Havyarı Elle Yemek

Olcay Şahan; izlediğim kadarıyla her yere koşan, her topu zorlayan, farklı pozisyonlarda oynayabilen “emekçi” oyunculardan ve hatta biraz da teknik olanından. Şu sıralar İtalya’da “zuladaki joker” rolünü üstlenen Diamanti’yi andırıyor sanki… Söz konusu 4-1-3-2’nin üçlüsünde, sağ-sol ya da merkez fark etmeksizin iyi bir alternatif olabilir. Bardağın dolu tarafında yani işin saha kısmında “iyi transfer” denebilir.

Lakin yeni yönetimden benim beklentim: Sadece “saha içinde” değil, “bütçe planlaması içinde” de iyi transferler yapabilmesidir. Yoksa bugünlerde “yürü A2’ye!” denilen oyuncuların birçoğu kağıt üstünde zaten iyi transferlerdi. Ama işin bütçe kısmındaki yüzü pek öyle değildi…
Olcay’ın sözleşmesindeki “1 milyon Euro garanti para” ibaresi, aslında Beşiktaş’ta pek bir şeyin değişmediğine işaret ediyor. Bu durum; Beşiktaş’ın maaş planlamasını çöpe atabilir. “Tamamlayıcı” bir oyuncuya bu ücreti verirsen, bir takımı “değiştirici” yapıda ve geçmişine bakıldığında daha uluslar arası bilinirliğe sahip olan Fernandes’e “gel şu 2 milyonu düşürelim” diyemezsin. Hatta maaş indirimine gitmeyip, ayrılma kararı alanları haklı çıkarırsın. İndirime giden Ersan’a ise, muhtemelen şu sıralar açılan “sen kerizsin bilader, kusura bakma” telefonlarına maruz bırakırsın.

Sene sonunda bakıldığında; Olcay belki de Fernandes’e göre daha faydalı olacaktır. Bu bir olasılık… Ama 50 bine oynayan herhangi bir A2 oyuncusu da, Olcay’a nazaran daha faydalı olabilir; bu da bir olasılık… Profesyonel şirketler, olasılıklara göre sözleşme yapmaz. Söz konusu kişinin o anki durumu, kariyeri neyse; odur… Ve maalesef bu bağlamda bir çelişki yaşanmıştır.

Dediğim gibi; bu sene benim gerekli kadro tavsiyesi ve gelecek kadronun bilhassa bütçe bazında iyi planlanması dışında bir beklentim yok. Ama bu konuda da bir şeyin değişmediğini görmek, canımı sıkıyor. Bir yandan FEDA’lar, indirime gitmiyor diye yol vermeler, Egemen’i 50 maç oynayarak çok para aldı diye linç etmeler; bir yandan bu sözleşme… Cem Yılmaz’ın “Ben küçükken o kadar fakirdik ki, havyarı elle yiyorduk. Valla…” esprisindeki “ironi-komedya” durumu içersindeyiz. Hakkımızda hayırlısı.

Son Level

Ronaldo’nun (Brezilyalı) bazı golleri vardı; karşı karşıya giderken daha fazla yaklaşmaya gerek görmez, yay üzerinden plaseyi bırakırdı. Dün Mario’nun ikinci golünde o sahneler aklıma geldi. Montolivo’nun müthiş lob pası sonrası yine ağır davrandı aslında. Ama zaten kaleye çok yaklaşma niyeti yokmuş… Ivo Karlovic’in servisleri gibi bir şut çıkardı. Top arkadaki fileyi tutan direğe mi çarptı, içeri mi girdi; bir müddet çözemedim.

İlk golde ise aslan payını zaten maç sonunda kendisi teslim etmiş: “Beni öyle bir asistle ancak Cassano buluşturabilirdi.” Sol ayağıyla öyle bir ivme kazandırdı ki topa, havada Badstuber’e çalım atarak Balotelli’ye ulaştırdı; o da ağlara… Cassano 50 dakikalık şarjı ile oynadı her zamanki gibi ama o süre içersinde harika bir “ikinci forvet oyunu” ortaya koydu.
Attığı güzel goller dışında, oyun akışı içersinde de çok faydalı oldu Balotelli. Yaptığı presle Alman stoperlerine hiçbir zaman “gözü açık pas verme” imkânı sağlamadı. Oyuna sonradan girdiği İrlanda maçından bu yana, her şeye rağmen takım için en uygun santraforu olduğunu kanıtlamıştı aslında. Gün be gün, İtalya’yı “son levele” taşıdı Super Mario.

Löw’ün Müller yerine Kroos hamlesi; İtalya’nın orta sahadaki sayısal ve verimsel üstünlüğünden çekindiğine işaretti. Ama Marchisio, Pirlo, De Rossi üçlüsüne Montolivo’nun da bu kez çok olumlu katılması; Löw’ün o hamlesini çöpe attı. Çünkü İtalya merkeze bağımlı bir takım değildi; orta sahadaki oyuncular en uygun yere deplase olabiliyorlar, sahanın boşluklarını değerlendirebiliyorlardı. Aksine o hamle, Almanya'nın kendi oyunu bozdu.

Bir orta saha kenara yakın oynayacaksa, bu ayağına ters bölge olmalı. Kroos sola geçtikten sonra içe kat etme özelliğiyle hem kendisi etkili oldu hem de Lahm’a gerekli alanı açtı. Keza Klose ve Reus ikilisi sahaya girdikten sonra daha bilinmezli, sürprizli bir hücum hattı oluşturdular. Podolski ve Gomez’in ne yapıp, yapamayacakları çok belliydi oysa; kontrolü kolaydı.

Zaten oyunun içinde daha fazla gözükmesi ve stoperler için daha zorlayıcı koşular yapmasıyla Klose, Gomez’e göre daha ideal santrafordu. Ondan biraz erken vazgeçti Löw. Herhalde ikinci yarıdaki oyunu görünce bunu kendisi de anlamıştır; ama biraz geç oldu. Çünkü artık İtalya, ata sporunu yapmaya başlamıştı: Savunma!
Bizim için en lüks dondurmanın meybuz olduğu zamanlardı. Asprilla’lı, Veron’lu, Crespo’lu, Cannavaro’lu, Dino Baggio’lu Parma’da genç, yağız bir kaleci vardı. Buffon o zaman da Buffon’du, hala daha Buffon! Marco Reus’un frikiğine çift elle gitmek, her kalecinin yapacağı iş değildi.

Hoca Prandelli gibi biri olunca; “tavşan çıkarma” gibi gözüken seçimlere önce bir durur, “bir bildiği vardır herhalde” derim. Nitekim Balzaretti’yi sağbeke yazarken, bir bildiği varmış… Almanya ataklarına Bonucci ile birlikte en sıkı direnen oyuncuydu. Aslında genel olarak savunma o kadar başarılı oldu ki; Almanya gibi bir takım oyun disiplinini taca atmak zorunda kaldı. O dakikadan itibaren İtalyan hücumcularının da ofsayt çizgisiyle mücadelesi başladı. O anlarda Di Natale’nin gol çıkaramaması, hayal kırıklığıydı…

İstediği zaman hücum presi yapan; gerektiği zaman topa sahip olan; savunmada zaten İtalyan olan bu takım, finali hak etmişti. Turnuvanın en güzel maçı denilecek karşılaşmanın tarafları, tekrar finalde buluştu. Sıkı bir “savunma-hücum” maçı olacak. Ama bu kez savunmayı yapacak olan taraf İtalya olmayacak.

Bir Portekiz Geleneği: Testudo

Hedef santrafora (Negredo) uzun bir top atılır; o da topu bir müddet ayağında tutar, hücuma genişlik katacak arkadaşlarına zaman kazandırır; zamanı gelince pasını verir; bir ekstra pas daha çıkar, Iniesta şutlar… İspanya’nın ilk yarıda bulduğu en net pozisyon böyle gelişmişti; pek tiki-taka ürünü değildi. Sivasspor’dan Chelsea’ye kadar herkesin denediği, klasik bir futbol hücumu…

Bu örnek, Portekiz’in orta saha dolaylarında uyguladığı baskılı alan savunmasıyla; İspanya oyununu ne kadar etkilediğini gösteriyor. Portekizlilerin son dönemde uygulamaya koyduğu ve genelde başarılı oldukları bir taktikti aslında bu. Keza Carvalhal’li Beşiktaş da, Aralık-Ocak sürecinde namağlup 15 resmi maçlık performansını sergilerken, böyle bir “testudo taktiğiyle” sahadaydı.
Kalkanlar arasından mızrak atma görevi; çoğunlukla Ronaldo’ya aitti. Beşiktaş’ta Quaresma’nın olduğu gibi… Aslında merkez forvette Almeida yerine, sahte 9 rolüyle Quaresma olsa daha mı iyi olurdu diye düşündüm maçı izlerken. Zira Portekiz pek kalabalık gelemediğinden, Almeida seçimi de anlamsızlaştı. Gerçi hücumda sıfır katkısı olsa bile, rakibin daha az hücum etmesini sağlıyor Almeida. Mesela içerideki Braga maçında onu oturtarak, Quaresma ilke 4-6-0 oynamıştı Beşiktaş; çok baskı yemişti. Ama yine de denemek lazımdı, yani Nelson yerine Quaresma bence daha sürprizli, kafa karıştıran bir hamle olurdu. Hatta bir ara ısınırken görüldü Quaresma, sonra kalkmamak üzere yerine oturtuldu sanırım. Kendisi, 10 numarayı sırtına geçirip de süre alamayan tek oyuncu oldu Euro 2012’de.

Del Bosque ise Negredo hamlesiyle; ne pas trafiğine, ne de “ara paslara” nitelik kazandırdı. Fabregas’la birlikte, en azından tekrar pas trafiği nitelik kazandı; ceza sahasını da Negredo’ya nazaran daha fazla zorladı.

İspanya’nın oyun tarzını (bilhassa bu turnuvadaki halini) ben de pek sevmiyorum, eğlenceli bulmuyorum. Ama işi yuhalayacak noktaya getirmek; onlara “tempo yapın!” gibi bir misyon yüklemek, anlamsız. Sirk takımı değil sonuçta bunlar; kazanmak için en iyi yaptıkları şey neyse, onu yapıyorlar: pas… Yunanistan’ın savunma, Almanya’nın hücum yapması gibi… Kaldı ki, ceza sahasına gömülmeyerek de çok iyi bir savunma takımı olunabileceğini gösteriyorlar. Evet, aslında onlar bir savunma takımı. Farkları; kalecinin önünde bekleyerek değil, rakibin ayağındaki topa basarak; topu şişirip yeni bir atak verme şansı yerine, pasla kendilerinde muhafaza ederek savunma yapmaları…

Gerçi Torres ve Pedro’yu aynı 11’de sahaya sürdükleri vakit; pas ve pres oyunları hiç de aksamadan, aynı zamanda hücumu daha fazla düşünen dolayısıyla daha “lezzetli” bir takıma dönüşebilirler. Ki Navas’ın Pedro’dan öncelikli tutulmasını hiç anlamıyorum. Pep de son döneminde onu unutup, çizgi hapsi yaşayan kanatlara dönünce; tüm kupalardan olmuştu. 
Velhasıl Portekiz bu maçta gol yemeyi hak etmedi oynadıkları nefis alan savunmasıyla. Ama atmayı da hak etmediler… Haliyle 0-0’la penaltılara gidilmesi; iki takımın da “ektiği” bir şeydi. Ronaldo’dan önce kağıda iki stoper yazılırsa biri elbet kaçırır, top Ronaldo’nun ayağına değmeden elenirsin… Ben takımın en iyi penaltıcısının 5. sıraya konmasını hiç anlamam. Zaten iş o raddeye gelince, yani “atamazsam yanarız” noktasında en klas adamlar bile kaçırabiliyor; Baggio’nun 94’de, Shevchenko’nun 2005’de yaptığı gibi.

Halbuki en iyi penaltıcılarına sırayla attır, stresi rakibine yaşat. Belki de onlar kaçırınca iş 5. penaltılara kalmayacak… Nitekim İtalya da Pirlo’yu 2 değil de 5. sıraya koymuş olsa; bugün İngiltere-Almanya yarı finalini izliyor olabilirdik. Sahi Ramos’un panenkası sonrası hemen “Pirlo gibi” dendi ama şöyle bir şey var; Ramos klastı, tamam. Ama Pirlo’nun penaltı vuruşuna söylenecek “klas” gibi bir tabir yok. Kaleci uçtu, düştü, kalktı, “yedik galiba” dedi, diğer penaltıcı olay yerine geldi; top hala havadaydı.

Dün bana göre dünyanın en iyi solbeki bir takımda (Coentrao), adayı da bir diğer takımdaydı (Jordi Alba). Coentrao’nun sırf bu maçla bile “hızlandırılmış sol bek dersi” için malzeme vermiştir. Beşiktaş kampa aldığı genç sol beklerine izletsin mesela… İspanya için turnuva öncesinde dediğim bir laf vardı: 2010’dan bu yana değişen en olumlu şey; sol beki 49 yıllığına kiralamış Capdevilla’nın yerine Alba’nın oluşu… İspanya’nın en net pozisyonu, onun ceza sahasına müthiş sızıp, zor pozisyonda Iniesta’ya çıkardığı topla gerçekleşti.

Cüneyt Çakır bana göre idare edebileceği en iyi şekilde götürdü maçı. Nani’yi bir pozisyonda fena kesmesine rağmen; uyguladığı avantaj standardının %40 tüm Türk hakemlerine yayılsa, ligimiz çok daha izlenir hale gelir. Mesela kaleciye giden bir top öncesi bayrak kalktı diye; ille de düdüğü çalıp, endirekt vuruşu yapacağı yeri itinayla göstermek için oyunu durduran hakemlerimiz var; maçtan çıkasım geliyor…

Yeni Sistem ve Gençler

Sezonun ilk Beşiktaş yazısına hoş geldik… Transferlerde gelen-giden durumu belirsizken, kampa katılacak olan gençlerin açıklanması; onları odak noktası haline getirdi. Gelecek günlerde, hazırlık maçlarıyla iyice netleşecek yeni sistem için (4-1-3-2) ayrıca, detaylı bir yazı yazarız elbet. Şimdilik bu sistemi kısaca açıklayalım.

Ülkemizde Gerets’in Galatasaray’ıyla  bir örneğini görmüştük. Avrupa’da da Werder Bremen, Diego ve Mesut’u aynı anda sahaya sürerken, bu sistemi yeğlemiş; UEFA Kupası’nda Shaktar’la Kadıköy’de final oynamışlardı.   4’lü standart, önünde oynayacak oyuncu ise tam bir Makelele model “süpürücü” olmalı. Galatasaray’ın Saidou’su gibi. Sol orta saha da genelde 10 numara özelliğine sahip olan, içe kat edebilecek oyunculardan seçiliyor bu sistemde veya o oyuncu sol ayaklıysa, sağda da oynayabiliyor. Ters tarafta ise tam aksine, dikine hücum yapmayı yeğleyen safkan bir kanat oyuncusu; yap-bozu tamamlıyor.

3’lünün ortasındaki oyuncu klasik 10 numara ya da trequartista (10 numara özellikli forvet). Öndeki ikili birisi daha hareketli (ikinci forvet), diğeri stoperleri kucağına çekmekle yükümlü fizikli bir oyuncudan oluşan çift forvet. 4-4-2’den çok farklı bir sistem değil esasında. Tek belirgin farkı; orta sahadaki oyuncuların biri defansif, biri forvet arkası olmak üzere net şekilde görev ayrımı yaşamış olması. Ve elbette çok hücumcu bir sistem… Bu sistemle alan savunması imkansız, sürekli karşı alanda pres yapmak gerekiyor.
Umut Kaya, Mertcan Tuna, Atınç Nukan, Furkan Şeker, Emre Özkan, Mertcan Demirer, Hasan Türk, Ümit Karaal, Kadir Arı, Caner Turp, Muhammed Demirci, Mertcan Aktaş ve Erkan Kaş. Kampla gidecek oyuncular bunlar. Bu isimleri, mevcut sistemde oynayabilecekleri bölgelere 5 üzerinden değer vererek serpiştirdim.

Umut Kaya ve Mertcan Tuna zaten kaleciler. Diğer her oyuncu hakkında ayrıca profil yazıları blogda mevcut. Bazılarının üstünden iki sene geçmiş gerçi, bu boşluk zamanda daha güncelleştirebilirim. (Erkan Kaş, Furkan gibi.) Kampa bol bol solbekin gitmesi, İsmail'den boşalacak yerde para harcamak yerine "üretmek" yolunun seçileceğine işaret. Caner Turp, bu konuda en ideal isim.

Mertcan Aktaş oldukça sürpriz oldu, kendisi U18’den direkt A Takım’a geçiş yaptı. Harun Burak Bilgin (kendisi BJK TV için alt yapı maçlarını anlatan spikerdir) Aktaş’ın, Wesley Sneijder model bir oyuncu olduğunu söyler. Sonradan resmi sitedeki bazı u18 maç özetlerine baktım; hakikaten şimdiki Sneijder değil de, Ajax’daki Sneijder’i andırıyor. Hasan Türk, kamptaki gençler arasında A Takım'a en yatkın oyuncuların başını çekmesine rağmen; 4-1-3-2'de tam olarak oturacağı bir bölgenin olmayışı ilginç... Onun "beşbeşlik" pozisyonu; 3'lü orta sahanın solu veya ikili orta sahanın hücuma yönelik tarafı olurdu.

Erkut Şentürk ve Ali İhsan Şahin, “en potansiyel ilk 5” arasına girecek oyunculardı. Erkut Eskişehir’e gitti, Ali İhsan’ın da başka bir takıma profesyonel sözleşme yapması muhtemel. Sebeplerini bilemiyorum… Sezer Özmen de sol stoper bolluğuna takılmış gözüküyor.

Kampa isim yazdırmak çok önemli değil, asıl mesele hangilerinin gelecek planında olup, olmaması. Onu zamanla göreceğiz, gördükçe değerlendireceğiz…

Reyissini

Dün akşam İngiltere gibi bir takıma karşı tam 20 gol girişimiyle, bir kez daha “farklı” olduğunu kanıtladı İtalya, bu yine çoğu insan için “sürprizdi”. Catenaccio’yu bırakalı çok olmuştu oysaki, zira “Genç Semih” gibi İtalya’nın önüne yapışan bir sıfat oldu o kavram. 2008’de de, 2010’da da artık farkıydı İtalya ama sadece farklıydı, başarısızlardı. Şimdi ise hem farklı hem de başarılılar.
Chiellini’nin yokluğunda 4’lü oynamak, gayet mantıklı bir yoldu. Her ne kadar 5’li orta saha döneminde daha sıkı pres yapılsa da… Top, biraz da İngiltere’nin izin vermesiyle İtalya’nın ayağında fazlasıyla kaldı. Ancak İngiltere’nin tam olarak hesap etmediği şey, Pirlo’nun varlığıyla o topun her zaman atıl alanda dönmeyeceğiydi. Onun savunma arkasına attığı “nadir” topların hepsi tehlike oldu. Bazıları Balotelli’nin lakaytlığıyla şutla tamamlanamasa da… 

Montolivo ise 15 lob pas denemesinin ikisinde başarılı olunca, büyük futbolcu sanılan bir isim. Bence kendisi ne bir trequartista ne de bir orta saha… İkili arkasında daha hareketli yapısıyla Marchisio’ya şans verilse ve orta sahada Nocerino olsaydı, İtalya daha sert ve bilinmezli bir takım olabilirdi. Çünkü hem Marchisio hem de Nocerino, Serie A’nın en komple orta sahaları olmalarıyla birlikte, o mevkiler arasında “en golcüleri”. Zira Nocerino aldığı kısacık sürede, yarım metre ofsayttan kaçmış olabilseydi; ensesiyle tavana yolladığı top “yarı altın gol” niteliği taşıyacaktı.

Bana göre bir teknik direktör ilk 11’ini değil, “ilk 13’ünü” düşünmelidir maç öncesinde. Di Natale de ilk 11’de olmasa da, ilk 13’de olmalıdır. Lakin Cassano 11’de oynayınca, zaten bir değişiklik hakkını otomatikman kullanmış oluyorsun. Balotelli – Di Natale değişikliğini de hesaba katarsak; başka bölgelere hamle şansı çok azalıyor. 120 dakikalık maçlarda bu durum negatif etki edebilir. İngiltere gibi kabuğuna çekilen takımlara karşı etmez belki ama Almanya’ya bunu kullanır.

Balotelli’nin maç başlarken sahada olması mantıklı. Her ne kadar kendisi lakaytlığın kitabını yazsa da, santrafora benzeyen tek isim oluşu onu değerli kılıyor. Di Natale’nin daha sonra Balotelli’nin yerine girmesi, kendisini sahada daha taze tutacak, çizgi savunmayı daha zorlayacak hale getirecektir. İspanya karşısında olduğu gibi… Ama Diamanti’nin Almanya karşısında mutlaka Cassano’nun yerinde oynaması gerekiyor. Çünkü o maçta 45 dakikada bitecek bir hücumcuyu daha kaldıramayacaktır takım.

De Rossi’nin Kiev’i tavaf edip direkte patlayan şutuyla başlayıp, “kale alanında auta vurmaca” silsilesiyle penaltılara kalan maç; İtalya’nın hakkıydı açıkçası. Pirlo’nun İngilizlere “öyle rahatlamak yok!” kendi takımına “kendinize güvenin!” mesajı içeren (evet, kitap gibi vuruştu o. Mesela Joe Hart’ı kullanarak yer çekimi kanunu da tekrar ispatladı) panenka penaltısı işe yaradı; İtalya’ya hakkı olan galibiyeti adım adım getirdi. Gerrard ve Rooney dışında İngilizlerin penaltılarda eziyet çekeceği de çok belliydi esasında.

Dün akşam İngiltere’de ortalama 5’lik, 6’lık oyun oynandıysa takımca; Glen Johnson 9’luk oyunuyla çok fark yaratmıştır. İki tane Glen vardı sahada sanki; biri zaten sağbekte, diğer kale alanında… Mükemmel ters kademeler yaptı. Takımının bulduğu, Buffon’un sadece refleksle açıklanamayacak kurtarışıyla sonlanan tek pozisyonda ise; rakip ceza sahasına da bir elçisini göndermişti…

Maç sonunda İtalyan oyuncuların sevinci kesip, İngiliz oyuncuların yanına gitmesi; en az Pirlo penaltısı kadar güzeldi. Almanya – İtalya maçı çok şey vaat ediyor. Bu tip turnuvaların son dönemde gördüğü en sağlam maç olabilir. İtalya, şuan realist hedefine ulaşmış durumda. Bundan ötesi rüya gibi olur İtalyanlar için. Ancak Inception misali bir “toteme” sahipler: Pirlo. Reyissini sahadaysa, o rüya asılında gerçekten yaşanıyor olabilir…

10’a 10 Pas Çalışması

Dün akşam bilindik bir senaryoyu izledik. İspanya, “agresif” olmayan bir rakibi yakalayınca yine topu evine götürdü. Tempoyu yükseltmeye gerek duymadı, “pasla işkence” yolunu seçti. Aslında o işkence durumu daha çok rakipler üzerinde etkili olsa da, bazen futbol izleyicisine de yansıyor. Ama bu İspanya’nın suçu değil. Onlara –tıpkı İtalya’nın yaptığı gibi- agresif oyunla, az biraz önde presle karışık veren; maçları hem dengeliyor hem de lezzetli hale getirebiliyor. Aksi halde İspanya, Almanya gibi tek başına “güzel maç” tadı verebilecek bir takım olamıyor ya da olmak istemiyorlar.
İspanya’nın maçları alenen “10’a 10 pas çalışması” haline getirebilmesini; genellikle “pas yeteneğine” bağlarlar. Oysa bir atak boyunca gerçekleştirdikleri 35 pasın, 33’ünü yapmak için (hariç tutulanlar: asist ve asist öncesi pas.) Xavi, Iniesta, Fabregas olmaya gerek yok. Çünkü takım halinde o kadar hareketli ve oyunun içindeler ki; pas yapmak çok kolaylaşıyor. Topu ayağına alan bir İspanyol, hele de rakip iyi pres yapamıyor ya da sıkı alan savunmasıyla pas yollarını tıkayamıyorsa; etrafında pas verebileceği en az üç arkadaşını bulabiliyor. Bazen Arbeloa gibi akıl tutulması yaşamadıktan sonra, o seçenekler sayesinde pas yapmak çok da güç olmuyor.

Del Bosque’nin Xabi Alonso, Xavi olmasına rağmen Busquets’e, kenarda safkan santraforlar olmasına rağmen Fabregas’a 11’de yer açması da; takımda o pas opsiyonlarını arttıracak oyuncuları görme isteğindendir.

Bir ara Türkiye de, Hiddink’le bu “topa sahip olan taraf olma” planını hayata geçirmişti hatırlarsanız. Selçuk Şahin, Selçuk İnan, Emre, Mehmet Ekici gibi oyuncular aynı anda sahaya sürülüyordu. Bu oyuncuların her biri, pas konusunda yetenekli oyunculardı. Ancak takım olarak İspanya’daki gibi hareketli ve değişken yapıya sahip olamadığımızdan ve de “topu ayağından çıkaran oyununun 5 dakikalık kafa iznine ayrılması” durumunun ortaya çıkmasından dolayı, plan tutmamıştı. Topa sadece rakibin atıl bıraktığı alanda sahip olabiliyorduk. Bunun üzerine klasikleşen agresif, “bilinmezli” yapımız da çöpe atılmıştı; tam bir kimlik kaybı yaşamıştık.
Nasri'nin tek çaresi: Ninja gibi sis bombası atıp, aradan sıyrılmak.
İspanya’nın topu eve götürmesinde bir diğer ana husus da; rakibin olası pas oyununu, orta saha dolaylarında gerçekleştirdiği baskılı alan savunmasıyla, pas yollarını tıkamalarıdır. Barcelona ile ayrıldıkları en belirgin özellikleri budur. Barça, hücum presi daha da abartarak, topun kaybedildiği yerde takımca baskı uyguluyor. Başkarı gibi topun iyice bir arkasına geçip, 3-5 dakika rakibin atağına odaklanma yerine; 10 saniyede kaybedilen yere odaklanıp, topu hemen geri alıyorlar. Hem zihinleri hem de güçleri taze kalıyor.

İtalya, İspanya’ya nasıl ters gelineceğinin ipuçlarını vermişti. Tıpkı onların yaptığı gibi, kendileri atak eğilimindeyken kapılacak toplarla, aniden hücuma çıkmak; İspanya’ya karşı gol bulmanın en ideal yolu. Aksi takdirde yerleşmelerine izin verilirse, orta sahada yaptıkları alan savunmasıyla; rakip santraforun ayağına top değdirmeden maçı bitirirler, dün akşam olduğu gibi.

Hem Portekiz, hem de olası Almanya finalinde, çok daha lezzetli maçlar izleyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü her iki takım da, İspanya’yı ön alanda da rahatsız edip, çok hızlı şekilde hücuma kalkabilen takımlardır. Bilhassa iki turnuvadır İspanya’ya takılan Almanya… Şeytanın bacağını kıracak gibi gözüküyorlar, yarı finalde bir kazaya uğramazlarsa tabi. Ki İtalya, yarı finallerde favori elemeyi sever.

Taca Gitmeyen Orta

A ve B Grupları’nın bütün olası çeyrek final eşleşmelerinde maçların tek taraflı geçeceği, daha kuralar çekilirken belliydi aslında. Bunlardan ilki dün gerçekleşti. Çek Cumhuriyeti’nin karşı kaleye doğru gidebilmesi, okyanusu aşmak gibiydi; oturup çok sağlam bir sandal yapmaları gerekiyordu. Portekiz ise Cech’in kalesini dövmekle meşguldü maç boyunca. O kale, 79. dakikada nihayet yıkıldı; Moutinho’nun nefis ortası, Almeida’nın gizli asisti ve Ronaldo’nun bitirici kafasıyla.

Almeida’yı çok ideal bir santrafor olarak görmüyorum. Ofsayt çizgisine dikkat etmeyişi, yeterince oyun içinde olmayışı, deplase olmadan statik şekilde pozisyon alışı; bu durumun başlıca nedenleri. Ancak “faydasız” bir adam da değildir Almeida; bilhassa fizik olarak caydırıcı, stoperler için odak noktasıdır. Onu kullanmasını bilen, gol bulma şansını daha da yükseltir. Tıpkı dün Ronaldo’nun yaptığı gibi… 
Almeida golde ekstradan diğer stoperi de yamacına çekince; Ronaldo sağbek Selassie’yle eşleşti ve çok net bir kafa vurma şansı elde etti. Aslında Almeida’nın ofsaytla iptal edilen golünde de, Ronaldo yine çizginin gerisinden gelmiş ve pozisyonunu alarak topu beklemey koyulmuştu.. Almeida tıpkı goldeki gibi ıska geçseydi, Ronaldo o zaman da golünü yapacaktı; zaten pozisyon sonrası “niye bırakmadın?” hayıflanmalarına girdi.

Hava hakimiyetinde güçlü olduğu kadar “kafa hakimiyeti” konusunda o kadar etkili değil Almeida. Yani şöyle yükselip, darbeli vuruşlar yapamıyor fazla. Arkasında Ronaldo gibileri varken, en büyük katkıyı “ıska geçerek” yapabilir aslında. Çünkü o top Ronaldo gibileri varken kaleye paralel şekilde taca gitmez zaten. Beşiktaş’ta gidiyordu ama… Çünkü ortayı yapan Simao olsa Quaresma; Quaresma ortalasa Simao ortalarda gözükmüyordu. Ama bazen Holosko oluyordu -2-2’lik Galatasaray maçındaki gibi- o zaman isterse içeride Pektemek olsun; yine dolaylı yoldan santrafor faydası görülüyordu. Mesele o koşuyu da yapabilecek birilerini bulmakta; sadece santraforun fiziğine bağlarsak, eksik kalırız.

Bahsedilen eksikler tamamlansa Drogba oluyorsun zaten. Emeklilik yaşında bile Çin’e gidip, ada satın alacak kadar para kazanabiliyorsun. Yine de, bu haliyle bile Portekiz için en ideal santrafor adayı olduğunu kanıtladı Hugo. Yüksek ihtimal yarı finale de 11 başlayacak. Bu durum Beşiktaş’a her şekilde yarar. Hâlihazırda piyasası olan bir oyuncuydu, böylesine popüler maçlarla kendisini daha da hatırlatacaktır.

Portekiz, Almanya maçında verdiği sinyalleri daha da güçlendirerek; kupa adaylarından biri olduğunu kanıtlıyor. Hiç pozisyonunu kaybetmeyen orta saha ve savunma birlikteliği; her an ezer bozacak Nani, Ronaldo hücumcularıyla tamamlanıyor. Eksik olan ceza sahasını meşgul etme rolünü de Almeida üstlenecek gibi. Bence final oynamakla kalmazlar; ya yarı finalde giderler, ya da kupayı alırlar. Öyle hissediyorum.

En İyi 11

Eski okul kitaplarımı bulsak, herhalde sayfa boşluklarında ders notlarından ziyade; “Buffon, Cafu, Cannavaro, Nesta, Carlos” ile başlayan “en iyi 11’ler” silsilesiyle karşılaşırız. Bugünlerde de etrafta Euro 2012 grup maçları sonrası bu tip 11’ler görmeye başladım; canım çekti. Madem blog da var… Öncelikle şunu söylemeliyim ki; oyuncuları seçerken “nasıl oynadı?” sorusundan ziyade, “takımı ne kadar etkiledi?” sorusunun cevabı aranmıştır. O yüzden aşağıda, muhtemelen turnuva öncesi yapılmış “yıldızlar topluluğu geliyore!” manasındaki kartpostaldan bağımsızdır; sadece biri girmiştir oradan.
Kalede Casillas var. Çoğu kaleci kadar ona iş düşmese de; grupların en az gol yiyen kalecisi apoleti önemli. Ayrıca İtalya ve Hırvatistan maçlarında, o kadar da rahat edemedi aslında. Keza Rakitic’in kafa şutunu çıkarışı, dengeleri değiştirdi.

Sağbek Gebre Selassie. Debuchy ile arasında gidip geldim, takımına daha fazla etki etti diye bu kararı verdim. Takımının ciddi şekilde itici gücü oldu. Yunanistan maçında Pilar’a yaptığı asist, performansının tabelaya da yansımasını sağladı. Tandem Khacheridi ve Hummels’dan oluşuyor. Khacheridi için ayrı bir yazı mevcut, tekrara gerek yok sanırım. Hummels için de yine maç yazılarından bir alıntı yapayım: 5 numaraya neredeyse Beckenbauer kadar yakışıyor. Solbek: Coentrao. Dünya Kupası’ndan bu yana kendisine ayrı bir hayranlık beslerim. Bir bek, ancak bu kadar takım içersinde aktif rol oynar. Portekiz’in bulduğu en kritik golün de hazırlayıcısıydı.

Çek Cumhuriyeti bir üst tura kalırken, iki teşekkür borçlandı. İlki, ilk maçta yapılan yanlışları surata çarpan Rusya. İkincisi ise, o maçın skorunda büyük etkisi olan Çek orta sahasındaki “buradan ara pası atınız” boşluğunu dolduran adam: Hübschman. O girdikten sonra, bütün takım birbirine zincirlendi. Normalde rakibin pozisyon bulması gerektiği anlarda, top orta sahada geri kazanılınca bir anda karşı atağa çevrildi; Polonya'ya atılan gol de öyle gerçekleşti. 
Yunanistan’la birlikte rakiplerini hiç ofsayta düşürmeyen bir takım daha var turnuvada: İngiltere. Böylesine derinde savunma yapılan bir takımın orta sahası çok önemlidir. Gerrard ve Parker’ın emeği, savunmacılara nazaran çok daha büyüktür. Gerrard bununla kalmıyor; sırtına binen topsuz oyun yükünün üstüne, 3 de asist yapıyordu. "Bataklık gülü"nün İngilizcesi "Steven" olsa gerek...

İtalya çeyrek final için lazım gelen 4 gole ulaşırken, bunların üçünde ortak bir imza vardı: Andrea Pirlo. İki asist, bir gol… Oyun normal seyrederken, top ona ulaştığında farklı şeyler mutlaka yaşanır. Yan hakeme mavili forma giydirin, onu bile gol pozisyonuna sokabilir.

Polonya turnuvanın en büyük hayal kırıklığı oldu. Ama bir oyuncuyu ayırmak lazım: Blaszczykowski.  Her şeye rağmen, grup maçlarında en etkileyici sağ kanat performansını ondan gördük. Garip bir şekilde kendini frenlemeye çalışan takım içersinde, en fazla isyan eden oyuncuydu. Krohn-Dehli, geç ama sağlam parladı bu turnuvayla. Çok sert bir grupta ve o grup içinde en zayıf halka görünen takımında; iki gol ve bir asiste imza attı. Özellikle Hollanda’ya attığı golle, bütün ülkeye lotoda 6 bulma sevincini yaşatmıştır sanıyorum. Kendisinden turnuva boyunca iyi bir sol forvet performansı izledik.

Almanya, en “ne yaptığını bilen” takımdı grup maçları süresince. Takımca savunma yapıp, takımca hücuma çıkabiliyorlar. Bunu Rusya da yapıyordu, Almanya’yı farklı kılan; yerleşik savunmalara karşı da etkili olabilmesiydi. Bunun da sebebi, hücumda anadan golcü doğma bir isme sahip olmaları: Mario Gomez. Almanya futbol adına diğer her şeyi yapabiliyor, esas mesele “golü” ise ona bırakmış durumda. O da bunu yaptı, voltran’ı tamamladı…

Yevhen Khacheridi

Gruptan çıkamamalarına rağmen sürprizli futbollarıyla dikkat çeken Ukrayna; oynadıkları sistem içersinde özellikle Konoplyanka ve Yarmolenko’nun iyice sivrilmesini, Avrupa piyasasına sunulmasını sağladı. Ne var ki bana göre onlardan daha önce üst liglere geçmesi gereken isim, savunmalarında saklıydı: Khacheridi.
Askerliğini yapmış, 30 yaşını aşmamış, "tekmeye kafa sokan" stoper
Takımının etkili alan savunması yaptığı sıralar, tamamen bir duvar görevi üstleniyor. 1.97 boyu, pozisyon bilgisi ve atletik yapısı; böyle anlarda ona yetebiliyor. Fransa maçında, sadece bir kez pozisyonunu kaybedip önde kalmış; onun boşluğundan Cabaye faydalanarak golünü atmıştı nitekim. Aksi halde o varken, rakibin merkezden pozisyon bulması çok zor gözüküyordu.

İngiltere maçında ise bu kez Ukrayna savunmayı çok önlerde kuruyor, topu hemen geri kazanıp sonuca gitmek istiyordu. Khacheridi’nin bu oyun tarzında da hiç sırıtmaması, hatta orta sahaya kadar gelip, dönen birçok atağın devamını sağlaması; rakibi daha topla buluşamadan karşılaması, oldukça dikkat çekti. Fiziğiyle sadece derindeki bir savunmada değil, her oyun planında etkili olabilecek; komple bir stoper olduğunu kanıtladı bana göre.

Dinamo Kiev alt yapısından yetişip; kısa sürede hem Dinamo Kiev’in hem de Ukrayna’nın değişmezlerinden olan 25 yaşındaki Khacheridi; son dönemde gözüme takılan en değerli savunmacılardan biri oldu. Oynayamayacağı lig yok gibi; ama ismine en uygunu Serie A. Oyun tarzına ise: Premier League… Mesela bir Arsenal, neden olmasın?

Voleci Mario

İtalya; turnuvanın güzel ama yeteri kadar “güçlü” olmayan takımlarından… Mesela Fransa, İspanya ve Almanya’nın verdiği “ilk golü atan taraf olurlarsa,, maçı bitirirler” hissini İtalya’dan alamıyoruz.  Nitekim son maçta da, tıpkı ilk iki maçta olduğu gibi ilk golü attılar; ama yine baskı yediler. Ne var ki İrlanda’nın baskısı, biraz “kuru baskı” gibi oldu; hücumda en azından bir Mandzukic kalibresinde birileri olmadığından. Neden kenarda olduğunu pek anlayamadığım Balotelli oyuna dâhil olunca da; İtalya önce üstünden ölü toprağını attı, sonra da fiş çeken golü buldu. Gol, mükemmel bir goldü; tam bir voleydi. Karakteri, vuruş anında vücudunun aldığı şekil kadar “dengeli” olmayabilir. Ancak İtalya, çeyrek finalden ötesini görmek istiyorsa; Mario’ya bağımlıdır.
Balotelli; hem santrafor, hem de top taşıma özellikleriyle, kadronun en uygun merkez forvet adayıdır. Ve fizik olarak da, en azından Cassano’ya nazaran daha diri kalabiliyor sahada. Buna rağmen önceki maçlarda oyundan ilk alınan isim oldu. Balotelli buna karşılık forma altından “why always me?” tişörtünü göstererek kenara gelse yeriydi. Dün ise 11’de yoktu; bu durum oyunun ilk anlarında İtalya’nın -tıpkı daha sonra İrlanda’da olacağı gibi- rakibe kuru bir baskı uygulamasına yol açtı; üstelik mutlak galibiyet, hatta diğer maçın skoruna göre en az 3 gol gerekiyorken.

Prandelli için bir diğer “ayağına sıkma” hususu da, sistemi manasız şekilde 4-3-1-2 düzenine çevrilmesiydi. Bu sistem İtalya’yı; daha az pres yapan, rakibi daha az dengesiz yakalayan, daha az baskı uygulayan ve kısaca “lezzetsiz” bir takıma dönüştürdü. Böylelikle “güçlü değil ama güzel” olma özelliklerini de kaybediyorlar. Umarım bu bir maçlık yanılgı olarak kalır ve İtalya’yı tekrardan önde oynamayı prensip edinmiş, 3-5-2’li halini görürüz de; en azından “güzel takım” apoletleri omuzda kalır.

Balzaretti, dünün değişen takımında en dikkat çeken isimdi. Onun farkında olmak, kısa günün kârı sayılabilir. Dün bek oynadı ama sanıyorum önümüzdeki turda 5’linin solunda da görebileceğiz kendisi. Giaccherini’ye nazaran hücumda çok daha fazla aktif göründü. İtalya, hücumlarda Pirlo başta olmak üzere merkeze bağımlı olmaktan, bir nebze kurtulabilir Balzaretti ile.

Dün akşamın diğer maçında Modric, nihayet “futbol sergisini” açmıştı… Aralarında en güzel hücum tablosu da, Rakitic’in kafasına nişanladığı orta ile biteniydi. O top içeri girseydi, yüksek ihtimalle İtalya eve dönüyordu. Bir de güme giden penaltıları var tabi… Her ne kadar İtalya’yı üst turlarda daha dikkat çekici işler yapacağını düşünerek, bu grubun sonucundan memnun olsam da; Hırvatistan gruptan çıkma adına yeterli performansı ortaya koymuştu açıkçası, yazık oldu. Schildenfeld de, “kör ölür, badem gözlü olur” sözünü kinaye olmaktan çıkarıyor resmen. Adama kör dediler, gitti badem gözlü çıktı. Turnuva boyunca muhteşem bir performans koydu ortaya. Savunma öne çıktığında da, derine çekildiğinde de; çok başarılıydı.

Rüzgâra Karşı Yürümek

Dün akşam, turnuva boyunca en dikkat çekici bireysel performansı izledik Ronaldo’yla. İki maçtır beklenen şeyi son maça saklamış gibiydi; tamamen direksiyona geçmişti. Bunda elbette Hollanda’nın “rüzgâra karşı yürümesi” de çok büyük etkendi. Vasat bir atletle, topla dripling yapma şartıyla Ronaldo’yu 100 metrede yarıştırsak; büyük ihtimal Ronaldo kazanır ya da çok zorlar. Hollanda’nın iki farklı kazanma zorunluluğu, böylesi bir oyuncuya hiç bulamayacağı boş alanları bıraktı ve” iki gol, iki direk, iki kalenin içinden dönen asist” gibi bir performans geride kaldı.

Almeida; “beni niye artık kimse beğenmiyor, tercih etmiyor?” diye düşünüyorsa; Postiga’nın ilk golde ne yaptığına bakmalı. Orada Postiga, markaj altında olduğunu görünce “ofsayda doğru” gitmek gerine geriye hamle yapıp stoperi beraberinde çekti. Bunu sezen Ronaldo da içeri… Bazen akıllı santraforlar sahada hiçbir şey yapmıyormuş gibi gözükse de, en azından bu tip “gizli asistlere” imza atmalı. Takım bütünlüğü içersinde yer almalı. Almeida’da maalesef bu yok.

Portekiz orta sahasının aldığı pozisyona bakacak olursak, Fernandes’in de neden tercih edilmediğini görebiliyoruz aslında. O üçlü, çok iyi bir alan savunması uyguluyor ve “hızlı düşünüp, karar veriyorlar”. Çünkü bu takım gol atabilmesi için çok çok hızlı ataklar geliştirmek zorunda. Fernandes hem alan savunması hem de hızlı oyuna biraz ters düşmüş olabilir. Tabi, B Planı adına kadroda olmalıydı bence; orası ayrı konu. Portekiz’in grupta işleri zordu ancak sonraki tek maçlı turlarda, çok ters bir takım olabilirlerdi. Ve artık öyleler…

Her ne kadar adı “ölüm grubu” olsa da sonucu belliydi aslında. Daha ilk gruplar açıklandığında Almanya her maçını kazanır diye düşünmüştüm. Hollanda’nın fazla vasat kalması sürpriz oldu. Daha önce de bahsettiğim gibi; Hollanda’nın oyun planında sıkıntı vardı. İsterse tüm baba liglerin gol kralları kadroda olsun; agresif oynamadıkça o tip golcülerin anlamı azalıyor. Rakibi ne kadar önde karşılar, topu ön bölgede kazanırsan; o tehlikeli oyuncular da bir o kadar gol şansı elde eder. Yoksa işleri sadece Sneijder’in fantastik paslarına, Robben’in driplinglerine bırakırsan; sıfır puanla dönmek kaçınılmaz olur. Mevcut hocaları kalırsa, bence bizim maçlarda da çok zorlanırlar elemelerde.

Almanya maçları tekrardan Lineker sözünü hatırlatacak cinsten; sonunu bildiğimiz film gibi… Savunmada çok başarılılar bilhassa; hiç alan bırakmıyorlar. Zaten yedikleri iki golden biri uzun şut diğeri korner. Bunanla beraber çok çabuk ve hızlı çoğalıyorlar. Bunu aslında Rusya’da yapıyordu ama elendi. Almanya’nın farkı; çok iyi yerleşmiş rakiplere karşı da aynı etkinliklerini sürdürmeleri… Yunanistan, pek dert açmaz gibi; ancak sonrası olası rakipleri Fransa. Fransa’yı bu turnuvada çok beğendim, birlikte oynamayı çok beceriyorlar. Hiç kolay olmaz o maç Almanya için…

Samet Aybaba

Özkaynağa dönüş, son transferini yapan oyuncular yerine potansiyel gençlere yönelme, bir oyuncuyu alırken bir dahaki satıştan kar olasılığını hesap etme gibi durumlar; akıl ile yönetilen ve gider-gelir açığı gittikçe büyüyen kulüplerin zaten ana stratejisi olmalıdır. Gönül isterdi ki; teknik direktörün değil, kulübün seçimi bu yol olsun ve bu yolda gelecek teknik direktör; düşük bütçeli ve genç bir takıma hem modern bir sistem aşılasın, hem de o sistem içersinde oyuncuları geliştirsin. Jurgen Klopp, Rangnick ve hatta Sinisa Mihajlovic gibi…
 
Ama öyle isimler de, UEFA’dan gelen cezayla ekonomik batıklığı iyice etiketlenen Beşiktaş’ı pek tercih etmiyorlar. Mesela Rangnick, öyle bir macera yerine kendi ülkesinde Hertha Berlin’i tekrar hayata geçirmeyi yeğliyor.
Bu durumda Beşiktaş’ın önünde iki seçenek kalıyordu. Ya Rangnick yolunda gitmesi muhtemel, futbol zekasına ve heyecanına sahip; belki de yeni futbolu bıraktığı için henüz hocalık anlamında kariyeri olmayan bir isimle “riske girmek”. (Açıkçası beni böyle bir isim daha heyecanlandırırdı.) Ya da  ismi çok daha kulağa aşina olan yerli bir hocayla anlaşıp; biraz daha kolaya kaçmak... Sanırım Altınsay’ın “devam etmeme” kararı da, stratejinin ikinci seçeneğe doğru kaymış olmasıyla ortaya çıktı.

Gün geçtikçe, duyduğumuz kadarıyla seçenekler Denizli ve Aybaba arasında daraldı. Şahsım adıma, Beşiktaş’ın planlamasına çok daha uygun olabilecek bir Mehmet Özdilek vardı göz önünde. Düşük bütçeli bir takıma “futbol” oynatabileceğini kanıtlamıştı. Eline Emrah gibi yetenekli bir genç düşünce, parlatabileceğini de…

Açıkçası Denizli ismine karşıydım. Çünkü Mustafa Denizli ile değişecek pek bir şey olmazdı. Kendisi iddialı bir hocadır. Büyük oranda kadro tasfiyesine, gençleştirmeye karşı çıkabilirdi. Bu durumda Beşiktaş, ekonomik olarak yükünü hiç hafifletmeden yeni bir sezona giriş yapacaktı. Başarı gelirse sorun yok, ancak yine hedef dışı kalınırsa; şişkin ve maaş anlamında pahalı bir kadro kalacaktı yine elde. Beşiktaş’a sağlı sollu ihtarlar, cezalar gelemeye devam edecekti. Beşiktaş ekomonik durumunu düzeltene kadar "ya olursa?" prensibiyle, iddialı bir kadroyla yola devam etme lüksü kalmadı.

Samet Aybaba ile başarı gelmezse dahi, geride bırakacağı şey "bolca profesyonel sözleşme imzalatılmış gençler" olur en fazla. Belki içlerinde kalitesinin farkında olacağımız birileri çıkar. Bursaspor’un Volkan Şen’i fark edip, bir sonraki şampiyonlukta kilit rol vermesi gibi… Gençlerbirliği’nin bugünlerde kolayca 5 milyon Euro’ya çevirebileceği Soner Aydoğdu'yu görmesi gibi…

Ama hoca da “zirveye oynayan bir takım!” vurgusu yerine, bunları söylemeli. Beşiktaş’ın şuanda popülizmden ziyade, gerçekçiliğe ihtiyacı var. “Beşiktaş geçmişte olduğu kadar sükseli oyunculara sahip olmayacak. Mütevazı, genç ama arzulu bir takım yaratacağız. İlk amacımız kendi değerimizi kendimizin yetiştireceği, Beşiktaş’ın düştüğü ekonomik sıkıntıya ters düşmeyecek bir stratejidir. Bu yolda, maç maç düşünüp Beşiktaş’ı mümkün olduğunda zirvede tutmaya çalışacağız.” demek çok zor olmamalı.

Velhasıl, nihayet belli olan teknik direktör ismi beni çok heyecanlandırmadı. Ama durumu bildiğimden, yönetimi çok da eleştiremiyorum. Samet Hoca’yla geçilecek bir yılın en fazla “kayıp” olacağını, en azından “kayıp ve batık” bir yıl olmayacağını hissediyorum. Şuana kadar Trabzon dışında kendisiyle kimse 1 yıldan fazla çalışmamış. Güvendikten sonra, kadroya rahatlıkla 16 yaşında adamı koyabilecek bir hocanın daha  ilk yılında başarı olarak da insanları tatmin etmesi, biraz zor bir durum. Geçmişinde her hangi bir damga vuramamazlık, bu sebeple olabilir. Ama o 1 yılda, üzerinde durduğu takımın oyuncu ve sistem bazında; "2-3 yıl sonra nereye gelebileceği" az çok belli olur. O zaman tekrar üzerine konuşuruz. Şahsen, önümüzdeki sezonun Beşiktaş’ını merak ediyorum diyebilirim. Hayırlısı olsun.

Konuyla alakalı; Hayatım Futbol'daki yazım: Tadilat Nedeniyle Üç Yıl Kapalıyız
Noat Samisa'dan: Aybaba Seçimi Üzerine

Carroll İngiltere’dir

Euro 2000, her ne kadar gruplardan çıkmasa da İngiltere’den tat aldığım son turnuvayı sanırım. Çünkü sahadaki takım; İngiltere’ydi! İki güçlü stoper: Adams, Campbell. Ayağını çok iyi kullanan bekler: Neville Kardeşler. Biri içe kat etme özelliğiyle (McManaman), diğeri çizgi oyunu başarısıyla denge unsuru olan (Beckham) kanatlar. İki ceza sahası arasında oynayan; çok iyi uzun top atan, seken topları nefis şutlayan orta sahalar: Ince ve Scholes. Biri fizikli, golcü (Shearer) diğeri patlama özellikli (Owen) ikili forvet. Ve stoperler hariç herkesin ceza sahasına orta yaptığı klasik 4-4-2.
2012’nin İngiltere’si de, asimetrik 4-3-3, 4-5-1'lerden sıyrılarak; dün akşam Carroll hamlesiyle özüne dönüş yaptı. Elinde Shaerer’ın yoksa sadece hava topu özelliğiyle bile olsa Heskey’in oynar. O da, bugünün Andy Carroll’udur; Andy Carroll, aslında İngiltere’dir. Çünkü öyle bir santraforla rengini belli edersin; Fransa maçında olduğu gibi ülkece (cidden, ben o maç esnasında Manş Tünel’ine de tankların sürülmüş olmasından şüpheleniyorum) kapanmayacağını, ortada bir şey yokken dahi; 40 metreden gelen herhangi bir ortayı golle sonuçlandırmayla tehdit edersin. Gerrard – Carroll olayında görüldüğü gibi…

Mellberg’in savunmada Egemen, hücumda Ömer Erdoğanlaşmasıyla; İngiltere’nin doğru oyunu neredeyse skora yansımayacaktı. Ta ki, Theo Walcott hamlesine kadar… Bazı oyuncular vardır; oyuna girip işin rengini değiştirerek, hoca için “ne hamle yaptı be!” övgüsüne yol açar. Oysaki zaten en başta sahada olmalıdır, tıpkı Theo gibi. Bugünün İngiltere’sinde Beckham gibi, fazla adam geçmese de, çizgiye inmese de; derinlemesine mükemmel ortalar yapabilecek bir oyuncusu yok. Ama o ortaları (pasları), müthiş süratiyle kaleye ve aut çizgisine kadar yakalaşarak yapabilecek bir isme sahipler. Theo, çok kısa bir süreyle sisteme olan uyumluluğunu kanıtlamıştır. Artık işin “birazcık McManaman” olma kısmı da; Ashley Young ya da Milner’a düşüyor.

Dün akşam her ne kadar turnuva jeneriklerine girebilecek bir gol atsa da (orada Theo’dan gelen topun önünde kalmayıp, ayak içiyle aynı köşeye bırakmış olsa; yine güzel gol olurmuş. Adam bunu topukla yaptı!) Welbeck, yerini Rooney’e bırakacağa benzer. O zaman İngiltere’nin 4-4-2’si, daha da lezzetli bir hal alacaktır. 
İngiltere’nin her sene “artık bu sene!” diyip de, hiçbir turnuvada başarı elde edememesi; en çok da Steven Gerrard’a ayıp oluyor. Şu “box to box” olayının sözlük karşılığı direkt. Hatta madem İngilizce kavram kullanılıyor; kısaca “Gerrard” denilebilir o bölgeye. Bakıyorsun kendi savunmasının arasında, bir bakıyorsun sağ taç çizgisinden orta yapıyor, bir bakıyorsun soldan içeriye kat ediyor… Muhteşem bir futbolcu… Yanına, aynı tempoda ve topsuz oyunda orta sahanın biraz gerisinde, savunmanın hemen önünde “süpürücü orta saha” rolünü alabilecek bir oyuncu olsa; çok daha efektif kullanılır bu sistem içersinde. İşte, Lampard sakatlanmasaydı…

Grubun diğer maçında futbola önce yağmur, sonra da Cabaye’nin golü sekte vurdu. Cabaye’nin golünde, Ukrayna savunması maç boyunca ilk kez pozisyon kaybı yaşamıştı. İngiltere, o ülkece kapanma meselesinde çok da haksız değilmiş. "Zidane'dan bağımsız" bir Fransa'yı, ilk kez bu kadar güçlü gördüm; her şeyi yapabilen bir takım. Hem topa sahipler, hem de boşlukları çabuk doldurup; gole ulaşıyorlar. Menez hamlesi bu bağlamda çok fark ettirdi. Ukrayna’nın “sürprizli” oyuncusu Yarmolenko, onun kadar kaleye yakın olamıyor mesela. Bu da iki takım arasındaki skor farkında büyük etken oldu.

Fransa, İsveç’e yenilmez; artık çıktı diyebiliriz onlar için. Ukrayna’nın da İngiltere’yi yenmesi gerek; biraz zor gözüküyor. Ama şu var ki; turnuva sonunda Ukrayna’nın her iki stoperi de İngiltere kafilesine katılıp, Premier League’e yol almalı. Bilhassa: Khacheridi.

Torres’siz İtalya

Sokakta oynayan çocukların topuna karışacak kadar “her yerde”ki Marchisio… “Ne mücadele etti be!” denilen orta sahalar kadar oyunun içinde olan savunmacılar (Chiellini 11 km koşmuş)… Yan hakemi bile golle burun buruna bırakabilecek Pirlo… Takımı sahada 15 kişi gösterecek kadar ortaya konan yakın oyun, alan daraltma, birliktelik… Antonio Conte iskeleti, Prandelli aklıyla birleşen Yeni İtalya; yine çok farklıydı, güzeldi. Ama ciddi bir eksiklik vardı: Hakimiyet altındaki topu sorgusuz sualsiz kalenin içine atacak bir santrafor.
Cassano fizik, Balotelli ise kafa olarak 90 dakikayı tamamlamayacağı belli olan oyuncular. Ayrıca ikisinin de ortak özelliği; birer trequartista olmaları. Topu geriden alıp, kaleyi karşıdan görmeyi; bir santraforun arkasında kalmayı severler; bilhassa Cassano, ikili oyunlara girmeden edemez. İtalya, belki de tarihi boyunca ilk kez bu kadar “klasik golcü” eksikliği yaşıyor. Pazzini ve Gilardino’dan umut kesilmiş olabilir. Ama Destro ve Serie B kralı Ciro Immobile gibi oyunculardan biri, kadroda olabilirdi. Aslında Destro kadrodaydı da, keşke kalsaydı.

Hırvatistan’nın bir Mandzukic’i var mesela. Pek klasik golcü sayılmasa da, Chiellini’nin maç boyunca bıraktığı tek hava topunu, golle sonuçlandırabiliyor. Çünkü inatla her zaman orada… Prandelli bu kez oyuna hamleleriyle, maçı daha çok Hırvatistan lehine çevirdi diyebiliriz. Sakatlanan Motta’yı, onun orta sahadaki sert presini devam ettirecek Nocerino yerine Montolivo ile değiştirdi. Biraz ezbercilik yaparak; Cassano iyice oyundan düşmüşken yine sahadan aldığı ilk isim Balotelli oldu. Böylece top İtalya’da daha az kaldı, Hırvatistan’ın baskısı başladı. 1-1’den sonra da, maçın Hırvatistan lehine 2-1’e gelmesi; daha olasıydı.
Torres, henüz 4. dakikada yakaladığı topu tıpkı eski günlerindeki gibi tavana yapıştırınca; İtalya maçında verdiği sinyallerin boşa olmadığını gösterdi. İkinci golde yaptığı son vuruşta ise, benim için tekrar “Fernando Torres!” olmuştu. O golün güzelliği, arka kameradan daha bir belli oluyor. Kalecinin kapattığı köşeye, çok temiz bir vuruş…

İspanya’nın “topu alıp eve götürme” konusunda yine hiç sıkıntıları yok. Dün akşam olduğu gibi bazen o konuda acımasızlaşıyorlar. Robbie Keane, iki saat nizamiye nöbeti tutsa; muhtemelen daha hareketli bir günü geride bırakırdı. Ancak, o hakimiyet altındaki oyunun “skora” dönüşmesi için; Torres’in dün akşamki formunu devam ettirmesi gerekiyor. Her ne kadar Faberagas,şeytan taşlar gibi topa vurup “ben buradayım!” dese de; bir futbol takımın her zaman iyi ve net bir santrafora ihtiyacı vardır. İspanya’yı yeniden favori yapan etken Torres’in geri dönüşü olacak; her şeye rağmen İtalya’yı favoriler arasına girmeme nedeni de: Torres’sizlik… Diego Milito İtalyan olsaydı, her şey tamamdı oysaki…

İspanya 4 farklı kazanınca; genel averajda Hırvatistan'ın önüne geçmiş oldu. O nedenle, her türlü beraberlik onları bir üst tura çıkaracak son maçlar sonunda. O beraberlik 0-0'la gelirse ve İtalya İrlanda'yı yenerse; İspanya'yla "gol atarak" berabere kaldığı için, gol fazlasıyla bir üst tura çıkacak. 2-2 biterse; bu kez Hırvatistan aynı şekilde bir üst turda. 1-1 bitecek olursa; İtalya'nın en az Hırvatistan gibi, İrlanda'yı 3-1'le geçmesi gerekiyor. Bu grupta da işler karışık...

El Harezmî Grubu

Varela 87. dakikada ıska geçer, ama top daha tehlikeli bir ayağının önüne düşer, vurur gol olur; ortalık karışır… Portekiz kazanınca; bir sonraki maçta hem Almanya tekrar kazanmasına rağmen hiçbir şeyi garanti edemez, hem de Hollanda yine kaybetmesine rağmen hala elenmiş sayılmaz… Grubun son maçları sonrası işler, olası bir “üçlü averaj” durumuna kalırsa, en kral matematik profesörünü de getirsek; tırtlar…
Nani dün akşam büyüleyici bir oyun oynadı Portekiz’de. Maçın genelinde daha çok Cafu’ydu, gerekli zamanlarda ise Nani… Sağ kanatta her şeyiyle denge unsuru oldu, çok kritik toplar kaptı; takımını hızlıca atağa kaldırdı. Bir asist yaptı, diğerini de Ronaldo yedi… Kaçırılan o net pozisyon; Bento’ya verilen bir mesajdı aslında.  Ronaldo merkezde olunca, Portekiz’in hızlı atakları daha bir pozisyona dönüşebilir. Böylelikle iki maçtır kenardan oyuna girip, işleri değiştiren Varela’ya da yer açılır. Nani – Ronaldo – Varela ile; çabuk, şutör ve denge bozan bir üçlüye sahip olunur.

Bendtner, sırtı dönük oyununun üstüne bir de kale alanına yaptığı koşuları ekleyince; sıradan bir santraforken, “Avrupa’nın sayılı santraforları” mertebesine yükselebiliyor. Portekiz karşısında bunu yaptı; iyi oyunun üstüne iki gol attı. Ancak Danimarka’yı asıl ayakta tutan bölge; Kvist ve Zimling’in var olduğu ikili orta sahası. Son maçta Zimling sakatlanıp çıktı, Poulsen de onu çok aratmadı. Dinamik oyunlarıyla fark yaratıyorlar; bilhassa Stuttgartlı Kvist, bir nevi “saçlı Ernst” gibi… Kopenhag bu yıl şampiyonluğu Nordjaeland’a kaptırırken; onu çok aramış olmalı.

***
Van Bommel – de Jong ikilisinden, bir Kvist – Zimling (Poulsen) dinamizmi gelemedi bir türlü mesela… Hücum bölgesine oranla çapı gayet düşük olan savunma hattına yapışık oynuyorlar. Bu halde; ileride iki gol kralını, iki asist kralı da desteklese; Hollanda için çok şey değişmiyor. Bir türlü rakibi önde karşılayamıyorlar, hep yerleşik savunmaya karşı hücum yapmak zorunda kalıyorlar. Rakip Almanya olunca da, ancak mükemmel bir uzun şutla gol bulma imkânı oluşuyor. Van Persie’nin sol ayağını söküp, sağına taktığı anda olduğu gibi…
2002’deki Rommedahl, 2004’deki Robben, 2008’deki Arshavin… Eski turnuvaların parıldayan wingerları, bu turnuvada pek bir kayıplar. Özellikle Robben, kendine güvenini oldukça kaybetmişe benziyor. Her ne kadar Juve’de boş bir sezon geçirse de, “neredesin Elia?” dedirtecek kadar “delicilik” sorunu yaşıyor Hollanda. Bu durum ikinci yarıda, Sneijder’in eski Ajax günlerinde olduğu gibi sola kaydırılmasıyla değiştirilmeye çalışıldı. Ama pek olmadı, çünkü Sneijder’in de takımına olan güveni sarsılmışa benziyor…

Marwijk’in yaptığı en büyük hatalardan biri de; savunmadaki dengeyi sarsmadan, gerekli zamanda forveti ikileyebilecek olan Kuyt’ı unutup, durumu santrafor sayısını arttırmakla çözmeye çalışmasıydı. Kaldı ki; çift santraforun sahada anlamlı olabilmesi için, öncelikle oyun anlayışını değiştirmen gerekir. Rakip kaleden 70 metre uzakta savunma yapmaya devam edersen, sahaya Van Basten, Van Nistelrooy’u atsan da bir şey değişmez…

Almanya’yı da öyle ön presle bozmak kolay değil elbette. Schweinsteiger diye bir adam var, her an atacağı bir ters topla; o ana kadar gözükmeyen Podolski, Müller kanatlarını hayata döndürebilir. Çok iyi alan savunması yapıyorlar, aralarında 5 numarayı neredeyse Beckenbauer kadar hak eden bir Hummels var. Hem çok cengaver, hem de çok sakin…  Müthiş bir 'taktik savunma' becerisine sahip, aynı zamanda da topla iyi ilişkilere... Bu haliyle şuan piyasının Thiago Silva ile beraber en "özel" stoperi diyebiliriz.
Mario Gomez, nesli tükenmek üzere olan “klasik golcü” familyasının son üyelerinden. Bu nedenle hala tam olarak sevilmiş, benimsenmiş değil. Oyun içinde gözükmez, hareketli değildir. O işleri ondan daha iyi yapan birçok santrafor bulunur; ama özellikle ikinci golde yaptığı “bitirici vuruşu” çok az oyuncuda görürüz…

Danimarka son maçta Almanya’yı tek farkla yener, Portekiz de Hollanda’yı mağlup ederse; bu 3-2’lik maç, hem Danimarka’ya hem de Portekiz’e ilaç gibi gelir… Çünkü bu üçlünün arasında oynadığı maçlarda averaj eşit olursa; gol fazlası Danimarka ve Portekiz’in lehine işler… O yüzden Almanya kaybedecekse tek farklı ve gol yağmuru olan bir maç sonucu kaybetmeli, ya da daha kestirme yol olarak; “kaybetmemeli”… Eğer bu üçlü arasında averaj ve gol sayısı da eşitse; gruptaki genel averaj durumuna (Hollanda ile oynadıkları maçlar da dahil) bakılır. O da eşitse ülke sıralamasındaki durumları; o da eşitse (ki mümkün değil) fair play’e, o da eşitse “yaş mı, kuru mu?” demekten başka çare kalmaz.

Hollanda da, Portekiz’i yenip; Almanya’nın da Danimarka’yı mağlup etmesini bekleyecek. Portekiz yine tek farklı kaybederse, Danimarka’ya 3 gol attığı için avantajlı. O yüzden Hollanda’ya iki fark gerek… Bu bitik halle nasıl olacak o iş, bilmiyorum. Almanya ve Portekiz, gruptan çıkar gider gibi gözüküyor.

Shevchenko ve Yarmolenko


Hemen her futbolsever gibi ben de, sahada iki türlü oyuncu gördüğüm zaman ayrı bir heyecan duyarım: Yeni parlayan genç bir yıldız adayı ve hala parıldayan eski bir yıldız… Shevchenko, benim lise yıllarımda klasik “hacı, sence en iyi forvet kimdir?” sorusuna, henüz kendisi Dinamo Kiev’deyken verdiğim yanıttı. Rebrov’la birlikte, Dinamo Kiev’in Şampiyonlar Ligi seviyesinde ‘son gideri’ni yaptığı dönemler; gözüme çok farklı görünmüştü…

Klasik bir golcü olmasının dışında, sahanın her yerindeydi. Top sürüyor, frikik atıyor, kafa vuruyor; gol için ne gerekiyorsa, onu yapabiliyordu… Milan onu alarak, Weah sonrası muhtemel golcülük buhranını yaşamamış oldu. Gelir gelmez Serie A kralı olarak, “adaptasyon dönemi; ligi tanımıyor!” gibi klişeleri çöpe attı. Ama onlar, Premier League’deki günlerinde lazım olacaktı…

Kendisinin bir özelliği de, Türk takımlarına olan ayrı bir aboneliğidir elbet… O şakalarına; sonu UEFA şampiyonluğuyla bitecek olan, 3-2’likG.Saray – Milan maçında, Weah’a yaptığı asistle başladı. Evet, Weah’a yetişmiş Shevchenko; Weah’ın Monaco’da parlamaya başladığı dönemlerde yeni doğmuş olan Yarmolenko’yla oynuyor bugünlerde… Ve neredeyse, hiç değişmeden… Tamemen eski Sheva olsa, dün ilk yarıda yakaladığı pozisyonda; ayağının üstüyle dibine girdiği top, yakın direkten tavana göndererek hat-trick yapmıştı zaten. Ama takımını kurtarmak için “bir tutam Sheva” olmak yetti; gol bölgesine sızmaları, kafa topu timingleri, eskisi gibiydi…

Shevchenko, Husyev, Khacheridi, Mykhalyk, Yarmolenko üstüne bir de Milevskiy gelince; sahada topun önüne atlayan Veli’yi, Ernst’i, Sivok’u aradı gözlerim… Mellberg gözüme Egemen gibi görünmeye başladı… Malum; son zamanda Beşiktaş’la epey karşılaştılar. Nihayet, tarafsız gözle bakacağımız bir maçla karşımıza çıktılar ve açıkçası çok tat bıraktılar…

O tadın Sheva’dan sonra en büyük pay sahibi de, yeni yıldız Yarmolenko’ydu. Merkez forvetten, yeteneklerini daha fazla sergilemesi adına 'kenar forvet'e devşirilen oyuncu; mükemmel bir karışım… Fizik var, oyun görüşü var, pas var, şut var ve önemlisi nefis bir bilek var… Doğu Avrupa’nın disiplini, fiziği; Güney Amerika yeteneğiyle birleşmiş resmen Yarmolenko’yla… Sheva Milan’a ısrarla “bu çocuğu alın!” derken çok haklıymış…

Kontrollü futbolu “futbolsuzlukla” karıştıran İngiltere ve Fransa’nın, kalbi olanı aşırı hareketsizlikten dolayı riske sokacakları maçın üstüne; İsveç – Ukrayna ‘kapışması’, beklenmedik derecede tempolu ve lezzetli geçti. Maçın en iyi hareketi, Ibrahimovic’in Elmander’e ayağının dışıyla attığı pastı. Elmander, yeteri derecede soğukkanlı bir vuruş çıkaramayınca; o pas asiste dönüşemedi. Ama bilhassa Kievliler, 90+da Beşiktaş’a ne yaşattıklarını bir nebze anlamış oldular…

Akıl, Yetenek ve Karakter

Bundan yıllar önce, Süleyman Seba Salonu’nun pota arkasında asılı duran; “Beşiktaş’ın son şampiyon takımı” formalarını gördükçe, bir yandan geçmişe, bir yandan geleceğe bakıyor gibi hissediyordum. Çünkü o formaların, daha çok zaman orada kalacağını ve yenilerinin eklenmeyeceğini tahin ediyordum üzülerek…

Basketbolun futboldan en bariz farkı, tamamıyla bir “yatırım” işi olmasıdır. Güçlerin arasında “güçlü” bir takım kurmazsan, ayakta kalma ihtimalin sıfırdır. Beşiktaş genelde Fatih Solakların, Muratcan Gülerlerin çıktığı sadece alt yapıdan oluşan takımlarla mücadele etse de; bazen sponsorsuz zamanlarında bile çok iyi oyuncular yakaladığı olmuştu. Ama imkânlar “güçlü takım” oluşuna izin vermedi hiçbir zaman. Thompsonları, El Aminleri, Vardaları, Bud Eleyleri, Şarapçı Ayusoları izlerken “acaba nereye kadar gideceğiz?” gözüyle bakıyorduk. Çünkü Beşiktaş’ın önünde daha ciddi yatırım yapan, daha geniş kadrolar kuran rakipleri vardı. Birisini geçsen, diğerine mutlaka takılıyordun…

Bugünlerde ligde, geçmişe göre “güçlü takım” sayısında artış var; Beşiktaş içinse durum çok farklı değildi. Yine dar rotasyon, bütün play-off 7 kişiyle oynandı neredeyse… Ama bu takımın farkı, sahadaki ilk 5 ve kenardaki kaliteli bir uzun desteğiyle; dar ama “güçlü” bir takım olmasıydı. İnsana “nasıl olsa kazanırlar” dedirtecek kadar kendine güven, cesaret; en önemlisi de akıl ve yetenek sahibiydi Beşiktaş…

Bu takım, dar rotasyonuyla katıldığı tüm kupaları kaldırırken; biraz da klişeleşmiş şekilde “yüreğe” bağlandı mesele. Oysa bu takım, Beşiktaş tarihinde her hangi bir spor takımının en başarılı sezonunu geride bıraktı. Sadece yüreğe indirgersek, ortaya konan olayı biraz küçümsemiş olur, ciddi bir yanılgıya düşeriz. Kaldı ki, mesele mücadeleyse; Efes de aşağı kalır değildi. Vujacic, Keremler vesaire; parkeyi yaladılar her maçta. Bazen hırstan beyne kan gitmedi, dünyanın yuvarlak oluşuna bile itiraz edecek duruma geldiler.

Beşiktaş yetenekli, fizik olarak dinamik ve “karakterli” oyunculara sahipti. Bunlara sahip olan bir sporcu, mücadeleyi de otomatikman sahaya koyacaktır zaten. Örneğin Atatürk de “zeki, çevik ve ahlaklı” demiştir, orada da bir yürek, mücadele ibaresi yok… Çünkü ahlaklı (karakterli) bir sporcu; zaten mücadele anlamında ne yapması gerektiğini bilir. Buna, yetenek ve kenardaki coach’tan gelecek “akıl” desteği eklenince; ortaya “şampiyon takım” harmanı çıkıveriyor işte…

Bonsu, Ersin, Hawkins, Yağmur, Arroyo; basketbol adına her şeyi yapabilen bir 5’di… Belki yetenek anlamında Yağmur biraz geri planda kalıyor ama onun varlığı, Arroyo’nun daha skora yönelik oynamasını sağlıyor; savunma, topu getirme konusunda yap-boz’u tamamlıyordu. Kenardaki Zoran Erceg jokeri, bir önceli finalist 2005 Beşiktaş’ına göre en bariz farktı… O zamanlar sadece Varda’ya bağımlı kalan Beşiktaş; 4 ve 5 numarayı layıkıyla oynayan 3 oyuncuya sahipti bu kez. Bir de Serhat Çetin var tabi… Takımda en tez canlı, yanlış karar veren adamıydı belki ama; o sahadayken, Beşiktaş skorerlerini dinlendiriyorken, en azından savunma olarak ayakta kalıyordu.

“LeBron James değil de, biraz o işi görecek yan sanayi versiyonu lazım…” amacıyla dünyayı gezsek, en fazla Hawkins kadarını bulurduk herhalde. Adamda her şey var; bazen 2’ye 1 hücuma karşılık tek başına savunma yaparken, heybetli bir şekilde sabit durması bile rakibin eli boş dönmesini sağlıyor… Bazen takımın skor yükünü çekiyor, bazen son maçta olduğu gibi; rakip tamamen onun bu özelliğine odaklanınca, o da pasörlüğünü konuşturuyor… Bir de tam bilmiyorum ama; play-off boyunca en fazla sahada kalan oyuncu olmuş olabilir tüm basketbol tarihinde.

Velhasıl, bu takım yürekten öte şeyler ortaya koydu. O yüzden, az olsalar da rakiplerine ağır bastılar.. Yeri geldi, Kartal’ın bile eli titremedi. Maçta stres boyutu arttıkça, daha çok ayakta kalan onlar oldular. Coach Ataman, her maçı en ince detayına kadar "görerek" oynadı. Yeri geldi rakibe kalan son 7 saniyelik hücumda bile işi şansa bırkamadı; pivotu, tam saha presi daha başarılı yapacak bir kısayla değiştirdi...

Şahsım adıma şampiyon olacaklarını; Fenerbahçe serisinin ilkinde, Ersinsiz oynayıp imkânsızdan çevrilen maçla hissettirdiler. Bu takımı biraz geç keşfettim. Basketboldaki istikrarsızlık, bende odaklanma sorunu yaşatmıştı geçmişte… Ama şahsen hiç de hak etmediğim şampiyonluklar getirdiler bana, hepsine helal olsun. Sene başından beri takımı takip edip, lokavt sonrası alaycı akım karşısında durup, her zaman bu takıma inanlar; taraftar bazında gerçek şampiyonlar. Umarım sponsor sıkıntısı yaşanmaz da (ki o kadar imkanı olup, şu takıma sırt çevirecek Beşiktaşlı zenginler; monopoly’deki gibi kötü bir zar atıp, iflasa otursunlar diyesim var); Euroleague tadı neymiş, aynı takımla yaşarız.

Mavi Juventus!

Geçmişe bakılırsa, her başarılı ulusal takımın arkasında; yerli oyuncuları ağırlıkta kullanan başarılı bir kulüp takımı vardır. Eğer bireysel anlamda Brezilya, Arjantin değilsen (ki onlar da son dönemde pek ortalıkta yoklar); kulüp takımı aktarmalı bir oyun anlayışı/felsefe, ulusal takımlar için kaçınılmaz oluyor…

Bugün tüm İtalya, kendilerini 3-0’la geçen Rusya’ya teşekkürlerini sunmuştur… Prandelli, elinde çok makul bir Juventus ekolu varken o maçla da 4-3-3 inadına devam etmiş ve tarumar olmuştu. Bugün ise nihayet doğru tuşa basıldı; Hugolina kurtuldu! İtalya “Mavi Juventus’a” bürünerek, kupa favorisi karşısında muhteşem oynadı.

Kurallar içi sert savunma, eski İtalya’dan kalma bir şeydi. Özellikle De Rossi, faul yapmadan sahada adam dövdü… Buna Juventus’un önde baskılı alan savunması, yakın ve pasa dayalı oyunu eklenince; oraya farklı ve lezzetli bir İtalya çıktı. Maçın genelinde İspanya’yla başa baş oynadılar, hatta ilk yarıda topa sahip olma durumu 50-50 eşitlendi…

Aslında fena bir maç çıkarmayan, “mimlenmişliği” ile sarıyı cebine koyan Balotelli’nin yerine; mevcut sisteme patlama özelliğiyle (bir bakıma Pirlo’nun etkinden sütünden yararlanmada) daha uygun olan Di Natale girince, çok geçmeden ortaya konan futbol golle süslendi. Asistlerin ve bitiriciliğin efendileri aynı pozisyonda buluşunca, gol kaçınılmaz oldu. Aslında orada doğru tercih, Cassano’ya çıkarılacak kısa bir pas olurdu ancak Di Natale, alt köşeden toz kaldırınca, bunu vurgulamak da manasızlaştı…

Oyunda belli bir süre sonra İtalya hem tempo yapmaktan fizik olarak, hem de İspanya’yı kontrol ede ede “zihin olarak” çok yoruldu; bilhassa orta sahada düşmeler yaşandı… Aslında tam da burada, Giovinco hamlesi yerine Nocerino oyuna dahil olsa ve Marchisio, “Serie A’nın en forvetimsi orta sahası” apoletini  kullanabileceği, “Di Natale arkası” pozisyonunu alsa; işler İtalya lehine devam edebilirdi… 
Bu tarz futbola çok daha alışkın olan İspanya, maçın sonlarına doğru daha fazla ayakta kaldı. Etkinliğinde olduğu kadar “soğukkanlılıkta” da eski halini hatırlasaydı Torres, galibiyet de gelebilirdi… Yine de ikinci yarıdaki düzende ısrar etmeli Del Bosque; Navas – Pedro farklıyla elbette. Böyle bir takımda hâkimiyet altındaki top; gol bölgelerine de daha fazla aktarılır ve orada daha etkili adamlarla buluşur. Sonucunda da ilk amaç olarak 7 puan, cebe konur…

Günün sürpriz tercihi Giaccherini’ydi… Cesena’da çok iyi bir kenat forvet örneği sunmasıyla, Juve’ye transfer yapmıştı yakın dönemde. Orada, farklı bir oyuncu oldu. İngilizlerin tabiriyle: wing-back… Bugün de o bölgedeydi, ancak orta sahayı hiç geçemedi tedirginliğinden. Bu durumda Balzaretti’nin dışarıda kalması, daha da anlamsızlaştı… Bugün gerçek Juventus’tan en çok aranan isim “sekiz ciğerli Litchsteiner” olabilirdi; ama Maggio’nun varlığı, onu en az aranan yaptı…

Euro 2012 denince akla gelecek bir maçı geride bıraktık. Hırvatistan – İrlanda ikilisini henüz göremedik ama grubun ilk ikisi, futbolun selameti açısından İspanya ve İtalya olmalı sanki. Umarım kazaya uğramazlar…

Euro 2012 C Grubu
İtalya 1 - 1 İspanya

Total Karambol

Hollanda, Dünya Kupası’nda kendilerine final yolunu açan oyun anlayışını sürdürüyor. Beklerini çok fazla çıkarmayan çakılı bir 4’lü, önlerinde uzun şutlar dışında yine pek ofansif görevleri bulunmayan de jong – Van Bommel ikilisi, düşük tempoda pasa dayalı oyun ve gol için kenar forvetlerinin patlayıcı özelliklerine, Sneijder’in Van Persie’yle buluşturacağı toplara bakan bir anlayış…

Robben ve Afellay, önünü boşaltıp attığı şutları dağ, taş yerine; biraz kaleye gönderebilselerdi, Van Persie yakaladığı pozisyonlarda yapması gereken tek işi (gol atmayı) becerebilseydi; bu plan yine tutabilirdi. Ancak Krohn-Dehli’nin Vincent Van Gogh dahil bütün Hollandalıları muhteşem bir feykle oyundan düşürüp attığı gol, işleri değiştirdi…
Hollanda, ‘tempo düşük gider, ama elbet ben atar kazanırım’ futbolunu belli bir dakika sonra değiştirmek zorunda kaldı. O anda yapılması gereken hamle; Dirk Kuyt gibi gole en az santrafor kadar yakın olan bir kenar forveti hatırlayıp, oyuna atmak olmalıydı bana göre. Ama daha farklı bir değişiklik geldi; çoğunlukla birbirini yedekleyen Van Persie ve Huntelaar aynı anda sahada kaldı.

Bu iki oyuncunun sahada olduğu maçlar karnesi pek parlak değildi; arada Bulgaristan ve İsveç mağlubiyetleri vardı nitekim… Bunun sebebi, bu maçla da biraz belli oldu aslında. Van Persie bir kenar forvet gibi değil de, ikinci bir santrafor gibi kalıyor o düzende. Hollanda, önde pres uygulamasını da pek beceremeyen bir takım olunca, gereksiz bir kopukluk yaşanıyor; Sneijder’in sırtına eskisinden daha fazla yük biniyor… Takımdaki şuursuzluk, Kuyt’ın sağbeke geçirilmesiyle taçlandırıldı ve sahada tamamıyla "total karambol" anlayışına dönülerek, maç kaybedildi. Geçmişe bakarsak; böylesi ölüm gruplarında ilk maçı kaybeden, ‘bir daha geri dönemedi!" diyebiliriz. Hollanda'nın ilk ikiye girme işi oldukça zorlaştı...

Danimarka daha çok orta sahadaki direnci ve savunmadaki başarısıyla önemli bir galibiyet aldı. Oysa Kjaer, Palermo’nun piyasaya sürdüğü pahalı bir saatli bombaydı… Agger, ilk yarıda çift kişilik stoper oynayarak çok büyük katkı sağladı. İkinci yarıdaki Hollanda, işi kaos ve karambol futboluna bırakınca; Kjaer’in de ekmeğine yağ sürüldü, oluşan ortamda o da gayet sağlam şekilde ayakta kaldı.

Bendtner iyi hoş futbolcu da, “sırtı dönük oynamanın” bir ek görev olduğunu; asıl olarak ‘santraforun gol bölgesinden asla uzaklaşmaması' gerektiğini anlaması gerekiyor. Maçta en çok koşan oyunculardan biri olmasına rağmen, yaptığı gol girişimi yazıyla; "bir"… Kerzhakov ol, gerekirse 7 gol kaçır... Turnuva kadrosunda olmayan, tıpkı golün sahibi Krohn-Dehli gibi 27’sinden sonra coşarak; bu seneki sürpriz şampiyon Nordjaeland’a büyük katkılar sağlayan Mikkel Beckmann, bu düzende çok daha uygun bir tek forvet seçimi olabilirdi.

Eski “Yeni Fabregas”: Oğuzhan Özyakup

AZ Alkmaar alt yapısından yetişip, “buradan ancak Barça, Arsenal’e giderim” diyerek iki yıl da olsa hayallerine kavuşmuş, şampiyonluklar yaşadığı genç takımda kendisine “Fabregas” benzetmesi yapılmış Oğuzhan Özyakup; dün itibariyle resmen Beşiktaş’ın oyuncusu oldu. Beşiktaş, krizi fırsata çevirmek istediği yolda; tescilli potansiyel bir orta saha oyuncusunu alarak, bir nebze karamsarlık bulutlarını dağıttı diyebiliriz.

Oğuzhan klasik bir 10 numaraydı önceleri, Arsenal’e geçtikten sonra yine kendi tabiriyle “orada var olmak için” topsuz oyununu da geliştirmek zorundaydı ve geliştirdi de… Topsuz oyun; sadece ‘top rakibe geçtiğinde savunma pozisyonunu almak’ demek değildir. Aynı zamanda top kendi takımındayken de; boş bölgelere koşarak pas opsiyonu oluşturmak, top gelmeden önce bir sonraki hamleyi düşünmek gibi durumları da gerektirir. Fabregas olmanın yolu buradan geçmektedir nitekim…
Arsenal A Takımı’na çok fazla yükselemediğinden dolayı; bir maç içinde çok fazla göremedik kendisini. Ama hem izlediğimiz videolardan, hem de hakkında yazılmış İngiliz kaynaklı bilgilere bakacak olursak; 2 yıl boyunca Oğuzhan, bu yolda çok geliştirmiş kendisini… 10 numaradan, modern bir merkez orta saha oyuncusuna devşirilmiş durumda. Böylece harika top kontrolü yeteneğini ve isabetli uzun-kısa paslarını; sahanın genelinde de kullanabiliyor. Bu da kendisine “bir takıma itici güç olma” gibi bir lider oyuncu vasfı sağlıyor.

Geçtiğimiz sezonlarda Beşiktaş orta sahasında şu görüntüyü çok gördük; biri top ister ve alır (genellikle Fernandes). Ancak pas verecek arkadaşını bulamaz, pres yapan iki oyuncunun arasından geçtikten sonra ancak kendi takımından bazı oyuncuları görebilir… Fernandes, bunu yapabiliyordu sıklıkla. Ama o topu Fernandes haricinde bir oyuncu alırsa, argo-futbol tabiriyle: “patlıyordu”…

İyi bir takım, bireysel adam eksiltmeyi neredeyse hiç kullanmadan da pozisyona girebilmelidir. Tıpkı dünkü Rusya gibi… Bu da takım halinde her oyuncunun “hareketli” oynamasıyla, topu alabileceği en uygun yere koşu yapmasıyla gerçekleşir. Bilhassa orta sahada bu durum çok önemlidir…

Beşiktaş, bu futbol tarzını direkt olarak vatanından öğrenmiş bir oyuncuya sahip oldu diyebiliriz. Üstelik kendi çapında herhangi bir yerli oyuncunun en az 5 katı daha az bir fiyatla: 500 bin Euro… Nitekim o model, hatta ne AZ ne de Arsenal alt yapısı görmüş bir oyuncu olan Alper Potuk’a 5 milyon isteniyordu. Hatta yine o tarzda, daha yeni yeni ortaya çıkan Salih Uçan’a da 1.5 milyon…

Diyeceksiniz ki “bu kadar iyi adamsa Arsenal neden bıraktı?”… Arsenal’in, ne bizim gibi kontenjan sıkıntısı var ne de potansiyel yakalamada bir eksikliği… Oğuzhan’ın, Arsenal standartlarına göre oynama yaşı gelmişti. Hem A Takım bazında önü çok tıkalı olduğundan, hem de yine alt yapıda kendisine benzer birkaç oyuncuya daha sahip olunduğundan (Dortmund’dan aldıkları Eisfeld mesela…) Oğuzhan’ı tutmak istememiş olabilirler. Ama Arsenal’in alt yapı takipçilerinden birçok insan, Oğuzhan’ın gidişine çatlak ses çıkartmış durumda; onu da söyleyelim…

Çok Tehlikeli Takımsın Rusya!

Bu akşam; turnuvanın hem ilk 10’a girebilecek bir golünü, hem de muhtemel favorilerden birini yakaladık sanırım. Bahsi geçen gol belli; Roman Pavlychenko önündeki adamları bir güzel süpürür ve çerçeveyi görür… O çerçevenin görüş açısına girdiği vakit neler yapabildiğini, bilhassa Rubin’e attığı frikik golüyle daha bir anlamıştık.
En az gol kadar, bahsi geçen favori takım da belli aslında. “Tabi ki Çek Cumhuriyeti!” demeyi isterdim, efsanevi şekilde futbola dönen Tomas Rosicky’nin hatırına… Ancak iki gün içersinde Aurelio’yu vatandaşlığa geçirmezlerse (zira defans – orta saha arası ‘buradan ara pası atınız!’ diye bağırıyor) grupta sonuncu olmaları an meselesi. Yine iyi oyuncular var elde; mesela bugün harika bir asist yapan, istikrarın sözlük karşılığı (Bordeaux’da son iki sezon 38’de 38 maç oynamış) Plasil gibi… Hem atletikliği hem de ayağına hâkimiyetiyle dikkat çeken “kavruk sağbek” Gebre Selassie gibi… Nefis hücum aksiyonları yapabilen genç orta sahaları Pilar gibi…  Ve tabi ki Rosicky gibi… Ancak geçmişteki kadar güzel bir takım mayası tutturulamıyor nedense.

Rusya; tamamen skordan bağımsız olarak bu maçta turnuvanın favorisi olduğunu ortaya koymuştur. Şöyle bir özellikleri var: Oyun geride kabul edilsin, edilmesin; maçın temposu düşük olsun, olmasın; mutlaka “gole hep yakın” olabiliyorlar. Çünkü takım halinde çok çabuk hücuma çıkıp, çok çabuk çoğalıyorlar. Ve sanki daha önce sözleşmiş gibi koşuyorlar… Kimse kimsenin yolunu tıkamıyor, topu alan oyuncu rahatlıkla pas verebileceği bir arkadaşını bulabiliyor... Böylece rakip kale etrafını çok kolay sarmalıyorlar. Bu özellikleri, onları “en tehlikeli takım türü” kategorisine sokuyor. 
Dzagoev, bu oyun planında en değerli oyuncudur şüphesiz. Ancak her ne kadar bugün kaçırdığı gollerle alay konusu olsa da Kerzhakov, bir o kadar önemlidir aslında. Takımın hareketliliğine daha fazla uyum sağlıyor Pavlychenko’ya göre. Orta sahaya daha fazla yaklaşıyor, çoğu atağın başlangıç noktasıydı bugün mesela… Goller bugün kaçar, yarın girer. Önemli olan sisteme olan uyumluluktur… Rusya’nın belli ki turnuva boyunca daha çok uzun olan yolunda, yine ilk tercih olmalıdır bana göre. Pavlychenko, yine B Planı’ndaki artı güç olarak kenarda dursun…

Grubun 1, 2’si şimdiden belli gibi: Rusya – Polonya. Yarın şu 'Ölüm Grubu'nu izleyelim bakalım, kim hayatta kalacak, kim katilin olduğu bodruma inecek; göreceğiz...

Euro 2012 A Grubu
Rusya 4 - 1 Çek Cumhuriyeti