Gidenler, Kalanlar…

Samet Aybaba’nın eleğinden geçildi ve artık nihai kadro şekillenmeye başladı. Muhammed, Hasan Türk, Emre Özkan, Erkan Kaş, Mertcan Aktaş ve Kadir Ari A Takım’la birlikte sezona devam edecekler. Bununla birlikte Ümir Karaal ve kaleci Mertcan Tunca gibi bazı oyuncular da, A2 odaklı olarak takibe devam edilecek gibi gözüküyor. Geriye kalanlar ise ya kiralık ya da bonservisi ile birlikte başka bir takıma gönderilecekler.

Bunlardan sürpriz gözükenler Tanju ve Berat… Tanju çok beğendiğim bir bek olmasa da, belirli bir fizik ve pozisyon bilgisi yeterliliğine sahipti. Hilbert sonrası alternatif görülebilirdi ancak orada Toraman ve yine sağ bek oynayabilen Mehmet Akgün’ün varlığı yeterli görülmüş olsa gerek. Berat da 5. stoper olarak tutulmak yerine gönderilenler arasına girmiş. Toulon Festivali’nde izlediğim kadarıyla farklı bir oyuncu gibi gözüküyordu, bence acele karar verilip bonservisiyle birlikte göndermek yerine kiralamak daha mantıklı olacaktır.
Atınç ve Sezer’den en azından birinin takımda kalma ihtimali, Escude transferiyle zaten suya düşmüştü. Zira Ersan’ı da sayarsak takımda bir sol stoper ihtiyacı daha kalmamıştı. Atınç’ın artık tıpkı Sezer gibi profesyonel maçlar oynaması, taktik savunmasını ve fiziğini artık yarışan bir takım içersinde geliştirmesi gerekiyor. Bu bakımdan kiralanması faydalı olabilir. Sezer’in ise revaçtayken iyi bir paraya çevrilmesi sürpriz olmaz.  Genel olarak; kadroda düşünülmeyen oyuncuların, belli bir seviyede olsalar da potansiyeli sınırlı ya da kafa olarak potansiyelini sınırlayıp, belli bir mevkiye tam olarak uyum sağlayamayan (Rıdvan, Burak) isimlerden oluştuğunu söyleyebiliriz. Atınç, Berat ve eğer süpürücü orta saha olarak düşünülecekse Furkan Şeker dışındaki isimlerin bonservisiyle verilmesi, gelecek adına çok da risk sayılmaz.

Gerçek anlamda potansiyele sahip oyuncular ise takımda kaldı diyebiliriz. Zaten Muhammed ve Hasan Türk’ten hemen her yazıda bahsediyor, liste başı olmaları gerektiğini söylüyorduk. Her ikisinin de takımda kalmanın ötesinde ilk 11’i zorlamaları çok olasıdır. Mertcan Aktaş da ilk hazırlık maçındaki performansı sonrası beklediğimiz sürprizi gerçekleştirdi ve U18’de sıçrayarak A Takım’da düşünülecek seviyeye geldi. Hem onun, hem de Kadir Ari’nin; belki fizik olarak takımın gerisinde (yaş halleri sebebiyle) olmasına rağmen A Takım’da düşünülmesi, gelişimlerinin gözetim altında olması açısından önemli. Bazı maçlarda sahada da faydalanabilecek oyunculardır ayrıca.
Caner Turp ve Emre Özkan’ın, İsmail’in yokluğunda kadroda yer alma savaşını Emre kazandı, aslında bunu neredeyse 6 yıldır bekliyordu. En kıdemli alt yapı oyuncusu, zaten artık 24 yaşında ve fizik, potansiyel olarak sınırına dayanmış gözüküyor. Artık ona takım içersinde yer vermek en azından bir sezon ne yapacağını izlemek gerekiyordu. Caner belki ona göre daha potansiyel gözükse de, yakın zamanda geçirdiği diz sakatlığı, fiziki eksikliği; onu bir iki adım geride tutmuştur. Zaten aralarında, sol bek için gelişime en açık olan bir başka oyuncu da A2 takımıyla birlikte takip edilecek: Ümit Karaal. Çabukluğu, tekniği, hareketli oyunu gibi özellikleriyle; fiziğini ve taktik futbolunu geliştirmesi taktirde ufak bir Marcelo olmaması adına hiçbir neden yok.

Erkan Kaş da bu blogun ilk göz ağrılarından biriydi. “Sıfıra inme” özelliğiyle iki yıl önce “A Takım’da bile bir benzeri yok” dedirten bir oyuncuydu ki, mevcut kadroda yine onun bir benzeri yok… Onun takımda kalması oldukça gerekliydi; zira onunla sistem hem hücumsal, hem de defansif anlamda kolayca çevrilebilinir... Mesela gol gerektiği anda bir orta sahanın yerine girer, 4-4-2’ye dönülür; skor avantajı varken ise bir forvetin yerine girerek, 4-5-1’de “topu boş alanda taşıyan adam” rolünü üstlenebilir. 11'e giremese bile, benchte çok önemli bir silahtır Erkan. Her zaman söylediğim gibi; benze zaten ilk 11 değil ilk 14 vardır. İyi bir teknik direktör, yapacağı hamleleri önceden kestirebilmesi ve ona uygun olarak bazı oyuncuları hazır tutması gerekmektedir.

Zaten takımda kalan oyuncular hakkında daha sezon boyunca bolca konuşacağız. Performanslarını gördükçe fikir edinecek, belli sistemler üzerine kendilerini serpiştireceğiz… Bu şimdilik bir ön bakış yazısı olsun. Hem kalanların hem de gidenlerin hakkında hayırlı olmuştur diye umuyorum.

Arnold Peralta

Dün Olimpiyat Oyunları’nda futbol açılışı oldu Fas – Honduras maçı ile. Aslında çok fazla tempo olmasa da izlemesi zevkliydi. Çok farklı karakterde oyuncular karşı karşıya geldi, belki de ulusal takım maçlarının en çekici hale getiren şey budur: tek ortak noktaları nefes almak olan oyuncuları aynı sahaya getirmek…

Fas’la klasik bir Kuzey Afrika takımı izledik; hücum oyuncularının teknikleri kusursuz, özellikle de maçta ufak bir resital sunsan Labyad. Topla arasında mıknatıs-demir ilişkisi oluşuyor sanki dripling yaparken. Sene başında onu bedavaya yürüten Sporting Lizbon, çok yakın zamanda kendisini 20 milyon Euro’ya çevirebilir.
Ne var ki aynı kalite, Fas savunmasında pek görülmüyordu. Kendilerinden teknik olarak daha düşük seviyede olmasına rağmen, takım oyunu dengesini sağlamış Honduras ise aradaki açığı böyle kapatıyor hatta maçın belli bölümlerinde daha ağır basıyordu. Espinoza, Martinez, Bengtson gibi takım bütünlüğü içersinde etkili olan oyunculara sahiplerdi.

En dikkat çekici oyuncuları ise sağbeklerindeki Arnold Peralta. Çok başarılı hücumculara karşı oynamasına rağmen maç boyunca ayakta kaldı. Sadece savunmada değil, karşı yarı sahada da sık sık gösterdi kendini; taç çizgisi kenarına kendisine özel bir raylı sistem döşemiş gibiydi. Honduras’ın ikinci golünde penaltı oluşumunu sağlayan pası atarak tabelaya da etki yaptı. Klasik dört akciğerli ama ayağı sadece koşmaya yarayan oyunculardan değil, yeteri derece de tekniğe de sahip görünüyordu.

Kendisi 22 yaşında ve hala Honduras’ın Vida isimli bir kulübünde top koşturmaktaymış. Haritada o takımın yerini bulup da, muhtemelen yol parasından daha düşük bir bonservisle Peralta’yı kapacak adam, oldukça akıllılık eder gibi gözüküyor.

Julien Escude ve Sonrası

Stoperler kendi aralarında ikiye ayrılır; çabukluğu, cengâverliğiyle caydırıcı olanlar ve aklıyla savunma yapanlar. Bunlardan birini iyi yapan stoper “iyi stoperdir”, ikisini birden yapanlar ise “çok iyi”… Borsaya bildirilen Escude de “aklıyla savunma yapanlar” kategorisindedir, hani modern futbolda artık daha revaçta olan kısımdan… Zaten Sevilla da stoperler için çok zor takımdır, zira savunma önünde bir süpürücü kullanmadan; klasik 4-4-2 oynarlar genelde. O nedenle rakipler; sıklıkla Sevilla savunmasına karşı direkt olarak yüzleşiyor ve o savunmayı kısa sürede “kendi başlarına çözüm üretme” durumunda bırakıyor. Escude, böyle durumlarda “taktik savunmasıyla” ciddi şekilde fark yaratıyordu izlediğim maçlarında.
Topa değil de, “alana ve adama” odaklıdır Escude; sezgileri iyidir, topun gideceği yeri önceden tahmin eder ve orada olur. Böylece, pozisyonlarda son anda yetişip “cengâverce!” kayarak topu kornere atmaktansa, zaten orada olduğundan tehlikeyi daha kolayca savuşturur. Göze batmadan, işini yapar… Rahmetli Vedat Ağabey’in bu tarz stoperler için kullandığı bir tabir vardı; “top gelmeden önce adama telefonla haber geliyor sanki...”

Bir diğer özelliği ise koşul ne olursa olsun “ayağa oynama” hevesi. “Bamgümcü” değildir… Bilhassa sol ayağından çıkan top, büyük ihtimalle bir takım arkadaşıyla buluşur. Zaten genel olarak topa yatkın ve soğukkanlı bir oyuncu gibi gözüküyor. Mesela bir pozisyon hatırlıyorum; rakibiyle birlikte hava topuna çıkmış, ondan seken topu alelacele bir hamle yapmaktansa; göğsüyle topu sol bekine indirmişti gayet sakince…

İzlediğim kadarıyla Escude böyle bir oyuncudur. Ama bir de işin “mescude” tarafı var; stopere gerek var mıydı, varsa yabancı mı olmalıydı, maliyeti, yaşı vesaire… Borsaya henüz detaylı açıklama düşmedi ama bonservis verilmeyeceği ve kendisinin yıllık 800 bin Euro’ya yakın ücret alacağı söyleniyor. Eğer bonservissiz olduğu doğruysa yaşına, maaşı doğruysa yabancı oluşuna (o tarz bir yerli stopere –ki öyle biri yok- minimum 2 milyon verilirdi) pek itiraz edilemez. Zaten Escude gibi, fizik olarak savunma yapmayan stoperlerin 23 ile 33’ü arasında çok fazla fark olmaz. Fazla maddi külfet altına girilmeden, önemli bir bölge La Liga tedrisatlı, uluslar arası bir oyuncu ile kapanmış olunur. Şöyle bakmak lazım, Ernst’in de maaşı 800 bin olsaydı da bir iki yıl daha kalsaydı, fena mı olurdu?

Bizler her ne kadar “stopere gerek yok” desek de; Beşiktaş’ta Egemen sonrası orada bir kırık diş oluşacağı çok belliydi. Toraman ve yaşları, tecrübesi itibariyle Atınç, Berat ve Sezer tam olarak güvenilmez. Ersan’ın ise iyi döneminin üstünden iki diz sakatlığı ve 1.5 sene geçti. Açıkçası adam bolluğu olsa da orasının nasıl doldurulacağı soru işaretiydi. Ve savunma bölgesi de öyle “idare edilecek” bir bölge değil. Beşiktaş’ın gelecek yıl en azından yarışta kalması için, kolay gol yemeyen bir takıma bürünmesi gerekiyor; zaten bir şekilde atacak ve maçlar (ki her bir galibiyet de 750 bin demektir ayrıca) kazanacaktır. Birkaç gün önce yazdığımız Briegel’li 99/00, Kezman’ın golüyle şampiyonluktan olunan Tigana’lı sezonlarda olduğu gibi.

Tabi bir de “Beşiktaş yarışta kalmak zorunda mı?” sorusu var. Bir alt yapı dilencisi olarak, şahsen genelde gençlerle yoğunlaştırılmış; ligde “artık olduğu kadar” dedirtecek bir yapıya razıyım. Ancak genel resme bakarsak, bunun çok sağlıklı bir yol olmayacağını ve o gençleri kazanmanın aksine “kaybetme” noktasına gelineceğini görebiliriz. Sağlıklı olan; en azından ilk 4 yarışında kalmış, maç kazanması tesadüf olmayan bir takım yapısında, birer ikişer genç oyuncu serpiştirmek. İyi bir sofraya sunulan ara sıcaklar gibi…

Türkiye’de savunman iyi olduktan sonra maç kazanman, haliyle bir şekilde yarışta var olman çok zor bir şey değildir. Hazır hücumda Pektemek oynayacakken ve orta sahadan bir yerli fazlası olacakken; tandemde çift yabancı fırsatı doğmuştu. Sivok – Escude ile uluslar arası standartta ve “geçiş dönemini” iyi idare edecek bir yapı oluşturuldu diye düşünüyorum. Geçiş dönemi diyorum çünkü; ben şuan yönetimin halen daha büyük dertlerle uğraştığını ve önümüzdeki 1-2 yıl boyunca “scout sistemi” olayının ortaya çıkmayacağını, bu tarz fırsat transferiyle “nefes almaya” çalışılacağını düşünüyorum. Ve tahminin, Escude ile biraz nefes alınacağıdır. Beşiktaş’a gelen üçüncü Fransız, ilk ikisinde maya tutmuştu...

Beşiktaş 99/00: Iskalanmayacak Gurur

Sezon başı kampında zamanın Beşiktaş Teknik Direktörü Karl-Heinz Feldkamp’a sorarlar; “Transfer yapacak mısınız?”… Feldkamp “Şu ana kadar sadece Thomas Hengen’le anlaştık.” derken oldukça ter döker, yüzünü ekşitir… Oysa ortam pek nemli değildir. Aklından “acaba bu takımla İstanbul’a hiç dönmesem mi?” diye geçiriyordur belki de… Zira Beşiktaş, bir önceki sezonun harcamalarını dengelemek için kadro anlamında küçülmeye gitmiştir.

Sergen’den sonra Siirt Jetpa aktarmalı olarak yuvadan uçan isimlere Alpay ve Oktay da eklenmiş; milli takım seviyesinde yerli oyuncusu kalmamıştır Beşiktaş’ın. Bununla beraber yurtiçinde transfer kapışmalarına girecek halde de değildir. Kocaelispor’dan genç forvet Ahmet Dursun ve Alpay’dan boşalan sol stoper bölgesini doldurması amacıyla İstanbulspor’lu Halilagiç alınabilmiştir sadece.
Yerli rotasyonunda hedef Atilla Birlik, Ersen Martin gibi kelepir gurbetçiler ve alt yapı oyuncularıdır: Nihat, Yasin, Savaş, Tunç, İlhan Şahin… Yabancılarda ise kaleci Shorunmu dışında Almanya dışına çıkılmaz; libero Hengen’e sağ stoper Schafer ve transferin son dönemlerinde Serie B takımı Genoa’nın sol açığı Marcus Münch eklenir. Geçmiş dönemden kadroda kalan tek yabancı ise Jamal Sellami’dir. Onun dışında Toshack patentli tüm yabancılar gönderilmiş; 1 yıldır hasretle beklenen Amokachi’nin ise futbola dönemeyeceği kesinlik kazanmıştır.

Feldkamp, yaşlanan kalbini bu maceraya atmamaya karar verir ve daha sezon başlamadan görevi bırakır. O sezon sportif anlamda beklentisi olmayan Beşiktaş yönetimi bir başka teknik adam arayışına girmez, girse de alacağı cevaplar tahmin edilir ve yola Feldkamp’ın yardımcısı Hans-Peter Briegel ile devam kararı alınır. TSYD Kupası ile birlikte açılacak sezon, uzun zaman sonra Beşiktaş’ın en iddiasız döneminin başlangıcı olacaktır.

Beşiktaş, TSYD kupasında Fenerbahçe ile gölsüz berabere kalır; daha sonra güçlü Galatasaray karşısında genç, heyecanlı takımıyla oldukça etkili bir oyun sergilemesine rağmen, Hakan Ünsal’ın 89. dakikada halen jenerikleri süsleyen 35 metrelik golüyle maçı kaybeder. O oyuna rağmen taraftar düşülen bu durumdan mutlu değildir. Sokak röportajlarında transferleri sorarlar; “Şu Riki Martin’in kardeşini herhalde basketbol takımı için aldılar” gibi ironik eleştirilerin bini bir paradır…

Şampiyonlar Ligi ön elemesinde; her iki maçta da bolca gol kaçırarak Hapoel Haifa'ya elenir Beşiktaş. Daha Ağustos'un başında hedef sınırları Meriç Nehri'nin doğusuna çekilir. Geriye avuntu olarak Ahmet Dursun'un ilk maçtaki asisti kalır... Üzerine lig de Gençlerbirliği mağlubiyetiyle başlanınca hoşnutsuzluk hat safhaya çıkar. İkinci hafta İnönü’de oynayacak Samsunspor maçında Beşiktaşlılar beklentisizdir ve daha çok yönetime tepki göstermek amacıyla stadı dolduracaklardır.

Ancak maçta ilginç şeyler olur… O sezon; Celil, Serkan Aykut, Tümer, Ali Akdeniz, Vural, Mehmet Nas, kaleci Allum Buker, her ne kadar o dönemde yedek olsa da İlhan Mansız gibi oyuncularıyla gayet iddialı olan Samsunspor’a karşı muhteşem bir futbol oynar Beşiktaş. Münch, bir nevi Giggs’e bağlayarak oynadığı maçta köşeden toz kaldırarak harika bir gole imza atmış, Ahmet Dursun ise hat-trick yapmıştır. Buna rağmen taraftar yönetime olan tepkisinden caymamış, durumun gerektirdiği yaratıcı bir tezahüratla sesini duyurmuştur: “Ahmet Dursun, Seba Gitsin!”…

O maçtan sadece 2 gün sonra Büyük Marmara Depremi yaşanır ve lig tatil edilir. Günlerini kendi evinden korkar halde sokakta geçirmeye başlayan Beşiktaşlının aklına, atlatılan şok sonrası ister istemez hat-trick yapan Ahmet Dursun’un, Nihat’ın, Münch’ün oynadığı futbol gelir. Ve bir an önce liglerin tekrar başlamasını bekler, üstelik bu kez sezon başında hiç de ortalarda gözükmeyen umutlarla…

Tekrar başlayan ligde içeride Denizlispor beraberliği gelir, hemen arından ise 6-0’lık Vanspor deplasmanı… 75’den sonra oyuna giren Nihat; iki Vansporlu savunmacıyı kafa kafaya çarptırarak attığı golle dikkatleri iyice üstüne çekmiştir. Ahmet Dursun ve Nihat ikilisi, o kısa sürede çok uyumlu gözükmüş, dönemin futboluna oldukça ters gelecek şekilde “iki kısa forvet” düzenine dönülmüştür.

Ali Sami Yen’de oynanan Galatasaray maçında da bu ikili bozulmaz. Yine çok uyumludurlar, üst üste pozisyonlar yakalanır… Lakin, yakın gelecekte UEFA resmi sitesinde “plase dersi” verecek olan Nihat, o dönemler daha toydur; gol vuruşundan bihaberdir… Yakaladığı fırsatlarda kale alanından abandığı topları, açık tribüne yollayarak harcar. Ve Beşiktaş, Galatasaray'a karşı gayet denk oynamasına rağmen Okan’ın golüyle mağlup olur. Artık liderle fark 10’a çıkmış, yeşeren umutlar kısa süreceğe benzemektedir.

Ancak Briegel, hazır birinci adamlık apoletini takmışken pes etmek istemez; takım içinde arayışlara başlar. Toshack’ın stoperleştirdiği Ertuğrul’a yeniden “hedef santrafor” günlerini hatırlatmanın zamanı gelmiştir. Artık Ahmet Dursun’un partneri o olacaktır. Nihat gol vuruşlarında eksik olsa da; müthiş enerjisi, sürati, gol bölgesi koşuları yabana atılır cinsten değildir. 3-5-2’nin sağına kaydırılarak, hem ondan vazgeçilmemiş hem de Murat Alaçayır’a göre daha ofansif bir açık oyuncusuna dönüş yapılmıştır. Ayhan da orta sahanın gerisinde mevzilendirilerek, “Şifo mu Ayhan mı?” sorusu kısa süreliğine ortadan kaldırılmış; Hengen nişanlısının “kaç gel” çağrısına kayıtsız kalamayınca, savunma tarafı tartışılsa da bu toprakların gördüğü en teknik liberolardan biri olan Rahim Zafer tekrar formasına kavuşmuştur. Kısacası sezon başındaki resim, oldukça değişmiş; Beşiktaş farklı bir takım olmuştur.
Arada Fenerbahçe mağlubiyeti yaşansa da o düzenden vazgeçilmemiş ve Beşiktaş tam 12 maçlık bir galibiyet serisi yakalamıştır. Ancak buna rağmen Galatasaray’la fark pek kapanmaz… Tıpkı kendisi gibi sürekli kazanan güçlü rakibini İnönü’de oynanacak maçta yenmekten başka çaresi yoktur Beşiktaş’ın. Bu durumda 6 olan fark 3’e inecek, baskı iyice hissettirilecektir. Ayrıca galibiyet halinde Beşiktaş, yine kendisine ait olan 13 maçlık rekoru da egale etmiş olacaktır. Sonraki fikstüre bakıldığında; hem şampiyonluk hem de o rekorun  geliştirilme şansı oldukça yüksek olduğu görülmektedir.

Maçın hemen başlarında Şifo, Galatasaray’a her zaman yaptığını yapar ve Ayhan’ın uzun topuna hareketlenerek, kalesini erken terk eden Taffarel’i avlamakta güçlük çekmez. Sonrasında skoru koruma stresi, Galatasaray’ın meşhur hücum presi derken vakit geçmek bilmez Beşiktaşlı için… Derken Halilagiç, o hücum preslerinden birini görünce Fevzi’ye döner ve… Sonrası malum; hala zihinlerde tazeliğini koruyan “şampiyonluk ıskası”…

Beşiktaş o maç sonrası şampiyonluğu fiilen kaybeder. Yine de Alpay’ın sahaya forma bıraktığı son Fenerbahçe maçına deyin, taraftar takımını yalnız bırakmamaya; Şifo resitallerine; Ahmet Dursun gollerine devam eder. Her şeye rağmen; o ana kadar -10 yaş altını saymazsak- tek şampiyonluk yaşamış, sonrasında iki şampiyonluk daha görecek olan bana; takımımla en gurur duyduğum sezonu yaşatmıştır Beşiktaş. Sezon başından beri olumsuzluk, hoşnutsuzluk, beklentisizlik içersinde; Türk futbol tarihinin gördüğü en güçlü takıma karşı şampiyonluk yarışında kalmıştır. Zira o Galatasaray, birkaç ay sonra UEFA kupasını kaldıracaktır… Fevzi’nin ıskası belki şampiyonluğu kaybettirmiştir ama o sezon, bugünlerde de hatırlanması gereken bazı “ıskalanmayacak” şeyler öğütlemiştir: Beşiktaş’ın olduğu yerde her zaman umut vardır.

"O sezonun sonunda Şampiyonlar Ligi elemelerine hak kazanır Beşiktaş. Gerçekten de Ahmet Dursun kalır, Seba gider... Yeni yönetim, arzulandığı gibi yaz dönemi transferlerinde çok hareketlidir. Biraz adı duyulmuş yerliler, bonservise bakılmaksızın toplanır; bunun yanında Nouma, Karhan, Khlestov gibi uluslar arası bilinirliği olan yabancılar da gelir. Buna uygun olarak Brielgel gibi düşük profilli bir hoca ile devam edilmez, 3 yıl önce Şampiyonlar Ligi kazanmış Scala'ya imza attırılır. Beşiktaş 3. sayfadan 1. sayfaya doğru tırmanır; ama arada Barcelona maçı gibi olağanüstü galibiyetler yaşanmasına rağmen, Beşiktaşlı bir önceki sezonda olduğu kadar mutlu olamayacaktır... Gelecekte ise o sezonun hovardalığı oldukça baş ağrıtacaktır"

Hoş Geldin Beşiktaş

Öncelikle şunu belirtmek gerekir; dün sahada olan takımın çoğu Beşiktaş A2 seviyesi için bile yeni sayılır, aralarında bolca 94 doğumlular var nitekim. O nedenle “hangisi oynar?”dan ziyade, hangisinin gelecek adına heyecan verdiğine odaklanmak gerekiyor. Bu maç, kampa giden genç oyuncuları ödüllendirme ve aradan sonra bir nevi “hoş bulduk Beşiktaşlı” maçıydı daha çok. Samet Hoca’nın aklında; gelecek yıl kimin takımda tutulacağı, kimin A2’de veya kiralık gönderilen yerde uzaktan takip edileceği bellidir zaten. Bu maç o bağlamda da bir nebze “vize” niteliği taşıyor gibiydi; zira bundan sonraki nispeten sert hazırlık maçlarında daha bir as kadro göreceğiz.

Her ne kadar henüz ilk maç ve rakip amatör takımın biraz üstünde bir seviyede olsa da; takım gelecek yıl ne oynayacağını az çok belli etti. 4-4-2 varyasyonlarında dönüp durulacak: 4-3-1-2, 4-1-3-2, klasik 4-4-2 vesaire… Savunma dörtlüsü ve hücum ikilisi sabit; orta sahada maçına ve oyuncuların durumuna göre seçim yapılacak gibi.
Bununla beraber takım bir birine yakın ve pasa dayalı oynamaya çalışıyor. Ve en önemlisi de hücumda hızlı ve kalabalık çoğalma prensibi var. Bilhassa ilk yarıdaki 4-3-1-2’de; rakibin odağını sıkça merkeze çekerek, bekleri oyuna sokma şansı çok artıyor. O nedenle Samet Hoca onca safkan solbek alternatifi varken, topla ilişkisi çok iyi bir kanat olan Erkan Kaş’ı bekte görmek istemiş olabilir. Ancak o riskten bir sonuç alınacağa benzemez; yine ibre Uğur Boral ya da Tanju’ya dönecektir. Erkan Kaş ise, dün ikinci yarıda olduğu gibi; sistem klasik 4-4-2’ye döndüğü anda çok iyi bir sol açık alternatifi olarak bekleyebilir.

Dün bireysel anlamda en fazla dikkatimi çeken iki oyuncu vardı: Oğuzhan ve Mertcan Aktaş. Oğuzhan gibi bir oyuncuyu 500 bin Euro’ya kazanmak, yeni yönetimin geldiğinden beri yaptığı en mükemmel iş. Özetlemek gerekirse “ne yaptığını bilen oyuncu”nun sözlük tarifi. Bir takımın topa sahip olma ortalamasında %10 artış getirir tek başına. Ne zaman basit, ne zaman ince oynayacağını iyi biliyor. Eğer resmi maçlarda da böyle bir standart tutturursa, merkezdeki yeri hazırdır…

A2’ye uğramadan, U18’den direkt olarak A Takım’a yükselen Mertcan Aktaş; bu yükselişin tesadüfi olmadığını daha ilk maçtan kanıtladı bana göre. Çok iyi bir saha görüşü var ve fazlasıyla enerjik… Bu onu, orta sahanın her bölgesinde değerli bir alternatif kılıyor. Fizik olarak 94 kuşağındaki arkadaşları gibi geride olsa da, A Takım 18’lerine girmesine en şaşırmayacağım isim kendisidir.

Holosko’nun takımda kalışıyla Kadir Ari’nın bu seneki A Takım şansı biraz düştü diyebiliriz. Zira oynadığı pozisyon epey güç gerektiriyor; fazlaca koşu devamlılığı, sıkça ikili mücadele vesaire… Mehmet Akyüz’ün ise oyunun içinde fazlaca gözükmesini sevdim. Almeida da kaldığına göre, alternatif bir forvet arayışına en azından bu yıl gerek yok diye düşünüyorum.

Sivok, Ersan, Berat, Toraman varken; Atınç ve Sezer’den sadece biri A Takım’da kalacak gibi gözüküyor. Açıkçası bu konuda Atınç daha önde gibi. A2 patentli olup, A Takım’da oynama şansı çok yüksek olan iki oyuncuyu henüz göremedik: Hasan Türk ve Muhammed (ki ilk yarıdaki düzende, bu sezon fazlaca süre almalıdır). Ve yine A2’den gelip, solbek alternatifliği konusunda A takımda kalma ihtimali olan Caner ve Emre’ye de yeterince süre verilmedi. Tüm bu soruların cevabını sonraki maçlarda görebiliriz.  Uzun zaman sonra hazırlık maçlarını bile heyecanla beklediğim bir Beşiktaş var karşımda, onu itiraf edeyim.

Büyük Muhammed

Bundan 6 yıl evvel; 11 yaşında, 1.10 santim dolaylarında esmerimsi bir bücür çıkıyordu ortaya. Kendi yaşından büyük kategoride oynamasına rağmen çok farklı gözükmesi, onu ana haber konusu yapıyordu. Ekranlarda; dizine kadar gelen koca meşin topu, o küçücük ayaklarıyla gayet rahatlıkla sektiriyor hatta “sektirirken ayağını topun etrafında çevirme” gibi eksantrik hareketleri de çok kolay bir şeymiş gibi gösteriyordu. Oysa o yaşları günde 15 saat boyunca sokakta topla geçirmiş bizler, yaptığı şeylerin o kadar basit olmadığını biliyorduk. Ama o bilmiyor gibiydi... Onun için meşini "balonmuş gibi" rahatlıkla hükmetmek basitti, top tekniği "edinilmiş statüsüydü" belliydi ki...
Bu topraklarda “top cambazlığı” az rastlanır bir şey değildir. Futbol topunu vücudunun bir uzvuymuş gibi hükmeden birçok oyuncu gelmiş geçmiştir, kariyeri amatör kulüplerde sonlanan… Ancak Muhammed adındaki o çocuğu asıl farklı kılan şey; daha o yaşlarda sahip olduğu “oyun zekâsı”ydı. Diyagonal paslar, araya oynamalar ve bunları yaparken harika zamanlamalar… 11 yaşındaki bir çocuk için oldukça sıra dışı işlerdi. O küçük bedene, Zidane ruhu uğramış gibiydi sanki...

O Muhammed büyüyor, büyüdükçe Beşiktaş için “her yeni bir yılın en iyi yerli transferi” olabilecek potansiyele ulaşıyor gittikçe. Hem harika bir oyun zekasına, hem de o zekanın çimler üzerinde resmedilmesini sağlayacak bir tekniğe sahiptir Muhammed… Şu sıralar “Messi vari” ortak adıyla yayınlanan, çift kale maçta attığı bir gol dönüyor mesela. Orada yapılan aşırtma vuruş; asıl odak noktası oluyor elbette. Gerçekten de Messi vari bir vuruş, zira onun özellikle geçen sene attığı iki golden biri böyleydi neredeyse. Ancak, benim o golde de vuruştan daha da önce dikkatimi çeken şey; yine Muhammed’in müthiş oyun zekasıydı…

Dikkat edilirse Muhammed topu almadan önce, henüz daha Sezer’e ulaşmamışken bir pozisyon sonrasını düşünerek, Sezer’in indirebileceği yeri tahmin edip hemen geriye bir iki adım atıyor ve gerçekten de olaylar planladığı gibi işliyor. İşte bu yüzden Muhammed’in yaş ve fizik bakımından “hazır değil” gibi gözükse de, artık zamanı gelmiştir. Çünkü artık futbol fizikten öte bir zeka oyunu, topa hükmedebilme yarışıdır. Bilhassa İspanya’nın bizlere öğütlediği şey budur. Muhammed’e sahip olan bir takım da, bu konuda birkaç adım öne geçecektir.
Aslında kısacık süre aldığı Samsun maçında da bunun sinyallerini vermişti. O girmeden önce atmosfer boşluğundan inmeyen top; onunla birlikte daha sakin şekilde ayakta kaldı. Orta sahanın arkalarına gelerek top aldı, en yakınına aktardı, tekrar aldı… Bu tip oyuncuların artışı, o takımın “topsuz oyunu” daha az düşünmesini sağlar. Çünkü zaten top genelde kendilerindedir. Kaldı ki Muhammed gibi zeki oyuncular belki Gattuso gibi omuz koyarak, yatarak müdahale yaparak top kazanamaz. Ama tıpkı Sezer’le olan pozisyonda olduğu gibi; ön sezileriyle pas arası yapar; ya da öyle bir pozisyon alır ki, rakipten topu çalmak için müdahale bile yapmasına gerek kalmaz. Çünkü iyi çalım atanın halinden en iyi, yine başka bir “iyi çalım atan adam” anlar... Mesela Sergen de, Alex de; nadir olarak savunmaya yardım ettiği zamanlar kolay kolay geçilmezler.

Kaldı ki Muhammed, top rakibe geçtiğinde eli belinde gezinen oyunculardan değildir. Denenmek için orada olduğu sıralar canlı izlediği Barcelona – Liverpool maçından sonra “en çok kimi beğendin?” sorusuna, “Sissoko” diyecek kadar, bir takım için topsuz oyunun da ne denli önemli olduğunun farkındadır, üstelik o yaşlarda… “Oğlumuz yetenekli ama biraz fırlama” kategorisinin çok daha üzerinde yetenekli olmasına rağmen, kafa olarak da gayet futbolcudur. Zaten Messi’ye aşırtma vuruşlarından önce asıl benzemesi gereken konu da budur.

Muhammed, 4-3-3 oynayan bir takımın sağ forvetinde oynar; içe kat edip, şut veya ara pası bırakabilmesi özellikleriyle bilhassa… Aynı şekilde 4-2-3-1’in sağında da… Galatasaray’la oynanan son A2 maçında o pozisyondaydı; mükemmel bir performans ortaya koymuştu. Son iki yıldır, fizik olarak güçlendikçe orta sahaya da kaymaya başladı zamanla. Zaten bir takımda asıl fark yaratacağı pozisyon da orta sahadır. Stoperlerden, beklerden top alarak “acil durum freni” görevini görür; takımını rahatlatır. Kendi halinde dönen hazırlık paslarını, bir anda gol pozisyonu oluşacak şekilde değiştirebilir… Ben böyle oyuncular için şu tabiri sık kullanırım; topu attıkları yerde boş bir adam olduğunu bizler, ancak o pas atıldıktan sonra görebiliyoruz. Muhammed de, “nasıl olsa hareket yok” diye maç anında içecek almaya giden birine, “golü kaçırtacak” oyunculardan birisidir. Zira İtalya – Almanya maçının ilk golünde Pirlo, bana aynen bunu yapmıştır…
Sıralama anlamında beklentisiz, yeni ve genelde genç oluşuma sahip, en azından "denediler, olmadı" diyebileceğimiz, kaybettiğinde yüzlerindeki üzüntüyü hissedebileceğimiz “temiz” bir takım hayal ediyordum. Benim için Beşiktaş buydu, zaten şampiyonluklara aşırı sevinç tepkisi verebilen biri değildim. O Beşiktaş’ı sezon boyunca izleyeyim, yeterlidir... Bu sene öyle olacak diye tahmin ediyorum ama tamamen beklentisiz değilim. Beklentim; maçlar sonunda “ulan ne top oynadı!” diyebileceğimiz, gelecek planlamasında rahatlıkla yazabileceğimiz genç isimler kazanmak. Zira Aybaba’yı farklı kılan, beni heyecanlandıran yegane prensibi de budur. Bu yolda artık hiç de “küçük” olmayan Muhammed'in tam zamanıdır, hatta liste başıdır. Alkışlatmak için son 5 dakikalarda değil, “belki maçı çevirir?” düşüncesiyle artık yarım saat, bir devre görmeye başlayalım. Belki de ilk 11 zamanının geldiğini hatırlatacaktır bizlere, kim bilir?

Klasikleşen mottoyla sözlerimi noktalayayım: “Şimdi değilse ne zaman?”

Beşiktaş 2012/2013

Şu sıralar Avusturya’da kampta olan Beşiktaş’ın her hangi bir kros çalışmasında çaktırmadan araya kaynasam; “bu kim yahu?” bakışlarıyla yadırganmazdım herhalde. Zira bu soruyu sorabileceğimiz bir dolu oyuncu var. Takımın yarısından fazlasını sima olarak tanımıyor insanlar. Tanıdıklarımız da imaj yapıp gelmiş; Veli Survivor Adasına uğramış gibi mesela… Aslında bu heyecan verici bir şey… Nihayet ciddi bir yenilik var kadroda; o yenilik içersinde 15 adet alt yapıdan gelmiş oyuncunun bulunması, işe ayrı lezzet katıyor.
 Her ne kadar yolu yanlış bulsam da (bir oyuncuyu kadro dışı bırakmak, bağıra bağıra elden çıkaracağını belli etmektir; böyle olunca değersizleşiyorlar) beklenen “zorunlu” yabancı tasfiyesi de yaşandı. Neden zorunlu olduğu da Kerem Akbaş’ın şu yazısında açıkça gözüküyor. Beşiktaş, gelirinin %70’ini maaş olarak oyunculara aktarıyordu. Daha doğrusu aktaramıyor, yağmur gibi ihtarlarla karşılaşıyordu. Avrupa Ligi yalan olunca, gelirler de geçen seneye göre çok düşecek. Ödenmesi gereken kısa vadeli borçlar da var. O nedenle yapılması gereken ilk iş, maaş dengesini düşürmek olurdu, öyle de olacak gibi.

Açıkçası ben de Hilbert ve olağanüstü teklif gelmediği taktirde Fernandes dışında; hiçbir oyuncu için “gidemez” şerhini koymazdım. Bunlara hoca isteğiyle Almeida ve anlaşılması olağan gözüken Sivok da eklenecek gibi… Samet Hoca verdiği röportajla 4-1-3-2 gibi bir sistemle oynayacağını ve oyuncuya göre sistem değil, “sisteme göre oyuncu” yolunu seçeceğini söylemişti. Bu bağlamda, kalanlar-gidenler ekseninde o 4-1-3-2’nin hangi tarz oyuncularla resmedileceği az çok belli olmaya başladı.

4-1-3-2 denince benim aklıma iki türlü sistem geliyor. İlki, bir dönem Werder Bremen’in oynadığı; üçlü orta sahanın ikisi 10 numara (Mesut ve Diego) diğeri kanat özellikli bir orta saha (Frings), arkalarında enerjisiyle dengeyi kuracak Baumann gibi bir defansif orta saha ve önlerinde ise klasik “bir kısa, bir uzunlu çift forvet” (Pizarro – Rosenberg) ile yapbozu tamamlayan bir düzen. Ancak böyle bir sistemde Baumann’ın kritik rolünü üstlenebilecek Ernst’in peşinen yok sayılması, sistemin bu tarzda  4-1-3-2 olmayacağına işaret ediyor.

Ayrıca Samet Hoca’nın Fernandes için “geriden oyun kurmasını istiyorum” demeciyle, durum biraz daha aydınlanıyor. Beşiktaş; merkezde koşan adam yerine top kullanmayı bilen, enerji ihtiyacını ise sağ ve sol orta sahalardan sağlayan, birkaç hafta önce İtalya’dan örneğini gördüğümüz bir 4-1-3-2 yolunda gibi… Açıkçası, kadrodaki mevcut oyuncular da (bilhassa Veli, Necip gibi orta sahalar) bu tarza daha yatkın.
Fernandes, bir nevi Pirlo rolünü üstlenecek gibi gözüküyor. Savunmadan top alan, oyunun hızını, yönünü değiştiren; kısaca hücuma servis yapan değil de, o pozisyonların “mutfağını” kurgulayan, yani asisten ziyade “asist öncesi pasların” hatta bir öncesinin adamı olacak. Örneğin Balotelli’nin Almanya’ya attığı ilk golde asisti yapan Cassano’ydu, asist öncesi pası da Chiellini vermişti. Oysa o pozisyonun oluşmasını sağlayan esas etken, Pirlo’nun uzun ve ters bir topla Chiellini’yi gördüğü andı. Oyun zekası olan oyuncular, ceza sahası yakınında değil de orta sahanın gerisinde top alınca çok daha fazla fark yaratıyorlar. Aksi takdirde, derinlerde o oyunu kurgulayacak biri olmayınca; top zaten rakip ceza sahası çevresine gelemiyor. Genelde bir stoperin şişirmesiyle, pivot santraforun kafasına doğru eriyip gidiyor...

Beşiktaş’ın Montolivo’su olması hususunda da, yani ikili forvetin hemen arkasına en uygun isim şüphesiz ki Oğuzhan Özyakup’tur. Fernandes ve Oğuzhan, her hangi bir baskıyı kısa ve çabuk paslaşmalarla kırıp, durumu lehe çevirebilecek oyuncular. Bu oluşumu görmek için sabırsızlanıyorum. Keza Muhammed de, bu seneden itibaren Oğuzhan’la birlikte o görevi üstlenebilir, ciddi bir alternatif olarak görülebilir. Zaten böyle bir sistemin iyi işlemesi için takımın oldukça yakın ve pasa dayalı oynaması gerekiyor. Bu durumda Muhammed’in tek eksik tarafı olan fizik ve kondisyon, onu daha az zorlar hale getirir.

Ben Uğur Boral’ın da sol bek için alındığını düşünüyorum. O bölgede çok güvenilir bir isim değil; bilhassa ters kademelerde sıkıntı yaratabilir. Lakin yine aynı noktaya geliyoruz; Beşiktaş bu kadar hücumcuya sahip olan bir sistemle zaten önde, topun kaybedildiği bölgeye basmak ve oldukça yakın oynamak; oyuncuların koşu mesafelerini kısaltmak zorundadır. Böyle olunca Boral, pekâlâ bek oynayabilir. Tıpkı prese dayalı bir takımda Jordi Alba’ya “ters kademe yapma görevi” düşmüyorsa, ona da düşmeyebilir. Her ne kadar bu sene için daha erken olduğunu düşünsem de; gelecekte aynı şeyler yine modelde bir bek olan Ümit Karaal için de geçerlidir.
Hocanın Almeida ısrarına soğuk bakıyorum. Zira o işi görecek, kendisinden minimum %50 oranında daha maaş alabilecek oyuncular bulunur. Ayrıca bu dar boğazda, Almeida paraya kolay çevrilecek oyuncular arasındaydı. Gün geçtikçe piyasası da düşecektir yaşından dolayı. Ama tüm bunlar, onun düşünülen yeni sistemde parlama ihtimalini yok saymaz. Zira kendisinden bu kez “ne halin varsa gör” tadında bir tek forvetlikten ziyade, tıpkı Werder Bremen’deki gibi “sen denge boz, defansı dağıt; gerisini Rosenberg halleder” görevi verilebilir. O Rosenberg’in buradaki karşılığı Mustafa Pektemek oluyor. 

Yabancı transferi de, muhtemelen forvet arkasına ve Almeida’nın alternatifi için yapılacak.Belki bir de Fernandes alternatifi... Zaten rota çizilmişti: Brezilya. Doyamadık bir türlü şu tatile gidince 5 kilo alıp gelen, "aç gözlü menajerlerin" kucağındaki sambacılara... Oysa o kadar yol gitmeye gerek yoktu; az biraz yukarı baksak, Doğu Avrupa, Orta Avrupa hatta İskandinavya falan... Yükselme hedefine sahip, herşeyiyle futbolcu olan; Beşiktaş'ın profiline daha uygun düşecek oyuncular bulunurdu oralarda. Üstelik, daha uygun maliyetlerle...

Giden alt yapı oyuncuların hepsi A Takım’da kalmayacak elbet. Ama en azından alternatif bazında düşünülseler bile yeterlidir. Hem kulübün alternatif yaratma bazında para harcamasına gerek kalmaz, hem de bir umudumuz olur. Bugün alternatif, durumuna göre yarın ilk 11… Yeter ki o kapı açılsın, şansı verilsin. Kimin üstünde durulmaya değer, kimin değmez; yavaş yavaş belli olur.
Ama benim tahminim; özellikle Hasan Türk gelecek yıl sesini duyurmaya başlar. Keza Kadir Arı da hem ikinci forvet hem de duruma göre 4-4-2’ye dönüldüğünde sağ kanatta, b planında “kontra” katkıları olabilir. Caner Turp, sol bek alternatifliği için en uygun isim mesela. Bir de Furkan Şeker gibi “saklı” bir potansiyel var. Stoper başladı, Denizli’de sağ bek oynadı. Ama kendisi tam bir Busquets aslında. Savunma önünde, sakin ama aynı zamanda kararlı yapısıyla, pas yeteneğiyle çok katkısı olabilir. Fernandes’in yokluğunda oraya Oğuzhan kaydırılır ya da bir yabancı alternatif alınabilir; ama Furkan’ın bu yeteneği yok sayılmamalı.

Burak Kaplan’ın söz konusu sistemde pek yeri yok; zira üçlü orta sahanın kenarları, pek bireysel özelliklere bakmıyor. Ama duruma göre 4-4-2’ye dönüşlerde, kenardaki seçenek olabilecektir. Tüm bunlar aslında biraz afaki. Neyin ne olduğu; netleşecek gidenler-kalanlar tablosuyla ve hazırlık maçlarıyla ortaya çıkacak zamanla. Bir nevi sezon öncesi ve “Beşiktaş’ı özleme” yazısı oldu bu daha çok... Velhasıl, elde kalan takım düşük profilli olabilir ama “düşük hedefli” olmayacaktır bence. Tabi bunda hocanın da aynı şekilde düşünmesi gerekiyor. Ama biz yine de "ilk 4 iyidir" falan diyelim; az beklenti, güzel başarıyı getirmiştir hep.

Bir Zamanlar Brescia

Uzun zamandır sesi soluğu çıkmıyor Brescia’nın. İki sene önce Serie A’da bir arkadaşa bakıp çıktılar; onun haricinde Serie B’nin değişmez sakinleri arasındalar maalesef. Oysaki 90’ların sonu, 2000’lerin başında çok güzel takımdı, birçok da güzel adamın uğrak yeriydi Brescia. Raducioiu, Hagi, Guardiola, Baggio, Hübner, Luca Toni…

Zaten Hübner, Luca Toni gibi hedef santraforlar; takımın anayasasında değişmez kaide. Mutlaka bir tane olurdu, o da en az… Hubner’den sonra Luca Toni ve Igli Tare vardı mesela. Yakın dönemde de Andrea Caracciolo… O Igli Tare, bugünlerde Lazio sportif direktörü olmuş; Burak Yılmaz’ı almaya çalışıyor. Zamanında Baggio’yu köreltme direktörüydü.

Baggio’nun dolaylı olarak futbol piyasasına sunduğu asıl büyük yıldız ise Andrea Pirlo. Pirlo’nun adı geçen diğer güzel adamlardan yegane farkı, zaten Brescia alt yapısından yetişmiş olmasıydı. Inter aktarmalı olarak eski kulübüne kiralanınca, Baggio ile tanıştı; yolları kesişti, mevkisi ve hayatı değişti…
11 yıl önce tanık olup, hala daha iyisine rast gelmediğim tarzda bir “kaleciyi geçme” çalımıyla, Juventus’a gol atmıştı Baggio. Aynı golde şahane asistin sahibi de Pirlo’ydu. O günlerle başlayıp; günümüze kadar uzanan bir “Pirlo gerçeği” vardır hiç şüphesiz.

Hem ufak bir kariyer hikâyesi hem de "dilenme" tadında Hayatım Futbol dergisine düştüğüm Pirlo yazısı için;

Respeto, Rispetto

Xavi ve arkadaşları, üst üste 3. büyük turnuvayı kazanırken; bunu tek maçlı final turlarında (çeyrek final, yarı final, final...) gol yemeyerek başardı. İstedikleri zaman gayet leziz hücumlar geliştirebiliyorlar; ama İspanya aslında harika bir savunma takımıdır en başta. Kale alanında dizilerek değil de, topu hiç vermeyerek, verdikleri zaman da ani presle hemen geri alarak savunma yapmaları, onları farklı kılıyor.

Sahada diri oldukları zaman, buna karşı üretilecek pek bir çözüm bulunamıyor; bugün İtalya’da olduğu gibi. İtalya’nın savunma ve orta saha arasında öyle bir pres uyguladılar ki; Pirlo etrafında her zaman maviliden çok, kırmızılı görmek zorunda kaldı. Sürekli uzun top oynamaya zorladılar…

İtalya’nın buna karşılık yapacağı tek hamle; oyunu genişletmek olabilirdi. Bu bağlamda Giovinco, Giaccherini gibi; ekstradan kanatlardan top alacak bir oyuncu ile pozisyon bulma şansı artabilirdi İtalya’nın. Ama değişiklikler, zaruri durumlarla kullanılınca; öyle bir şans da kalmadı. Chiellini sakatlandı, Cassano’nun pili 45-55 dk arasıydı; bir tek Motta hamlesi, hocaya kalıyordu. O da oyuna girer girmez sakatlanınca, maç İtalyanlar için bitti. Aslında birkaç dakika önce Di Natale büyük gol fırsatını değerlendirmiş olsa; skor 2-1 olacak ve Prandelli o manasız Motta hamlesini yapmayacaktı. Kelebek etkisi…

Jordi Alba, Lorenzo Insigne ile birlikte Barcelona ekolüne yakıştırdığım iki potansiyelden biriydi. Bugün attığı golle, hatta turnuvadaki genel performansıyla; gelecek sezon gözlerin sadece “Alves kanadında” olmayacağını kanıtladı. Üstelik Barça’nın sahte 9’unda; kendini boşa çıkaran oyuncuları ters bir topla buluşturmayı çok seven bir arkadaşımız var: Messi.
İlk İspanya – İtalya maçında çok denk bir mücadele yaşanmış; ancak sonralara doğru daha fazla ayakta kalan taraf İspanyollar olmuştu. Aslında o günün resmi; bu günlere bir ipucuydu. Daha da yıpranarak ilerleyen, bunu saha içinde yaşadığı sakatlıklarla taçlandıran İtalya; bu kez hiç baş edemedi İspanya’yla. O gün kaleyi yoklamakla kalan Torres, bugün günü 1 gol, 1 asistle kapattı. Turnuva boyunca yapmadıkları tempoyu, eksik kalmış, düşmüş İtalya karşısında 4’e, 5’e gitmek için yapmaları; biraz kalp kırıcı olmuştur ama neyse…

Sezonu 60’ar maç oynayarak tamamlamış oyuncu grubuyla; sezon ortası temposuyla geçirilmiş bir turnuva daha... Onca başarılara rağmen hala kendilerini “aç tutan” İspanya, saygıyı hak ediyor. Ve aynı saygıyı, bugün 4 yemiş olsalar da İtalya da hak ediyor… Yarı final, onlar için olağan bir başarıydı; final olağan üstü oldu. Kupayı kazansalar, sözlükte yer olmayan bir övgümsü kelimeye ihtiyaç olacaktı. En son göz yaşını görsek de, Pirlo’yu izlemek harikaydı. Bir dahaki Avrupa Şampiyonası'nda ne o, ne de Xavi olacak; şimdiki görüntüye bakılırsa meydan Modric'e kalacak... Ve pek tabii "yılların eskitemediği" Andres Iniesta da olacak, "Marco Verratti Pirlo olur mu?" sorusu cevap bulacak, vesaire vesaire. Ama olmadıkları zaman; Xavi ve Pirlo ne demek, daha iyi anlayacağız.

İtalya’nın bu turnuvadaki sürpriz çıkışının bir benzerini; gelecek sezon Şampiyonlar Ligi’nde Juventus’tan bekliyorum, diyorum ve böylece bir futbol sezonunu kapatıyorum. Biraz mola, turnuva boyunca okuduğunuz için teşekkürler, görüşmek üzere…