giden kanat oyuncusu modeli. Maçta çok rahat driplingler yaptı, çoğunlukla faulle durduruldu. İçe kat edip, derin paslar denedi sıklıkla. Hem teknik hem de oyun zekası bazında oldukça umut vaat ediyor. Gayet de atletik bir oyuncu… Beşiktaşlı Kadir Arı da Manisalı, bu da… Türkiye’nin Afrika’sı orası sanırım bu konuda. Kadir Nazilli alt yapısından Beşiktaş’a kazandırılmıştı sanırım, aynı yol İsmail’de de izlenebilir. Adet yerini bulsun diye, arayıp Kadir’den Beşiktaş’ı da sorabilir gerekirse…

Safa, fizik olarak Fransız oyuncuların arasında sırıtmayan tek Türk’tü belki de sahada. Hem pozisyon bilgisi hem de fiziğiyle ceza sahasını doldurdu. Maçın sonlarında bir pozisyon yaşandı; Fransa az adamla yakalarken, top kanatta atıl bir alana düştü. O an Safa, topa gitmek yerine pozisyonunu bırakmadı ve bir başka arkadaşına “sen bas” işareti yaptı… Burada da, “taktik savunma zekası” bazında puanımı aldı diyebiliriz.

Bir de İbrahim Serdar… Fenerbahçe alt yapısında oynuyor ve belki de bu kuşağın en potansiyel oyuncusu. Ramires gibi; zayıf görünse de çok sağlam, sahada krampon izini bırakmadığı yer kalmayan bir çocuk. Çok efor sarf edip, yürüttüğü hücumlarda bile topu ayağından gayet isabetli çıkarıyor. Ve önemlisi sürekli oyunun içinde; 50 saniye adı duyulmasın, “başına bir şey mi geldi acaba” diye merak ettirir.Sahadaki tek Beşiktaşlı Furkan Yaman’a gelince; turnuvada sürekli yaptığı gibi, yine girer girmez golünü attı. Zaten kendi yaş kategorisinde, sürekli 20 gol üstünde istatistik sağlayan bir oyuncudur. Gol atmak işidir, bakkala git desen daha zor gelir… Direkt gole gitme ve boy olarak uzun olmamasına rağmen, net kafa şutları çıkarabilmesi onu bir nebze Gilardino yapıyor. Bugün de o model bir gol attı, daha fazlasını da atabilirdi. Batuhan’ın biraz gerisinde ikinci forvet gibi oynamasına rağmen, gole hep yakın oldu. Epey kaçırdı… Bursalı Batuhan da, Crouch gibi ince ve uzun bir santrafor. Ayağına da hakim, nitekim penaltıyı 90’a attı; 89’a değil… Bir iki seneye kalmaz, Ertuğrul Sağlam onu 90+’da ceza sahasına atar, Ömer Erdoğan uygulaması gibi…

Dediğim gibi, oyuncuların hepsi öne çıkıyor aslında; genelde iyiler. Ama en dikkat çeken oyuncular bunlardı. İzlemesi zevkli bir takımdı, bize güzel bir Pazar öğleni sağladılar. Yolları açık olsun.

Kaldırımdaki Üç Puan

Yine bir deplasman maçında şalteri indirmiş Beşiktaş, yine silik oyun sebebiyle ceza sahasında yaşanan ibretlik karambollar, yine ufukta Almeida’nın gözüktüğü, kaleden uzak kalınmış bir takım düzeni… Normalde bu tümce, “yine bir puan kaybı…” sözüyle biterdi; ancak her alandaki şans faktörleri lehe işledi Beşiktaş adına ve piyangodan bir galibiyet alındı…

İlk yarıda ara-ara kısa ve net paslarla kaleye yaklaşıyordu Beşiktaş ancak son vuruşlar, daha çok “degajman” tadında olunca; gol ihtimali epey uzakta duruyordu, duran toplar hariç tabi. Orası artık, kolanın üstünde yazan “soğuk içiniz” ibaresi gibi bir şey. Bir değişmez… Antalya ise, Hilbert sonrası Egemen’den de muaf olmuş ve dengesizleşmiş Beşiktaş savunmasının arkasına sarkıp duruyordu. Ancak bunlardan gol çıkarılamadı, çıkan da sayılmadı zaten… O an kademeye giremeyen Ekoko’nun; kenardan destur çekip, yan hakemin gözüne perde indirmiş olma ihtimali yüksek.

İkinci yarıda ise, şahsım adıma bir ilke tanıklık ettim. Desteksiz, bireysel bir santrafor baskısından (kısacası: Nobre presi) ekmek çıktı; daha doğrusu Almeida ekmeğini taştan çıkardı… O Almeida, ikinci golde de kendisini “maçın adamı” yapacak asiste imza attı. Hani, bazen “orta saha oynasın” derken bu paslarını ve şutlarını temel alıyordum; onlardan biri geldi. Fernandes, o pası en şahane şekilde asiste çevirdi. İlk bakışta sanki top keşmekeşten öyle önünde kalmış da geçmiş gibi bir görüntü vardı; oysa kaleciye hiç dokundurmamış bile. Direkt organlarının arasından geçmiş Fernandes kaleciyi çalımlarken…Aslında bu golün dışında seyirlik bir şey yoktu; gerisi vasat bir komedi-spor filmi gibiydi, sonu da çok saçma bitti zaten… Maç 2-0’ken, arkadaşın biri kendini attırdı. Neyse, reflekstir olur öyle şeyler diyelim; hele de söz konusu panikatak’ımsı bir insan, yani İsmail olunca… Gaziantepspor’a karşı solbekin kim olacağı soru işareti. Ancak şöyle bir şey var; Carvalhal, Schuster’den ziyade biraz Mustafa Denizli vari bir adam. Yani “o mevkinin adamı olsun, isterse 18 yaşında olsun” mantığından ziyade, kendi güvendiği isimlerden bir şekilde takım çıkarmaya meyillidir. Yani Tanju değil, Ekrem oynar solda; Toraman sağa geçer. Ki Tanju’dan da çok bir beklentim yok aslında… Şahsi fikrim biraz tuhaf; bence en ideal sol bek alternatifi Edu’dur şu konumda. Pozisyon almayı gayet iyi beceriyor, fiziği ve geri koşuları yerinde, tipik Alman ekolüne sahip bir oyuncudur pasaportunda Brezilyalı yazsa da… Yani Hilbert gibi, Hamit gibi; o da gerekirse arkada oynar. Zaten küçükken stoperde de takılmış…

Velhasıl, bugün belki de kendisine kısmet olacak üç puanı, yan hakemle çarpışarak kaldırıma düşürdü Antalyaspor. Beşiktaş’ta bunu ilk fark eden Almeida oldu, hafiften bir tekme atıp kenara itti, çaktırmadan etrafına baktı ve indirdi… Maçın özeti budur. İçe sinip, sinmeme konusunda ise; sene sonunda “hakem hatalarıyla alınan puanlar, kaybedilen puanlar” bilançosu tutulmadığına göre, yapılacak bir şey yok diyip geçmek lazım sanki. Ki bu tip hatalar bariz skoru değiştirse de, asıl can alıcı hakem sorunları değildir. Benim için, lehte veya aleyte bariz şekilde 'takdir hakkı dengesizliği' can sıkıcıdır. Çünkü o bir hata değildir, seçimdir... Tabi sene sonunda Beşiktaş olur da şampiyon olursa, o resim unutulmaz; orası ayrı konu. Quaresma’ya açılan pankartın resmini değiştirip, Hilbert’e adayarak “Nerdesin olm sen? Özledik seni…” diyerek sözlerimi noktalıyorum.

Almeida, Edu’nun Sol Köşesi, 13. Adam

Hilbert’ten sonra Sivok’un sakatlığı, “pozisyon bilgisiyle” öne çıkan savunmacı sayısı sıfıra inmişti Beşiktaş’ta. Hatta bu konuda en öne çıkan oyuncu İsmail’di, öyle garip bir hal vardı… Bugün iki kere çok kritik ters kademe aldı. İlginçtir, kağıt üzerinde ‘hücumcu bek’ ama uzun zamandır savunma katkıları, ofansif katkılarının önüne geçmiş durumda… Egemen ise cengaverliği ve müthiş önsezileriyle söz sahibi olan bir stoperdir, bugün her zamankinden daha fazla ihtiyaç oldu bu özeliklerine… Ve yanında onu tamamlayan birileri yoktu. Normalde ‘taktik savunma yapan stoper – cengaver stoper’ ikilisi ideal olandır; Sivok – Egemen tandeminin güzelliği buydu…Bursaspor da, şampiyon olduğu seneden itibaren “fast-break vari” hücum aksiyonlarıyla bilinen bir takım. Haliyle Beşiktaş, Dinamo Kiev deplasmanından bu yana; ilk kez bu kadar gol tehlikesini bir arada gördü. Üstelik Ernst erkenden sarı kartını cebine koymuş, Fernandes ise uzun zaman sonra “vasat performans” seçeneğini kullanır haldeydi. Bu kadar tersliğin arasında, Beşiktaş kazanmayı başardı. “Kötüyken kazanmak” pek Beşiktaş âdeti değildi oysa…

Bu galibiyette ilk faktör, Carvalhal’in bozulan Simao ezberiydi. Savunma zaten pek güvenli değilken, Simao’yla başlanmış bir takımın topsuz oyunu iyice dengesizleşe bilirdi. Neyse ki 11’de Necip’in adı da yazılıydı ve pres gücü bir nebze artmış oldu. Zaten ilk gol öncesi, Necip resmen 8 ayakla birden rakibine bastı, o top oradan çıkmadı ve mükemmel bir asiste dönüştü…

Diğer faktörler ise, sahaya adım atan tüm forvetlerin net skor katkısı sağlamasıydı. Almeida attığı ve yine başka bir arka direk koşuşuyla kazandırdığı gol dışında, Egemen’le girdiği “kafa verkaçında” olduğu gibi faydalı işler yaptı. Şahsım adıma, bir forveti ya da her hangi bir oyuncuyu; kaçırdığı goller üzerinden hedef almam. Almeida’daki asıl rahatsız edici şeyler; vurdumduymazlık, arzusuzluk, “yenmesek de olur ya…” gibi durumlardı. Bugün direkle kaleci arasına uçar vaziyette ve sakatlanma pahasına giderek, bu tabusunu yıktı diyebiliriz.

Edu, yine sihirli köşesinden “Pancu’msu” bir gol attı… İşin Pancu kısmı, tam ihtiyaç olan dakikada gelen “cevap golü” niteliği taşımasıydı. Sol çapraz; şutu için en ideal bölge sanırım, oradan kötü giden şutu yok neredeyse. Üst & dış vuruşlarında oldukça başarılı… Klasik futbolun temel doğrularını yaparak, yine elinden geldiğince ve pili bitine kadar katkı sağladı.Bugün '13. adam' Mustafa Pektemek, yine fişi çekti; yine kriz halindeki takımına stres tasarrufu sağladı… Golü yine klasik “sakinliğin” getirisi, ancak asıl güzel tarafı ondan öncesiydi. Atağı en baştan yönetti, topa kendisi gibi hamle yapan Fernandes’e “bi’ dur” işaretini yaptıktan sonra, onun boş pozisyonda topla buluşmasını sağladı. Ve sonrasında her doğuştan golcü gibi, tekrar ceza sahası içersine koşarak (üstelik tehlikeli giden ortanın tekrar oyuna dönme ihtimali zayıfken) “bir ekmek çıkarır mıyım?” dedi ve çıkardı.

Bugün, özellikle ikinci yarıda "TFF Beşiktaş'ın oyuncu değiştirme hakkını 1'e mi düşürdü?" diye düşündüm sıklıkla. Yine hamleler biraz geç ve aslında tam olarak doğru gelmedi. Orta saha top tutamazken, Simao yerine Alves hamlesi daha doğru olurdu sanki... 3. golün asisti kendisinden gelmesine rağmen, çok kritik top kayıpları yaptı Simao yine. Hani 5 dakika içinde, maçın kötülerinden olmayı başardı. Rüştü de, “çizgi tuttum hocam…” diyip, sonrasında topu hafiften içeri sokarak bir ilke imza attı. 30 senedir önünde durduğun kale çizgisini bir zahmet ezberle be abi… Kupa maçında sıcak tutma babında Rüştü tercihi tamam da, bugün Cenk’in yokluğunu pek anlayamadım. İlk 11’de tek anlayamadığım nokta oydu. Velhasıl, galibiyet güzel… Hilbert, Sivok, yetmiyormuş gibi bir de Egemen’siz bir Anlatya deplasmanı… Sanırım, yine oraya-buraya giden bir maç izleyeceğiz; sonunda yine “galibiyet güzel” dedirtmesi dileğiyle. Oyundan çıktıktan sonra, bileğinin şişlikten baldır hizasına geldiği görülen Necip iyileşse bari…

Burası Kapalı

101. yılda kapalı tribününün yerini localar ve pahalı koltuklar almış; klasik atmosferden uzaklaşılmış, sanki başka bir Beşiktaş yaşıyor gibi olmuştuk. Ta ki, bir Ankaragücü maçında başlıkta yazılan tezahüratın duyulmasına kadar, "burası kapalı, herkes ayağa!"... Manası derindi: “Kombineye 1 milyar vermiş olabilirsin (alt tribünün fiyatı buydu sanırım), hatta daha önce burada maç izlememiş de olabilirsin… Ama buradaysan, kapalı tribün taraftarı gibi davranacaksın!” Çok büyük etki yapmıştı bu durum, hatta sahaya da yansımış; Sinan Kaloğlu’nun ender gelişen gollerinden birine tanıklık etmiştik…Sonrasında, başka konularda da kullanılabilecek bir mottoya dönüştü o slogan. Ama bu akşam gerçek anlamını bir kez daha hatırladık. Üçlüden sonra “hiç bir şeyle değişilmez!” diye söze giren Beşiktaşlı kadınlardan, “şimdi sıkılıp susacaklar” diye beklerken; 85’deki gün doğdu’ya, hatta “90+ Beşiktaş stresi” yaşanırken bile çığlık yerine “ıslık, yuhalama” tepkilerine varıncaya kadar net bir kapalı performansı dinledik… Hiçbir şey atlanmadı, bütün tezahüratlar biliniyordu. Sadece tiz farkı vardı, ona da yapılacak bir şey yok zaten…

Ancak, futbolcunun sadece güzel hareketine tepki vardı, kimse ıslıklanmayacaktı; o farkları çok güzeldi... Açıkçası ben, küfürsüzlük farkı olmasını da beklerdim. Zira ilk yarıda biraz abartıldı; “sene sonuna kadar seyircisiz olsun da, hep biz gelelim” gibisinden hain planlar da sezmedim değil. Sahi, bizim “futbolu güzelleştirelim ordinaryüsleri” küfür için verilmiş “seyircisiz” maç cezasında küfür olunca, ne gibi bir tepki gösterdiler merak ettim… Bu kural çıkarken hoşnut olmadım pek, hem bu tiz farkından hem de ayrımcılıktan. Çünkü benim için insan da, futbol seyircisi de birdir. Kadın futbolsever de bazen küfreder, futbolu da ofsaydı da bilir…

Ama bu tabunun yıkılması adına iyi oldu. Kadınlara peşinen “sen futboldan çakmazsın” gibi gereksiz bir baskı vardı. Keza, şu ofsayt ve kadınlar meselesine de takığımdır… Sonuçta bizim için de edinilmiş bir statü değil, futbola ilgisiz adam da ofsayt nedir bilmez. Cinsiyetin değil, ilgi ve ilgisizliğin getirdiği bir durum bu… Yani gidip, tenisten zerre çakmadan, tenisi gayet iyi bilen bir kadınla maç izlesen, rezil olduğunla kalırsın. Tabi bu gibi peşin algılar biz erkekler içinde geçerli. Yemek yapmayı severim desen, “karı mısın?” derler genelde. Madem yemek olayı bu kadar itici bir iş; yeme de o zaman arkadaş, git damardan serumla beslen.

Evet, dünkü maçın ilgi noktası tribünlerdi; yazının da odağı bu konuyla alakalı oldu. Sahada bireysel anlamda merak uyandıran biri olmasa da, “takımsal bazda” ilginç varyeteler görülebilirdi. Ama 2. dakikada gelen, Holosko’nun 2007 model dalışı ve saçmalamalara rağmen, ceza sahasının karabalıklığının getirdiği gol, ilk yarıda izleyeceğimiz tek kayda değer pozisyon olacaktı… Kayseri maçından bu yana, ilk kez hatlarını bu kadar koparmış bir Beşiktaş vardı sahada. Muhtemelen ciddiyetsizlikten ileri geliyordu…Fernandes hep şunu düşündürmüştür bana; “kornerden ve cephedeki serbest vuruşlardan istediği yere topu akula şekilde gönderen adam, nasıl olurda direkt frikiklerde başarısız olur?” Bugün klasik Del Piero frikiği attı, hani sağ ayaklılar için zor sayılacak açıdan nefis bir kesme… Ve maçın fişi, tabi ki çekilmedi. “This is İnönü!” gerçeği; düdük çalmadan maç bitmez… Son dakikadaki top içeri girse, hem sırtına bunca maç temposu binmiş adamlar 30 dakika daha oynayacak, hem de tribündeki kadınlar ve çocuklar gribal enfeksiyonla daha da bir omuz omuza olacaklardı…

Gördük ki, maça ideale yakın kadroyla çıkılması da pek risksiz bir iş değilmiş. Sanıyorum ki araştırmacı tarafıyla da bilinen Carlos, “Del Bosque gibi adam neden kovulmuş ki buradan?” diye ufak bir gezintiye çıkmış, çarpıcı sonuçla karşılaşmış… Gerçi, maç sonunda: “Sırf genç diye birine forma vermem, şeker dağıtmam! Hak eden oynar…” Gibisinden sözler etmiş. Haklılık payı yok değil. Ama kabul etmek gerekir ki, genç oyunculara azim aşılamak için bazen bu maçlarda şeker dağıtmak gerekebiliyor. Sonuçta al Atınç’ı, Muhammed’i, koy Braga maçına demiyoruz. Böyle maçlarda oynamayınca, hazır da olamazlar nihayetinde…

Yedeklerden kısa kısa: Sidnei’in hantallık durumu rahatsızlık verecek şekilde kötü… Kendi kontrol ettiği topu bile rakip alıyor. Holosko her zaman topu aldığında adamın içinden geçmeye çalışan bir adamdı. Ama bu onun ufak bir eksisi gibi kalıyordu artılarının yanında. En büyük artısı da maça olan odağı ve hırsıydı, bu duygularını aldırmış… Formasına asılan Erdinç’le birlikte ceza sahasına girip asist yapan Holosko, maalesef ortalıkta yok ve dönmeyecek gibi. Alves, internet icat olmadan bu topraklara gelseydi “ne topçu almışız be!” dedirtebilirdi. Del Solar falan, öyleydi mesela… Kendisinden bağımsız yaşananlar gözümüzün önünde cereyan ederken, onun futbolculuğuna odaklanamadık. Ama bu çocuğun topla ilişkisi çok iyi ve en önemlisi bir sonraki hamleyi, daha topla buluşmadan düşünen bir orta saha modeli gibi… Skoru koruma adına, “alsın topu takımında tutsun” babında oyuna atılacak ilk isim olabilir ileride… Üç numara saçla da daha bir topçuya benzemiş, kesinlikle çok daha sık süre almalı.

Maç Öncesi: Beşiktaş – Gaziantep BB

Bu tür maçlarda as oyuncu ağırlıklı takımla sahaya çıkılması, iki türlü risk faktörü oluşturur. İlki, kritik oyuncuların sakatlanma olasılığı. Diğeri ise, bir haftaya üç maçın sıkışacağı döneme girerken, as oyuncularının maç seçme durumları. Yani, yedek kalan oyuncular kendini ispat için oynayacakken; alenen kendini sakınması beklenen oyuncularla maç, skor anlamında da en az sakatlık konusunda olduğu kadar risk taşıyabilir… Geçen sezonun ilk Gaziantep BBSpor maçında hatırlayacağı üzere; Quaresma, Bobo, Nihat gibi o dönemin 11 oyuncuları sahadaydı… Hem maç kaybedildi, hem de Bobo ve Nihat. Her ikisi de, henüz o maçtan bir hafta önce Porto deplasmanında çok iyi oynamış, formaya ısınmışlarken; Beşiktaş’tan ayrılma sürecine o sakatlıklarla girmişlerdi…O nedenle yarın akşam; A2’ye yapılan transferler, A2 oyuncuları ve A Takım’dan ayrı düşmüş, sevgiye muhtaç insanlarla bir karma yapmak gerek. Hem de bizler için, daha izlenesi bir maça dönüşecektir; farklılık güzeldir… Antrenman fotoğraflarından sezdiğim kadarıyla, A Takım’la çalışan A2 oyuncuları şöyle: Mertcan, Atınç, Muhammed, Umut. A2’ye yapılan transferler: Tanju, Burak Kaplan, Mehmet Akyüz, Alves. A Takım’dan düşenler: Sidnei, Holosko. Muhammed hariç (son yarım saate saklamak daha mantıklı) adı geçenleri 11’e yazınca, bir sağbek ve bir ortasaha boşta kalıyor. Sağa, kikirdek kaptan Toraman’ı yazalım madem… Ortaya da gönül ister Hasan Türk yazılsın, ama pek ortalıkta yok gibi. O nedenle son zamanda yedek kalan Necip, bu maç 11 oynayıp temposunu arttırabilir.

Kabul etmek gerekir ki güzel bir takım dağımı oldu. Mevcut sistem, ideal takımın da düzeni olabilir Quaresma’nın dönüşüyle. 4-3-3 kırması, 4-3-1-2 diyebiliriz buna. Toplu oyunda çift forvet ve delici bir merkezi oyuncuya sahip, topsuz oyunda forvetlerin kanat savunması yapmasıyla 4-6-0’a dönebilen bir sistem… Mesela idealde; bu hücum üçlüsü Pektemek – Quaresma – Edu olabilir…Mertcan da sakatlıktan yeni çıkmış aslında; Ekrem bekte, Toraman ortada gibi bir 11'de çıkabilir. Akyüz ve Holosko; tempo, hız, koşu devamlılığı olarak bu sisteme gayet uygunlar. Keza, Burak gibi şutuna ve tekniğine güvenen bir isim için de, en ideal yer merkezdir. Görüntüde defansif bir takım görüntüsü verse de, ortasahanın önde baskı uygulayıp, dönen topları aldığı bir ortamda; özellikle G.Antep BBSpor gibi takımlara karşı oldukça çözümsüz bir takıma dönüşebilir Beşiktaş. Beklerin de; kazandıkları topu gelişi güzel orta yerine, basit paslarla takımında bırakmaları yeterli birer hücum katkısı olacaktır.

Yarın tribünler farklı olacak... Son dönemde kadınların futbola ilgisi ilgiden de öteye geçti, gayet de anlıyorlar artık bu işten. Hem çevremdekilerden (bir kız arkadaşım, Sivok'un dan-dun oynamasından rahatsızdı mesela) hem de twitterdaki muhabbetlerden gördüğüm bu... Yarın havalardan çekinilmez de, tribün dolarsa; ben iyi bir futbol seyircisi göreceğimizi düşünüyorum. Elbette tezahurat gibi bir işe girişilmemeli, sahadaki güzel hareketlere güzel tepkiler yeterli olur. Özellikle çığlık seviyesi biraz düşük tutulsa iyi olur... Takımda da en az tribünlerde olacağı kadar “farklılık” beklemekteyim. Ve de, Muhammed’in ilk kez İnönü çimlerine ayak basmasını… Mesela Burak’ın yazıldığı bölge, şuan ki fiziki durumu itibariyle de en uygun yerdir onun için. Ara paslarıyla tanışma vakti geldi sanırım artık…

Gerçekler

Beşiktaşlı oyuncuların genel olarak, şu aralar taraftarlarının topladığı paralarla geçinmeye çalışan rakibinin %10’u kadar maça ilgi duymadığı bir gerçek. Bu durum daha ilk 5 dakikada belli etmişti kendini… Aynı zamanda Carlos’un, maçı getirme çabasında olmadığı da bir gerçekti. Öyle olsa, nizamiye nöbeti tutan iri arkadaş yerine, gol atma şansını en kötü gününde bile cebinde tutan Pektemek kenara alınmazdı. Yani bu maçı ne takım (Fernandes'i biraz ayrı tutabiliriz) hak etti, ne de Carlos. Onu bir kenara yazalım… Ancak asıl üzerinde durulması gereken ve Beşiktaş’ın giden iki puanından ziyade, geleceğini ilgilendiren daha çarpıcı gerçekler var… Almeida tam arafta kalmış bir santrafor. Zaten hızlı ama çevik olmayan ve hareketsiz bir oyuncu olduğu belliydi. Ancak fizik olarak da insanları kandırdığı gün be gün oraya çıkıyor… Bir santrafor hareketsiz olur, ortalıkta gözükmez; ama fiziğiyle rakip stoperleri linç eder, hava toplarında bela olur… Almeida o model bir oyuncu da değil. Ohen gibi, havadan & yerden 40 dakikada bir yakaladığı topu içeriye atma potansiyeline sahip net bir golcü de değil… Üstlüne üstlük, vurdumduymazlık da söz konusu… Kendisinden 40 metre uzaktaki topa da tepkisi aynı, 40 santim önündeki topa da tepkisi (daha doğrusu tepkisizliği) aynı. Piyasa halen Almeida gerçeğinin farkında değilken, elden çıkarmak gerek. Yerine gelen olmasa da olur, olsa iyi olur tabi… Sonuçta borçları kapamanın en iyi yolu gelirleri arttırmaktır. Gelir denince de akla Şampiyonlar Ligi gelir, şampiyonluk denince ise "tartışmasız santrafor" gerçeği...

Simao’nun sahaya kaptan çıkmasıyla irrite oldum, ona değil tabi; bu onun suçu değil. Bu iş bu kadar ucuzlaştırılmamalı. Neye göre veriyoruz bu pazubandı, bayram şekeri gibi bazen niye başkanın cebinden çıkar? Belli değil… Ancak bir de sahadaki gerçek var. Bugün çok silikti, sakatlıktan çıkmış olmasının verdiği bir mazereti vardır elbet. Ancak ideal kadroda Quaresma’nın yedeği olması, futbolun net bir gerçeğiyken; üstelik sezon başından bu yana takıma direkt katkı sağladığı maç çok az iken, kulüp de faturalı hatlardan kontörlüye geçecek kadar dar boğazdaysa, böyle bir oyuncuyu tutma lüksü var mı acaba? Almeida ve Simao’nun yıllık 5 milyon Euro aldığı yerde, fotokopiden kısmak biraz tuhaf kaçmıyor mu?

Quaresma’nın alternatifi olarak Burak Kaplan yeterli olur. Ki bugün 11’de o başlasa, top taşıma ihalesi Pektemek’e kalmayacaktı. Pektemek’in bugün kenar forvetteki kötü izlenimi buradan kaynaklandı biraz da; takımda delicilik rolünü üstlendi Simao’nun bitik halleri sebebiyle… Tabi ki en ideal yeri merkezdir, mevcut kadroda da orası için ilk adaydır her şeye rağmen. En azından, ayağına hiç top değmediği bir maçta bile “gol atar” umudunu yaşatıyor insana… Santrafor alternatifi olarak da, batan gemiden şu Ergin Keleş alınsa; o bile götürür. Bugün sırtı dönük oyunu muazzam oynadı…“Topun kaybedildiği yere pres” olayı sadece İnönü’ye özgü bir durum olmaya başladı. Deplasmanlarda her zaman Manisa’da olduğu gibi “bekle ve vur” taktiği pek işlemeyebiliyor. Ama maça hangi strateji ile başlandıysa, öyle gidiyor. Carlos Carvalhal’le Beşiktaş, takım olma bazında çok önemli yol kat etti. Ama halen “maç içi dokunmalarda” eksiklik söz konusu… Kötü giden hiçbir maçta vites attıramadı Beşiktaş. Geriye düşülen maçların ikisi kazanıldı. Birisi Bursa; kabul etmek gerekir ki piyango bir galibiyetti. Diğeri ise Stoke City; o maçta da takım zaten iyi oynuyordu, değişen şey giren toplar olmuştu. Carlos’la, “kolay kolay geriye düşmeyen Beşiktaş” oluşumu ne kadar bir artıysa, geri düşülen ya da açılamayan maçların gelme ihtimalindeki düşüklük, bir o kadar eksi…

Yine de severiz kendisini. Şu maçtan sonra; Guti’ye, bir zamanlar Fernandes’e, şimdilerde Holosko’ya “haklı olarak” yapılan muameleyi, başkalarına yapılırken de görürsek, bu kayba daha az kızarız. Bir de Gaziantep Belediye maçında; Hasan Türk’ü, az biraz Erkut’u, Muhammed’i falan izlesek; Ankaragücü maçını unuturuz bile…

Maç Öncesi: Ankaragücü – Beşiktaş

Beşiktaş 16 maçlık koca periyotta, ikinci kez defans 4’lüsü bozulmuş şekilde sahaya çıkacak. Onlardan ilki Samsun deplasmanıydı hatırlanacağı üzere, sakat Sivok’un yerinde Sidnei vardı. Bu kez Hilbert yok, üstelik bu durum 6-7 maçlık döneme de yayılacak gözüküyor. Bu ve bundan sonra Carvalhal’in akılını en çok kurcalayan şey de bu olacak…Şu “sınırlı, ama sınırsız yabancı” kontenjanının bariz bir güzelliği var aslında. O da, genç yabancı oyunculara yatırım yapabilme olanağıdır. Eskiden sınırlı sayıda oyuncuyla sözleşme yapılırken, bu durum ütopya kaçıyordu. Ama artık öyle değil… Mesela sağbek ve savunma önü ortasahası bölgesinde; hali hazırda yabancı oynuyor Beşiktaş 11’inde. Onların alternatifleri de yabancı olabilir, üstelik net bir yerli yedeği yokken… Mesela İsmail’in yedeği yabancı olursa, saçma olurdu; ama Hilbert için öyle bir durum söz konusu değil. Bizim ülkemizde zorlasan Mesut Özil’lerden seri üretim bile yapılabilir, ama bir Lichtsteiner bulmak daha zordur… Çoğu Avrupa ülkesinde ise tam tersi; mesela Danimarka’nın sıradan bir takımının antrenmanına git, sağdan bindiren bir çocuğu yakala, koy Beşiktaş’ta Pazartesi sağbek alternatifi olarak başlasın…

Diyeceğim odur ki; iyi bir gözlemci ekibi olsaydı, 2-3 aylık bir taramada bile gayet makul fiyatla, Hilbert’e genç bir alternatif bulunabilirdi. Biz de birazdan soracağımız “Ekrem mi, Toraman mı?” sorusunu sormazdık. Üstelik, Hilbert’in olası Avrupa çıkışında da (böyle giderse hiç sürpriz olmaz) alternatifi yine hazır olur, menajerlerin eline peçeteye yazılmış bir sağbek notu vermezdik…

Neyse, gerçeklere dönecek olursak; normal şartlarda böyle durumlarda Toraman oynasın derdim… Ancak, son iki maçtaki Beşiktaş, Ekrem’i de sağbekte kaldırabileceğe benziyor… Çünkü genellikle topun olduğu yere baskı olduğundan, kaleden uzak kalınıyor. Böylece Ekrem’i de tehlikeli bölgeden uzak tutmuş, aynı zamanda onun geriden olumlu pas yeteneğinden faydalanmış olur Beşiktaş; şayet öyle bir tercih yapılacaksa… Prese odaklı yapıya Ekrem daha uyumlu olur gibi, böylece takım da bütünlülüğünü kaybetmemiş olur. Toraman ise daha kuvvetli, hem ikili mücadele hem de ters kademelerde daha sağlıklı seçim… Oyundaki strateji, sağbek seçiminde direk etkili olacaktır. Rakip zor durumdaki Ankaragücü olunca, yine baskı yapan bir Beşiktaş’ın sahada olacağını ve sağbeke Ekrem’in yazılacağını tahmin ediyorum.Diğer bölgelerde de seçimler belirgin. Aslında Beşiktaş 11 değil, ilk 13’le sahaya çıkıyor… Belli bir noktadan sonra Necip ve Pektemek’in sahadaki varlıkları çok önemli. Veli bataryasını tüketene kadar sahada kalıyor, ardından Necip o bayrağı teslim alıyor… Pektemek ise, yedek kulübesinde 60-70 boyunca “golden sonra nasıl sevinsem acaba?” diye senaryolar kurup, oyuna girdikten sonra hayata geçiriyor… Sağbekin yerli olmasıyla Simao bu maça 11 başlar, Edu da yine tamamlayıcı rolde olacaktır hücum hattında. Belki Pektemek’e bir 11 sürprizi yaşatılabilir, belli de olmaz…

Ankaragücü’nde durumlar karışık. Gençler hem biraz onur, hem de vitrin maçlarına çıkacaklar kalan dönemde. İddaa’nın bile kabul görmediği deplasmandan kazanıp döndüler. Özellikle Ergin Keleş, ilginç bir hücumcu; Floccari, Tuncay karışımı bir şey, tam bir tek forvet… Beşiktaş bu ara “istim üstünde” deyiminin tanımını yapıyor, o nedenle pek sorun yaşayacağını sanmasam da; maç fazla kolay da geçmeyebilir. Yine banko en az bir duran top golü olur, orası kesin…

Kaleciyi Çalımlayan Forvet

Görünen o ki; sezon arasının kısa tutulması en çok Beşiktaş’a yarayacak… Takım, Karabük maçında bıraktığı her şeyi kaldığı yerden devam ettirdi; ilk 11’inden tutun da, maçın seyrine kadar… Yine topun kaybedildiği yere baskı yapılıyor, rakip direkt paslara zorlanıyordu. Top kazanımından sonra pas yapılarak aktif dinlenmeye geçiliyor; çok şık organize ataklar gelişebiliyordu… Hücumda da durum aynıydı; Hugo için günlerden yine Salıertesi’ydi… Ekrem ise, yine gole çok yakın olup aynı zamanda bir o kadar uzak kalmayı beceriyordu. Her şeye rağmen, hücumcular da dahil olmak üzere, takımın özverisi ve taktiksel futbolu seyre değerdi…Yine de “iyi oynadık ama kazanamadık” adındaki Beşiktaş gerçeğiyle tanışmamak için, arada bir gol atmak lazımdı tabi… İhtiyaç gol olunca; Jack Sparrow pusulası Mustafa Pektemek’i gösteriyordu haliyle. Aksi halde Beşiktaş’ın gol şansı yine büyük ölçüde duran toplara kalacaktı... Öyle de oldu; Fernandes bu sezon 7. duran top asistini yaparken, golün en çok yakıştığı stoper olan Sivok, kilidi açtı…

Ersun Yanal’la birlikte zaten savunmasını öne çıkaran Eskişehir, golden sonra iyice açılmaya başladı. Lakin Alper’in yokluğu, Beşiktaş baskısı altında topların rakip alana sağlıklı geçmemesini sağlıyordu. Hatta bu sebepten maçın sonlarında Tello ortasahanın gerisine kadar gelmeye başladı… Beşiktaş ise topun olduğu yere basmaya devam etti; pozisyon gerektirmedikçe savunma kendini arkaya atmadı. Zaten Hilbert sonrası, Ekrem’in sağbeke geçişiyle bunu yapmak elzem olacaktı…

Kenardan “9 <-> 11” tabelası kalkana kadar; sahada alenen “kontra atak katliamı” başladı Beşiktaş adına… Neyse ki Carlos, oyuncu değiştirme hakkını bitirme pahasına Pektemek’i oyuna attı; o da yakaladığı ilk ve tek fırsatta maçın fişini çekti… Aslında gole kadar da, aldığı her topta “ben futbolcuyum” diyordu Pektemek… Keza, attığı golde de soğukkanlılık dersi verdi. Beşiktaş Oktay, hatta Feyyaz’dan beridir; fırsatı varken kaleciyi çalımlamayı düşünen bir forvet bulamamıştı; artık bulmuşa benziyor… Ufak bir detay, ama o iş “temiz golcülük” detayıdır… Aynı zamanda, gelecekte Beşiktaş’ın 1-0’ları daha sık 2-0 yapacağını müjdeleyen bir detaydır.Asisti yapan Necip ve ondan önce “futbol zekasıyla” kanada açmak yerine merkeze topu aktaran Edu’ya da ayrı parantez. Keza, maçın en çalışkanı Ekrem Dağ’a da… Ernst’e de ara yaramış gözüküyordu, oldukça enerjikti; defans, Veli, Fernandes zaten bildiğiniz gibi, bıraktıkları yerden… Maçın en iyi şutuna, en iyi kurtarışla cevap veren Cenk; o kadar zorlu topları bile kenara çelmeyi öğrenmiş gözüküyor… Yıl olmuş 2012, artık Beşiktaş'ın tartışmasız bir "1. kalecisi" olmalı; o da Cenk'tir...

Güzel bir maç oldu, daha çok Beşiktaş adına. Özellikle hücum koşuların fazlalığı, umut verici. Keza golü getiren korner oluşurken; Ekrem çok kötü bir şut atmasına rağmen, o top gidip harika bir pasa dönüştü. Nedeni, içerideki oyuncu adedinin fazlalılığıydı... Bu ve önde pres olayı, Beşiktaş'ı çok farklı noktaa getirdi. Böyle galibiyetler, benim futbol anlayışıma göre ara ara alınan 7-0’lardan bile değerlidir. Ne oynadığını bilip, istediğini almak…Hilbert’in sakatlığı, tek can sıkıcı nokta. Umarım uzun süreli bir sorun değildir…

Fotoğraflar: bjk.com.tr

Maç Öncesi: Beşiktaş - Eskişehirspor

Normalde zaman, “en çok eleştirilen adamların, Efes Cup’ta coşma” zamanıdır şu sıralar… Mesela, “ne zaman gönderilecek?” diye beklenen Ailton’un, çıkıp Werder Bremen’e hat-trick yapmışlığı vardı hatırlarsanız; öyle ilginç bir gelenek sürmekteydi… Hatta yine o turnuvada Veysel, “Carew’den iyi adam bu yahu!” dedirtmiştir… Evet, bildiğiniz Alişan model omzu düşük, yağız striker Veysel… Ondan sonra normal sezon kupa maçıyla başlar, yüksek ihtimalle elenirdik. Ocak’ta elenmesek, kuvvetle muhtemel kupayı alıyoruz zaten… O da ilginç bir gelenek…

Bu kez direkt lig başlıyor, değişik bir deneyim yaşayacağız… Bir devre arasını transfersiz geçirdik ve yarın çıkacak 11’in minimum 9’unu biliyoruz; o da değişik bir durum… Bize de, havadan sudan konuşmak kalıyor haliyle. İstanbul’da havalar bir tuhaf; akşam 7-8 gibi dışarıda dolanırken arkadaşa “bugün biraz hava yumuşamış sanki…” dememden 3 dakika geçmeden iklim değişti, suratım dondu resmen… Neyse, ben en iyisi maça geçeyim harf israfına kaçmadan…

11’in 9’u belli dedik; haliyle iki soru işareti kalıyor geriye. Birincisi; dört orta saha kullanımının devam edilip, edilmeyeceği… Veli ve Necip sahada olacak mı, yoksa onlardan biri tıpkı Karabük maçında olduğu gibi kenarda tutulup; bir hücumcu eklentisi daha mı yapılacak? İkinci soru ise; o hücumu eklentisi yine, gole yakın ama bir o kadar da uzak olan gizli forvet Ekoko mu, yoksa iyileşen ve noel tatilini de buralarda geçiren Simao mu olacak? Bu durumda, hücumdaki yerli kim olacak?

Almeida’nın, Carlos’un gözünde ayrı bir yer işgal ettiği bir gerçek. Keza, Pektemek’i kenar forvette oynatmaktan ziyade; koltuktaki taze forvet olarak tutmayı daha fazla yeğlediği de bir gerçek… Bu durumda, tıpkı Karabük maçında olduğu gibi Edu faktörünün sahada olması şart gözüküyor. O maçta, direk hücum yönü kendi kanadıydı ve daha çok pas girişimlerinde izledik kendisini. Şayet bu maçta sağda Simao olursa, bu kez uzak direkteki gol girişimleri daha anlamlı olacaktır. Bu durumda da, kontenjandan sebep; Almeida'nın oturması, Pektemek'in oynaması icap eder. Ki bana fazlasıyla uyar... Ama Simao iyileşir iyileşmez, Pazartesi 11’de başlar mı? O da bir soru işareti… Sanırım yine en ideal düzene; Necip – Ernst – Fernandes ve Veli 4’lüsüyle varılır gibi gözüküyor. Hem Eskişehir’in sert bir takım oluşunu, hem Fernandes’in bu düzen içerinde daha da farklı oynadığını, hem de Almieda'nın kesik yemeyeceğini baz alırsak; en iyisi böyle sanki…İkinci yarıda klasik Pektemek hamlesinin dışında, Simao da formaya ısındırmaya başlanabilir. Madem Hasan Türk artık profesyonel, bu maçtan itibaren dilenişe başlayabilirim sanırım: Kadrodaki en ideal orta saha alternatifi Hasan Türk’tür, o yüzden ufaktan 18 yolları açılmalı. Gerekirse Edu’nun yerine at sola; takımın kontra şansını arttırsın. Gerekirse, Necip ya da Veli’den yorulanı varsa, sal orta sahaya… Alves’ten daha hazır olduğu su götürmez bir gerçek… İlginçtir, ara kısaydı ama bana sanki klasik devre arasıymış gibi uzun geldi… Bakalım, Beşiktaş’ta ne kadar şey kaldığı yerden devam edecek? İlk Es-Es maçı oldukça kötü geçmişti, bu kez tersi olması dileğiyle… İyi maçlar.

İlk Yarıda Beşiktaş

En iyi gol: Mustafa Pektemek – Manisaspor
En anlamlı gol: Quaresma (2. golü) – Maccabi Tel Aviv
En kritik gol: Egemen – Dinamo Kiev
En “bardak, sehpa, sandalye kırdırtan” gol: Holosko – Bursaspor
En “vay amk” golü: Edu – Stoke City
En iyi şut golü: Simao – Fenerbahçe
En iyi kafa golü: Mustafa Pektemek – Stoke City
En yazık olan gol: Hilbert – Stoke City
En iyi organize gol: Quaresma (1. golü) – Maccabi Tel Aviv
En iyi kontra gol: Fernandes – Manisaspor

En iyi asist: Quaresma’dan Almeida’ya – Maccabi Tel Aviv
En iyi asist öncesi pas: Fernandes’ten, İsmail’e – Karabükspor

En iyi maç: Beşiktaş – Fenerbahçe 2-2
En iyi galibiyet: Beşiktaş – Stoke City 3-1
En değerli galibiyet: Beşiktaş – Dinamo Kiev 1-0
En iyi taktiksel galibiyet: Manisaspor - Beşiktaş 1-4
En piyango galibiyet: Bursaspor - Beşiktaş 1-2
En kritik galibiyet: Mersin – Beşiktaş 0-1 (Birçok şeyin başlangıcı)
En hak edilen mağlubiyet: Beşiktaş – Kayserispor 0-2
En hak edilmeyen mağlubiyet: Stoke City - Beşiktaş 2-1
En hak edip, alınamayan galibiyet: Beşiktaş 0 - 0 Galatasaray
En kötü Beşiktaş: Eskişehirspor - Beşiktaş 2-1 & Alania - Beşiktaş 2-0
En kötü maç: Gaziantepspor – Beşiktaş 0-0

En iyi bireysel performans: Quaresma - 2. Maccabi maçı & Fernandes - 2. Stoke City maçı
En iyi takım performansı: Beşiktaş - Dinamo Kiev & Beşiktaş - Stoke City

En iyi transfer: Egemen Korkmaz
En iyi kazanım: Veli Kavlak & Mustafa Pektemek
En iyi çıkış: Roberto Hilbert
En iyi gelişim: İsmail Köybaşı
En nirvanaya gidiş: Manuel Fernandes
En kaptan: Tomas Sivok
En saygı duyulası: Fabian Ernst
En evlat: Necip Uysal
En filozof: Cenk Gönen
En iyi görsel efekt: Ricardo Quaresma

En "özel" adam: Carlos Carvalhal
En "ciğer" adam: Roland Koch
En “Beşiktaş” anları: Dinamo Kiev karambolu & Stoke maçında Turksat 3A'ya çarpıp kaleye düşen top

En iyi 11;

Sağın Muhafızı

Luce’nin yeğeni Pancu, 1.5 senedir top oynamamış Guinti, ihtiyar Zago gibi Kaan Dobra da; 100. yılın Beşiktaş'ına son derece “beklentisiz” şekilde transfer olup, rekor puanla şampiyon olan takımın önemli çarklarından biri haline gelmişti… Belki de o sezonun başında 5’lik AEK faciası yaşanmasaydı; Luce 3-5-2 varyasyonlarına geçmeyecek, Kaan Dobra da kendisini böylesine öne çıkaracak bir sisteme hiç kavuşamayacak, şimdilerde adı en fazla Niyazi kadar anılacaktı…

Bazen bir oyuncu gelir; asıl mevkisine artı olarak başka pozisyonlarda da oynayabilir. Üstelik o ekstra mevki özelliği; takımdaki büyük bir eksiği giderecek niteliktedir… Böyle durumlarda sıradan, beklentisiz bir transfer; birden takımın en değerli oyuncusu haline gelebilir. Tıpkı 100. yılda Kaan Dobra da ve tıpkı şimdilerde; bundan 1.5 yıl önce Quaresma’nın yancısı gözüyle bakılan Hilbert de olduğu gibi…

Geceleri uyurken bile “sağbek” sayıkladığım dönemde gelmişti Hilbert… Arka direğe kesilen her ortanın tehlikeyle sonlandığı bir sezon geçirilmesine rağmen; hala bir sağbek adı geçmiyordu. Oraya namzet iki savunmacının ise (Toraman, Erhan) hücumsal bazda takımın kırık dişi olabilirlerdi… Roberto Hilbert’le Beşiktaş yazısını yazarken; “Alman’dır, onların en vasat ortasahası bile; bu topraklarda yetişmiş defanslardan daha fazla savunma bilgisi vardır. Üzerine bir de hücum yetenekleri derken, aranan sağbek olabilir mi?” tarzında kısa bir not düşmüştüm. Temiz kalpliymişiz vesselam…

Ama doğrusunu söylemek gerekirse, bu kadarını da beklemiyordum. Hani Football Manager tabiriyle, sağbek ışığı en kötü turuncudur diye düşünürken; adam direk yemyeşil çıktı… Öncelikle işin savunma kısmında, mükemmele yakın bir sağbektir Hilbert. O sağbeke geçtiğinden bu yana, ters kademe eksikliğinden bir gol yediğini hatırlamıyorum Beşiktaş’ın. Geçen sene belki atladığım vardır da, bu sene Hilbert sağbek pozisyonuna geçtiğinden beri; sağ direk etrafındaki bir kademesizlikten dolayı gol yemedi Beşiktaş. Bir tane var: İBB’den Tevfik’in golü. Ama orada da hatırlanacağı üzere Hilbert, taktiksel bir hamleyle ön tarafa atılmış; beke Toraman kaydırılmıştı…

İşin hücumsam tarafında ise sayısal verileri şöyledir: 2 gol, 1 asist, 2 asist öncesi pas… Sonuçlar bir sağbeke göre fena değil, ama özellikle asist bazına daha iyisi olabilirdi. Bunun iki nedeni var. Birincisi: Hilbert’in direkt pas ya da ortalardaki isabetsizliği. İkincisi ise; Beşiktaş’ın takım olarak hücumsal çoğalmaları daha yeni yeni kavramaya başlaması… Nitekim, son Karabük maçındaki Beşiktaş buna benzer performansları sürdürecek olursa; bu durum Hilbert’in istatistiklerine de büyük etki sağlayacaktır. Zaten, Veli bir metreden kafayı içeri atsaydı; asist sayısını 2’lemişti bile…Hilbert’in bir sağbek olarak savunmadaki başarısı, topla ileriye kat edişleri, önsezileriyle yakaladığı topları direkt orta sahaya kullanarak, yeni atak başlangıçlarını oluşturması tamamdı. Kaleye yakın bölgelerdeki “son pas” eksikliği söz konusuydu, ancak son dönemde o konuda da gelişmeler kaydettiğini görüyoruz… Mesela artık “gelişi güzel” ortalardan sakınıyor; şayet içeride boşta birini görmezse, cepheye doğru ölümcül “yerden paslar” bırakmayı yeğliyor… Kısacası, artık hücumda da en az savunmadaki kadar sakin ve kararlı gözüküyor.

2012’nin ilk yazısı, benim için 2011’in en iyi çıkış yapan oyuncusu hakkında olsun istedim. Bedelsiz, sıfır beklentisiz geldi… Haliyle cebinde de sıfır krediyle forma giymeye başladı. Sırf bu nedenle, iyi bir sezon geçirmesine rağmen adı gönderilecekler listesinden düşmedi… Buna rağmen şu sıralar, takımda adı direkt yazılacak hatta ve hatta Avrupa’da sağbek denince akla düşecek biri haline geldiyse; bu tamamen kendi çabası ve iş ahlakı sebebiyledir. Game of Thrones’u aratmayacak şekilde dönen futbol dışı etkenlere rağmen; Robb Stark gibi kendini kabullendirmiş, Beşiktaş’ta Sağın Muhafızı olmuştur Hilbert…Böyle giderse, o tahtan kalkacağa da pek benzemiyor...

Arka Sayfalardan;
10 Haziran 2010 Tarihli Yazı: Roberto Hilbert'le Beşiktaş



2. fotoğraf; TribunDergi.com Futbolcular Serisi'nden...