Gerçek Dünyaya Hoş Geldin Beşiktaşlı

24 Mayıs 1980… Tarihinin belki de ‘en kötü Beşiktaş’ı’, 11. sırada bitirdiği sezonun son maçını oynuyor… 11. sıra sizi yanıltmasın; küme düşen 14. Göztepe’nin sadece 2 puan üzeri… Gerçi o zamanlar galibiyete 2 puan veriliyor ama olsun… Rakip Zonguldakspor! Günümüzde çoktandır ortalarda yoklar ama o maçta Beşiktaş’ı yenselerdi; ligi 2. bitirip UEFA’ya gideceklerdi. Ama olmadı… Beşiktaş yine çok kötüydü ama Ercan’ın golüyle kazanmasını bildi, UEFA’ya Fenerbahçe gitti.

Ercan’ın golünde Dolmabahçe yıkılıyordu! Sanki şampiyonluk maçıymışçasına, yine tribünlere iğne atsan yere düşmüyordu. Beşiktaş çok kötüydü ama yalnız değildi… Maç sonunda Rasim Kaptan, “bizi bugünlerde bile yalnız bırakmayan taraftarımıza çok mahcubuz…” diyordu, haklıydı... Çünkü taraftar oraya takımına sitem etmek, küfür etmek, ıslıklamak, ‘sizi topçu yapanın!!!’ demek için orada değildi; Beşiktaş için oradaydı!
Hem o takım, hem de Eskişehir’de sakat sakat maçı tamamlayan Rasim Kaptan; mahcubiyetini sadece 1 yıl sonra giderdi. Beşiktaş 1982 yılında, İstanbul’da siyah-beyaz iplik bırakmayacak olan şampiyonluğu yakaladı.

Beşiktaş 1980 yılında küme de düşebilirdi. Belki yurtta hala onun üzerine espriler yapılırdı ancak global anlamda bugünkü kadar prestij kaybı yaşanmazdı; hatta esamesi bile okunmazdı! Beşiktaş bu akşam, adını dünyaya duyurdu ama pek planlanıldığı gibi değil. Zaten tam da bu “dünya kulübü olmak!” hatta onun da öncesinde “ön sayfalarda yer alacak takım olmak” akımlarının sonucuydu bu… Bugün artık dip görüldü, kimsenin kimseyi kandıramayacağı vakit geldi…

Haklı olarak herkes, bombayı bırakıp TFF başkanı olan insana beddualarını sunuyor. Bu yeni bir şey değil zaten. Zira ben bu tehlikeyi, daha ilk başkanlık seçiminde hissettim; 2004’de… “Locaları yıkacam!” ana başlıklı bir popülizm politikası izleniyordu. O gün üyeliğim olsa, yine oy atmazdım. Çünkü bu milletin başına ne geldiyse popülist politikalar yüzünden gelmiştir. Gerçekleri söyleyen ise kolay düşman kazanmıştır tarihte.

Demirören’i geç… Aslında "geçme!" ama 'taksitli hibeye' tav olup ibra edenler sağolsun, ister istemez; geç... O gün "ibra etmemek bize göre değil" diyip şimdilerde de "100 bin üye bize uygun değil!" diyen insancıkları da geç... Aslında geçme; ama şimdilik geç. Şahıs ve şahıslar, elbet bir gün değişecekti; değişiyor da… Beni asıl korkutan, Beşiktaşlının bu son dönemde yaşadığı (yaşatılan) kimlik problemiydi. Game of Thrones’u izleyenler bilir; orada Theon diye bir arkadaş var; kimlik sorununun nelere yol açacağını güzel koyuyor ortaya…

‘Beşiktaş mücadeledir! Ama Ahmet topçu değil!’, ’30 liraya bilet mi olur Beşiktaş halk takımıdır! Ama Mehmet, Beşiktaş’ın oyuncusu değil!’, ‘Nerede o 90’ların kolej takımı havası… Nedir bu Necip’in hali?’… Evet, bu ve bunun gibi tezat düşünceleri aynı cümle içinde kurmaya başlamıştı Beşiktaşlı. Ona sunulan düzeni, kabul etmişti bir anlamda… Bir yıldız transferiyle, sorular sormayı bıraktı Beşiktaşlı. Yeter! denilen adam, bir anda ‘çıldırt bizi başkan!’ mertebesine yükseldi… Ve bugüne geldik.

Avrupa’dan men edilmek prestij, bu dar zamanda önemli bir para ve 5 yıl boyunca çekeceği sıralama (seri başı olma, üst torbada yer alma şansı vs.) kaybı yaşatmıştır. Düşülen durum felakettir ama bir “son” asla değildir; bilakis bir fırsattır, uyanıştır… Nasıl ki milli mücadele zamanında insanlarımız, ancak Yunanların İzmir’e gelip yakıp, yıkmasından sonra durumun vahametini kavramaya başlamış ve Mustafa Kemal’in gerçekçi söylemlerine iştirak etmiştir; aynı durum bu olay sonrası Beşiktaşlıda da yaşanacaktır belki de…

Artık elini taşın altın koyanlara ciddi bir destek zamanıdır. Biliyorum ki, sadece Beşiktaş’ın maddi problemleri için değil, aynı zamanda gelecek takımının da rotasını çizmek için de uğraşıyorlar. Elde kalan mali yapıya uygun şekilde transferlere de başladılar... Emre’yi yazdık ettik, çok iyi bir kazanım. Bugün A2 Milli’de izledik ki; Berat’ın da belli bir kalitesi var. Fizik, mental olarak Sakaryaspor değil, Sampdoria’dan gelmiş gibi… Yine ‘biliyorum ki’ bu oyuncular artık sadece tavsiye üzerine değil; ciddi bir ekip altında izlenip, işlenip alınıyorlar. 
O yüzden bırakalım artık karamsarlığı, yeni yapılandırmada tam anlamıyla sağlam duralım. Quaresma’nın trivelası yerine, Berkay’ın yapacağı yatarak müdahaleyi falan alkışlayalım mesela; şimdiden bir fikre sahip değilken “sen kimsin?” demek yerine… Ne kaybederiz? Hiç bir şey… Ama belki kazanırız. Berkay, ya da Berat her neyse; o moralle bir sonraki atakta yine direnç koyar, sonra yine yine yine… Ama “Beşiktaş’ın topçusu değil!” yaftasıyla ilk günden önyargı koymak, belki olacak olanı da oldurmayacak…

Şu günden sonra beğenmediği adamı tribünde ıslıklayan insan da Demirören’den beterdir, aynı derecede Beşiktaş’ın iç bedbahtıdır! Ne oluyor be abi bu adamları ıslıklayınca? Hoca oyundan mı alacak, bir daha takıma mı koymayacak? Tribün ıslıklıyor diye inanıp, sahaya sürdüğü adamı alacak hoca, karaktersizliğin de kitabını yazmış demektir zaten.  Maç boyu 1.7 km koşan adamı ıslıkla madem. Kötü şut, kötü orta, kötü pas atan değil; kötü koşan adamdır Beşiktaş’a ihanet eden… Son sezon Karabük, hatta kuşlara oynayan İBB; Beşiktaş'dan daha başarılı olmuş iç sahada. Bu mu muhtemeşem, dünyanın kıskandığı taraftarlık? Herkes beğenmediği adamları ıslıklarsa, takım 34 maçını da deplasmanda oynamış olur; bu basit mantığın farkında değil miyiz? Beşiktaş “akıllı” yönetilirse; o kötü pas, kötü şutta ısrarcı olanlar zaten tasfiye edilir zamanla, yerleri de doldurulur. Bunu yapacak mecralar oluşturulmuş durumda…

Gelecek planlamada, alt yapı oyuncularımız da ciddi şekilde yer alacak. Aralarında üzerine plan yapılası oyuncular da çoklukta zaten, yazıyoruz ediyoruz bazen; biliyorsunuz… Bunu takdir edilmek için yapmasam da; sağ olsunlar, çoğunlukla takdir ediliyorum bu konuda ama “Messi çıktı da biz mi oynatmadık?” ya da “La Masia yaptın Fulya’yı bilader” diyeni de çıkmıyor değil. Yahu Messi çıkmasın, İsmail çıksın, Fink çıksın, Uğur İnceman çıksın, Hilbert çıksın… En kötü, yerli transferde Beşiktaş’ı dışarıya muhtaç etmesinler, bu maddi anlamda ne demek biliyor musunuz? Tabata’da olduğu kadar, Beşiktaş’ın vasat yerlilere ödediği küçük harcamalardır batıran…

Kaldı ki; sen daha Necip’i beğenmiyorsan, belli bir zaman sonra homurdanmaya başlıyorsan: Messi’nin o ortamda çıkacağı varsa da çıkmaz. Tello’nun, şampiyonu tayin edecek El Clasico maçında “iki net gol” kaçırmasına rağmen, kenara alkışlarla alındığı yerde çıkıyor işte Messi… Ki orada da bir tane Messi var zaten. Gerisi; Tello’dur, Cuenca’dır, Montoya’dır… Bizde çıksa “bu muymuş alt yapı?” denilecek adamlardır kısaca…
Beşiktaş, en şaşalı dönemini Metin’le, Feyyaz’la, Ali’yle, Ulvi’yle, Şifo’yla yaşamış bir takımdır. ‘Birinci sayfa takımı’ tabiri de, o yolda gelen oyuncular da oturmamıştır hiçbir zaman, o yama tutmamıştır. Aksine batmışızdır… Beşiktaş’ın gerçeği: Quaresma’nın, Simao'nun, Guti’nin maliyetlerini forma alarak karşılayamamaktır. Bu kanıtlandı zaten, yıldızların düştüğü sezonla bir önceki sezon arasında “saha dışı gelirlerde” pek değişme olmadı… Sevinmedim mi bu adamların gelişine? Sevindim elbette… Ama kafamda “nasıl olacak bu işler?” sorusu hep vardı, kemiriyordu… Bugün gördük ki, boşuna kemir miyormuş... "Muhasebeci misin taraftar mı?" denilen adamlar, haklı çıktı. Ama olsun; uyanalım da varsın şu saatten sonra uyanalım ve özeleştirimizi yapalım. Evvela kendimizi düzeltelim, sonra herşey düzelir zamanla...

FEDA organizasyonu mükemmel… Sokakta bu tişörtle gördüğüm insana sarılasım geliyor… Peki gelecek sezon maçlarda, 10 saniye sürecek bir küfürle bile; 10'larca kişinin FEDA kazancını yakacağımızın farkında mıyız?  Bunu yapacak insan, artık sen de bir Demirören'sin! FEDA demek yetmez, bunu hayat felsefesine de dönüştürmek gerekir. Canınızı istemiyoruz zaten Beşiktaş için, o Şeref Bey’lere özgü bir şeydir… Artık şu beklentinizi, nefretinizi FEDA edin de, Beşiktaş rahatça yeni ve 'genç' sayfasını açsın; çok şey mi istiyoruz? Ayrıca bu yolun sonu Beşiktaş için başarısızlığın aksine, başarıdır aslında; tarih yalan söylemez.

En başta anlattığım küme düşme ve sonrasındaki şampiyonluk hikayesini ben yaşamadım; 1980’de de, 1982’de de dünyada yoktum henüz. Ama anlattılar, olmak istedim… O Zonguldakspor maçına sadece “Beşiktaş için” gelmiş insanlarla bir arada, omuz omuza durmayı çok isterdim…

Şimdi bizim jenarasyon için de böyle bir fırsat doğdu. Beşiktaş’ın dirilişi için, sadece Beşiktaş’ı düşünelim. Araya kendi nefsimiz girmesin bir müddet… Aksi halde olmuyor, görüyoruz. Uğruna FEDA diyeceğimiz bir camia kalmayacak ortada…

Morpheus’un Neo’ya sarfettiği bir cümle bizler için de söz konusu: Gerçek dünyaya hoş geldin Beşiktaşlı…Matrix'de çok bile kaldın aslında.

Konuyla alakalı bir başka yazı: Şanlı Beşiktaş'a Dönüş Yolu

Ege’de Görülen Trequartista: Emre Güral

Totti’yi nasıl bilirsiniz? Kimileri için sıradan, şişirilmiş, Roma’nın bir an önce kurtulması gereken bir 10 numaradır belki… 2000’lerin biraz öncesini ve başlarını bilenler için ise ‘trequartista’nın sözlük tarifi... Yani; 10 numaradır olmasına ama Güney Amerikan değil, İtalyan usulü! Oyun zekası/görüşü, pas özelliği yine 10 numaradır ancak bununla sınırlı kalmaz; şut atar, gol bölgesine sızar, yeteneklerini direkt olarak tabela değiştirmek için de kullanır… Kendisinden bu apoleti devraldığı Roberto Baggio gibi… Torino'daki yoldaşı, Azzurri'de kendi gölgesinde bıraktığı Del Piero gibi… Hatta Signori, Gianfranco Zola gibi…
Romalı ısrarla "No Totti, No Party!!!" demesine rağmen Luis Enrique, “artık Roma, Totti’siz oynamaya alışmalı” konusunda ısrarcı kalmıştı, ki 'hiç kalamadı' sonra zaten. Olmaz, öyle hemen kolay vedalaşılmaz... Çünkü trequartista’ya bir kez alışan, hemen bırakamaz. Tıpkı Fenerbahçe’nin de Alex’siz oynamaya kolay alışamayacağı gibi. Birkaç maç onsuz 4-3-3’e “böyle daha güzelmiş” denildi, kupa finaliyle tekrar başa sarıldı; “Alex başka…”

Özellikle Türkiye ligi için de çok önemlidir böyle bir oyuncuyu yakalamak. Bakılırsa şampiyonluğa ulaşan, ya da oynayan takımlarda mutlaka bu tip bir oyuncu vardır. Beşiktaş’ta “orta saha-forvet” bağlantısını sağlayacak, aynı zamanda skora katkı yapacak oyuncu modeline en son Tümer’le sahip olundu. Delgado, Beşiktaş’a geldi geleli çıktığı maçların %30’unda o bölgede oynatılmıştır en fazla, hepsinde de etkili olmuştur. Denizli, onu merkez orta saha yaparak günden güne gözden düşürmüş; Tello’yu trequartista bölgesine çekerek aynı oranda onu yüceltmiştir… Tello, bir trequartista değildir ama biraz oyun zekası, çok iyi şut yeteneğiyle o bölgeyi, takımı şampiyon yapacak kadar doldurmuştur.

Sonrası boşluk… O tip bir oyuncu hiç gelmedi. Beşiktaş’a olduğu kadar ülkeye de gelmedi aslında. Beşiktaş da, milli takım da “zorlama 4-3-3’lere” yöneldi bir müddet. 4-2-3-1 bir süreliğine rafa kalktı. Oynayanların elinde Alex’i, Batalla’sı, Jaja’sı vardı zaten; yerli olanı yoktu. Buna namzet bir oyuncu da yoktu derken, Ege’de bir trequartista adayı görüldü nihayet: Emre Güral.

Bank Asya’da sistem bellidir; savunma sağlam durur, yakaladığı topu uzun oynar, sonrasına bakılır… Emre gibi bir oyuncunun parlaması için çok elverişli bir lig olmasa da, parladı. Asistleriyle, güzel golleriyle epey öne çıktı. Kısa özet görüntülerde bile Buca’nın ‘farklı’ gözüken üç oyuncusundan biriydi; Salih Uçan ve Mehmet İncebacak’la birlikte…

Ancak onun kalitesini tam olarak kavradığım ve beni yazmaya iten maçlarını A2 Milli'de oynadı diyebiliriz. Emre gerçek bir trequartista’ydı… Oyun görüşü çok açıktı mesela… Şöyle ki; “şut atacak!” diye beklerken, daha uygun pozisyona doğru koşu yapan bir oyuncuyu fark eder ve topu onun önüne bırakır. “Şut atacak!” diyen bizler, orada boş bir adam olduğunu ancak onun attığı pasla anlarız… Ve Emre, bunu çok sakinlikle ve her iki ayağıyla da yapabiliyor.

“Şut atacak!” beklentisine şutla cevap verdiği zamanlarda ise, bilhassa sol ayağından çıktıysa; mutlaka hedefi zorlayacaktır. Çünkü zeki bir oyuncudur Emre… Önünü boşaltmadan, vücut dengesini sağlamadan o şutu atmaz. İki örnek vereyim: Tavşanlı’ya  attığı 2. golü buradan izleyin (48. sn’den itibaren). Emre, nadir görülen bir vuruş yapıyor orada. Eğer sol ayağıyla şutunu atarken vücudunu da öne doğru atmasaydı; o top çatının üstünden yola giderdi… Ama vücudunu da, sol ayağını tabiri caizse ‘raket gibi’ kullanabilmek için; müthiş bir dengeyle öne atınca, top da bir raketten çıkmış gibi dümdüz istikamete gitti… Bir de Toulon Festivali'nde Mısır’a attığı gol var; şuradan izleyebileceğiniz üzere. İlk bakışta kolay bir gol… Ama biz ne oyuncular gördük; denge sağlanmandan zorlama şutlarla dağa taşa vurup o ‘kolay’ pozisyonu, ‘ya aslında o kadar da kolay değildi’ dedirten… Emre orada topa vurmadan önce, sol ayağıyla birlikte vücudunu da yatırıyor. Aksi taktirde o top kaleyi zorlayacak kadar köşeye değil, top toplayıcıya küfür ettirecek kadar arkada görülen araziye kaçardı.

Tabi bunları yapabilmek için yetenek kadar fiziğe de ihtiyaç var. Emre'nin, Alman ekolünden gelme olduğu için o konuda da sıkıntısı yok. Çok güçlü bir oyuncudur… Zaten twitter’daki profil kısmına Almanların klasik futbol felsefesini yazmış: “Antrenmanlarda ne kadar çok terlersen, maçlarda o kadar az kanarsın…” Emre, bir Türk oyuncuda nadir görülecek “kalite karmasına” sahiptir özetle: fizik, güç, denge, oyun zekası ve yetenek…

Totti… Bazı zamanlar istenmeyen adam oldu, bazı zamanlar kurtarıcı, büyük oyuncu! Misal Capello’nun 3-5-2’sinde Roma şampiyon olurken; Batistuta – Delvecchio ve genelde sonradan girip 3’ü 5 yapan Montella’yı bolca golle buluşturdu ve 13 gol de kendisi attı… Zeman’la aslında Serie A için çok genç bir oyuncuyken; 97-99 arasında 4-3-3’ün sol forvet bölgesinde yer alarak, iki sezonda toplam 30 gol attı… Böyle oyuncuları teknik direktörün oyun anlayışı yüceltir, onlar da takımını… Velhasıl, Emre gelecekte çılgın önliberoların, cengaver stoperlerin yıldızlaşacağı bir takıma mı yoksa;  Totti ve benzerleri gibi trequartista’ların yüceleceği bir sistemin içersine mi transfer olacak? Gelişimi adına en kritik soru budur...

Totti diyip durduk… Sanılmasın ki Emre için “Totti gibi” diyorum, sadece “Totti modeli” diyebiliriz. Aklınızda örnek teşkil etmesi babında… Yoksa koca İtalya bir Totti’yi bulamadı hala, biz nereden bulalım? Ama çok iyi bir aday, hatta benim izlediğim yerli oyuncular arasında tek aday… Gerisi artık biraz sabır, şans ve hoca anlamında gerçek bir ‘eğitmen’ meselesi…


Torres, Villa, Evdeki Adrian ve İspanya

Hem Avrupa Şampiyonası 2004, hem de Dünya Kupası 2006; ‘savunmacıların turnuvası’ olmuş ve bunu en iyi başaran takımlar kupaya da sahip olmuşlardı: Yunanistan ve İtalya. Bu iki ekolun “derindeki alan savunması felsefesi” dışında bir diğer ortak yanı da, en uç bölgeyi Charisteas ve Luca Toni gibi net hedef santraforlara emanet edip, oldukça da verim almalarıydı. Fakat modern futbolda artık hiçbir “kazanan takım” bu yolu pek tercih etmeyecekti; ta ki 2012 Şampiyonlar Ligi şampiyonu Chelsea’ye kadar…
İspanya, Almanya 2006’da oynadığı daha ilk maçla Ukrayna’yı 4-0’la geçerken çok farklı bir takım olduğunu göstermiş; perdeyi kapatan Torres ise turnuvanın "en iyi organize golüne” imza atmıştı. O maç; hem İspanya’nın gelecek turnuvalarda daha fazla ses getireceğinin, hem genel kabul edilir oyun şeklinin “hücum futboluna” doğru biraz daha kayacağının, hem de artık “güzel santrafor” sıfatının Luca Toni’lerden, Torres’lere geçiş yapacağının habercisiydi…

O İspanya ve Fernando Torres, 2008’de kupayı aldı… Ancak İspanya, gün geçtikçe oyun felsefesini öyle bir noktaya getirdi ki; Torres bile takım içinde statik kalmaya başlamıştı. Zaman artık David Villa zamanıydı… Bosque Dünya Kupası 2010’da; Villa’yı tıpkı bir ‘vezir taşı’ gibi kullanarak, bu muhteşem oyuncu sayesinde kupayı kazandı. Oysa her ne kadar kupaya rahat ulaşmış gözükseler de; gruptan çıkma dönemi çok sancılı geçmişti. Rakiplerin alan savunmasını açmakta sıkıntı yaşayan İspanya, İsviçre’ye mağlup olarak başlamıştı turnuvaya. Bosque’nin Villa’yı 4-3-3’ün sol forvetine geçirişi, her şeyin anahtarı oldu. Aksi taktirde Honduras maçı bile çok zor geçiyordu. Kaldı ki, David Villa o maçta hak ettiği kırmızıyı almış olsaydı, bırakın kupayı gruptan bile çıkamayabilirdi İspanya…

Euro 2012’ye yine herkesin favorisi olarak gidiyorlar ancak David Villa’dan yoksunluk, çok büyük handikap. Gruptan çıktıları taktirde yine oyunu bir şekilde lehlerine çevirir, finale kadar yürürler ancak; İtalya ve Hırvatistan gibi alan sıkıştırmada çok uzman iki ülkeyi geride bırakıp, gruptan çıkmaları o kadar da kolay olmayacak; Villa’nın sol forvet seçeneği, bu sıkışan oyunlarda fazlasıyla aranacaktır… Kaldı ki Ada Futbolu ekolündeki İrlanda da; aynı sebeplerle ve sert savunmasıyla sorun çıkarabilir.

Aslında Del Bosque’nin elinde çok iyi bir seçenek vardı; bu sezon muhteşem bir futbol oynamış ve oyun şekli Villa’yla fazlasıyla örtüşen Atletico Madrid’li Adrian… Adrian, tıpkı At.Madrid’de yaptığı gibi kenar forvet rolüyle takımına hücumsal genişlik katabilirdi. Sırbistan karşısında attığı golle de, yaptığı ekstra koşuyla bunun bir örneğini vermişti. Ama kadro 23’e düşürülürken, bana göre çok büyük bir hatayla evde bırakıldı. Şimdi elde kalan hücum oyuncuların hepsi, dimdirekt stiker isimlerden oluşuyor: Torres, Llorente ve Negredo…

B Planı için Llorente’nin kenarda tutulması yeterdi; Negredo kadroda ‘fazlalık’ kaldı bana göre. Onun yerine; çok daha farklı tarza sahip olmasıyla takıma “çeşitlilik” katabilecek bir oyuncu olan Adrian kadroda olmalıydı. Ya da madem 3. bir santrafor isteniyorsa, bu Soldado olmalıydı… Yine de İspanya’nın elinde rakip ceza sahasını daha sık zorlamak adına bir seçeneği var. Katalanca’da “fırsatçılık, ummadığın zamanda gol atan” anlamını taşıyan:  Pedro Rodriguez…

Guardiola’nın onu fazla yok sayması, Barcelona’yı her iki büyük kupadan uzaklaşmasını sağlayan etkenlerden küçüğüydü. Büyüğü: David Villa’nın kırılan ayağı… Pedro, Kral Kupası finalinde eskiye dönüş sinyali vermişken, David Silva’nın yerine düşünülmelidir kesinlikle. Evet, Silva bu yıl muazzam işler yaptı fakat futbolda doğru bir 11 kurmak için “en formdalar” hatta “en kaliteliler” yerine “en uygunlar” gibi bir mantıkla yola çıkmak gerekir… Bu yol da: Pedro – Torres – Iniesta üçlüsünü işaret ediyor. Ama biliyoruz ki İspanya’nın sağ tarafında, asimetrik şekilde daha çok merkeze katkı verecek olan David Silva’yı göreceğiz… Bu durumda Torres’in mutlaka 2008 hallerini az biraz hatırlaması ve uygulaması gerekiyor. Aksi halde kenardan kalkacak tabelayla: "Llorente, Navas gir; Busquets, Silva çık” olayına şahit olabiliriz sıklıkla, tıpkı 2010’da olduğu gibi…
Son zamanlarda fazla oynamamasından dolayı dikkate alınmasa da; Puyol’un yokluğu da kritik. Pique’nin tek eksiği olan ‘hantallık sorununu’ Puyol ya da Mascherano hallediyordu Barça’da. İspanya’da bunun Albiol tarafından yapılması beklenecek ki; burada Sergio Ramos daha uygun bir seçenek olurdu. Çok daha atletik bir oyuncudur nihayetinde. Böylece, sağbeke geçtikten sonra hem kendini, hem de Atletico Madrid’i değiştiren Juanfran’a da yol açılırdı… Sırbistan’la oynanan hazırlık maçında Ramos stoperde, Juanfran bekteydi. Belki turnuvada da böyle olur…

İspanya mutlaka en büyük favorilerden biri ancak 2010’da olduğu kadar güçlü değiller bana göre. Sadece bek bölgesinde iki sene öncesine göre daha iyi durumdalar diyebiliriz; zira Capdevilla 49 yıllığına kiraladığı solbeki, ona nazaran çok daha farklı yeteneklere sahip olan Jordi Alba’ya bıraktı. Juanfran seçeneğini de düşünürsek, İspanya artık bek taraflarıyla da oyunu daha rahat domine edebilir.  Real Madrid’de fazla defansif oynatılan Xabi Alonso da, Busquets’in varlığıyla gerçek bir ‘merkez orta saha kalitesine’ sahip olduğunu milli takım içersinde kanıtlayabiliyor. Bu da bir artıdır elbette ama sırf David Villa’nın yokluğuyla bile “2010’daki kadar güçlü değiller” tanısını koymama yetiyor…

Salih Dursun - Emre Güral

Şu sıralar A2 Milli Takımı; Toulon Gençlik Festivali’inde mücadele veriyor. İlk maç Japonya’yı 2-0 yenip, daha sonra Mısır’la 1-1 berabere kalan A2’ler; Pazar akşamı Hollanda karşısında alınacak bir beraberlikle yarı finale yükselebilirler…

Takımdaki oyuncu seçimleri ilginç; genç milli dahi olmadan bu noktaya gelen birçok oyuncu var. Bu durum; alışılmışlığın dışında iyi bir etütle kadro yapılandırması olduğuna işaret ediyor. 91 doğumlu Salih Dursun, ilk kez milli forma giyen oyunculardan biri. Kendisi sahada dikkatimi çeken ilk oyuncu oldu diyebilirim; çünkü devamlılık ve fizik anlamında takımın geri kalanlarından çok farklı görünüyordu.

Bu bağlamda, kendisinin bilgilerini araştırırken Alman alt yapısından olacağını tahmin ettim ancak; Köln, W.Bremen gibi takımları beklerken Sakaryaspor’da oynadığını ve 2012 yılında sözleşmesinin bittiğini fark ettim. Ancak Kayserispor gözlemcileri bunu daha önce fark etmiş ve 4 yıllık anlaşma yapılmış kendisiyle. Okay Yokuşlu’dan sonra, bir potansiyel yerli orta sahaya daha sahip oldular böylece…

Aslında ilk A Takım günlerini stoperde geçirmiş Salih Dursun. Ancak sonraları orta sahaya kaydırılmış olacak ki; A2 millide de o bölgedeydi. Stoperlikten gelme ‘zamanında müdahale’ ve fizik üstünlüğünü, orta sahada kendi lehine çok iyi kullanıyor. Bunun yanında en önemli özelliği ise koşu devamlılığı. ‘Topu kazandım, 2 metreye uzağı verdim daha ne yapayım; Allah’tan belanızı mı arıyorsunuz?’ mentalindeki defansif orta sahalardan değil kesinlikle. Hem pas opsiyonu oluşturma hem de ceza sahasına destek verme amaçlarıyla; atağın içinde kalmaya devam ediyor… Hem yıldırıcı hem de ofansif anlamda da takımına katkı veren dinamik bir oyuncu. Geleceği iyi gözüküyor.

Emre Güral ise; 4-2-3-1 sisteminin ofansif orta sahası, hatta ikinci forveti rolünde... Hücumlarda forvetin hemen arkasında pozisyon alıyor ve aldığı topları bilhassa Tevfik Köse’nin koşu yollarına bırakıyor. Bunu her iki ayağıyla ve rahatlıkla yapabilmesi dikkat çekici… Ayrıca sadece pasör özelliğiyle değil; ‘skora katkı’ anlamında da değerli bir oyuncu. Gol bölgelerine sızma özelliği ve bilhassa sol ayağından çıkan şutlarla etkili olabiliyor. O nedenle bu yıl 8 gol atarak; 1. Lig için gayet iyi sayılabilecek bir sayıya ulaşmış. Duran toplarda da yine sol ayağını gayet etkili kullanıyor. Fiziki yapısı ve oyun zekası, onu gelecek zamanda merkez orta saha rolünde de öne çıkarabilir. Yerli oyuncularda pek görülmeyen; "fizik, denge, teknik, pas, şut, oyun zekası" karmasına sahip gözüküyor.

Beşiktaş’ın kiralık oyuncularından Erkan Kaş, Furkan Şeker de kadroda. A takımdan ise sadece Necip var ve o bölgede daha çok Salih Dursun tercih ediliyor… Beşiktaşlılar arasında ilk 11’de yeri hazır olan isim yok. Eski Beşiktaşlı Ali Kuçik. 2 maçta da 11 oynadı ve daha çok taktiksel anlamda 4-3-3’ün sağ kenarında doğru işler yaptı. Yorulduktan sonra yerini İsmail Haktan’a bırakıyor… Boluspor’lu Ferhat Kiraz da, bu turnuvayla ‘en iyi yerli kenar forvetlerden biri’ olduğunu gösteriyor açıkçası.

Beşiktaş’ın anlaştığı söylenen Berat, henüz maçlarda yer alamadı. Berat alınırken Salih’in gözden kaçmış olması ilginç. Oysa derinlik anlamında, hazır bonservisi de elindeyken çok faydalı olabilirdi… O derinlik Gençlerbirliği’nden Mehmet Akgün’le sağlanmak isteniyor. Şimdi sizlerde bana soracaksınız büyük ihtimalle; şimdiden söylemeliyim ki kendisi hakkında çok fazla fikrim yok. Malum, son dönemde Beşiktaş haricinde pek yurtiçi futbolu takip etmedim. Ama Beşiktaş’ın içinde bulunduğu mali kriz nedeniyle, bonservisi elinde olan ve apaçık alternatif olarak görülen bir oyuncuya çok fazla itiraz edemeyiz sanırım.

Yine, Yeni Türkiye

Evet, Abdullah Avcı’lı milli takım ikinci hazırlık maçına çıktı dün akşam. Aslında arada geçen zamanı düşünürsek, ilk hazırlık maçı da diyebiliriz buna… Çünkü Avcı, takımına ne oynatmak istediğini, hangi oyuncuların üzerinde duracağını; belirgin çizgilerle bu beş maçlık periyotta belli edecektir. İlk bakışta takım yapısına “farklı” diyebileceğimiz özellikler söz konusuydu; mesela önde baskılı alan savunması çok yeni bir şeydi…

Böyle bir felsefeyle Nuri Şahin gibi oyuncular daha efektif kılınır, tıpkı bu maçta olduğu gibi. Hiddink dönemindeki ‘derinde alan savunmasıyla’; Avrupa’nın “pasör orta sahalar” bazında en değerli isimlerinden biri resmen Aurelio gibi, süpürücü olarak kullanılmaya başlanmıştı. Gürcistan karşısındaki oyun felsefesiyle; hem rakip ceza sahasına daha yakın olur, hem de ani presle kazanılan toplarda ölümcül pas yeteneğini ‘sık kullanılanlar’a ekler...
Aynı şeyler sağiçteki Hamit için de geçerlidir aslında. Tek ideal mevkisiyle sahadaydı: 4-3-3’ün sağ orta sahası (sağiçi). Bugün attığı gol kendi adına bir ilk olabilir; zira genelde topa giden değil, topu ayağına bekleyen bir oyuncudur. Bu eksikliğiyle hiçbir zaman ideal bir 4-3-3 kanadı olamadı bana göre. Zaten arşivlere bakıldığında; Türkiye ile başarılı maçlarını ya 4-4-2’nin kanadında ya da 4-3-3 sağiçinde oynarken çıkardığını görebiliriz. Yine bu eksiklik sebebiyle; kendisi için ideal bölge olsa da, futbol doğruları adına ideal bir orta sahada değil aslında… Selçuk – Topal – Nuri; MFÖ gibi tartışılmaz bir üçlü olabilir ileride.

Maçın yıldızı şüphesiz ki Sercan Sararer’di. Onun gibi topla akan yetenekli oyunculardan vardır bolca. Ancak; o atak girişimlerini dengeli ve “doğru karar vererek” iyi sonlandıranı nadirdir. Sercan, o nadir kısımda yer alıyor gibiydi. Ve bunu devamlılık haline getirmesi, sürekli maçın içinde olması; bir diğer artıları… Bundesliga 2’de yaptığı istatistikler tesadüf değilmiş.

Gökhan Töre için ise tam tersi bir durum söz konusu. Yetenek bazında Sercan’dan farkı yok, belki daha bile iyidir. Ancak 9 adamı da çalımlasa; sonuca iyi bağlar diye hissedemiyorsun… Skoru değiştirme adına değil, gösteri adına yeteneklerini kullananlardan. Böyle kalırsa; ancak ‘b planı oyuncusu’ olur… Daha az yetenekli ol gerekirse ama çok doğru karar ver!
Günü bir asistle noktalayan Mustafa Pektemek ise; biraz hatları birbirine yakın olan eli yüzü düzgün bir takım içersinde, değerini daha fazla belli etti maçta. Ama sonuç olarak, her iki kenar oyuncusu sadece “kanat adamı” potansiyeline sahip olduğundan; orta sahalardan yardım gelmedikçe genelde yalnız kaldı. Örneğin sağ forvette Burak olursa, onun da performansı artardı. Acaba Burak ve Pektemek merkez forvette birbirlerinin alternatifi mi olarak görülüyor? İyi bir ikili olabilirler oysaki…

Maçtaki tek olumsuz deneme; Serdar Kurtuluş’un sağbeke yazılmış olmasıydı. Hoş, pek alternatif de yok o bölgede ama sonuçta bu çokça denenmiş ve tam olarak olmamış bir şey… İyi orta yapıyor diye üzerine yapışan bu “sağ beksin!” ısrarı yüzünden, çok değerli bir defansif orta saha olacakken kariyeri sekteye uğratıldı.

İnsanlık dışı bir refleksle çok önemli bir topu çıkarak Cenk, insani olarak pozisyon sonrası sersemledi ve oyundan çıktı… Egemen hala top oynayamaya devam ediyor… Hazırlık maçı da olsa; kazanmak güzeldi. Zira söz konusu milli takım sıralaması olunca, hazırlık maçları bile kayda değer şekilde (rakibin sıralamasına göre) iş görüyor puanlamada… Mesela Portekiz’i kazara yenersek; normal bir resmi maç galibiyetine nazaran çok daha iyi puan yazılır. Akıllara durgunluk veren ‘Norveç’in 1. torbada olma’ mevzusu da, onların dostluk maçlarındaki başarılı performansıyla ortaya çıktı nitekim…

Bu akşam 21:00'de Türkiye A2 takımının maçı var; pek çok Beşiktaşlı var kadroda. Erkan Kaş da kampa katıldı, muhtemelen bu maçta oynar, Eurosport2 verir maçı büyük ihtimalle...

Beşiktaş Varmış!


Futbolseverliğim Beşiktaş’la, basketbolseverliğim ise ilkokul bahçesine dikilen iki potayla başladı. İki sporu da çok sevmiştim ancak birisi ‘tutku’ bazında çok daha ağır bastı. Bunda; temelin Beşiktaş’la atılmış olması büyük etken olmuştu elbette... O Beşiktaş, bugünlerde basketbolseverlik temelini de “Beşiktaşlılıkla” atabilir gözüktü Pazar akşamı. Ki aslında bu yeni bir şey de değildi. ‘Sadece alt yapıdan çıkan oyuncular oynar’ mantığının biraz değişip, yatırım yapıldığı; Kevin Thompson & Woolridge, Mustafa Abi, Şarapçı Ayuso & El-Amin,  Varda & El-Amin gibi sinerjilerinin yakalandığı zaman da bu elektrik yaşanmış, salonlar dolmaya başlamıştı…
Yatırımların süreklilik kazanmamasıyla, eldeki oyuncuları tutmak yerine ‘daha ucuzlarıyla sil baştana’ yönelmelerin getirdiği kadro istikrarsızlığı; başarı anlamında da belli bir çizgide tutamadı Beşiktaş Basketbol Takımını. O ‘sil baştan’ durumu, benim gibi birçok Beşiktaşlıyı “takıma konsantre olma” konusunda olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Örneğin 2004’de Şarapçı Ayuso Darüşşafaka’ya 44 sayı atarken, içimde bir yerlerde onu bu formayla son maçlarını izlediğimi bilmiyordum… Bu istikrarsızlık durumu, otomatikman taraftarda da ‘basketbol takımına bağlılık’ konusuna yansıyordu.

Bugünlerde de; bench zenginliği anlamında geride olduğundan, normal bir oyuncunun alması gereken play-off sürelerini fazlasıyla aşan, hem kalite hem de yüreğiyle, takımını şampiyonluk yolunda yürüten bir oyuncu grubu yakalanmış gözüküyor. Hem ne yaptığını bilen, her zorluğa bir çözüm bulabilen müthiş bir özgüvene; hem de 1.85’lik Mehmet Yağmur’a iki hücum ribaundu aldıran bir ‘takım hırsına’ sahip Beşiktaş. O nedenledir ki; play-off sürecinde imkansız maçlar çevrildi, kimisine de ramak kaldı… Son Galatasaray maçında pota altını domine edip, hem kalite hem de kontenjan anlamında ne denli bir artı olduğunu kanıtlayan Ersin Dağlı’dan yoksunken bile, Fenerbahçe serisi geçildi…
Mücadele ettiği üç kupadan ikisini getirip, çok daha zorunu da alma yolunda sağlam adımlarla yürüyen; kazanmayı unutan, unutturulan Beşiktaşlıya “Oh be, Beşiktaş varmış!” dedirten bir takıma sahibiz. Sadece ruhen değil, mantıken de hiç beklemesem de; Galatasaray buradan gelip, seriyi de çevirebilir; çok önemli değil. Ancak bu hoca ve oyuncu grubu, “Beşiktaş Basketbol Takımı” denince akla gelecek kadar uzun süre kalmalıdır. Bu durum, bugün salona 17 binini çeken Beşiktaşlıyı zamanla “basketbolsever Beşiktaşlı” konumuna getirebilir. Aslında bu çok büyük bir fırsattır… ‘Amatör sporlardan zarar ediyoruz’ mantığını aşan, ekonomi üstü bir durumdur aslında bu. İnsanlara başarıyı ve mücadeleyi hatırlatmak, diğer unsurlarda da eli kolaylaştırır…

Dün akşam; taraftar salonu doldurarak takımın, takım da dolu salonun hakkını verdi. Bir basketbol maçına 17 bini çekince; elbette futbol taraftarı patentli gruplar da olacaktır ama genel olarak basketbolu bilen, güçlü ve kalabalık taraftara sahip olundu Sinan Erdem'de. Hem rakip, hem de hakemler baskı altına girdi. Savunmayı basketbol, hücumu futbol taraftarı yönlendirdi de diyebililiriz. Bıraksan, 5 tane Bonsu ile çıkacak ağabeyler de yok değildi ama sportmenlik dışı faulde kopan gürültü gösterdi ki; genel olarak bu iş biliniyordu… Pascal Nouma heyecanı da mola sırasında, maça pek yansımadan atlatıldı nitekim. Umarım Salı akşamı da aynı elektrik devam eder ve Beşiktaş, 2005’den daha güçlü şekilde final yoluna girer… O zaman Varda – El Amin vardı biraz Nedim, Haluk desteğiyle… Şimdi en azından yabancıların hepsi iyi ve fizik olarak daha uzun süre işi götürebiliyorlar. En önemlisi de hemen hepsinin “winner” karaktere sahip olması. Hani futbol takımına Portekiz dolaylarından gelmiş yıldızımsılarda çok fazla görmediğimiz şey…

Kaybetmeyenlerin Yolu



Yeni bir takımdan ilk sene bir şey beklememek, en bilindik futbol klişesidir belki de. Takımıyla, hocasıyla, sistemiyle hatta stadyumuyla; “yeni” tanımlamasına her köşesiyle uyan Juventus için de çok şey beklenmiyordu sene başında. Öyle ki en flaş transferi; Milan’ın kadro bolluğu sebebiyle bıraktığı Pirlo oluyordu Juventus’un… Bielsa’nın Şili’de sol stoper, Leverkuzen’in ise defansif orta saha oynattığı Arturo Vidal, Lazio’lu Lichtsteiner ve Roma’nın hiçbir zaman hak ettiği değeri görmeyen forveti Mirko Vucinic; son sezonu 7. bitiren takıma eklenmiş bir diğer önemli oyunculardı.

İsim isim bakıldığında; çok şey değiştirecek, Juventus’u başarı anlamında 90’lılara götürecek bir kadro değildi belki ama Antonio Conte’nin daha ilk günden ortaya koyduğu oyun felsefesi, çok şeyi değiştirecekti… Napoli’nin başarılı uygulamasıyla yeniden ilgi çeken 3-5-2 sistemi Juventus’a da uyarlandı Conte tarafından. Arada ufak bir nüans vardı; o nüans Juventus’u namağlup şampiyonluğa götürecekti…
Bana göre en ideal savunma şekli olan ‘topun kaybedildiği pres’ olayı, neredeyse Barça kadar başarıyla uygulandı. Bununla beraber mevkiler arası mesafe çok yakın tutulup, bir de oyun önde kabul edilince; hem rakibi domine eden bir futbol ortaya çıktı, hem de orta sahadaki oyuncuların koşu mesafesi kısaldığından, sahada hep diri tutuldular…  Hal böyle olunca temposu düştü gözüyle bakılan Pirlo, 38 lig maçının tam 37’sine çıktı ve bunlardan sadece 2’sinde 90 dakikayı tamamlamadı. Aynı zamanda bu ‘yakın oyun’ prensibiyle, orta saha oyuncuları sıklıkla rakip ceza sahası içersine koşu yapma fırsatını buldular, kaleden uzakta değillerdi çünkü… Özellikle Marchisio gibi bu işin erbabı bir orta saha, tamamen değerini buldu sistem içersinde. Zaten takımın en çok gol atan 2. oyuncusu oldu…

Juventus’ta tam 20 farklı oyuncunun ligde gol atması, ne denli bir takım oyununa sahip olduklarını kanıtlıyor aslında. ‘Yakın oyun ve topun kaybedildiği yerde pres’ felsefesi, Juventus’ta hem oyun içersinde sistem değiştirme esnekliğini, hem de oyuncuları çok farklı bölgelerde kullanma lüksünü sağladı. Pepe yeri geldi 3-5-2’nin kanadı, yeri geldi orta saha oldu mesela… Sağlam bir yapıya dönülmek istendiğinde sağ açık Caceres oldu; hücum düşünüldüğünde Giaccherini ile 3-3-4’e dönüldü kolayca… Şunu gösterdiler ki; bir takımın öncelikle sahip olması gereken şey iyi bir felsefe, oyun planı ve o güvenle ortaya çıkacak “winner” karakterdir. Gerisi (formasyon, oyuncu seçimi vs), günlük seçimlere kalır…

Juventus bildiğimiz Juventus değil. Juve denince akla bir Zidane, bir Davids, bir Nedved hatta maalesef bir Del Piero gelmiyor artık. Ama isimlerin ötesinde çok iyi bir ‘sistem takımı’ olmayı başardılar. Ve bence, Serie A’yı belli bir süre domine edebilirler tekrardan. Hele ki; kalitesi genel kabul görmüş bir santrafor bulunursa, eldeki sistemde oluşan tek bariz açık da kapanır. Ki o isim için de, tüm transfer bütçesiyle seferber olununmuş durumda: Edison Cavani.
Bir de kadro derindiği anlamında belli boşluklar var. Mesela orta sahada Pirlo ve Vidal’e çok yük biniyor, hiç alternatifleri yok. O bölgeye Pescara’dan Marco Verratti takviyesi geldi ki kendisi İtalya’nın en potansiyel orta sahalarından biri; zaten Euro 2012 kadrosuna da alındı. Bir başka alternatif olarak Asamoah da düşünülüyor. Bir de üçlü savunmada rotasyon sağlayacak bir isim gerekli gibi… Oraya da, İtalya milli takım stoperlerinden tek Juventus dışında kalmış oyuncu düşünülüyor: Ranocchia.

Şayet bu derinlik sağlanır, üzerine de gerçekten Cavani gelirse; Juventus namağlup unvanını da belli bir süre götürür Serie A’da… Şampiyonlar Ligi’nde de yoluna Barça, Real Madrid çıkana kadar devam eder; sonrasına bakılır...  Del Piero’ya yapılanın dışında, işler yolunda. Ancak o meseleye gönlüm razı değil. Yenilenmeler, efsanelerin üstünü çizmeyi gerektirmez… Kaç tane Del Piero var ki zaten?

Öksüz Kalan Goller…


90’ların ortasında gol atmak, bahçede petrol kuyusu bulmakla eş değerdi… Öyle ki, transfer rekorunu mutlaka bir “golcü” kırıyor, akabinde o rekoru yenileyen de yine bir başka golcü oluyordu: Alan Shearer, Ronaldo, Vieri, Crespo… Şimdilerde ise; hem mevkisinin yanında santrafordan öte “golcü” yazan, ‘gol atmak için yaşayan’ oyuncuların sonu geliyor, hem de Inzaghi, van Nistelrooy gibi o ırkın son temsilcileri bir bir futbola veda ediyor…
Belki liste başı olmadı ama son iki transferinde de, bizim gazetelerin “o paraya, 2912 ticari taksi; 873 villa; 980335 öküz alınırdı” tadındaki habere konu olacak kadar yüksek fiyatlarla geçiş yapmıştı Inzaghi. Çünkü bir futbol takımı için en gerekli olan şey yapıyordu: gol atmak… Topla çok yetenekli değildi belki, Vedat Ağabey’in dediği gibi, topu kucağına versen 20 metre dripling atamazdı hiçbir zaman… Ama koşacağı zamanı, yerini biliyordu ve en önemlisi topu nereye, nasıl vuracağını…

Yakın zamanın en iyi 10 numara ya da 10 numara yeteneğindeki ikinci forvetlerle oynama şansına erişti. Juventus’ta ona yetişemedi belki ama Fransa 98’de Baggio’yla yan yana oynama şerefine nail oldu mesela… Keza Juventus döneminde Zidane’la, her ne kadar kendisinden memnun olmasa da (az ‘pas atmama’ kavgası yapmadılar) Del Piero’yla… 2000'lerin Azzurri'sinde Totti'yle... Milan’da Rio Costa’yla, Kaka’yla ve hatta Ronaldinho’yla…

Gol atmayı çok sevdi, atınca çok sevindi… 5-0’ı, 6-0 yaparken bile asist sahibi Serginho’nun kaburgasını kırıyordu bir keresinde. Ama yakışıyordu da… Fossa dei Leoni’nin Curva Sud tellerine tırmanışındaki heyecanı görüyorduk o sevinçlerde. Gol atmak ne demek, onunla anlıyorduk sanki biraz…

Pazar günü çok sevdiği, onca sakatlığa rağmen 38’ine kadar kopamadığı futbola veda etti, yine en iyi yaptığı işi yaparak; takımının galibiyet golünü atarak… Goller artık hiç o kadar sevilmeyecek ve biraz öksüz kalacak sanki. Artık kimse onun kadar “gol atmak için” yaşamayacak ve kimse onun gibi sevinmeyecek…

Bitti...


Dram, gizem, suç ve komedi türündeki sezon nihayet bitti. Ülke sınırları içersinde önde oynamayı ve ‘topun kaybedildiği yerde pres’ olayını en iyi beceren takım şampiyon oldu. Yıllık toplamda 10 milyon Euro alan hücum hattıyla, 10 kişilik rakibine kontratak girişimi dahi yapamadan 4. olan Beşiktaş’sa; dört senedir kendisinin beceremediğini, Bursa’nın ‘prestij ötesi’ bir maçla başarmasıyla (üstelik 4-0’lık bir skorla) Avrupa Ligi’ne katılmaya hak kazandı.
Beşiktaş, ‘Demirörenizm’ akımıyla boğuştuğu son sezonunu da böylelikle atlatmış oldu. Artık ‘resmi Beşiktaş açılışı’ olmaya başlayan Temmuz ayıyla birlikte, yepyeni bir kulüp mantığı, oyuncu bazında yepyeni yüzler ve özlem duyulan umutlarla yeni sezona gireceğiz. Bu uğurda izlenmesi gereken yolu kendimizce “Şanlı Beşiktaş’a Dönüş” başlığıyla uzun uzadıya yazmıştık. Aynı şeyleri tekrara gerek duymamakla birlikte, Trabzon maçında da “pahalı arzusuz ‘topçu’lar” ile “ucuz arzulu ‘futbolcu’lar” takasının sebepleri daha da güçlendi diyebiliriz.

Duyduğum kadarıyla yeni yönetim de bu yolda ki aksi bir yol da Beşiktaş’ın mali durumlarını gözetirsek mümkün gözükmüyor… Yani aslında bu bir strateji değil, bir gerekliliktir. Bu bağlamda Quaresma, Almeida, Fernandes üçlüsünün Euro2012 kadrosuna alınması da ‘yüksek maliyetli oyuncuların elden en makul şekilde çıkışı’ konusunda gayet hayırlı bir gelişme olmuştur.

Artık fikrimizle, kalemimizle ve de tribündeki sesimizle; yeni Beşiktaş’ın tekrar “Beşiktaş!” olabilmesi için güçlü duracağız, ateşten gömlek giyenlere serin bir ortam sağlayacağız. Başka çare yok… Açıkçası önümüzdeki sezon, yakın dönem için benim en heyecanla beklediğim sezon olacak. Varsın yine kader 4.lük olsun ama Beşiktaş gibi olsun, Portekizçiflikspor ya da menajerlerin pilot takımı olarak değil…

Sarı Kartlık Geri Dönüş


Dün güzel bir Beşiktaş günüydü… Basketbolda Fenerbahçe ile oynanan, “mucize” kelimesinin yetersiz kaldığı geri dönüşle uzatmaya gidilen ve berbat serbest atış yüzdesine, Ersin Dağlı alternatifsizliğine rağmen kazanılan harika maçı izlerken; bir yandan da hentbol takımının final serisinde durumu 1-1 yaptığı haberleri geliyordu. Kartal Özmızrak’ın uzatmalardaki oyunu, üçlüğü, sakince kazandırdığı faulü, ayrı bir keyifti elbet…
Hawkins’in, Bonsu’nun, Arroyo’nun ortaya koyduğu “winner” karakterlerini gördükten sonra, akşamın Beşiktaş açısından skoru çok mühim olmayan futbol derbisinde de, en azından o karaktere yakın bir oyun bekledik otomatikman. Fenerbahçe karşısında kazanmayı hatırlatmış takımın, “loser” etiketinden sıyrılması için bu maçta da bir duruş göstermesi gerekiyordu.

İlk yarıda, Bülent Yıldırımın da baskılı ve sindirici presiyle birlikte öyle bir karakter göremedik. O yönetim altında normaldi de aslında… “Tribünden her gelen ‘aauu!!’ sesine faul çalma” olayını bile aşmış, tribünlerin bile faul beklemediği Quaresma-Emre pozisyonununda (sonucu gol oldu) frikiği veriyordu mesela. Çıkan mizahi sarı kartlara hiç gelmeyeyim… Açıkçası böyle bir maçı ben izlemekten soğudum, oyuncuların sahada oynamaktan soğumuş olması çok doğal olacaktı.

Ama öyle olmadı… Tayfur Havutçu’nun “tazeleme” değişiklikleri, değişen oyun yapısıyla birlikte tuttu diyebiliriz. Tutmasa da, en azından “iyi gitmeyen düzene dur demek” amacıyla bir şey denedi der, fazla ses etmezdim. Maça tepkisiz kalan hocalardan hiç haz etmemişimdir çünkü… Fernandes’in oyundan alınması bir riskti ancak 4-4-2’ye dönülmek istiyorsa, aynı zamanda bir gereklilikti. Çünkü orta sahada pres yapacak adam sayısı ikiye düşecekken, onlarda aranacak özellik “pasörlükten” öte mücadelecilik olmalıydı. Veli – Ernst ikilisiyle devam etme işi, bu bakımdan doğruydu.

Ama asıl değişen şey oyun yapısıydı. Beşiktaş rakibi önde karşılıyor, dönen topları alıyor, hareketli oynuyor ve hücumda çabuk çoğalıyordu. Bunları yapabilen bir takımın zaten sahada hangi sistemle oynadığı çok önemli değil. İtalya şampiyonu Juventus da böyleydi sezon boyunca… Maç içinde sık sık 4-4-2, 3-5-2, 3-4-3 türevlerine dönerken, izleyenlere hiç bir şey fark ettirmiyorlardı. Çünkü zaten ne olursa olsun herkes birbirine yakın oynuyor ve önde basıyorlardı. Hal böyle olunca, orta sahanın ortasında Simone Pepe bile oynayabiliyordu yeri geldiği vakit. Namaglupluğun en çok zora girdiği Napoli deplasmanında, maç öyle dönmüştü…
Ernst – Veli, Quaresma Pektemek Almeida Holosko altılısıyla Beşiktaş, oyunu önde karşılamaya başladıkça maça da ortak oldu. Quaresma içeride fazla adam görünce, topu aldığı vakit rakip beki madara etmek yerine direkt olarak orta (aslında pas) atmaya başladı ve önce pozisyonlar, sonra da Simao’nun 28 sene daha top oynasa atamayacağı tarzda, klasik Holosko golü geldi. Bu aynı zamanda sezonun en iyi "takım golüydü"... Rakibiyle kafa-kafaya çarpıştığı, hakemin oyunu durdurup, hava atışı yapmaktansa daha kolayı olan “Beşiktaş aleyhine faul çalma” tuşuna bastığı pozisyonundan sonra Pektemek, kan, revan, bandaj içinde çok faydalı bir oyun oynadı. Bizim millet kanı akanı sever… Toraman 10 senedir bu yüzden sırtta geziyor, senede bir kaşını açarak, burnunu kırarak vesaire. Umarım artık Pektemek’in de, “kaleci degajmanından gelecek topu bir şekilde gol yapmak” zorunda kaldığı maçlar haricinde nefis oyunlar oynadığı fark edilir ve sayılıp sevilir…

Sonuç olarak Beşiktaş, gitti denen ve hakemce sindirilen bir maçta güzel bir geri dönüş yapıp, rakibine beraberliği kabullendirip, yarı sahasında pas yapmaya zorlayarak maçı bitirmiştir. Diğer maçta yaşananları görünce, üç kuruş daha fazla kazanmak için futbolun gömüldüğü ortamda şampiyonluğa oynamadığımız için sevindim desem yeridir… Ayrıca Kamil Abitoğlu da yeni keşfedildi bazı kesimlerce. Oysaki Beşiktaşlıya sorsalar öğrenecekler. “Kötü hakem” apoletini bile kabul etmeyen, hakemlikle zaten alakası olmadığı, hatta tüm üflemeli maddelerin yasaklanması gereken adamlarla biz aylar öncesinden tanışıyoruz…

Yeni hoca kim olur bilmem de, kendimce ilk görevini açıklıyorum: Şu takıma duran toplarda alan savunmasını öğretsin!

Rashidi Yekini


Her çocuğun mutlaka insanları şaşırtacak cinsten farklı bir özelliği vardır. En “olmamış çocuklar” bile bu kategoriye dâhildir. Benim 11 yaş civarına geldiğimde iki özelliğim vardı mesela… İlki, üçtaş denen oyunun Kasparov’u olmamdı. Her hamleyi ezberlemiştim, adımı duyup başka mahalleden beni yenmeye gelenleri de denize döküyordum. Geleceğim için pek bir faydası olmadı ama yine de kısa süreliğine “Barça kafası” yaşatmıştı bana, güzeldi...
Diğeri ise futbol tutkum… Futbolla ilgili çocuktan öte, “futbolsever” bir insandım direkt olarak. Şimdilerde gidip sorun Beşiktaşlı bir çocuğa “en sevdiğin oyuncular kimlerdir?” diye, hemen “kuyarejjmea” liste başı olur. O zaman bana sorsanız, Zeki derdim mesela… Neyse abartmayayım, Feyyaz derdim elbet ama Zeki’nin de öneminin farkındaydım, severdim de.

Futbolseverliğim Beşiktaş’la sınırlı değildi, sanırım burada ayrılıyordum. Kenardaki ufak tanımımda yazıldığı üzere, USA 94’de 03:15 gibi oynanan maçları da saati kurar, sahura kalkar gibi yataktan zıplayıp, izlerdim. Çocuk olduğum da buradan belli zaten, şimdilerde normal yatış saatimiz o olmuş, alarma ne hacet…

Roberto Baggio’dan ötürü İtalya’yı tuttuğum, “bu muymuş?” bakışları arasında Brezilya’yı pek beğenmediğim o turnuvada, aklımda kalıcı izler bırakan “lezzetli futbolu” Nijerya oynuyordu. Sıcakların da etkisiyle, 50 dakikada bir pozisyon bulunan turnuvada; Amokachi’li, Yekini’li, Siasia’lı, Finidi’li, Oliseh’li, Amuneke’li Nijerya, zamanımızın tiki-taka’sına benzer bir futboluyla çok farklı görünüyordu.
Takımın 9 numarası Yekini, Nijerya’nın turnuvadaki ilk golüne imzasını Bulgaristan karşısında atıyor ve ağları kucaklayarak yaşadığı, “içtenlik akan” gol sevinciyle; o turnuvadan geriye akılda kalacak sahnelerden birini canlandırıyordu. Caniggia’nın birbirinin kopyası ve ardı ardına gelen iki gölüyle sadece Arjantin’e yenilerek gruptan 6 puanla çıksalar da; bir üst turda Roberto Baggio gerçeğiyle tanışarak ve de çok güzel şeyler bırakarak, ülkelerine dönüyorlardı.

Çocukken futbola bakış çok daha farklıdır, futbolculara insan gözüyle bakılmaz, hepsi birer süper kahramandır. 90 kuşağı için onlardan biri olan Yekini, hayatını kaybetmiş. 80 yaşındaki insana da sorsan “hayat çok çabuk geçti” der… O yüzden ölümün geçi yoktur, her ölüm erken ölümdür ancak 48 yaşındaki Yekini, gerçekten çok erken ayrıldı dünyadan. Mekânın cennet olsun Raşit.

Beşiktaş Mücadeledir


Özlemişiz galibiyeti diyeceğim ama aslında direkt unutmuşuz sanırım. Ciddi ciddi maç öncesinde “en son ne zaman kazandık?” sorusu problem yarattı zihnimde. Egemen’in uzatma golü, Braga deplasmanı derken;  4-1’lik Manisa maçını anımsadım nihayet. Neyse, kazanıp 3 puanla tanışmak güzel. (Üçtü değil mi? Yarıya falan bölmek yok sonra…) Maç kaybedip, üzerine normalce kabullenmek; bana çok dokunmaya başlamıştı. Ne olursa olsun, Beşiktaş kaybetmeyi alışkanlık haline getirmemelidir. Umarım Pazar günü de aynı şekilde olur… Olur da… Tayfur Havutçu giderayak (bu bir duadır) sadece şu maçtan elde edeceği çıkarımları kullansın yeter. Ya da bugünkü gibi spontane gelişsin…
“Beşiktaş nasıl kazandı?” sorusunun cevabı basit. Kalecisi dahil olmak üzere savunması ve orta sahadaki Veli – Ernst mücadelesiyle. Bu sezon; bu gruba Fernandes ve tek forvet bölgesindeki oyuncunun az biraz katkıları eklenince, Beşiktaş genelde kazanıyordu zaten. Kendine oynayan (Quaresma) ve artık fiziki bitikliğiyle oyunun sadece defansif kısmını gerçekleştirmeye çalışan (Simao) Portekizli winger’larına rağmen…

“Tribünlerde kız görünce şahsiye bağlayan bir halı saha topçusu” modelini izledik bugün Quaresma ile. Çalımlayıp, oyundan düşürdüğü adamı geri dönerek tekrar çalımlamaya kalkması başka şekilde açıklanamaz. Maç sonunda duşunu yapıp, baklavasını yiyip, “ayağınıza sağlık beyler!!!” dedikten sonra karanlığa karışsa konsept tamamlanırdı.. Maç içinde etkili olduğu anlar, yine topu cepheden aldığı pozisyonlarda gelişti. Acaba hoca hamlesi mi dedim ama; işin spontane geliştiğini çözmem uzun sürmedi… Bugün, geçen maçlara nazaran daha fazla adam takibi yapsa da; kanattaki Quaresma çok can sıkıcı, merkezdeki Quaresma daha çekilebilir olabiliyor.
Golde “kafa şutu” terimini gerçekleştiren ve maç boyu iyi bir tek forvet oyunu oynayan Almeida; beklediğimden fazla diri döndü. Kaçırdığı pozisyon öncesinde mükemmel bir hücum presi yaptı; uyguladığı adam da Yobo’ydu hani… Bu özelliği, fiziğine rağmen hızlı oluşu vesaire; kendisine “güzel adam” ya da “güzel futbolcu” dedirtebiliyor. Ama “güzel santrafor” değil işte, o pek değişmez. (Quaresma için "güzel topçu ama futbolcu değil" meselesinde olduğu gibi.) Sebebi kaçırdığı goldeki tercihinde saklı… Orada forvet, kalecinin yatış yönüne doğru topu atıp, geçmeye çalışır; kaçırırsa da öyle kaçırır (artık nasıl kaçacaksa). Pektemek öyle yapardı mesela… Sahi neredeydi o? İşte, iki maçtır şu Fenerbahçe’ye “kontra gol” atamıyor oluşumuzla bile; “Tayfur Havutçu hoca değil…” sonucu çıkabilir.

Yine de, bu kez golü beklemeden hamleler gerçekleştirdi. Aurelio dokunuşu, skorun Beşiktaş’ta kalmasında büyük etkendi mesela. Keza Ekrem’le bir kanatın doldurulması da öyle. Ama çıkan adam kanat savunması yapıyordu zaten, Quaresma yine çizgide kaldı sonuç olarak. Hilbert çoğunlukla tek adam kaldı ama yine Stoch gibi bir oyuncuyu bezdirdi… Sonra, Beşiktaş lehine maçın en güzel hamlesi geldi zaten: Stoch kenara alındı… O dakikkadan sonra Fenerbahçe’nin maçı şutsuz bitirmesi, bir tek Aykut Kocaman için sürpriz olmuş olsa gerek…

Aurelio saçı da amerikan tıraşlamış… “Ben gencim” ayağına yatıp, sözleşme yenileme oyunları söz konusu. Bu oyuna… gelelim aslında; yılda 750 bin alan ve böylesine “maçı tutma” hamlesine imkan tanıyan bir orta saha pek bulunmaz, hele de yerli statüsünde. Furkan Şeker, Denizli’de sağbek oynadı sezon boyunca. Aurelio ile birlikte 1 yıl alternatif kalıp, süpürücü orta saha inceliklerini öğrenebilir…
Tamer Kıran, maç sonu küçülme sorusuna cevap olarak: “Küçülme yok, Beşiktaş bugün sahadaki ‘bazı oyuncularda olduğu gibi’ mücadeleyi ve takım oyununu öncelikli tutan isimlere yönelecek.” gibi şeyler söyledi. Güzeldi… Şanlı Beşiktaş’a Dönüş Yolu’yla örtüşüyordu… Ernst maaşı almayan Ernst'lerle Beşiktaş yola devam edecektir; bunun adı küçülme değildirdir zaten "Beşiktaş" olmaktır. Beşiktaş mücalediiiğrrr!! nitekim... Zaten "isimlilerden" şuana dek bir fayda görmemiştir Beşiktaş. 

Tribünler küfür-müfür dışında güzeldi. Aslında küfür-müfür de doğal; oradaki insanlar cinsiyetinden önce “taraftar” olduğu için orada. Taraftar da küfür ediyor işte arada bir, bunun cinsiyeti ve bu şekilde ayrımcı bir cezası olmaz… Destek çok iyiydi, belki ses gür çıkmıyordu ama o gür sesten Beşiktaşlı futbolcu da nasibini almıyor; Cenk, İsmail falan rahat maç çıkarıyordu en azından… Stoch’un pozisyonda kalkan bayrakla birlikte yuhalamayı kesince, Baki Tuncay Akkın’dan daha fazla ofsayt bilgisi olduğunu da gösterdiler. Sahi, hakem de güzeldi bugün. Zaten Türkiye sınırları içindeki performanslara bakarsak, tek güzel hakem: Fırat Aydınus. Cüney Çakır olsa, Alex’in pozisyonda “yakaladımmm” havasına girip, düdüğü ciğerine kaçırırdı kuşku yok ki…