Şanlı Beşiktaş’a Dönüş


Yarın akşam bir derbi maçı var, çoğu Beşiktaşlı için anlamsız. Aslında bu tip puantaj açıdan “anlamsız” derbileri çok yaşadık ama bunlar asla “değersiz” olmuyordu eskiden… Bir hevesle beklenirdi, takım ne kadar kötü olursa olsun “alırız maçı!” umudunu taşır; sonucu olumlu olursa sadece bir derbi galibiyetiyle bile, ardından gelecek günleri “ağzı kulağında” deyimini yaşayarak geçirirdik. 3-4’lük Pancu maçı, böyleydi mesela… Kaybedersek;  “olsun, takım kötü ağabey ne yapalım, artık seneye…” der yolumuza bakar, Amokachi’nin, Kuntz’un, Şifo Mehmet’in bireysel performanslarını avuntu olarak cebimize koyardık…

Şimdilerde maalesef o kadar masumane umutları, heyecanları taşıyamıyoruz. Çünkü Beşiktaş’ın; ‘derbi performansı, lig durumu’ gibi sportif eksenin çok ötesine geçmiş sıkıntıları mevcuttur. Yarın sonuç ne olursa olsun Beşiktaşlı olarak; “UEFA’nın kararı bekleniyor… ; X futbolcu yine bir dava açtı!...” gibi haberlerden kurtulamayacağız. Başarısızlıktan sonra “olsun, bir dahaki maça” ya da “önümüzdeki seneye artık…” cümleleriyle özetlenen naif duygular bile yetersiz kalıyor. Çünkü artık önümüzdeki seneye değil, “önümüzdeki yeni Beşiktaş’a” odaklanmamız ve yapılması muhtemel reformları kabullenmemizden başka çare kalmamıştır.


Elbette yeni yönetimin bu tip hali hazırda reform planları vardır. Fikir alımı noktasında İbrahim Altınsay’ın baş aktör olması, bu yola umutlu girmemizi sağladı diyebilirim. Ben de, gününün yarısından fazlasını Beşiktaş’ı düşünerek geçiren ve “Beşiktaş ne yaptı da bu duruma geldi?” sorusunu cevaplayacak kadar, tüm yaşananlara vakıf olmuş biri olarak kendimce yapılması gerekenleri yazayım.

Maddi çöküş yaşanırken, insanlar tamamen verilen bonservis fiyatlarına odaklandı. Oysaki oyunculara verilen maaş ortalamasının çok yükseklere çıkması, Beşiktaş’ın zaten dolu olmayan kasasını toprak altına iten ana etken olmuştur. Yani aslında; dile pelesenk olan Tabata’ya verilen yüklü bonservisteki yanlış; çok sevilen bir oyuncu olmasına rağmen, 32 yaşındaki Ernst’le “maç başıların da eklenmesi durumunda” yıllığı 3 milyon Euro’ya varabilen “3 yıllık” sözleşme uzatmak da, bir o kadar yanlıştı.

Maaş ortalamasının yüksek olması; gelecek oyuncuların da otomatikman değerinden fazla sözleşmelere imza atmasına neden oldu. (Hilbert 1.4 milyona değil de, 700-800 bine oynayabilecek bir oyuncuydu mesela.) Ayrıca, takımda düşük bütçeyle oynayan oyuncuların gereksiz ama aynı zamanda haklı olarak itirazları sonucu, takımla uyumlu haldelerken bir anda ayrılmalarına yol açtı. (Bobo, belki de Sivok.)

Şöyle bir durum da söz konusu; bir mevkide 3.6 milyon Euro alan, diğer bir mevkide ise yıllık 400 bin Euro alan adamı aynı anda barındıran bir takım, tam anlamıyla takım da olamaz. Çünkü sıkıntılı günlerde, kopukluk yaşanmasını imkân tanınır. “Quaresma ve diğerleri” sorununda olduğu gibi, birçok kez maç içinde “takımı biz mi kurtaracağız?” durumları yaşanır…

“Yıldızlar ve diğerleri” gibi bir yapıyla oluşan takım, maaş konusunda olduğu kadar mevkisel kalite anlamında da kopukluk yaşatır. Orta sahalardan biri, iki kişi arasından çıkıp etkili pas verebilen bir adam (Fernandes) olurken; bir diğer tarafta topu boştayken alıp, iki kişi arasına giren oyuncular olursa, pek tabi bu adamlar göze batar ve tribünce fişlenirler. İdeal bir takımda; bir mevki 10 üzerinden puan olarak 8 alıyorsa, aynı takımda bir diğer mevki 4 ya da 5’lik olmamalı. Özetle; Ekrem ve Quaresma aynı takımda olmamalı. İkisinin arasında bir kalitede ve maaşla kurulmuş, dengeli bir takım en idealidir.

İkinci bir ihtimal daha yok; Beşiktaş yüksek maaş alan oyuncuların hepsinden (Quaresma, Simao, Almeida, Fernandes, Ernst, Holosko) kurtulmalıdır. Kolay değil elbet. Ama gerekirse sırf maaş ortalamasının düşmesi maksadıyla, tazminatla bile yollar ayrılabilir. Hatta sıra Hilbert’e bile gelebilir…  “Ama Ernst başbakan; Quaresma ve Fernandes’in etrafına iyi takım kurulursa…” vesaire gibi alternatif fikirleri üretecek zamanı ve parası yoktur Beşiktaş’ın maalesef. Zaten bahsi geçen oyuncuları artık tanıdık, Fernandes dışında “tek başına bir takımı değiştiren” tipte oyuncu değil hiç biri, Quaresma da dahil… Zaten, elde paraya çevrilmesi tek muhtemelen adam olan Fernandes’i tutmanın ayrıca lüksü yok. Beşiktaş, teklif gelip de vermek istemediği oyuncularla daha sonra bedavadan yollarını ayırmıştır genellikle. (En çarpıcı örnek Bobo)

Bahsi geçen oyuncuların gitmesi durumunda, 15 milyon Euro’luk maaş eksisi ortaya çıkıyor. Her yıl otomatikman -15 milyon Euro… Bu bile birçok dengeyi değiştirir. İyi bir scout sistemiyle; o meblağın 3’de 1’iyle eksilen mevki boşlukları, daha geleceği olan ve daha “aç” oyuncularla doldurulabilir. (Geçmişe baktığımızda, Beşiktaş’ın “sıradan” transferlerinden daha çok fayda aldığı da bir gerçektir. Örneğin: Pancu, Guinti, Bobo, Münch vs…) Zaten yeni yapılanma, arama-tarama ekibini elzem kılıyor. Menajerlerin kucağına düşüp, 300 bine oynayacak adama 1 milyonla imza atmak ve bir o kadar da menajerlik parasını ödemek yerine; akılcıl scout transferleriyle, çok daha kaliteli oyuncular bulmak hatta oyuncunun “kalesinin” de altında bir parayla oynatmak mümkün olabilir. Bu tip tek bir transfer artısı bile, o scout ekibinin tüm masraflarını karşılar muhtemelen.

Arama-tarama ekibinin oluşturacağı oyuncu havuzuyla, adam satmak da o kadar kafa karıştırıcı olmaktan çıkar; çünkü yedeği hazırdır… Aynı zamanda, her hangi bir oyuncu ihtiyacında seçenekler de hazırdır. (Seçeneği olmayan 8 milyon Tabata’ya veriyor, seçeneği olan ise aynı yıl Javier Pastore’ye 5.5 milyon…) Böyle olunca, 1-2 milyonluk kâr bile düşünülerek, oyuncu satmaktan kaçınılmamalıdır durumlar düzelene kadar. Beşiktaş borçlarını düzenli şekilde ve rahatlıkla ödeyen bir kulüp olana kadar, hiçbir ek gelire hayır dememesi gerekiyor.

Bir diğer önemli reform da, yerli transfer bazında gerçekleşmelidir. Yurtiçinde asla transfer yarışlarına atılmamalı, öncelikle alt yapısından oyuncu çıkartmaya odaklanmalıdır Beşiktaş. Kaldı ki Muhammed Demirci gibi "Guti pası" atmaya başlayan, Erkut gibi 'topla tereyağ gibi eriyerek akan', Hasan Türk gibi 'öz hakiki orta saha tanımını yapan' yerliler de parayla bulunamaz aslında... Ancak ve ancak, alt liglerde potansiyel olan oyuncular hedef olabilir (kaçan fırsat Okay Yokuşlu’da olduğu gibi…) “Alternatif olsun” gözüyle alınmış ve gereksiz şekilde kadro şişliği yaratmış oyuncuların da, bu maddi çöküşte tuzu vardır. Mesela, hiç göze batmayan Mehmet Akyüz transferinde Beşiktaş, bu sene 1.5 milyon TL ödeme yapmış (ya da hala yapacak), gelecek iki yılda da oyuncuya bir 1.5 milyon daha taahhüt vermiştir. O alternatif sıfatına vasat bir yerli transferi yapmak yerine, alt yapıdan Ali İhsan getirilmiş olsa; Beşiktaş’ın cebinden en az 1.5 milyon Euro çıkmamış ve hiçbir şey kaybedilmemiş, belki çok genç bir oyuncuyu erkenden kazanmış olacaktı…

Velhasıl; Beşiktaş önümüzdeki yıldan itibaren maaş ortalamasını düşürmüş; yerli oyuncuda daha çok alt yapıya odaklanmış; yabancı transferde arama-tarama ekibi ekseninde bulunacak geleceği olan ve hesaplı oyunculara yönelmiş bir kulüp olmalıdır. Teknik direktör transfer edilecek oyuncudan ziyade, transfer edilecek “mevkileri” belirlemeli; söz konusu ekibin çıkaracağı havuz içersinden, ihtiyacına göre seçimini yapmalıdır. Böylece hoca; gereksiz şekilde yüklenilmiş “transfer sorumluluğundan” kurtulup, takımına vereceği teknik ve taktiksel katkılara odaklanacaktır.

Bu “daralma” durumunun taraftarca kabul edilmesinde de yol bellidir aslında. Düşük bütçeyle yoluna devam edecek Beşiktaş’a, yine düşük bütçe karşılığında taraftar desteği istenmelidir. Kombinelerde, bilet fiyatlarında, ürünlerde ciddi indirimlere gidilip, taraftarın gönlü pekâlâ hoş tutulabilir, “kurtuluş” yolunda taraftarın da var olduğu mesajı verilebilir… Beşiktaş şuana kadar hep “taraftar-takım” birlikteliğini sağladığı sezonlarda başarılı olmuştur. Son dönemde bu kaybedildi ve İnönü, deplasman olmaktan çıktı. Öyle ki, Fenerbahçe bu sezon deplasmanlarda Beşiktaş’tan sadece 1 puan fazla alırken; iç sahada yakaladığı performansla şampiyonluk yarışında…

İsim için değil “Beşiktaş için” maça gelmiş ve stadı doldurmuş taraftar desteği, bu yenilenme sürecindeki düşük profilli takıma önemli katkılar yapabilir. Bir takım içeride oynayacağı 17 maçtan 15’ini kazanırsa, otomatikman zirvede kalacaktır nitekim… Kadronun nispeten “dengeli” kurulduğu, beklentinin yükselmediği, maçlarda takımı canlandırmayı kendisine görev bilmiş taraftarın “Gel bu sene son verelim dertlere!” tezahüratıyla girdiği ve bu birlikteliğin yakalandığı son sezonda, Beşiktaş şampiyon olmuştu. Sonrasında hem o denge, hem de o tribün mayası bozuldu…


Beşiktaş’ın anlamını ilk kavradığım dönemlerde “Haydi bastır Şanlı Beşiktaş!” sloganı çok meşhurdu. Hemen her maç, tribün farkı gözetmeksizin her birlikte söylenirdi. “Şanlı” sözcüğü, o zamanın Beşiktaş’ına çok yakışıyordu. Başarısız olmasına, başarısızlıklar da görüyorduk; Denizlispor gelip 4 atıyor, akabinde küme düşmüş Şekerspor Beşiktaş galibiyetiyle lige veda ediyordu vesaire… Ama bu kadardı... Beşiktaş’ın adında değişen bir şey yoktu. “Beşiktaş” deyince aklımıza kendini tatmin edip kaçan bir başkan, borçlar, davalar vs. gelmiyordu. Sonuç ne olursa olsun, Beşiktaş’ın olduğu yerde hep bir umut, hep bir heyecan vardı.

Aslında kemer sıkma politikası sonucu, ille de “şampiyonluktan vazgeçmek” anlamını taşımıyor. Türkiye’de şampiyonluk ‘hava yakalama’ işidir daha çok ve elbette takımdaşlık... Ben “beklentisizlik” içersinde başlanacak ve iyi yapılandırılmış bir takımla, Beşiktaş’ın şampiyonluğa bugünlerden daha sıkı oynayacağına inanıyorum. Tabi bunun için öncelikle, yeni amaçlara uygun vasıfta bir teknik direktör bulunmalı…

Tüm bu reformlar gerçekleşti, Beşiktaş yavaş yavaş en azından maddi ve kulüp anlamında sıkıntılarını aşmaya başladı ama varsayalım şampiyonluktan uzak kaldık, hatta 10. falan olduk… Sırf Beşiktaş’ın adını kurtarmak, yeniden “şanlı” sıfatıyla anmaya başlamak, “Beşiktaş” denince aklımıza sadece ilk aşkımızın geleceği günlere geri dönmek için; artık bazı şeyleri kabullenme ve feragat etme zamanımız gelmiştir. Şahsen ben, “sadece mağlubiyetlere” üzülmeyi bile çok özledim…

Az çok 90'ları da, "3. sayfadan 1. sayfaya geçiş" projesindeki 2000'lerin Beşiktaş'ını da yaşamış biri olarak; eski Beşiktaş'ın daha güzel olduğunu söylebilirim. Belki bize Hasan Şaş'lar, Tarık Daşgün'ler değil; Murat Alaçayır'lar, Bayram Bektaş'lar geliyordu. Gelen yabancıyı ancak sahaya çıktığında tanıyor, nasıl bir oyuncu olduğunu öğreniyorduk. Bazen kazma çıkanı da oluyordu ama canı tatil istediğinde rakibe tekme atanı yoktu... Ve inanın daha mutluyduk... Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak belki ama zaten biz "daha da eskisini" arıyoruz aslında Beşiktaş için.

Gerçek Hayattan Alınmıştır

En son söyleyeceğimi, en başta söyleyeyim: Futbolla ilgilenmeyen insan, gidip en yakın mezarlığa yatmalıdır bence… Ağır oldu evet, ama gerçekten çok şey kaçırdıklarının farkında değiller. Bazen öyle maçlar oluyor ki; “gerçek hayattan alınmıştır” denen filmleri hiç aratmıyor, hatta gerçeği o an orada yaşanırken, biz de izliyoruz. Tıpkı bu akşam olduğu gibi…
Bakırköy de değil de, Londra’da dünyaya gelip Chelsea taraftarı olan bir şahsiyet olsam: Terry’nin kırmızısından sonra televizyonu kapatırdım muhtemelen. Daha sonra Ramires’in attığı şaheserimsi golü kaçırdığımı fark ederek, başımı ota sokardım… Ekran başında istemsiz şekilde alkış tutmam nadirdir, Ramires’in gol vuruşundan sonra kendimi o pozisyonda buldum.

Barça yine yenilikçi bir sistemle sahadaydı. Topla buluştuktan sonra 3-3-4 halini alan (hatta kenar savunmacılar bile hücuma destek veriyordu), top rakibe geçtiğinde yine ani prese başlayan, alan savunması gerektiği kısa zamanlarda ise Busquets’in gizli stoper rolüyle, savunmayı 4’lediği bir formasyon… Ama sonuç olarak, en değerli gol yolu aynıydı: Messi – Iniesta bağlantısı…
Chelsea, maç boyu bunu sağladı aslında ve turu getiren ana etken de bu oldu. O bağlantı bir kez gerçekleşti, o da golle sonuçlandı zaten. Iniesta plaseyi yaparken, sanki dünyanın en basit işiymiş gibi gösterdi... Onun dışında, Barça her ne kadar 90 dakika boyunca rakibi çevreleyip, alman kale oynasa da; ceza sahası içinde etkinliği düşüktü. Villa’ya gelmeden, Maxi Lopez bile arandı esasında… Barça, söz konusu futbolsa Rönesans merkezidir. Ancak, kalıplaşmış bir gerçek vardır ki; futbolda mutlaka “ceza sahası forveti” ihtiyacı doğacaktır. Barça’ya da birkaç maçtır böyle oluyor…

Guardiola bu sorunu Keita hamlesiyle çözmeye çalıştı. Nistepen kale alanı çevresine koşu yapabilecek isim olarak, o vardı kenarda… Lakin, Cuenca – Tello hamlesini biraz telaşlı bulduğumu söyleyebilirim. Hazır Chelsea’nin hiç çıkmaya niyeti yokken, oyundan Puyol alınabilir; Cuenca pekâlâ sol savunmacı (aslında maçın aldığı halle, 2. sol açık) rolünü üstlenebilirdi… Ama sonuç olarak, gol pozisyonuna girme sorunu yaşanırdı yine de.

Drogba’nın sıfırdan gol girişimi yapması, "yapılmışını" yani Ibarbo’nun Catania’ya attığı muhteşem golü hatırlattı… Sonrasında 2. sol bek oldu zaten oyun akışında. Yerine giren Torres, ayağına aldığı her topu rakibine teslim etti; onlardan birinde “hay bu işin…” diyerek koşuya devam edince, uzaklaştırılan topu önünde buldu ve fişi çekti… Böyle maça da böyle son yakışırdı.
Futbolsever olarak, finalde yeni bir El Clasico görmek isterdim. Ama Chelsea, bu maçtaki savunma mücadelesiyle turu hak etti. 10 kişi kalıp, 2-0 geriye düşüp, o psikoloji altında pür dikkat alan savunması yapmak (iyi savunma, iyi hücumdan da daha zordur bana göre) büyük iş… “İzlerken yoruldum” tabirini yaşadım, maç sonunda sağ bacağıma kramp girmişti resmen…

Chelsea, yıllar evvel 10 kişiyle sağlam durmayı Beşiktaş’tan öğrenmiş olabilir. Keza, Barça’nın 3-3-4’ümsü 3-5-2’sini de ilk Beşiktaş oynadı kendilerine karşı: Khlestov – Ümit – Erman / Karhan – Tayfur – Deli İbrahim / Nihat – Ahmet Dursun – Nouma – Münch… Bizim Mascherano’muz Ümit’di, Cuenca’mız da Nihat… Ama Nihat daha gelecek vaad ediyordu sanki. Zaten maç sonu Kluivert : "8 numaranız, neden büyük liglerde oynamıyor?" diye sormuş; iki sezon sonra hakikaten o büyük ligde Ronaldo'yla birlikte gol krallığında ikinci olmuştur Nihat...

Tamam, işi bir tarafından her seferinde Beşiktaş'a bağlayarak saçmalıyor ve abartıyorum. Ama ne yapalım, şu sıralar Beşiktaş’ı ancak nostaljilerle anmak istiyor insan…

Klasik Olmayan El Clasico

Messi maçı 1 şutla tamamladı, aslında bu her şeyin özeti olabilir. Guardiola’nın maça olan odaksızlığı, takıma da yansımıştı tamamen. Özellikle hücumda çoğalmak adına, Barça’yı uzun zamandır ilk kez bu kadar kısır gördük sanırım. Mesela Alves, Sevilla günlerinde olduğu kadar gelişi güzel orta yapmak durumunda kaldı çoğunlukla… Çünkü bugün hem kaleye yakın yerlerde topla buluşamıyor, buluştuğu zaman da mutlaka Real Madrid kademesiyle karşılaşıyordu…

Öteki yakada ise Tello seçimi ilginçti, ama anlaşılırdı. Süre aldığı maçlarda sol çaprazdan topla buluşma ve bunları gol yapma ortalaması, Guardiola’nın aklına saplanmış olsa gerek… Messi’nin rakip defansı küme halinde üzerine çekip, sola bıraktığı nefis derin topları düşününce; kafamda Tello’ya bir gol yazmıştım maç öncesinde. Ama olmadı…
İlk yarı boyunca, Quaresma model çizgiye saplandı durdu Tello. Böylece merkezde ileriye koşu yapacak isim olarak bir Iniesta kaldı Messi’nin dışında… Oraya Xavi desteği geldiği vakit, Alcantara orta sahada yalnız kalıyordu. Bu da, kontratak için pusuda bekleyen Real Madrid adına çok büyük fırsattı… Müthiş bir taktik futbol izledik Real Madrid’den bugün, üstelik tekmesiz… Org familyasından Pepe bile, en masumane kartını alarak maçı tamamladı. Kendi kalesine oldukça yakında savunma yapmalarına ve bunu “takım halinde” (Benzema da dahil) gerçekleştirmelerine rağmen; topu geri aldıklarında da çok hızlı çıkmayı ve çoğalmayı beceriyorlardı. Hoş, bu ataklar çoğunlukla “şut tuşu basılı kalmış” Benzema’da sonlanıyordu.

Ronaldo da en iyi El Clasico’sunu oynadı diyebiliriz. Ki, ben topu sağ ayağına alamadan bitirdiği Barça maçlarını bilirim… Topsuz oyunda müthiş disiplini dikkat çekti; Coentrao’nun önünde pozisyonunu aldı mutlaka. Hücumda ise tek kelimeyle mükemmeldi. Hepsi çok kritik dakikalarda olmak üzere, toplam 5 faul aldı. Gol dışında da çok önemli katkılar sağladı “taşıyıcı” özelliğiyle…

Guardiola’nın bugünkü hamlesizliği çok ilginçti, maça çok konsantre değildi belli ki. Normalde, ikinci yarıya Tello – Pedro değişikliğiyle girerdi mesela… Ya da, stoper olduğu kadar aynı zamanda La Liga’nın en iyi “hedef santraforlarından” biri olan Pique’yi sahaya sürebilir; Messi’nin karşısına pas atan bir duvar örebilirdi… İlginç bir “kabullenmişlik” vardı. Bugünkü El Clasico’nun ‘klasik olmayan’ önemli noktalardan da biri buydu zaten: Barça’nın odaksızlığı… Hem Salı günü, hem de Şampiyonlar Ligi finalinde böyle olmayacaklardır nitekim.
Tello, iki net gol kaçırdığı “şampiyonluk maçında” kenara alınırken; tribünlerden alkış sesi yükseldi… Orasıyla, buradaki alt yapı farkı sadece taktik, taktik, eğitim vs. detayları değil. Felsefe çok başka… “Gitsin Sporting Gijon’a 1 sene kiralık da, Barcelona’nın büyüklüğünü anlasın!!!” kafaları yok mesela orada. Onlar da biliyorlar ki, normal şartlarda Tello bunlardan en az birini içeri atar, ya da bu kadar kötü vurmaz. Çünkü o yaş, kız arkadaştan gelecek sms cevabında bile heyecan yapma yaşıyken; adam El Clasico oynuyordu…

Maçın en güzel hareketi, Barcelona golü öncesinde Iniesta’nın topu Tello’ya bırakışıydı… Zaten o pastan sonra,  pozisyon golle sonlanmalıydı bir şekilde. Öyle de oldu… Ronaldo’nun golünde ise, eski derbilerde henüz meşaleler yanarken atılan kontra golleri hatırladım. Sverrison’u mesela ve hatta Tuncay’ı… Hevesi kursağa gömen bir goldü, zaten sevinci de o yöndeydi. “Bir sakin olun, daha ben varım…”. Narşistimsi bir hareket de olsa, oldukça havalı gözüktü açıkçası.

Bugün maçı izlemediğimden, Beşiktaş yazısı olmadı. Ama El Clasico sonucunda Beşiktaş'ı da ilgilendiren bir sonuç çıktı; ceza sahasında çoğalmazsan (özellikle kenarlardan) merkezde Messi'in de olsa, kilitlenirsin...

Şimdi Değilse Ne Zaman?

Akşam TRT3’de Tümer Metin Özel Programı vardı; en güzel 20 golünü döndürdüler falan… İzlerken, kendisine hala uyuz olduğumu ama aynı zamanda hala biraz sevdiğimi farkettim. Sıralamanın üstünde bir yerde, Alkmaar’a attığı gol vardı. Hani şu topun gelişine sol üstle vurduğu… O golü anlatmadan önce “şimdi yorumcu olarak anlıyorum ki, bir yorumcunun sahadan gelmiş olması lazım. Yoksa bu gol şans golü gibi gelir ama değil…” diye söze girdi.Ben o an, ne anlatmak istediğini anladım. Vuruş öncesi; top rakipten sekerek geldiği için, havada ekseni etrafında dönüyordu. Öyle bir top işi hem kolaylaştırır, hem de zorlaştırır. Ayağa oturtmak zordur ama oturursa, alacağı falso otomatikman gerçekleşir ve ampul gibi içeri girer…

Tümer de aynısı söyledi sonra, tabi daha hafifletilmiş şekilde. Demek ki, olan biteni görmek için ille de profesyonel top oynamak gerekmiyormuş. Biz de 5 yaşından beri iyi kötü topa vuruyoruz sonuçta, kutu kola ile maç yapmışlığımız azdır… Topa yeterince dokunmuş olmak ve manyaklık derecesinde maç seyretmek; sahadaki ufak detayları çözümlemeye yetebiliyor.

Mütevazı olmak gerekirse, ben çözerim mesela… Nitekim yine aynı listede olan Tümer’in Samsun’da iken Antalya’ya attığı bir gol vardı; o andan itibaren Beşiktaş’a gelmesi için dua etmiştim. Çünkü topu o şekilde, uzak direğe vurabilen bir insan; topa hükmediyor demektir. Topa hükmeden insan, aynı zamanda çok iyi pas da atar, uzun top da, duran top da… Zincirlemedir bu işler.

Neyse, ben aslında A2’den bahsetmek istiyordum, nereye geldim. Hah, şuna dem vuracaktım: Farz-ı misal, ben yeterince A2 takip etmeyen hatta “Sergen çıktı da oynatmadık mı?” diyecek kadar bu mevzudan uzak saflarda yaşayan biri olsam bile, son maçın kısacık özetini izlediğim zaman, hemen bir “ulan!?!” ifadesi belirirdi suratımda… (İşin içine “ulan” girmese, klasik “yazar ne anlatmak istiyor” sorusu olur, ÖSYM kullanırdı paragrafı.)

Tümer’den sonra, gözler öyle bir şutu atacak yerli orta saha görmezken; Hasan Türk neden hala bunca maç trafiğinde, bunca anlamsızlaşmış ligde süre almaz? 2009 itibariyle futbolculuğunu toprağa vermiş Holosko yerine, tek başına kontratak yapıp; nefis paralel topla işi sonlandıran Kadir Ari, neden çıkıp “kenar forvet” tanımını yapmaz A Takım’da? Neden seneye bu takımda olmayacakları alenen belli olan forvetlerin yerine, Bergkamp plasesi yapan Ali İhsan; son 20 dakikalarda da olsa sahaya atılmaz?

Evet bunları sadece, güzel yorumcularımızdan Rivaldo’nun paylaştığı kısacık özetle bile söyleye bilirim. Varın, birkaç yıldır aynı isimleri takip eden birilerinin halini siz düşünün…

Beşiktaş'ın önünde artık çok önemli olmayan beş adet derbi var. Ancak unutulmasın ki, o çok önemli olmayan derbiler, bazı genç oyuncular için nefis bir kariyer başlangıcı adına fırsat olabilir. Nihat Kahveci'nin, bir Galatasaray maçıyla kendini camiaya kanıtladığını unutmamak gerek. Şimdi değilse ne zaman?

Rüzgar Ekenler

Maç, maç olmaktan çıkınca; üzerine konuşmak, yazmak hem çok zor, hem de çok kolay... Kolay; çünkü anlatacak teknik detaylar anlamsız kalıyor, yalınlaşıyor. Zor, çünkü aslında anlatacak da bir şey kalmıyor… O yüzden, en iyisi bodoslama bir yazı yazmak; varsın bir kırmızı da bize çıksın, Hilbert gibi yürür gideriz.

Toplumda şöyle bir algı var (ya da o şekilde yönlendiriliyorlar): Ağır yüklenilen bir hakemin, kritik kararlarına bakılır ve sonuç olarak “e ona ofsayttan gol vermiş, buna da kırmızı vermemiş, ne olacak ki?” gibi eşitleme yöntemiyle olayı kapatırlar. Halbuki bir maçı katletmek, detaylarda gizlidir. Cem Papila’nın kırmızıları tartışıldı mesela sürekli zamanında. Halbuki orada asıl mesele; işin o raddeye gelmesindeki cinnet sebepleriydi. Pancu, 15 dakika yerden kalkamamış, buna rağmen hiç faul çalınmamıştı mesela. Hatta onlardan birinde, dönen topta Serkan gol atmıştı…

Bu maçta da, Melo’nun ofsayttan attığı golde hiç değilim. 20 santimlik iş, çözülmeye bilir. Lakin, bu maçta da inceden taktir hakları sürekli Beşiktaş aleyhine kullanılarak, oyuncular sapıtma noktasına doğru itildi. Mustafa Pektemek, yarım metreden yukarı sıçradığı anda; hemen faul çalındı mesela… Keza, orta sahada kapılan birçok topta da öyle. Gelişme eğilimdeki ataklar, sürekli rakip atağa dönüşünce; kan beyne gitmemeye başlıyor elbette… 4. hakemin bile yanlış kararlarda tuzu olduğu bir maç daha hatırlamıyorum. Bir an, gözlemcinin sahaya inip “at şu keli! (Ernst)” falan diyeceğini sandım. Bugün hiç gereği yokken, sürekli rüzgar ekildi. Sonucunda da, yine hiç gereği yokken fırtına biçildi... Cinnet halini almak, insanı haklıyken de haksız duruma düşürür.

Galatasaray’ı ceza sahasına sokmadan, mağlup olmak için; elbette sadece hakem değil, bazı Beşiktaşlıların da katkısı gerekiyordu. Bunlardan biri Quaresma’ydı nitekim. Maç boyunca; yine taç çizgisi demirden oldu, kendisi mıknatıs... Tamam, bugün sırf Quaresma’nın pozisyonuyla 1 dakika da olsa oynamayışıyla bile (son Galatasaray maçında, sağa geçince iki asist yapmıştı; bugün orada 10 saniye oynamadı mesela); hocalıkla alakası olmadığını kanıtlamıştır Tayfur Havutçu. Ama bir insan hiç mi oyun akışı içersinde, sahanın farklı bölgesine geçiş yapmaz? Fernandes’in pas vermediği pozisyonda bile, bom boş kalmasına rağmen çok geç yaklaştı olaya. Sonra bir de uçan tekmesi var tabii… Hakemin Beşiktaş lehine tek kararı gibi gözükse de, istatistikler bunun pek de “lehe” olmadığını gösteriyor aslında. Bkz: Bursaspor deplasmanı.

Holosko’ya bakarak, futbolda en kötü sakatlığın “kendine güvenini kaybetmek” olduğunu görüyorum. Bacak kırılmasından, bağ kopmasından bile daha beter. Direkt bitmiş yani, top oynamaktan artık zevk almıyor, acı çekiyor gibi. Vursak mı ne yapsak?

Bugün iki oyuncu da kendini kanıtlamıştır. Birisi sahadayken: Pektemek. Her yönüyle mükemmel bir forvet. Tekli, çiftli falan fark etmez. Beşiktaş’ın 1. santraforu, Mustafa Pektemek’tir. Bugün her iki kanat da çöptü, başka yaklaşan da yoktu. Harika oyunu heba oldu. Rakip kornerden gelen topu göğüsle kontrol edip, karşı atağa geçmesindeki güveni yeter... Çoğu faulle kesilse de aldığı uzun toplar, sırtı dönük oyunu, adam eksiltmeleri, en önemlisi "statik" kalmaması, sürekli oyunun içinde olması vesaire... Ne yazık ki, kendisini pozisyona sokacak tek pas Muslera'dan geldi maç boyunca. Onun dışında, bir Beşiktaş klasiği yaşandı: "Forvetten, kaleci degajmanından gelen topu bir şekilde rakip kaleye sokmasını beklemek."

Bir de sahada olmadan kanıtlayan var: Necip. Veli çok fazla koşsa da, Necip kadar topu geri kazanmada efektif olamıyor. Beşiktaş Necip’le, orta sahada daha baskın olabiliyor ve diziliş olarak da daha bir “orta saha” düzeni alınıyor. Fernandes’in, Necip sahadayken performans artışı yaşaması, tesadüf değil mesela… Aksini iddia eden yerli bir orta saha çıkmadıkça, Necip oynar bu takımda.

Bu sene artık "gerilimi, heyecanı arttırma" planlarında olmamak için, bir play-off maçı daha izlemeyi düşünmüyorum. Havutçu'dan bir "genç atılımı" da gelmeyeceğine göre, "tak-tak duket" çeken yıldızımsıları izlemeye gerek yok.

Hilbert; adamın başkentisin.

Derbi Öncesi: Beşiktaş – Galatasaray

Öncelikle garip bir ruh halinde olduğumu söylemeliyim. Beşiktaş için pek “süper” olmayan final maçları başlıyor. Yine iddiam o ki, hala Şampiyonlar Ligi’ne katılma şansı da sürmekte. Lakin şu derbi öncesinde yeterince heyecan duymuyorum. Hafta boyu yayınlanan eski derbi maçları da pek gaza getiremedi bu kez…Sebepleri "Değişim?" adlı yazıda mevcut, tekrarlayıp sizleri sıkmayayım. Kağıt üstünde de olsa, Tayfur Havutçu ile 1.5 yıl meselesinde gönlüm hiç razı değil. Bu durumun değişmesi adına, Beşiktaş’ın başarısız olmasını mı bekleyeceğiz? O da mümkün değil… Ne istediğimi bilmiyorum açıkçası. En güzeli, yarın akşama arkasını düşünmeden sade bir derbi gözüyle bakmak ve her zamanki gibi Beşiktaş’ın kazanmasını umut etmek… Durum ne olursa olsun, Terim’i mağlup etmenin hazzı bir başka olacaktır.

Maça gelecek olursak; yarın akşamın galibiyet yolunu, normal sezonda oynanmış her iki Galatasaray derbilerini gözümüzün önüne getirerek bulabiliriz.

İlk maçta Beşiktaş’ın yaptığı iyi şeyler: Orta sahada baskı (özellikle kısa süre de olsa Necip’le olan bölüm), ceza sahasında zaman zaman çabuk çoğalma… Sonuç olarak sezonun en iyi derbi maçı oynandı, eski durum pek yok gibiydi.

İkinci maçtaki artılar: Quaresma’nın sağda (Hakan Balta’nın önünde) etkili olması, zaman zaman orta sahada topa sahip olma. Eksiler: Quaresma sağdayken Eboue’nin etkinliği, 2-2’den sonra ceza sahasına gömülüp, Galatasaray’ın baskı kurmasına verilen izin. Sonuç olarak, artılar eksileri götürdü ve kaybedildi.Demek ki öncelikle Quaresma’yı Galatasaray’a karşı solda oynatmamak gerekiyormuş, öncelikle onu sağa yazalım. Sola ise Veli’nin çekilmesiyle; hem Galatasaray’ın daha önce etkin olduğu bir koridor kapanıyor, hem de Veli ofansta daha efektif kullanabiliniyor. Böylece, Necip de orta sahadaki yerini alarak takımın pres gücünü arttırıyor…

Takımda koşan oyuncu sayısı üçe çıkınca, Fernandes daha fazla “incecilik sanatına” yönelebilir böylece. Sahi, bu kez Fernandes var ve hatta Hilbert… Beşiktaş artık her iki ideal bekiyle oyunu açabilecek; Fernandes’in de katkısıyla. Lakin Tayfur Havutçu’dan (Simao + Quaresma)-1 formülüne biat gelmezse, işler tersine dönebilir her an.

Şekildeki 11'le Terim, "what can i do? sometimes..." modunu açabilir. Zorunlu Mustafa Pektemek tercihi, yine Beşiktaş adına maçın artılarındandır bana göre. Tek bariz eksi ise stoper Toraman mevzusu gözüküyor. O da, orta sahanın ileride basması ve Galatasaray forvetlerinin kaleden uzakta tutulmasıyla bir nebze çözülebilir. Normal şartlarda Beşiktaş kazanır. Evet, allem ettik kulem ettik yine bu sonuca hoş geldik… İyi maçlar.

(Hayatım Futbol'da yayınlanan: Beşiktaş'ta sezon özeti, play-off öncesi yazısı.)

Bidon Kral

Vakt-i zaman bu “altın bidon” denilen zırvamsı ödül Milito’ya gidince içerlemiştim. Artık iç dökebilirim, şimdi onlar düşünsün… Zırva olmasının yanında, yine de Melo, Quaresma gibi “pahada ağır, performansta sıfır” olan adamların bu şekilde mimlenmesini anlarım. Ancak daha 1 yıl öncesine kadar, Inter’in aldığı tüm kupalarda final gollerini atmış (şampiyonluk maçında Siena’ya ve Copa İtalia finalinde Roma’ya birer, Şampiyonlar Ligi finalinde Bayern’e iki tane) bir adama, bocalama dönemine girdi diye hemen bidon-midon denmesi büyük ayıptı. Böyle bir şey ancak İtalya, Türkiye gibi tez canlı ülkelerde yaşanırdı zaten… Artısı olduğu kadar, "vefa İstanbul'da semt adıymış" tarzında eksi şeyler de yaşatıyor her iki ülkedeki bu "tutku & fanatizm" meselesi. Lakin, “komple forvet” temsilcilerinden ve Inzaghi’den sonra, yaşadığı sevinçlerle “golün hakkını en iyi şekilde veren” güzel insan Diego, 'bir ihtimal daha var...' demeye başladı bile… 2011 yılını 4 golle geçirirken, 2012 yılında müthiş bir çıkış yakalayarak; şuana kadar 16 gol attı Serie A’da. Ve gol krallığında oldukça iddialı hale geldi. (İbra 23, Milito & Di Natale 20). Inter kayışı koparmış durumda, artık rakip defanslar da pek ciddiye almıyor; puan için çıkıyorlar karşılarına. Bu da takımın forvetine yani, Diego’ya yarar. Yarışta avantajlı diyebiliriz İbra ve Di Natale'ye nazaran. Atın Bidon alarak girilen yılda, gol kralı olmak… Ona oy veren futbolseverler, tez zamanda curlingsever olurlar inşallah.

"Aslında her şey; çok formda gitmesine rağmen Dünya Kupası'nda kesik yemesiyle başladı." Ah be Maradona...

Bir Tutam Gilardino: Furkan Yaman

Şimdilerde iyi alıştık Avrupa’da Beşiktaş’ın gruptan çıkmalarına; ancak çok yakın bir zaman önce durum böyle değildi hatırlarsanız... Seri başı olunsa bile; o yıl şampiyon olacak Sevilla’yı ikinci, iki yıl sonra aynı kuşakla şampiyon olacak Zenit’i ise dördüncü torbadan çekme gibi “kura spazmı” geçiriliyordu. Ama mutlaka son maça bir şans bırakırdı Beşiktaş, tıpkı 2004 senesinde oynanan Parma maçında olduğu gibi…

Del Bosque, Beşiktaş’ı 4-6-0’la Ennino Tardini’ye çıkartmış; Türkiye’yi bu sistemle tanıştırmıştı. Tabi biraz garip karşılanmıştı bu durum en başta… O garipseme, Okan’ın erken gelen golüyle “işe yaracak sanki?” duygusuna dönüşse de; o maçta tanıştığımız tek şey 4-6-0 sistemi değildi, bir de Alberto Gilardino gerçeği vardı.Beşiktaş tam da golü bulmuş, maça da kalabalık orta sahası ve Sergen, Tümer gibi teknik ayaklarıyla hakim olmuşken; Türk spikerlerinin Avrupa maçlarındaki resmi gol yeme sloganı olan“ofsayt olması lazım!!!” cümlesi eşliğinde, Gilardino eşitliği sağlamış ve momentumu Parma lehine çevirmişti.

Ofsayt olması lazımdı aslında, ama olmuyordu işte söz konusu Gilardino gibi golcüler olunca… O nedenle Avrupa'da, “ulan ne top oynadık!” dediğimiz maçlarda bile arkamıza baka baka elenmişizdir çoğu zaman. Bizim için çok zor bir şeyken, rakipten birileri çıkıp gol atmayı çok kolay göstermiştir mutlaka. Çünkü biz gol atmayı meslek değil, genelde “hobi edinmiş” oyuncuları forvet bellemekteyiz aslında...

Türk topraklarında çok yetenekli oyuncular çıksa da; oyunun asıl amacı olan “iki direk arasına topu geçirme” işini layıkıyla yapanlarla nadir karşılaşıyoruz. Golcülük, sadece yetenek işi değildir çünkü… Zeka, ön sezi, soğukkanlılık gibi mental özellikler de gerektirir; bambaşka bir şeydir. Kendisini izlediğim ilk maçında; Furkan Yaman da "başka bir şey" gibi gözüktü gözüme. Gilardino familyasından gibiydi o da, gol atmak için yaşıyordu sanki…

Zaten istatistiklere bakınca da, neredeyse yürümeyi öğrenmeden gol atmaya başladığını görüyoruz. 14 yaş grubu günlerinden itibaren, her kademede mutlaka en azından maç başına 1 gol ortalamasını tutturmuş bir oyuncudur kendisi: U14’de 23 maç – 28 gol, U15’de 22 maç 22 gol, U16’da şimdilik 18 maç 18 gol…Topu aldığı anda, şayet kaleye yakınsa ve önünde makul bir yol varsa; direkt olarak gole yönelebilen bir oyuncudur Furkan. Her iki ayağıyla net gol vuruşları yapabilmesinin yanında, driplingleri de çok dikkat çekici. Belki teknik anlamda, her kategoride takım arkadaşı ve “gol yollarındaki yaveri” Tayfun Aydoğan kadar olmasa da; en azından boş alan bulursa affetmiyor, topla gayet iyi kat edebiliyor. Onu izleyince, Gilardino’yu anmamda ise iki temel sebep ise; gol sezisi (topun düşeceği yeri tahmin etme gibi) ve çok uzun boylu olmamasına rağmen, zamanlama ve kafa vuruşu tekniğiyle hava toplarındaki etkinliğidir.

Futbol, çoğunlukla “gol” demektir aslında… 0-0 bitmiş maçlara; içeriğinde ne olup bittiğine bakmadan bile “zevksiz maç” tanısı konmamız buna bir örnek. Gol, çabayı sonuca bağlamak demektir. Recep Çetin’in takozluğu, cengaverliği; Feyyaz’ın golüyle anlam kazanırdı mesela… Keza Hakan Şükür kafa ile gol atmayı, ters smaç yapmaktan daha zevkli bir iş olduğuna kanaat getirmeseydi; üç bücürlerden o kadar fazla bahsedilmeyecekti...

Velhasıl, golcülük güzeldir; Furkan Yaman da öyle... Elbette ki profesyonel futbola geçiş süreci zordur, bu istatistikler A Takım seviyesinde de sürer mi, onu bilemiyoruz. O ortalamanın yarısı sürse bile kafi... Ancak en azından, bunu sağlamak Furkan’ın çalışmasıyla ve doğru yaşamasıyla mümkün olacak, onu biliyoruz. Çünkü asıl gerekli olan yetenek ve golcülük genleri, kendisinde mevcuttur.

Kim bilir, başka bir yazıda kendisinden daha fazla bahsedebileceğimiz Tayfun’la birlikte yeni bir "İlhan-Tümer" olurlar belki de… Ayrıca soy ismi, manşetler için gayet de uygun: “Kartal Furkan’la Yaman: 5-1” falan…

Değişim?

Futbol basit bir oyundur. Yeni bir teknik direktör gelir, ama transferlerden pek haberi olmaz ya da transferlerin üzerine gelmiş olur. Çarpık bir kadro kurulur, “al götür” denir. Kısa bir dönem de olsa işler iyi gidiyor gibi gözükür… Hatta Avrupa’da da başarılı olunur. Ancak sadece maaş anlamında zengin olan dar kadro, biraz sakatlık yaşayınca hemen tepe taklak olur. Hedefler bir bir yitirilirken, sezon mutlaka Tayfur Havutçu ile bitirilir…

Beşiktaş için iki senedir futbolun tanımı böyle. İki sezon da birbiriyle benzerlikler taşıdı, arada bir tek kupa farkı olacak gibi. Ki, belki bu sene de Bolu maçından önce teknik direktör değişseydi, kupada da devam ediliyor olabilirdi. Hatta play-off’un avantajından faydalanılıp, Süper Final’e de daha iddialı olunabilecek puan farkıyla gidilebilirdi…Dünya’nın her yerinde olduğu gibi, Beşiktaş’ta da böyle bir kan değişimi kısa vadede sonuç getirecektir. Zaten yönetim de ilk etapta bunu planlıyordur. Seneye devam etmeyeceği belli olan bir hoca ile play-off’ları riske atmak istememiş olmaları doğal. Lakin yerine gelen teknik direktörle, bu değişimin adı ne kadar “değişim!” oldu, orası tartışılır. Hatta tartışılmaz!

Varsayalım o tape’ler hiç ortaya çıkmadı. Tayfur Havutçu, elindeki oyuncuları Beşiktaş’a kakalamaya çalışan bir menajer ile yaptığı muhabbette; İbrahim Akın’a izafeten “söyle, iyi oynarsa gelemezsin de hehe” gibi bir diyalog yaşanmadı. Beşiktaş’ı şike tartışmaların kucağına hiç atmadı hatta Guti ve Ersan’a ibne demedi… Bu takımın düşüş yaşadığı, oyuncuların antrenöre ana-avrat sövmeye başladığı dönem, Tayfur Havutçu’nun “futbol genel direktörlüğü” zamanına denk gelmedi mi? Sonuçta, kötü giden bir süreç de o da vardı ve bu değişim sonucunda gitmesi gerekenler arasında onun da olması gerekiyordu.

Velhasıl, Beşiktaş’ta “kan değişimi” adıyla yaşanan bu olay, benim gözümde “hatalı kan nakli” niteliğini taşıyor. Elbette takım skor anlamında bir ivme yakalayacaktır, futbol doğasının kanunu budur. Ancak benim play-off hevesim ve derbi zevkim, tedaviye yanıt vermeyecektir. Gönlüm bu işe hiç razı değildir…

Kendi adıma yapılması gereken neydi, onu da söyleyeyim. Carlos Carvalhal’le ayrılık kararını pek yanlış bulmuyorum açıkçası. Fikret Orman, ilk paragraftaki alışılmış düzeni bozmak adına, çalışacağı teknik direktörle uzun vadeli düşüneceğini söylemişti. Bu Cavalhal olamazdı bana göre, öyle bir emare vermedi açıkçası. Hal böyleyken, git gide kötü giden takımı, bol derbi yaşanacak sürece aynı motivasyonla atmak olmazdı.

Ama gelen Tayfur Havutçu olmamalıydı işte… A2 hocası Metin Uzun olurdu mesela, nam-ı diğer Metin 3. Büyük Metin, Küçük Metin kontenjanının dolmasıyla, adam yıllarca cyborg modeli gibi “Metin 3” adıyla anıldı. Sırf bu nedenle çocukluk kahramanlarımdan biriydi, benim için camiaya geçen hakkı Tayfur Havutçu’dan daha fazladır.

Hazır, yeni yönetimin alt yapıya da merakı var iken; böyle bir hamle daha samimi olurdu diye düşünüyorum. Mesela her maçta en azından 1-2 genç oyuncunun formaya ısıtılması talimatı verilebilirdi. A2 oyuncularının hangisinin üzerinde durmak gerektiğini, hangisinin A Takım’a daha hazır olduğunu, ondan daha iyi bilen yoktu nihayetinde…

Hiç olmadı Ernst olsaydı geçici teknik direktör. Rüştü olsaydı, hazır saç uzatmışken Aurelio olsaydı, ama Tayfur Havutçu olmasaydı yahu… Carvalhal’i umarım bu ligde tekrar görürüz ki Anadolu’da görev alması çok muhtemeldir. Gideceği takım da sempatimi kazanacaktır, orası kesin.

Not:Daha teknik ağırlıklı olacak olan, Carvalhal’li sezon geçmişi ve play-off öncesi takımın durumunu, Hayatım Futbol dergisine yazacağım bu hafta. Onun da haberini vereyim, yayınlandığı anda tekrar bilgi veririm.