Serie A'da 1. Hafta


Ibrahimovic’in yolu Milan’a düştüğü gün; bu transferin çok iyi bir santrafor dışında camiaya ciddi şekilde “hava” kazandıracağından dem vurmuştuk. Giderken onu da beraberinde götürmüş… Serie A, Barça’dan en iyi zamanını yaşayan Ronaldo’yu koparan bir ligken; şimdilerde en marka kulübü para gücüne boyun eğmek zorunda kalıyor. Bu durum, Milanlılar’ın ciddi şekilde kalbini kırmışa benzer… Zira San Siro’nun boş tribünlerle sezonu açması pek rastlanır şey değildi.

İşin saha tarafında da; hücum yönünden çaresiz kalan, savunma yönünden ise 5 yıl öncesine geri dönen bir Milan vardı. Lige tekrar yükselen Sampdoria karşısında; duran top veya uzun şutlarla gole yakın olabildiler ancak. Mesela şampiyon takımın “x faktörü” olan Boateng, artık takımın hücumdaki tek opsiyonu gibiydi… Böyle giderse Milan’ın ilk 3 -yani Şampiyonlar Ligi- dışında kalmaları sürpriz olmaz.
 Zeman’ın 2 stoperi bırakıp, geriye kalan 8 adamla santrayla birlikte prese kalkan takımı; ligin en büyük rengi olacaktır şüphesiz. Romalı taraftarlar ve savunma oyuncuları dışında herkes bu takımdan tat alır, en basitinden bolca gol görüleceği kesindir. Daha ilk maçta 4 gol görüldü, içlerinden biri daha da fazla görülmeye değerdi. Osvaldo, topun gelişine “röveşata ile” sert ve düzgün vurdu

Bilindiği üzere Palermo sempati duyduğum takımların başını çekiyor. Lakin son dönemde “al-sat” olayının iyice dışına çıkarak “para edeni sat gitsin!” gibi bir mantığa dönüş yaptılar. Sahadaki rolüne bakılmadan, gelen teklifte yazan paraya bakılmaya başlandı iyiden iyiye… Bu durum Palermo’ya olan ilgimi azalttı. Bana kalırsa, Sampdoria’ya olduğu gibi ne olduğunu anlamadan Serie B’de bulabilirler kendilerini. Nitekim ligin ilk maçında çok zayıf kaldıkları görüldü. Bu yıl da transfer bütçesinin neredeyse tamamını Dybala'ya ayırdılar ki; o da sahadan çok "kasayı" düşünme hamlesidir.

Napoli ise sene başında Lavezzi’yi zirve fiyatına satarak, Adriyatik’in Messi’si Insigne’yi formaya ısındırmaya başladı. Çok da mantıklı bir hamleydi bu… Zaten sistem artık yıllardır aynı, çoğu oyuncuyla birlikte. Zımba gibi takım, özellikle deplasmanlarda kolay kolay kaybetmezler. Cavani’yi elde tutma ısrarları da saygı duyulası.
İlk maçlar itibariyle (Juve’yi dışarıda bırakırsak) hücum aksiyonları lezzeti açsından öne çıkan iki takım vardı: Inter ve Fiorentina. Inter, yardımlaşmalı oyunuyla bu lezzeti sağladı; Fiorentina ise daha çok bireysel yeteneklerle. Jovetic’e El Hamdaoui eklenince; çözümü zor bir hücum hattına dönüşebileceklerin sinyalleri geldi. 

Inter, zaten Diego Milito’nun da form tutmasıyla geçen sezon bir çıkış yakalamıştı; yine aynı senaryo devam ediyor. Üzerine gayet nokta transferler yapıldı. Orta sahaya Guarin, Gargano, ikinci forvete Cassano mesela… Keza La Liga’da kısık ateşte pişirilen Coutinho da, bu sezon daha kilit roller alacağı benzer. Bence Juventus’un en ciddi rakibi olabilirler.

Nazarımda “yeni Klinsmann” olan Ciro Immobile, Genoa kariyerini gole açtı. Çok da güzel bir goldü… Dün akşam elenen Udinese de ciddi bir fırsat tepti. Şampiyonlar Ligi’nden gelecek gelirlerle, Serie A’nın ikinci kategori takımlarına büyük fark atabilir; zirvenin yakınlarında kalıcı şekilde yer edinebilirlerdi. Topa daha üç adım kala Panenka atacağını belli edip, beceremeyince “üç hayırla uğurlanmış popstar adayı” gibi kalan Maicosuel sağolsun… Aslında hep Pirlo’nun suçu bunlar. İngiltere maçı sonrası Totti’nin dediği gibi; “her şeyi kolay gösteriyor”…

Holosko ve Bir Miktar Pres

Beşiktaş çıkabileceği doğru 11’lerden biriyle sahadaydı. Sivok – Escude tandemi; Toraman’la desteklenen dinamik orta saha ve en standart halinde bile “ceza sahasına da giren kanat” yapısıyla böyle maçlarda ufak ama büyük farklar yaratabilecek bir Holosko... Planda Galatasaray’dan topu alıp, hükmetme yoktu; realist yaklaşımla rakibin o üstünlüğü kabul edilmiş ve ona karşı bir tez hazırlanmıştı: Maça değil “kavgaya giden” orta saha ile rakipten çalınacak ani toplarla, direkt hücum.

Ancak bu durum ilk yarıda pek yaşanmadı; üzerine Galatasaray’ın bilindik hücum presi eklenince üst üste 3 pas yapılamaz oldu. Topu saklama ve yönetme adına tek seçenek olan Fernandes’e de özel baskılar uygulanınca; gelişi güzel  şekilde uzun oynamaktan başka çare kalmadı Beşiktaş için. O uzun topları haliyle Pektemek alamıyor, çoğu da taca gidiyordu. Galatasaray önde karşılanmayınca da; orta sahadaki kalabalık anlamsız hale geldi.

Holosko’nun golü, Beşiktaş’ın maçın genelinde uygulaması gereken planın küçük bir demosu sonucunda oluştu aslında; ama o bile yetti. Hücumun devamında Veli baskıya devam etti ve önü açık olan Holosko’yu nefis gördü. Sağ çapraz, Holosko’nun en ölü halinde bile gol bulduğu bir köşeydi zaten.

Fatih Terim, Beşiktaş’ın yine orta sahada baskı uygulamayacağını hesap ederek; Melo'yu dışarı alarak Emre’yi orta alana çekip, Amrabat’la 2. devreye başlayarak bir “winner” hamle yaptı ama bu ters tepecekti. Zira Beşiktaş ikinci devrede, oyunun genelinde karşı presle ayakta durdu. Böylece Emre bu hengamede kayboldu ve orta saha tamamen Beşiktaş’a teslim edildi. Taç çizgisi kenarında ufak bir üçgen, Veli’nin ufuk açan pası ve sonrasında Olcay – Holosko inadıyla bulunan gol… Beşiktaş saha üstünlüğünden sonra skor üstünlüğünü de ele almıştı.

Tam da burada; Galatasaray’ın iyice boşalttığı arka alanda “top taşıyacak” ve final pasını iyi yapacak bir adam eksikliği yaşıyordu Beşiktaş. Adı geçen Drenthe gibi mesela... Böylelikle her ne kadar pozisyon verilmese de Galatasaray’ın üçüncü golünü beklemek yerine; maç koparılabilirdi. Ya da eldekileri gözetirsek; yorulan Holosko’nun yerine Oğuzhan alınabilir, hem direnç hem de topla sağlıklı çıkma ortalaması artabilirdi. Samet Hoca o hamlede biraz geç kaldı sanki…

Her şeye rağmen Beşiktaş; “Holosko ve bir miktar presle” dahi maçı kazanabilirdi, söz konusu penaltı hatası ve o hata için harcanan “çaba” olmasaydı… Halihazırda Bülent Yıldırım, nazarımda “kötü hakemlik”ten ziyade, hakemlik normlarını barındırmayan –daha net tabirle “hakem değil”- kategorimdendir. Sadece bu maçlık değil, birkaç yılın verdiği emarelerdir bu kanıya varmamda sebep. İkili mücadele olur, eğer tehlikeli bir kontraya gidiyorsa topu kapan adam, pozisyon mutlaka “fauldur”… Uzun bir top atılır, bayrak kalkar; top zaten kalecinin ellerine gitse de düdük çalar, illa endirektle başlatır… Pozisyona kendisi daha yakınken yan hakem “penaltı” der ve anında uyar; hata yaparsa zaten o yapmıştır. Eyyamcıdır, “neme lazımcı”dır…

Beşiktaşlı  bu hakem kararlarına bağışıklık gösterse de; o kadar absürt şeyler yaşanıyor ki yine aynı şiddette acıtıyor. Ceza sahasının epey dışında olmayan bir müdahaleyi yan hakemin penaltıya uyarlaması; olağan şeyler değildir pek. Keza geçen sezon Melo’nun golüne değil, 4. hakemin alakasız şekilde, ortalık da hayli gerginken hatalı bir taç kararırına imza atması da “olağan” şey değildi. Ama bunlar İnönü’de olağan hale gelmeye başladı…

Bireysel performanslara gelecek olursak; bugün her ne kadar çok fazla baskı yediği için etkin olamasa da; etkin olabileceği tek pozisyonda kötü tercih yapan Fernandes kalp kırdı. Üzerine sistem kurulan bir adam kötü oynayabilir, ama en kritik anda kötü tercih yapamaz. 3’e 2 giderken orada son pası verebilmektir “yıldız” olmak; kalenin 70 metre uzağından üç kişi arasından çıkmaktan ziyade…
Toraman için süpürücü orta saha “yan mevkisi” değil, ana mevkisi olarak görülmelidir artık. Çok iyiydi, keza Veli de öyle… Olcay ilk yarıda kayıptı; atmosfere alıştıkça hep oyunun içinde oldu, iyiydi… Holosko; ne kamp gördü ne hazırlık maçı, ona rağmen bu performans… Hilbert, Sivok standartlarını oynadılar, Escude her yüksek topu aldı; pozisyon bilgisiyle toparlayıcı oldu. Boral’ın tek handikabı “telaş”. Başına bir gün bir şey gelecekse, bu telaşından gelecek. Yoksa taktiksel olarak sol beke sıcak gözüktü; Elmander'e vurdurmadığı ters kademe mesela...

Cenk, yine teknik değil ama mantık hatası yaptı yediği ilk golde. Oraya giden top “çelinir”, tutulmaz… Ama şaka maka çabuk unuttu yine; maçın geri kalanında kopmadı. Batuhan, aslında Pektemek sakatlanmadan önce de girmeliydi. Onun varlığıyla zorlama atılan uzun toplar; Beşiktaş kalesine değil Galatasaray kalesine doğru indi daha çok. Holosko yorulmasaydı, o toplardan birini yakalardı. Hazır olmamasına rağmen faydalı oldu. Es-Es’de iyice geliştirdiği “sol çaprazdan, sağ üst&dışla uzak direk” şutlarını denedi ama güçsüzlükten etkili olamadı mesela… Zamanla, İnönü’de birçok maçı getiren adam olacaktır.

Mustafa Pektemek… “5 Element” atıfım vardır hatırlanırsa; Beşiktaş’ın rahatlıkla 11’e koyabileceği yerliler konusunda… Onlardan 3’ü diz sakatlığı yaşadı, bu kadarına “şanssızlık” demek hafif kalıyor artık. Almeida gitse de forvete gerek yok diyordum ama artık var sanırım. Keza plan 4-2-3-1’le devam edecekse; Fernandes’in satışına hayır demeyip, yerine alınacak Batalla gibi Totti familyasından kopmuş bir trequartista sistemi çok şenlendirir.

Bu arada Burak Yılmaz da iyiydi. Tanju’yu geçemedi ama farklı bir konuda Arif’in apoletini kaptı diyebiliriz. Bugün henüz doğmamış çocuklar, o 60 yaşına geldiğinde parkta yürürken “dikkat et Burak Dayı, düşmeyesin heheh” diyeceklerdir arkasından…

Yıllardır kazanılamayan deplasmanla sezonu aç, sonra ligin en iyisiyle içeride oyna… Beşiktaş bunca zorluğa, yenilenen takımına ve duvar gibi fikstüre rağmen ayakta kalmayı başardı, en azından kaybetmeyerek...  Maç sonunda taraftarın, onca sinir harbine rağmen takımı sahiplenmesi güzeldi. Beşiktaş kazansa da kaybetse de bunu “takım olarak” hak edeceğini ve genel olarak, belki “güçlü” olmasa da “doğru oynayan taraf” olarak kazanmaya yakın olacağı günlerin emaresini verdi.

Juventus’la Minyatür Kale



Bugünlerde bir Juve’li oyuncu gol attığında tribüne koşamıyor. Daha doğrusu; takımın geri kalanı buna müsaade etmiyor… Hemen enseleyiveriyorlar ve anında bir sevinç yumağı oluşuyor. Çünkü top neredeyse, Juventus orada…  Takım olarak ve gayet yakın şekilde… Savunmada, orta sahada veya rakip kale alanında; fark etmiyor. Nitekim bugün sezonu açan golde; 3-5-2’nin sol tarafı Asamoah sıfıra indi, sağ tarafı Lichtsteiner kale alanı içinde bitirdi.  Ve bu, Juventus’un standart haline getirdiği hücum aksiyonlarından sadece biriydi.

Geçen yıldan bu yana değişen bir şey yok oyun anlayışında; kendilerini “yenilmez” şampiyon yapan formatla devam ediyorlar. Sanki minyatür kale maçı yaparcasına; topa sürekli hükmederek, rakip kale önünde çoğalmak için zaman kazanıyorlar ve kısa paslarla gol bölgesine iniyorlar. Tabi burada iki adamın varlığı yine çok kritik: Arturo Vidal ve yeni imajıyla dikkat çeken Abdülhey Pirlo. Onlarla ceza sahası çevresinde turlayan top, bir anda tehlikeli bölgeye geçiş yapabiliyor.
Geçen sene biraz aksayan iki bölge vardı; santrafor ve sol açık. Sola, hem Estigarribia’nın bindirmelerini yapabilecek, hem de o geniş alanın enerji gereksinimi kaldırabilecek bir isim buldular: Asamoah. Bugün Parma karşısında maçın adamıydı şüphesiz…  

Tevez, Van Persie, hatta Cavani derken 9 numara yine Vucinic’in sırtında kalmış gibi gözüküyor. Santraforu Vucinic olan bir takım çok fazla şikâyet etmemeli belki… Ama rakip yarı sahada bu denli “kamp kuran” bir takımda, gol bulma yüzdesi yüksek olan bir santrafor; Juventus’un seviyesini mükemmele yaklaştırabilir. Llorente ve Dzeko’nun adı hala dolanıyor; Dzeko çok daha makul bir tercih olur. Hatta leziz olur…

Milan’ın Ibrahimovic kaybı çok önemli. Her şeyiyle takımı iten bir oyuncuydu. Serie A’da Juventus hem kadro hem de “oyun kalitesi” anlamında ciddi şekilde fark attı. Şampiyonluklar bir müddet daha sürecek gibi gözüküyor. Ancak, asıl Şampiyonlar Ligi’nde Juventus 90’lı yıllarına dönüş yapabilir ki; bu sene oluşturulan kadro derinliği direkt oraya odaklı sanki… Dzeko hamlesi bu uğurda “ara taş” vazifesi görecektir. Yani Conte; siyah 8, ..., 10, 11'lik perin oluşması adına Man City'nin Dzeko'yu düşmesini bekliyor diyebiliriz. Zira Şampiyonlar Ligi'inde yarı final ve üzeri için; 15 kere değil 3 kere gidip 1 atmak lazımdır...

Haftanın Ardından

Dün akşam Samet Hoca’ya sorulan sorular eşliğinde “Bu sene Quaresma var mı yok mu?” adlı bir program yayınlandı. Genelde konu o eksende gitti; hoca sabit şekilde aynı cevabı vermesine rağmen, sorular şekil ve seviye değiştirerek yeniden soruldu. Bir ara ilkokulda sıkça kullandığımız tarzda “peki hocam, sana 1 trilyon versem Quaresma’nın süğünü yer misin?” düzeyine inilecekti neredeyse. Neyse…

Her ne kadar %90 konu Quaresma olsa da, %10’luk kısımla ben kendi adıma birçok cevap aldım ve hocanın futbolu gerçekten iyi bildiği kanısına vardım açıkçası. Mesela Pektemek konusu… Hocanın Pektemek’i kenarda oynatma arzusu; bizim de buralarda sıkça bahsettiğimiz “Mustafa Pektemek’ten kenar forvet olur mu?” sorusuyla birlikte ortaya çıkmış gözüküyor. “Kanat zannediyorsunuz ama top diğer taraftan geldiğinde ikinci forvet oluyor” gibi bir cümlesi var mesela, tam da bahsettiğimiz şey…
Nitekim Carvalhal’in “Pektemek’i çizgiye alıyorum, o ille de içeri kayıyor” eleştirisi hatırlatıldığında; “e ne güzel işte, biz de onu istiyoruz” demesi de önemli bir artıdır. Tabi biz şuana kadar Pektemek’in o bölgeyi kaldıracağına dair emare almadık, kaleden de oldukça uzakta kaldı İBB maçında. Ama hoca Gençlerbirliği’ndeyken o bölgede kendisinden faydalandığını ve yine faydalanacağını ima ediyor. Ben de saygı duyuyor ve bekliyorum. Şayet Pektemek orada fark yaratan bir isim olursa, birçok denge olumlu anlamda değişir çünkü.

Zaten alt yapı konusunda, benim de defalarca yazdığım ve A takım için öncelikli gördüğüm Hasan Türk’le direkt başlaması; hocayla paralel olduğum bir başka önemli konu. Keza Muhammed için bahsettikleri de öyle… Koşu temposunu ve fizik gücünün artmasını öğütlüyor ki; o eksikliğini gidermiş bir Muhammed tek başına maç alan bir konuma yükselebilir. Diğer unsurlar doğuştan edinilmiş zaten. Yani şuan övündüğümüz özellikleri zaten 5 yaşında da vardı.

Veli açılımı da muhteşemdi. “Koşu kalitesi en iyi olan oyuncu” tanımlaması en başta… Veli, o koşu kalitesini merkezde de kullanabilen bir oyuncu oldu; Necip’e farkı orada yarattı. Aslında Necip rakibe baskı uyguladığında Veli’ye nazaran daha etkili olabiliyor. Ama bunu her bölgede yapamıyor ve devamlı kılamıyor. Orta sahanın kenarlarda çok daha iyi performans gösteriyor mesela; oralarda sınırları ve sorumlulukları daha belirgin olduğundan. Ancak Veli, daha çetrefilli bir alan olan merkezde de takımını ileri itebiliyor temposuyla. İBB maçında o ve ondan sonrası farkı da bu nedenle ortaya çıktı.

Hatta laf arasında ben İBB maçındaki Toraman tercihini de ayıkladım. “Hangi stoper oynayacak?” sorusuna, “şimdi arkadaşlar, kimi stoperimiz geri kaçmayı seviyor hızıyla; kimisi fiziğiyle karşılamayı. Biz de rakibe bakıyoruz, nasıl hücumcuları var, ona göre seçim yapıyoruz.” Buradan benim anladığım şey; İBB’nin direkt hücum yapısına daha uygun olduğu için Toraman tercih edildi. Savunma da ilk planda öne çıkan bir savunma olacağından, çok da haksız da sayılmazdı aslında.

Bir de “benim için yıldız; pasın hızını ayarlayan, doğru yere koşu atan adamdır” sözü de çok güzeldi. Dediğim gibi, ben alacağım birçok cevap aldım hoca konusunda. Ve artık ilginç gözüken hamleleri de anlamlandırmaya çalışacağım sezon boyunca. Çünkü Samet Hoca bugünden itibaren “bir bildiği vardır” diyebileceğim kategoriye girmiştir. Zaten daha önce de bahsettiğim gibi; inandıktan sonra 16 yaşında adamı sahaya süren bir insanın taktiksel olarak nereye gelebileceği, 1 yıllık süreçle belli olmaz. Kendisine şuana kadar 1, 1.5 yıldan uzun süre verilmemiş; o nedenle bence uzun süredir piyasa olmasına rağmen, tam olarak "Samet Aybaba nasıl hocadır?" sorusuna cevap veremiyoruz, veremiyorduk.

Galatasaray Maçı Öncesi


Bundan böyle, daha çok Cuma günleri yayınlanacak olan “Haftanın Ardından” adlı bir başlık açmayı düşünüyorum. Burada hem diğer gelişmeleri, hem de önümüzdeki maçı konuşabiliriz. Ayrıca blogun sağ tarafına da bir kısayol ekleyerek; daimi yorumcularımız/arkadaşlarımızın gündeme dair diyeceklerini, bu başlıklar altında toplayabiliriz. Aksi halde, o gün yukarıda olan konu her neyse, onun altında farklı konular konuşuluyor. Böyle daha değerli toplu olur, hem de yazdıklarınız daha uzun süreli revaçta kalır diye düşünüyorum.

Maça gelirsek; öncelikle Galatasaray’ın nasıl bir takım olduğuna ve geçen sene Beşiktaş’ın zaman zaman Galatasaray maçlarında baskın olduğu vakit, “neyi doğru yaptığına” bakmak lazım.
Galatasaray rakibe önde baskı uygulayan, topu aldıktan sonra rakip ceza sahasını iyi çevreleyen; Selçuk yönetiminde hücum yönünü, şeklini rahatlıkla çevirebilen ve ceza sahasına koşu atan oyuncuların fazlalığıyla gol pozisyonuna girmekte sıkıntı çekmeyen bir takımdır. O nedenle Samet Hoca, bu kez mantıken stoper tercihini Escude’den yana kullanmalıdır. Çünkü Galatasaray hücumcularında Toraman’ı çabukluğuna değil, Escude’nin fiziğine ve pozisyon becerisine ihtiyaç vardır.

Beşiktaş’ın geçtiğimiz sezon Galatasaray’a orta sahada baskı uyguladığı zaman, maçın rengini ne denli değiştirdiğini hatırlarız. Özellikle normal sezonun ilk maçında… Hücum presini ön alanda başlatırsa Beşiktaş; hem Elmander, Umut gibi önemli ceza sahası golcülerini kaleden uzak tutmuş olur, hem de Selçuk, Melo gibi orta sahaların sahayı görmelerini engeller. Nitekim Veli bunu Avusturya – Türkiye maçında Selçuk’a karşı yapabilmiş, yüzünü rakip kaleye döndürmemişti maç boyunca.

Veli’nin varlığı önemli, bana göre Necip’in varlığı da… Orta sahada hem nitelik hem de nicelik üstünlük sağlamak için Hasan – Veli yeterli olmayabilir. Onlara kenardan gelecek Necip katkısı da, orta saha presini güçlendirecektir. Zaten Necip’in başarılı olduğu maçların belki de tamamı, kenar orta saha bölgesidir. Hemen gözümün önüne sağ çizgiden Almeida’ya attığı top, sol kanattan bireysel presiyle kapıp yine Almeida’ya yaptığı asist geldi mesela… Oralarda hücuma da katkı verebiliyor, ama asıl önemli katkısı pres, orta alanı doldurma gücü.
Mustafa Pektemek hem ikinci forvet, hem de kenar forvet olma adına şuan hazır gözükmüyor. Onu derbi maçları dışında hazırlamak daha mantıklı olacağından, bu maçta ilk 14 oyuncusu olabilir Oğuzhan’la birlikte. Oyunun akışı içersinde, önemli birer bench kozudur her ikisi de. Olcay Şahan’ı bu maçta kenarda değilde; merkezde “trequartista” rolünde görmeyi yeğlerdim, Bursa’nın Batalla’sı gibi… Çünkü hem orta sahada oyunun içinde olan, hem de gerekirse santraforun etrafında takılan ikinci forvet olabiliyor. Gayet net şutları ve iyi yerlere koşu atma becerisiyle; skora da katkı verebiliyor.

“Fernandes’in net bir mevkisi yok” diye bir tez vardır, ben de ona katılanlardanım. Hatta bundan geldiği dönemde bahsetmiş ve “sahte 7” gibi bir pozisyona daha uygun olacağına dem vurmuştum hatırlanırsa. Ancak bu durum, onun gereksiz bir oyuncu olduğunu göstermez. Net mevkisi olmasa da, sahada fark yaratan bir oyuncu olabiliyor. Bence o farkı Sneijder’in Ajax ve Schuster’li Real Madrid günlerinde olduğu gibi; “sol orta saha” bölgesinde daha rahat yaratabilir. Topu çizgiden alıp içlere kat etmesiyle; çok daha net şut ve derin pas opsiyonları bulabilir.

Derbi maçları çoğunlukla “deli işidir”, tarihsel gerçek bunu söyler. Arızalı oyuncular, böyle maçlarda kendilerini baskı altında hissetmediğinden olsa gerek; genelde olumlu anlamda katkı sağlarlar. Milan derbisi sabahında, iki kadının da bulunduğu yatağından alınıp maça götürülen Guiseppe Meazza’nın, maçta 3 gol atıp her şeyi unutturması gibi mesela…

Takım olarak henüz sakinlikle, akıllı oyunla sonuç alacak konuma gelmediysen; delilere ihtiyaç vardır, Batuhan gibi… Zaten işin oyunculuk kısmında; hem ayak hem de kafa şutlarındaki gol becerisiyle ve de sahada daha bir “golü arayan adam” tanımlamasıyla, Almeida’ya nazaran daha etkili olabilecek bir isimdir. Zaten transferi sonrası bana göre; ayrılmayı kafaya koymuş Almeida için “hayır, asıl ben istifa ediyorum…” demek lazımdır.

İlk haftanın ardından yazısı uzun oldu, ama konu da uzundu zaten. Her zaman hoca açıklama yapmayacak ve ardından derbi maçı olmayacak nitekim… İyi hafta sonları…

Quaresmanizm

Şener Şen’in “Namuslu” adlı bir filmi vardır, izlemişsinizdir mutlaka. İzlemediyseniz izleyin ya da Quaresma meselesini başından beri aklınızdan bir geçirin, o filmin farklı bir sürümünü izlemiş kadar olursunuz. Çevrenin bir karakter yaratması ve kendi yarattığı karakterle çatışması durumu… Konu ne olursa olsun, memleketin her köşesinde rastlayabileceğiniz bir şeydir.

Bugün Quaresma istenmiyor. Bence de istenmeme nedenleri, istenme nedenlerinden daha fazladır. En başta maddi olarak Beşiktaş onu karşılayacak durumda değil. Daha birkaç ay önce Avrupa’dan men nedenlerini hatırlamak bile olayı büyütmemeye yeterlidir aslında. Simao’nun 1 milyon Euro’sunu, 8273 eşit taksite bölmek zorunda kalan bir Beşiktaş söz konusu.

Bir de “sahadaki Quaresma, aldığı para kadar fark yaratıyor mu?” sorusu var ki, onun cevabı da negatif. Zaten genelde senenin yarısında olmuyor. Olsa da taktiksel olarak doğru kullanılmıyor. Quaresma gibi oyuncuların doğru kullanımı, radikal taktisyenlerin işidir ki; onların da memleket futbolunda ömürleri kısadır. Schuster gibi… 

Elde kalan, gerçekçi ve bilindik senaryo da şöyle işler; Quaresma sezonu iyi açar, Kasım ayı gibi zirve yapar, o sıra sakatlanır ve sakatlık süresi üç ile çarpılır. Çünkü tedavi oluyorum der ve ülkesine gider, dönmek bilmez, ne yaptığı da bilinmez… Döndüğünde fizik olarak takımın gerisinde kalır.  Tekrar form tutana kadar iş işten geçer…

Canı sıkılır; kırmızı yer, en kritik maçta 1.7 km koşar, üzerine oyundan çıkarılınca hocaya bildiği tüm küfürleri dışından okur. Kaptanlık bandını istediğine (Simao’ya) ‘nişan kurdelesini kesen ailenin değerli büyüğü’ edasında takar… Bu ayrımcılık, takımın geri kalanında havayı bozar ve her şey sarpa sarar…

Ama Quaresma’yı böyle tanımlamak, doğru olduğu kadar yüzeyseldir; tam olarak gerçeği yansıtmaz. Çünkü bu karakteri yaratan yine bizleriz… Sonrasında o karakterle çatışan da bizleriz… O yaratılan karakterin ışığında “taraftarlık algısı” ile oynanan, yine bizleriz…

Filmi başa saralım. Quaresma, Beşiktaş ‘ı “en son gol atmıştım, ama güzel taraftarı vardı” cümlesiyle özetleyebilecek kadar tanırken; Beşiktaşlı şampiyonluk kutlamasında onun adını inletti ve 1 yıl boyunca bekledi.  Quaresma’yı tuttuğun takımın forması altında izlemek; mantık penceresinin biraz dışına bakıp, futbol romantizminin kokusunu alan herkesin isteyebileceği bir şeydi.  Ben de istedim ve bekledim de… 

Blogun ilk günleriydi o zamanlar, kendisiyle alakalı dilenme makaleleri de hala mevcuttur. Borsaya bildirildiği gün çocuk gibi şen olmuştum. Askerden yeni gelmiş, çarşı izninin dahi olmadığı bir yerden sıyrılmanın etkisiyle olanı biteni yemiş, neticesinde “tersoluğun” sözlük karşılığı halini almış olmama rağmen; Q7 baskılı tişörtün de beyaz olanını alarak, imza törenine de gitmişimdir. Maksadım o katkıyla vicdanımı rahatlatmaktı… Çünkü mantıklı tarafımda biliyordu ki; “Quaresma gibi oyuncuyu alıyorsan, gelirinin üzerinde transfer yapıyorsun demektir.”

Beşiktaş’taki ilk günlerinde, adıyla yaşattığı etki kadar, aldığı para kadar; sahada fark da yaratıyordu aslında… Çünkü doğru kullanılıyordu en başta. Quaresma’ya “geri gel” demek yerine, savunmaya “ileride bas!” diyen bir mantalite söz konusuydu. Böylece hem takım savunmasında kopmalar yaşanmıyor, hem de Quaresma topu kaleye yakın alıyor ve ezber bozuyordu. Kısacası; sistem Quaresma’yı kaldırmakla beraber, lezzetleniyordu…  

Sonrasında ise malum “uzay takımı” olma yolu ve Q7 Çetesi’nin oluşumu…  Quaresma’yı, Beşiktaş isminin de üstüne çıkarılma eylemi tam da o zamanlar başladı. Quaresma artık sade bir Beşiktaş futbolcusu değil, Beşiktaş acentesi olmuştu. Onun paralelinde, onun dilinden anlayacağı ön görülen futbolcular getiriliyordu. Hatta ve hatta gelecek sezon takımın başına, yine aynı mantıkla Portekizli, “söz dinleyen”, Quaresma isminin üzerine çıkmayacak bir hoca ile anlaşılıyordu. 

Tüm bunları yaşayan Quaresma değil de Ekrem Dağ olsa; o da bir müddet sonra sapıtırdı. Quaresma’ya da maalesef bu oldu; o büyü bozuldu… Neticesinde; Rapid Wien maçında sakat sakat sahada kalmaya çalışan, zaman kaybetmemek adına sahada martı kovalayan, formasına sadakat gösteren Quaresma’nın; bir derbi maçı öncesinde manasızca kırmızı kart gören, en önemli Avrupa maçında 1.7 km koşan bir Quaresma’ya dönüşünü seyreyledik...  

Oysa bizlerin yıldız manyaklığı, sahadan belli bir obje seçip putlaştırma yolumuz olmasaydı; Quaresma hala daha Beşiktaş’ın başarılı bir “futbolcusu” olarak kadrosuna duruyor olabilirdi… Şimdi gelinen noktada, meseleyi iki tarafın en kesin noktasından bakan; net şekilde ayrılmış iki taraf var. 

En başta, yönetim tarafında bu konu tutarlı şekilde yönetilemedi. “Quaresma neden kadro dışında?” sorusu, gayet net şekilde cevaplanabilirdi. Bunun net cevabı, en başından da dediğim gibi; maddiyat… Ama hala sorumluluk Samet Aybaba’nın sırtından alınmış değil. O nedenle taraftara, “Quaresma’yı isteyen, maaşını versin madem öyle” diyen Toraman; düşman ilan edilebiliyor. Çünkü insanlar, hala Beşiktaş’ın Quaresma’ya ödeyecek parasının olmadığını anlamış değil.

Toraman’ın sözü doğru oysaki; ama bunu diyecek olan kişi o değil. Zira kendisinin de maç başılarla 3 milyon TL’nin üzerine çıkan yıllık maaşı da; yerliler bazında, en az Quaresma’nın yabancılar bazında olduğu kadar “denge bozuyor”. Tabi, Toraman 300 bin alsa da o lafı etmemeli. Ama etmesi gereken de etmiyor, çünkü ortada bir tutarlılık yok. Çünkü diğer tarafta yine yüksek maaş alan Almeida, “hoca istiyor” maksadıyla kadroda kalabiliyor… En baştan denecekti; “Yabancı oyuncularda yıllık maaş sınırımız 1.5 milyon Euro’dur.  Çıkardığımız bilanço sonucunda tek çözüm yolu budur. Adı ne olursa olsun; fazlasını alan oyuncuyla yollarımız ayrılacak. Talibi olan bonservisiyle, olmayan fesihle…”

“Hiç bir şeyle değişilmez!”den, Quaresmanizm’e…

Bu mesele elbet çözülecek. Hatta bana göre yolun sonunda Quaresma tekrar İnönü’ye çıkacak… Yine bana göre Almeida’nın satılması durumunda; Batuhan, Pektemek gibi santraforlar varken, Quaresma’nın ‘serbest forvet’ rolüyle onların etrafında dolanacağı bir hücum hattı, bugünden iyi olabilir, bir başka santrafora ihtiyaç duyulmayabilir.

Ama konu kapansa da iz bırakacaktır bu yaşananlar… Quaresma, yine o büyü bozan sebeplerle birlikte dönmüş olacak en başta; bu kez taraftar sayesinde... Taktik veren hocasına, “ne konuşuyorsun, zaten beni taraftar döndürdü!” gözüyle bakabilecek. Yine bir oyuncu, kendini Beşiktaş üzerinde hissedebilecek. Çünkü daha ilk lig maçında Quaresma dendi, derbi maçı öncesi tesislere gidildi; yine Quaresma dendi…

Bir Beşiktaş vardı oysa eksiden, taraftarın derbi maçları öncesi tesislere gidip baklava yedirdiği, meşale ile uğurladığı… Hiçbir futbolcusunu ayırmadan, gözetmeden; sadece “Beşiktaş!” diye seslendiği, ne oldu ona? Hani “hiç bir şeyle değişilmez!”di? Bana Quaresma ile değiştiriliyormuş gibi geldi… 

Kızma… O gün tesislerde olan ya da olana saygı, sevgi gösteren arkadaşım. Sana “Quaresmasporlu” demeyeceğim, bu bence de ağır ve konuyu iyice bataklığa sürükleyen bir yaklaşım. Senin Beşiktaşlı olduğunu biliyorum. Zaten orada olanların üzerinde FEDA tişörtü olanı da vardı, küçücük formasını giymiş çocuğunu omzuna alıp gideni de vardı… Belliydi ki Beşiktaş gönüllerinde hala mevcuttu ama bunu unutmuşlardı. Çünkü algısıyla oynanmıştı…
Bunu kabul edelim artık, taraftarlık algımızla oynandı. Bunu en son Beşiktaşlı yaşar diye düşünüyordum bundan yıllar evvel, ama oldu… Quaresma bir sembol, ikon… Asıl mesele; “Quaresmanizm” diye bir akımın ortaya çıkmış olması. 2000’ler sonrası başlayan üçüncü sayfadan çıkma operasyonlarıyla, yıldızcı politikalarla… 

Quaresmanizm akımı şöyledir kısaca; “Ben mecbur muyum Mehmet Akyüz gibi kazmaları izlemeye, Quaresma gibi adamlar varken!?” Evet, Güntekin Onay gibi insanların da destek vermeye başladığı akım böyle özetlenebilir sanırım… 

Artık taraftarı mutlu etmek kolay olmuyor. Sahada Beşiktaş’ın var oluyor oluşu, mutlu olmaya yetmiyor… O yüzden; 19 yaşında Hasan Türk ilk maçına çıkmış, Giuinti’den sonra orta saha bölgesi; her iki sanatı da icra etmeye çalışan (savunma – hücum), pasını attıktan sonra yerinde durmayan bir solak görmüş; kimsenin umurunda değil…  O yüzden Necipler, Veliler “koşan kazma”, Pektemek en fazla leblebici çırağı, yetersiz… Onların "takım" olmasını beklemek, bireylerin değil takımın öne çıkmasını arzulamak; manasız...

Üstündeki forma değil, tozluğun altındaki ayakların ne kadar görsel efekt yaptığıdır artık önemli olan. O yüzden Quaresmanizm’e göre; “Quaresma çıksın oynasın, en azından iki trivela yapar; şenleniriz. Yoksa bu Beşiktaş izlenmez…”

Neyse çok uzattık. Ama ne yapalım; sussam olmuyor, susmasam olmaz… Dil dursa Hakim Bey…

Mancınıkla Hücum

Bir takımın stoperleriyle forvetler arası ne kadar uzaksa, o maçı kazanma ihtimali de bir o kadar uzaktır. Beşiktaş, ilk 20 dakika ila son 10 dakika arasında bunu yaptı ve kazanamadı. Çünkü maçın genelinde topun hakimiyetini kaybetti, rakibi önde karşılayamadı… Almeida’yla stoperlerin arasındaki mesafede, taksimetre hesabıyla 3.87 TL’lik bir uzaklık söz konusu olunca; top hücuma mancınıkla aktarılmaya çalışıldı.

Zaten sahadaki iki stoperin topla yetenekleri; ‘yanındaki stopere kısa pas’ veya ‘cepheye doğru şişirme’ ile sınırlıydı. Hem topla daha fazlasını yapabilecek, hem de rakibi geri kaçarak değil; önde basarak karşılayabilecek bir stoper olan Escude ise maçı kenardan izledi… Takım kaptanı, aynı zamanda ‘kadrolu 11 oyuncusu’ demekse; Toraman’ın defansif orta saha oynaması daha sağlıklıydı oysaki. Böylece golü getiren duran topu kazandırdığı gibi, enerjisiyle o boşluğu doldurabilirdi. Zira maç boyunca Beşiktaş orta sahası buna çok ihtiyaç duydu.

Çünkü mesafe uzak olunca, orta sahada Hasan Türk gibi cesur tercihler de anlamsızlaştı. Hasan Türk gibi, Oğuzhan gibi oyuncular; birbirlerine yakın oynayan, sahada dağılmayı bilen bir takım içersinde parıldarlar. Aksi halde “yok, çok eziliyor bu çocuk!” bakışlarına maruz kalırlar… Çünkü rakibin işgal ettiği koca bir alanda yalnızdırlar. 

Dakika 80’i gösterirken, ilk kez orta sahada 4 adamla basıldığını gördüm ve olduğum yerden hareketlendim; hatta üzerimden toz kalktı, uzun süre öyle beklediğimden olsa gerek… O pozisyonun sonunda Fernandes net şut açısı yakalamışken düşürüldü. Devamında o önde baskı, çok zorlayıcı olmasa da devam etti. Ama bu bile, İBB’nin telaş yapmasına yetti… Arada Necip’le iyi bir pozisyon yakalandı, sonrasında gol geldi; nerdeyse maç dönüyordu… 

Beşiktaş bu ön alan presini 10 dakikalık rastlantılarla değil de, genel oyun planı olarak özümserse; zirve yarışında kalacaktır. Çünkü mevcut takımın fark yaratması gereken yegane konu odur. Eğer pres yapılmaz, kaleden uzak kalınır; Mustafa Pektemek’in taç çizgisinde iki kişiyi çalımlayıp, pozisyon yaratması beklenirse; insanlar “Quaresma?” demeye başlar. Dedirtmemek için, sezon başından beri o bahsedilen “takım oyununun” çok geçmeden sahada gözükmesi gerekir. Takım demek, “her hattıyla yakın olmak” demektir. Gerçi, maçın başında daha Beşiktaş demeden Quaresma! diyen bir oluşum ortaya çıkmış galiba.

İlk maç, rakip İBB… Değil ilk maç, 27. maçta da mağlup edilememişti zaten geçmişte. Artık kısmet, 2070’lere… Fazla sorun etmeye gerek yok, yeter ki o son 10 dakikanın boyu uzasın zamanla. Daha bir genele yayılsın. Bu süreçte, daha çok duran top golüne ihtiyaç duyulacak. “Bu sezon 20’in üstünde duran top golü bulabilir Beşiktaş” şeklinde bir ön görüm vardı, ilki geldi…

Geçen sezon olduğu gibi, bu sezonun da gol açılışı Almeida’dan. Ama yakın zamanda, Batuhan tarafından kesilecekmiş gibi gelmeye başladı bana. Bir de şu var; çift forvet oynamak, esame listesinde iki tane forvet adı yazmakla olmuyor. Yoksa Toshack 3 forvetle oynuyordu; Ohen, Oktay ve stoperdeki Ertuğrul... Mustafa Pektemek'i 4-2-3-1'in kenarında Carvalhal da denedi çokça, olmadı. Onu kaleye yakın tutmak gerek, aksi halde o bölgede Akyüz daha ideal bir seçim olur. Koşu mesafesi daha uzun en azından...

Maç Öncesi: İBB – Beşiktaş

5 beraberlik, 3 mağlubiyet ve biri son dakikalarda Gökhan Zan’ın golüyle gelmiş ve hepsi İnönü’de alınmış olmak üzere 2 galibiyet… Beşiktaş’ın İBB karşısındaki geçmiş performansı böyledir. Sadece bir kez hem oyun olarak hem de skor olarak üstünlük sağlanmıştı. Mustafa Denizli’nin ender gelişen doğru 11’lerinden birinde; Necip henüz daha toy olmasına rağmen Ernst’in yokluğunda Fink'in yamacında görev almış ve gayet geniş bir alana enerji getirmişti. Bununla birlikte Tello kenar forvettiki yerini Holosko'ya bırakarak, merkeze çekiliyor; savunma da öne çıkarak orta sahada set baskı uygulanıyor, her zaman İBB’nin Beşiktaş’a yaptığı presin bu kez tersi oluyordu. Hatta 2. golü atan Holosko’nun önüne düşen top, orta sahaya kadar gelerek basan Ferrari’nin ayağından çıkıyordu.

İBB, geçen sezonun kadrosunu korudu ve mevcut sistemlerini en azından aynı şekilde devamını sağlayacak bir hoca ile anlaştı: Carlos Carvalhal. Portekiz’in milli kalecilerinden Eduardo ve Bursaspor’lu Turgay Bahadır gibi önemli de transferler yapıldı. Gelecekte Turgay’ın 4-3-3 sisteminde sağa yerleşeceğini ve İBB’nin Turgay – Webo – Doka gibi her şeyi yapan, gayet leziz bir üçlüye sahip olacağını tahmin ediyorum.  Ancak Carvalhal bu maçta, tıpkı geçen sezonun bir döneminde Beşiktaş’ta uyguladığı gibi “testudo” taktiğiyle sahada olacağını; bir orta saha daha arttırarak, hücumu cezalı Doka yerine oynayacak Visca ve Webo’nun patlamalarına bırakacağını düşünüyorum.

Beşiktaş’ın da buna aynı şekilde karşılık vermesi gerekiyor. Takım ısındıktan sonra mutlaka Oğuzhan ve Fernandes birlikte sahada olacaktır. Ancak böyle maçlarda Oğuzhan’ı ilk 11 değil de, ilk 14’de görmek daha faydalı olabilir. Öncelikle ayakta kalmak lazımdır çünkü… Oyunun başında bilhassa orta sahada, rakibin baskısına aynı şekilde karşılık verip; 60 sonrası kalite farkıyla denge bozma yolu seçilmelidir. Orta sahada “denge” denince de, hemen Necip ve Veli gelir akla söz konusu Beşiktaş olunca.

Avusturyalılar, Veli’yi en son kanat oyuncusu olarak hatırlıyordu. Ancak Beşiktaş onlara son derece iyi işlenmiş bir orta saha kazandırdı. Türkiye ile oynanan hazırlık maçında Veli, orta sahada çok önemli bir denge unsuruydu. Hem preste, hem alan savunmasında hem de hücumda gayet etkili oldu. İnönü’de çok daha kolaylarını yakalayıp, pas-şut tuşlarını karıştırarak kaçırdığı pozisyonlardan sadece birini buldu ve çok temiz bitirdi. Bu da demek oluyor ki Veli, teknik olarak iki sene önce Toraman’ın solundan geçip, Beşiktaş kalesinin uzak direk dibine plaseleyen Veli’dir hala… Aslında “kazmalık” değil, baskı altına kalma sorunu var.

Zaten Samet Hoca da, orta sahada Fernandes’in savunma taraflı partneri olarak Veli’yi seçmiş gözüküyordu. Yarın da öyle olması muhtemeldir… Necip, geçen sene hemen hemen tüm başarılı performanslarını borçlu olduğu pozisyonda sahne alabilir: %40 sağ açık, %40 orta saha, %20 sağ forvet olmak üzere bir karışım… Topu ilk alan o olduğu zaman tehlikeli olabiliyor orta sahada. Ancak sağda olunca işi daha basite indirgeniyor; ayrıca öndeki ani preslerle yakaladığı toplarda, hücuma ciddi katkılar verebiliyor. İBB maçında da böyle şeyler gereklidir daha çok…
Son üç sezonda 114 maçın, çoğunluğu cezadan ötürü olmak üzere sadece 6’sını kaçıran McGregor, Beşiktaş’a transfer olduğunu hemen belli etti. Kasığın sakatlanabilen bir şey olduğunu buraya imza atarak öğrenmiş oldu. Cenk dileriz bu maçtan itibaren geçen sezonki performansını unutturup, Beşiktaşlıyı iyileştirir. Aksi halde fikstür öyle ki; hem sezonu hem de Cenk’in kariyerini tehlikeye atabilir.

Hilbert – Sivok – Escude – Uğur (dönünce İsmail) – Tahta… Beşiktaş’ın savunmasında değişmez elementleri. Buradaki her hangi bir oynama (Kaptan Toraman’a yer açma gibi) tüm dengeleri bozabilir. Sezon başından beri belirttiğimiz gibi, Toraman’ın sağlıklı olarak oynayabileceği tek bölge 4-1-3-2’in süpürücü noktasındaki 1’idir… Çevre ve adam kontrolü olmayıp, topun olduğu yere odaklanan bir oyuncudan ideal stoper olmayacağı gibi ideal bir sağbek de olamaz. 

Hilbert’li bir savunma dörtlüsünde, bir diğer bek oyuncusunu gerekirse başını alıp gidebilir. Çünkü solbek kadrajını Escude doldururken, Hilbert de sağ stoper bölgesine kayarak orada bir boşluk olmamasını sağlayabilir. O nedenle Hilbert, hem kendisinin geriden destek verdiği ataklarda daha etkili olabilmesi gibi, bu “denge” özelliğiyle diğer bekin oyuna çokça girmesini sağlayarak da çok değerli hücum katkıları verebilir.

Geçiş dönemlerinde bireysel performanslar çok önemlidir. Mesela 100. Yılın geçiş döneminde; Sergenler, İlhanlar sakatken ortaya Daniel Pancu çıkmıştı. Bu sezonun Pancusu da her anlamda Olcay Şahan olabilir. Bu maçta da, yine forvet ikilisinin yamacında dolaşıp, gol pozisyonları yakalayacaktır mutlaka. Yakalayınca da; bir Veli ya da Ekrem Dağ olmuyor gördüğümüz kadarıyla, sonuca da bağlayabiliyor... 

Artık gerisi maç sonrası… İyi bayramlar.

Hayatım Futbol Dergisi'nde yayınlanan sezon öncesi Beşiktaş görünümü;

Batuhan Karadeniz 2

Sene sonunda Beşiktaş’ın en golcülerini sıralayın ve liste başında Batuhan’ı gördüğünüzde sakın şaşırmayın... Saha içinde ve dışında saçmalamaya devam etse de, arada kadro dışı kalsa da; bunu yapabilecek bir oyuncudur. Ruh hastası ve olağan üstü yetenek... Ruh hastası oluşu, onun gol istatistiklerine de olumlu yansıyor. “Kral yapmam kral olurum”daki narsist tavrı; kendisini ceza sahası içinde tehlikeli bir golcüye dönüştürüyor. Baskı altında kalmadan o vuruşları yapıyor, çünkü “ya kaçırırsam?” sorusunu kendine sormuyor…

O nedenle Batuhan’ın Beşiktaş’a skor anlamında ciddi katkı sağlayacağı kesindir. Batuhan için “sahada faydalı olur” tespiti, bir tespit bile değil aslında. Zaten ne Beşiktaş’tan ne de Eskişehir’den ayrılma nedeni saha içi değildi. Beşiktaş’tayken yeterince fırsat gelmedi ama buna rağmen her fırsatta fark yarattı. İlk süre aldığı sıralar 90+4’de galibiyet golünü attı Antep’e karşı, daha sonra ilk kez 11 çıktığı Hacettepe maçında yine attı… O sıralar yorumculuk yapan Mustafa Denizli “doğru olan bu, hep oynaması lazım” diyordu. Belki gerçekten öyle düşünüyordu ama karakteriyle henüz tam olarak tanışmamıştı.
 
Meşhur Fenerbahçe maçında da Higuain’e atmadığı pas gündem olmuştu oysa onun oyuna girişinden sonra Beşiktaş’ın hücumda ciddi anlamda şekil değiştirdiği, topu ileri uçta daha fazla tutmaya başladığı, rakibe daha fazla baskı uygulandığı hususu atlanmıştı. Mesela Higuain’in sayılmadığı golde, sırtı dönük top alıp Serdar Özkan’a asist öncesi pasını atan oydu…

Saha içinde faydalı olacağı kadar, saha dışında “Batuhan Karadeniz 2” adında; bir karakterin dengesizliğini konu alacak devam filmini de izlettireceği kesindir. Zihin olarak tabiri caizse “liseli”, hem de en arka sırada oturanlarından (sadece boyu sebebiyle değil). O nedenle sırf etrafına komik gözükmek için “Guti n’aber lan?” diyaloguna girişebiliyor. Hocalarına karşı saçmalarken “ne olur ki, en fazla döver” kafasına bürünebiliyor. Şimdiki hakikaten döver de…

Samet Aybaba’nın soyunma odasında adam tokatladığını, zamanında futbolcusu olmuş bir arkadaştan duymuştum. Zaten isterken de “gelsin, döve döve oynatırım” derken kinaye yapmıyordu bana göre. Batuhan’ın dilinden anlayabilir, bu maya tutabilir de… Bazı teknik direktör – futbolcu ilişkilerinden ilginç sonuçlar çıkabiliyor.

Ama buna gerek var mıydı? Batuhan’ın kafa yapısını bir kenara bırakın, futbolu sevmemesi sebebiyle; hiçbir şekilde gelişim kaydetmeyeceğini biliyoruz. Kırmızı ışıkta geçtiği zaman cezasını ödeyecek kadar para kazandırıyor ona, futbolu sevme nedeni daha çok bu. Böyle bir oyuncuyu gerekirse döverek faydalanmaktansa, buralardan uzak kalmaya devam etmesini yeğlerdim.

Bir futbolcunun gidip, gelmesiyle benim Beşiktaş’la olan bağım değişim göstermez.  Aksi takdirde bunu çocuk yaştayken; benim için bir kahraman olan Feyyaz’ın, arka sayfada Fenerbahçe formasıyla tam sayfa posteri yayınlanmasıyla yaşamam gerekirdi. Ama olmadı, yeni kahramanım çok geçmeden Oktay olmuştu, Feyyaz’ı kalbimde dokunulmaz bir yere sakladıktan sonra… 

Sadece şunu yaparım, tutarlı bir taraftar olarak; takımın dengesini/havasını, karakter olarak bozabilecek oyunculara karşı çıkarım. O nedenle bugün nasıl Quaresma’nın takıma dönmesini istemiyorsam, Batuhan’ın da tekrar Beşiktaş forması giymesini istemezdim. Saha içinde faydalı olacağına, Quaresma’ya nazaran çok daha net olarak söyleyebilmeme rağmen…

Batuhan budur; yarın yine komiklik olsun diye antrenmanın ortasında, arkadan gelip Fernandes'in donunu da indirebilir, gol kralı da olabilir. Her ikisi de sürpriz olmaz.... Ve artık geri geldi, ben de diyeceğimi en başta dedim. Bundan sonra diyeceklerimiz genellikle saha içiyle alakalı olacak. Aynı şeyleri tekrarlayıp uzatmak, hiç kimseye fayda getirmez artık.

Umut Bulut Olmak

Toplu maç izleme mekânları, memleket insanının futbola bakışına minyatür oluşturuyor. Buradaki futbolseverin, aslında futbolu değil sadece golü ve çalımı sevdiğini anlayabiliyoruz mesela rahatlıkla. Nitekim çıkıp insanlara “Umut Bulut?” desek, üç kişinin ikisinden “kazma” yanıtını alırdık düne kadar. Muhtemelen şu derbi biraz unutulunca, yine aynısı olacak.

Evet, Umut aslında golcü sayılsa da; son vuruşlar açısından leblebicilik kültürüne ters düşmekte. Genellikle beş pozisyondan birini gol yapabiliyor. Ama yine aynı beş pozisyonun en az üçü, aslında “normalde ortaya çıkmaması gereken pozisyonlar” oluyor genellikle. Çünkü maç ister rolanti, ister tempolu gidiyor olsun; Umut durmuyor... Geri  pasına koşuyor, uzun topa hareketleniyor, rakibin kontrol alanına düşüyormuş gibi gözken topa “acaba ekmek çıkar mı?” diyerek zorluyor ve ekmek olmasa da penaltı çıkarıyor… Ve en önemlisi de rakip stoperlerin maç boyunca hayatlarından "sene çalması". Hani bizde “adamı milli yaptın” tabiri vardır ya… Dün akşam Umut, Bekir’i milli takımdan düşürebilirdi.
Dün yine aslında "top uzaklaştırılacak yerden" asist yapan ve şu aralar tartışılmaz ligin en iyi orta sahası olan Selçuk, Trabzonspor için önemli bir kayıptı. Ancak takımın forveti Burak Yılmaz yine 32 gol atıyordu Trabzon’da, yani oyunu öne atma konusunda çok fazla sıkıntı çekilmemişti. Ne var ki o öne atılan topun gol olması için tek bir ayağa bakılıyordu artık. Oysa geçen sezon Burak 19 gol atarken, Trabzonspor şampiyonluğa oynamıştı, üstelik çok yukarılara çıkan puan barajına rağmen… Çünkü o zamanlar Burak dışında “ceza sahasını zorlayıcı” rolünde Umut da vardı, Jaja da…

Umut Bulut olmak, bir zamanlar Beşiktaş’ın Ali Gültiken’i, Pancu’su; Fenerbahçe’nin Van Hoijdonk etrafındaki Nobre’si, Tuncay’ı; şampiyon Bursaspor’un Ozan İpek’i olmak demektir. Bir takımda, “golcünün” dışında skora katkı verebilen, aynı zamanda bunu yaparken takım savunması dengesini bozmayan, hatta güçlendiren birileri varsa; o takım şampiyonluğa oynayacaktır. O nedenle bu sene Galatasaray için yılın transferi ne Amrabat, ne Hamit, ne kral Burak Yılmaz’dır; o Umut Bulut’tur bana göre. O kadar geç fark edilmemiş olsa, ya da 83 değil de 88 doğumlu olsaydı;Umut’un Avrupa yolu Toulouse’la sınırlı kalmazdı kesinlikle.

Aslında yine aynı değerde bir transferi Fenerbahçe de yaptı. Umut Bulut’un, Premier League tescilli versiyonu: Dirk Kuyt. Ama böyle oyuncuların saha içinde daha etkin olabilmesi için, merkez forvete ihtiyaç duyuluyor mutlaka. Kuyt, dün akşam fazla şeyler yapmaya çalıştı; kaleyi görmek için adam eksiltmek, geriden top almak zorundaydı. Oysaki Sow’la beraber sahada olmuş olsa; sadece duran top devamında değil, oyun akışı içersinde de golü koklayabilirdi. 

Fenerbahçe’de topu savunmadan alıp, yüzünü rakip kaleye çevirecek ve tüm sahayı görerek oyunu yönlendirecek bir orta saha yok artık Emre sonrası. Olanı da fazla toy: Salih Uçan... Burası doldurulması gerekiyorken (mesela Play-Off’daki rakip Spartak Moskova’nın Kallstörm hamlesi, Fenerbahçe’den gelebilirdi) Juventus’un 1 yıldır buzdolabında saklayıp, futboldan soğuttuğu Krasic hamlesi geldi.  Şimdi mecburen, topu kanat ekseninde öne atacak bir 4-4-2 ortaya çıkacak; o halede Kuyt ikinci forvet rolünde fark yaratabilir. Ancak bu durumda da geldiği dönemden bu yana Aragones’li sezon dışında mutlaka takımı şampiyonluğa oynatan Alex dışarıda kalıyor. Yani Fenerbahçe’de bu sene iyi başlanan kadro planlaması, sonunda biraz bozulmuş gibi gözüküyor. Tabi hala bahsi geçen bir orta saha transferiyle her şey değişebilir…

Üçgen

Üç dakika dahi olsa fazla uyumanın değerli olduğu bir zaman sabah kalkarsınız. Hava aydınlanmamıştır bile… Üstelik bulutlar “çık dışarı da yutayım seni” der gibi sarmıştır her bir tarafı. Silkmede 230 kilonun altına girmiş halterci gibi ağırlık çöker üstüne ve okula gitmemeye karar verirsin.  Ebeveynleri ikna turunda da başarılı olduktan sonra tekrar uyumak istersin, olmaz… 19.5 günden birini boşu boşuna harcadığını anlaman pek uzun sürmez. Ertesi gün sınıfa adım attığında “olum Tarihçi sınav yaptı lan” sesleriyle başından kaynar sular boşalır. Bir an boşluğa düşmüş hissedersin, Marty McFly’ın 1955’deki hali gibi sersem sersem bakarsın etrafa, sanki geçmiş zamanda kalmışsındır… Bir zamanlar liseli olan herkes, bu duyguyu tatmıştır.

Hemen hemen aynı hisleri bir hazırlık maçı da olsa, “bugün Beşiktaş’ın maçı vardı?” cümlesini duyunca da yaşıyorum. Tıpkı geçen gün olduğu gibi… Yeterince ajitasyon yaptığıma göre sadete gelebilirim: Kayserispor maçını kaçırdım, faso fiso işlerle uğraşırken aklımdan çıkmış. Ama geniş özeti izledim, haliyle burada da özet geçeceğim.

Hafif İlhan, Sergen, Pancu üçgenine benzer şekilde atılmış golle başlayalım. Zira bu tarz golleri en son o dönemde yoğun görüyorduk, o nedenle çok değerlidir aslında. Oğuzhan topla kat ederek pasını çıkarıyor ve koşuya devam edip biraz sonra golü yapacak olan Olcay’ın önünü iyice açıyor. Asisti yapan Almeida ise o boşluğu net görüp, topu gevelemeden direkt ekstra pası çıkarıyor ve Olcay’dan nefis bir plase. Hem sert, hem de bilinçli olarak köşeden toz kaldırma amaçlı… 

Olcay, Oğuzhan, Fernandes, Pektemek, Almeida… Hepsi, bu tarz üçgenlere yatkın oyunculardır. Zira bilhassa Pektemek, maçın genelinde hemen her pozisyonda var olmuş gözüküyordu. “Şekillenen Beşiktaş” yazısında ideal 11’e yazdığımız bu 5’li, ikinci yarının belli süresinde birlikte oynamış ve ortaya leziz ataklar çıkmış. Topla yeteneklisi var, uzunu var, “tilki golcü”sü var, geriden gol bölgesine akanı var… Beşiktaş hem yetenekli, hem her şeyi yapan, hem de birlikte oynamayı becerebilen bir hücum yapısına sahip olabilecekmiş gibi gözüküyor.

Geleneksel “Hilbert sağbek oynasın!” tedirginliği dışında (Carvalhal de anca Stoke City maçında onu keşfetmişti) Samet Hoca’nın saha görüşü, üzerinde durduğu sistem ideale yaklaşıyor. Hilbert’in yerine değil “alternatifine” adam arayışlarıdır diye umuyorum hem Akgün hem de Toraman denemelerini. Toraman; alana veya adama değil de topa odaklı oluşu sebebiyle defansın her bölgesinde tehlikelidir, stoper ya da sağ bek fark etmez. Ancak enerjisi, çabukluğu, iyi kesiciliğiyle 4-1-3-2’nin 1’i için de en uygunu gözüküyor. Tabii bir cesaretle Hasan Türk tercihi olsa orada, hafiften Boğazın Barcelonası kıvamına gelinebilir. Belki enerji sorunu olur ama top %60 üzerinde Beşiktaş’ta kalabilir öyle bir orta saha ile. Haliyle daha az enerji gerektirir. Hafif sıkletli maçlarda denemek lazım…

Yalnız forvet bölgesinde gereksizce bir şişkinliğe doğru gidiliyor. Holosko 1.1 milyona inip, 3 yıl daha uzattı. Burada Holosko mu, Beşiktaş mı FEDA dedi pek anlayamadık. Süre biraz uzun gibi ama Holosko’nun kalışına itirazım olmaz, her şeye rağmen sevdiğim bir oyuncudur. Bir tarafa Erkan Kaş, diğer tarafa Holosko’nun atılmasıyla Beşiktaş iyi bir kontra takımına dönebilir maç içinde. Ayrıca forvet bölgesinde de alternatif olur. Ama üzerine yine bir forvet transferi fazlalıkmış gibi gözüküyor. Planda Almeida’nın satılması varsa ayrı tabi…

Velhasıl artık lig başlıyor. "Geçen seneden güçlü takım" iddiam sürmekte. Hem güçlü hem de daha çekici benim için. Belli bir adamın değil, iyisiyle kötüsüyle takımın ön plana çıkacağı maçlar bizi bekliyor.  Zira atılan o üçgen golü, nazarımda slalom tipi gollerden bile çok daha değerlidir. Biri sadece jeneriğe girer, diğeri gelecek umutlarına…