Riccardo Saponara

Mauro Camoranesi diye bir abimiz vardı hatırlarsanız. 3-5-2, 4-4-2 fark etmeksizin sağ açık oynardı, 4-3-3’ün sağ forvetinde oynardı, zorlarsan orta saha oynardı, koy western filmlerine; Clint Eastwood’un apaçi yancısı olarak bile oynardı… Gerçi hala oynuyormuş Lanus’da; görünen o ki futbolu başladığı yerde bitirecek.
Aslen Arjantinli olmasına rağmen Azzurri forması giyiyordu bilindiği üzere. 2006’nın şampiyon takımında da yer almış, 4-4-1-1 sisteminin önemli bir parçası konuma gelmişti. Onun varlığıyla Zambrotta, rahatlıkla hücum çıkışları yapabiliyordu mesela… Kendisi de gayet yetenekli bir oyuncu olmasına rağmen, beklerini oyunun içine atacak kadar savunma yetilerine de sahipti. Değerli bir oyuncuydu.

Empoli’nin 91’li kanat oyuncusu Saponara’yı ilk izlediğimde, aklıma Camoranesi geliyordu. Savunmada çok başarılı, oldukça enerjik bir oyuncu… Bunun yanı sıra topla çizgiye inip, etkili hücum aksiyonlarında bulunabiliyor. En güzel özelliği de, ters kanattan gelen ataklarda hemen arka direğe koşu yapması. O anlarda yerden olduğu kadar -duran topları kullanacak kadar düzgün bir sağ ayağa sahiptir- 1.84’lük boyuyla havadan da etkili olabiliyor.

Yakın zamana kadar İtalya U21’in değişmez oyuncusuydu, zaten kendisini de ilk orada fark ettim. Ümit Milli Takımımıza da karşı oynamış, hatta İtalya’daki maçta gol atmışlığı vardır. Ancak bünyesinde olduğu Empoli oldukça kötü bir takım. Şimdiye kadar büyük sıçrama kaydedememesi,  orada yeterince ‘fark edilemeyişindendir’  bana göre. Özellikle de bu sezon oldukça kötü gidiyorlar; 6 maçta 1 puanla sonuncular. Tek puanın geldiği Novara deplasmanında da, tamamen Saponara’nın kendi yeteneğiyle attığı 2 golle puan almışlardı. 

Serie B; vitrinde gözükmeyen ancak tozlu raflar arasında sıkışıp kalmış birçok değerli yeteneği içinde barındıran bir lig. Her iki kanatta oynayabilen, oyunun her iki yönünü de uygulayan, çok iyi potansiyele sahip bir oyuncu olan Riccardo da onlardan biridir. Yakında daha yukarılarda görme umuduyla…

Hasan Katalan

Bugün hükmen yenilmemek için sahaya çıkmış bir Beşiktaş vardı açıkçası. Bir iki oyuncu dışında ‘ne gerek vardı şimdi bu maça’ havası hakimdi genel olarak. O nedenle hem bireysel performans, hem de takım adına bu maçta yaşananlar pek emare sayılmasa da; bazı oyuncuların gelişimini seyretmek güzeldi, bilhassa ikinci yarıda…


Mesela sahada ‘dostum Hasan Türk demişsin ama bu Katalan çıktı’ durumu vardı bugün. Kendisi bu seviye bana yeter demediği taktirde, çok büyük orta saha olacaktır bana göre. 2010’dan beridir yolunu gözlediğim adamın sahada fark yaratmaya başladığını görmek, harika… Bu yaşında bile rahatlıkla topu emanet edebileceğin bir düzeyde. Alıyor, yüzünü rakip kaleye dönüyor, pasını atıyor ve tekrar hareketleniyor. Uzun şut ve uzun pasları da çok çok iyi… Kesinlikle gençler arasındaki en potansiyeli oyuncu.
Diğeri de Mertcan Aktaş… Sırasıyla Necip, Hasan Türk şeklinde giden ‘dileniş direnişim’; onunla süreceğe benzer. Bir önceki yazıda sebepleri sıraladım, tekrara gerek yok sanırım. Bugün oyuna girdikten sonra futbolcu kumaşı olduğunu belgeledi. Hele de son dakikalarda Mehmet Akyüz tek başına çizgide boğuşurken, ceza sahasına attığı bir depar var ki… Sonuç olarak elbette top ona ulaştırılamadı ama benim için önemli bir detaydı.

Mehmet Akyüz, vasat bir oyuncu olduğunu bilerek oynasa daha faydalı olur. Hani topla pek zorlamadan, ekstra şut atmadan… Basit oynayıp, koşu temposuyla savunma katkısı yapıp, ters kanat akınlarında içeriye destek vererek; alternatif bir kenar forvet olabilir mesela Holosko’nun arkasında. Ama kendini Lavezzi sanarak oynaması epey can sıkıcı.

Keza Mehmet Akgün de, tamam bugün sakatlıktan çıktı, ters bir mevkideydi ama; genel olarak savunmada çabuk bir oyuncu oluşu dışında pek özelliği yok gibi. Her zaman savunduğum bir şey vardır; kadroyu vasat yerli transferlerle şişireceğine, alt yapına yönel. Oradaki deneme-yanılma bedava en azından. İşte arada böyle Mertcan’ı, Hasan Türk’ü yakalarsan; tadından yenmez. 

Yakalayamasan da dışarıya veriyorsun zaten 3-5 kazanıp. Aksi halde o 3-5’ler senin kasandan çıkıyor ve gemiyi batıran küçük delikler haline geliyor… Zaten bir takımın kalitesini yabancı oyuncular belirler. Onun dışında Tümer, İlhan, Pektemek falan yakalıyor ve alabiliyorsan al; aksi halde gözler özkaynakta olmalı… 

Mesela beğenilmeyen Erkan Kaş; bugünlerde verdiği ‘son kararlar’ pozisyon öncesi yaptıkları artıları götüren bir eksi oluyor. Ama onun gibi rahat adam eksilten, çizgiye inebilen yerli kanat oyuncusunu almak 3 milyondan başlıyor Süper Lig’de… Yetenekli ama bilinçsiz oyuncuları düzeltmek çok zor olmasa gerek. Eğitimle kazanılmayacak şeye sahipler ne de olsa… B Planı için bu haliyle de en uygun oyuncu; oysa bugün Mehmetleri, günün anlam ve önemine dair Niğde’ye hediye olarak bıraksak; sezonun geri kalanında pek aranmazlardı herhalde.
Bugün karşıda amatör bir takım olmasına rağmen sahanın en hantalı Batuhan’dı. Fizik olarak düzelmesi daha epey bir zaman alacağa benzer. Ersan Gülüm’ün ise gol atmasına çok sevindim. Bugün topla 30 metre çıkışları vardı, az biraz flash-back yaşattı… Kendine güvenini tekrar geri kazanır, eski halini biraz hatırlarsa; sol stoper ve de gerekirse sol bek için ideal seçimlerden biri haline gelir tekrardan.

Pazubandı koluna takan Necip’le birlikte maçı en çok ciddiye alan adam Hilbert’ti. Zaten kendi kalesine attığı gol de; maça olan motivasyonunu belgeliyordu aslında. Son dakikada yine ribauntla aldığı topu kaleye kadar götürdü, bunu alışkanlık haline getirecek gibi gözüküyor… Mehmet Akyüz’ün maçtaki tek olumlu hareketi olan; düdük sonrası dibine girdiği topun çaprazdan çatala gitmesi, bir başka enteresan ayrıntıydı…

Mertcan Aktaş

Şifo Mehmet’in, Hakan Şükür’den sonra Türkiye Ligi tarihinde ‘en çok kafa golü atan ikinci oyuncusu’ olduğunu öğrendiğimde oldukça şaşırmıştım. Kafa hakimiyeti müthişti, keza timing olayı da… Hatta Gençlerbirliği’ne ceza sahası dışında aşırtma bir kafa golü atmışlığı da vardır. O konuda iyi olduğu aşikardı elbet ama 1.69 boyunda bir oyuncunun böyle bir istatistiğe sahip olması hakikaten doğaüstü bir durumdu…


Futbolda, ‘koşacağı yeri bilmenin’ de ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor Şifo Mehmet’in yaptıkları. Çok yetenekliydi ama onun asıl farklı ‘taktik futbolda’ da Avrupai düzeyde, Türkiye Ligleri için zamanın ötesinde bir oyuncu olmasıydı. O yetenekleri; koşacağı yeri, sıçrayacağı zamanı, topa nerede nasıl vurulacağını bilen futbol aklıyla harmanlanınca, efsanevi bir oyuncu oluverdi. Aynı zamanda düşmeyi, topu ayağından ne zaman çıkarmayı da bilirdi mesela; hiç ağır sakatlık yaşamazdı... 

Alt yapıdan çıkan oyuncularda öncelikle yetenekten bahsederiz. Çünkü fiziksel ve taktiksel gelişimlerine ancak ‘profesyonel sözleşme’ sonrası, A Takım idmanlarıyla birlikte başlayabiliyorlar. Yaz kampında çoğu oyuncunun da durumu buydu. Bakıldığı zaman herkes yetenekli ama yine hemen hemen herkes fizik ve taktik futbol konusunda zayıftı. Arada istisnalar vardı elbette ve o istisnalardan biri de Mertcan Aktaş’tı…

Mertcan her şeyden evvel oldukça ‘olgun’ bir oyuncu gibi duruyordu sahada. Sürekli pas kanallarına giriyor, top alıyor ve tam zamanında tekrar veriyor; herhangi bir gol kokusu aldığında ise hemen ceza sahasına koşu yapıyordu. Hatta Kırıkkale’de öyle bir koşu ve timing sonrası harika bir kafa golü atmıştı hatırlanacağı üzere.

U18 günlerinde de forvet oyuncusu olmamasına rağmen en az bir forvet kadar gol sayısına ulaşan; orta sahanın her bölgesinde oynayabilecek yapısıyla dikkat çeken bir oyuncu oldu. Ben o zamanlar bu kategoriyi çok takip etmiyordum ama hem takip eden hem de o maçları anlatan sevgili BJK TV spikeri Burak Bilgin ona ‘Sneijder’ diyordu. Onun bilhassa Ajax günlerini andırıyor gerçekten ama ben o kadar uzağa gitmeyip kendisini kısaca “Şifo Mertcan” diye anar oldum… 

Mertcan, o kısacık kamp maçları süresince bana bu yükselişin tesadüf olmadığını kanıtladı ve kanıtlamaya da devam edeceğe benzer.  Nitekim yarın oynanacak Niğde maçı kadrosunda, yüksek ihtimalle süre alacak. Mevcut sistem olan 4-2-3-1 orta üçlüsünün her hangi bir yerinde görülebilir ama onun koşu temposuna, ceza sahası koşularına en uygunu “sol orta saha” gibi duruyor. Yani Olcay’ın bölgesine… 

Şansı ve çalışma azmi açık olsun.

Kaybeden Takım


Geleceğin fotoğrafını çeken bir mağlubiyet oldu. Zira bu sezon siyahı ve beyazı yaşatacak saha içi etkenler iyice belirginleşti bu maçla birlikte. Kompakt oyun, önde baskı ve tam konsantrasyon… Beşiktaş’ın bu sezon için değiştirilemez anayasa maddeleri olmalıdır. Bu unsurlardan birinin eksikliği, zincirleme olarak diğerini de düşürüyor ve her şey bozuluyor. Bugün ikinci yarıda olduğu gibi…

İlk devre Beşiktaş, sezonun başında olunmasına rağmen standart haline getirdiği oyun planını başarıyla uyguluyordu. Takım bütün şeklinde hareket ederek genelde orta sahanın önünde rakibi  karşılıyor –stoperler yine bu konuda uyumsuzdu- ve kapılan toplarda, sürekli değişken oynayan hücumcularla gol aranıyordu. Tesadüf değil, organizasyon peşindeydi Beşiktaş; Olcay’ın golünde olduğu gibi…
Takımın tek santraforu orta yaparken, ceza sahasında iki Beşiktaşlı daha vardı. Sağ kanat Holosko ön direğe, sol kanat Olcay ise arka direğe koşu yapıyor ve ‘ayağını raket gibi kullanma’ tabirini hayata geçirerek; Almeida’nın nefis ortasına forehand çaprazla cevap veriyordu. Keza ikinci yarının başında Holosko’nun kaçırdığı golde de benzer sahne yaşandı. Orada maç kopabilirdi… Zaten görünen o ki özellikle de bu sezon, Beşiktaş maçı her zaman ‘koparmaya’ odaklanmalıdır, ‘tutmaya’ değil.

Kaçan pozisyondan itibaren Beşiktaş oyunu tutmaya yeltendi sanki…  Antep’in agresif oyununa karşılık verilemiyor, artık rakip önde karşılanmıyor, takım olarak iyice kalenin yakınlarında savunma yapılıyordu. Böyle bir savunma içersinde ‘bek defosu’ ortaya çıkacak olan Uğur Boral bölgesine iyice yüklenmeye başlayan Antep golü de buldu, moralle birlikte oyun üstünlüğüne de sahip oldu.

Samet Hoca, hem Antep’in yüklendiği kanata karşı tehdit olması hem de takımı yeniden ofansif anlamda ‘uyandırması’ adına Erkan Kaş hamlesini yaptı. Erkan; boş bırakılan alanı topla kat edebilme özelliğiyle, o baskıyı biraz kırabildi diyebiliriz. Antep savunması tekrar kendini arkaya atmaya başladı haliyle… Sonrasında ise Fernandes’ten oyun akışında ‘duran top’ asisti geldi; bu kez zamanı durdurarak… Zihninde pozisyonun resmedip, Almeida’nın kafasına ‘kargoyla’ bir top yolladı…

Ama maç yine koparılamadı… Ve Sivok’un mahalle maçında yapsa ‘abi sen biraz kaleye geç…’ tepkisiyle karşılaşacağı penaltı hamlesi… Beşiktaş’ın maçı kaybetme uğraşlarına, eski bir Beşiktaşlı’dan da yardım gelince; sonuç malumunuz…  Aslında Orhan Gülle iyi şut atan bir oyuncu olsa da, bu işi olur olmadık zamanda denemesi; takım bütünlüğünü, hücum aksiyonlarını bozan bir etkendi ve en ciddi handikabıydı. Bugün ilk denemesinde çatala vurası geldi… Vederson’a bağlar artık bir müddet.

Bu sezonki Beşiktaş için kullandığım bir tabir vardı: “iyiyi de kötüyü de takım olarak hak edecek bir Beşiktaş…” Bugün sahada daha önce takım olarak kazandığı gibi, bu kez de takım olarak kaybeden bir Beşiktaş vardı. Performans olarak iyi – kötü farkları gözükse de,  ortak paydaları yine çaba ve samimiyetti sahadaki tüm oyuncuların. Böyle bir mağlubiyet Beşiktaşlıları sadece üzer; ‘sinirlerini bozmaz’ diye düşünüyorum.  Eğer ki başta bahsedilen “değiştirilemez maddeler” üzerinde artık daha dikkatli durulursa; bu maçta kaybedilen tek şey üç puan olur. 

Durulacağına da inanıyorum açıkçası. Çünkü Beşiktaş’ın hocasında da, en az sahadaki oyuncular kadar çaba görebiliyorum. Mesela Erkan Kaş hamlesi dışında Batuhan’la çift pivota dönülmesi, hatlarını iyice koparan takım için mecburi hamleydi. En azından skoru elde etmek için bir şey denendi. Zaten Holosko’nun bile alternatifi bulunmayan; geçen sezon Bank Asya’ya kiralanıp yüzüne bakılmayan Erkan Kaş’tan “maçın kaderini değiştirmesi” beklenen bir Beşiktaş için, bu sezon “çaba” kelimesinden öte bir beklentiye girmemek gerekiyor. Maç maç bakıp, oluruna bırakmak lazım… Her şeye rağmen Sivasspor maçı yine heyecanla bekleniyor mu? Cevabı evetse mesele yok zaten. Benim için ‘evet’…

Artık maç kaybediğinine göre "kazanan takım bozulmaz" deyiminden sıyrılıp; Escude'yi bir görsek diyorum... Sevilla'da öne çıkan savunmaya alışkın bir oyuncuydu. Ve en önemlisi, ayağı çok iyi. Bahsi geçen savunma - orta saha bütünlüğünün sağlanmasında yardımcı olabilir. 

İtalyan Feyyaz


Çocukluğumda boş kaleye atılan goller çok değersiz ve basit gelirdi. Kimi 30 metreden çatala vuruyor, kimi içinse arka direkte topu bomboş kaleye yuvarlamak yeterli oluyordu. İkisinin de anlamı ‘gol’dü ve ben bunu adaletsizlik olarak algılardım. Söz konusu Feyyaz’sa durum değişiyordu ama… O, boş kaleye attığı gollere bile estetik katardı sanki. Arka direkteki o boş toplara kayarak vururdu mesela ya da biraz havadan gelirse uçarak kafayla… Göteborg’a yaptığı gibi…

Artık dünya futbolunda bir golcünün ‘golcü’ olması yetmiyor; ekstra işler de aranmaya başladı. Dripling, orta sahaya gelip toplar alma, geri gelip alan savunmasında katkıda bulunma vesaire…  Bence o güzelim golcülerin genleriyle oynadık. Şimdiki santraforların, eskilerden çok daha verimli oldukları gerçek ama gözümde Ivan Dragolaştılar… Ben hala salt golcüleri severim. Mesela şuan piyasada santrafor denince aklıma Dzeko gelir; Tevez’den, Aguero’dan önce. Hatta Fernando Torres… Ve her şeye rağmen Gilardino… Golcü endamı var en başta bu adamlarda.

Piacenza genellikle Serie A, B, C1-2 arasında seyahat eden, hobi olarak Gilardino gibi 'mesleki golcüler'i piyasaya süren bir takım; diğeri de Inzaghi’ydi… Lakin Gilardino’nun asıl çıkışı Parma’yla olmuştu hatırlanacağı üzere. Serie A'da ancak play-out'la ligde kaldıkları sezon, UEFA kupasında yarı final oynayarak dikkat çeken takımın en önemli parçasıydı. O peformansı 2005 yılında; 'Serie A’nın ve İtalya’nın en iyi oyuncusu' ödülüyle ölümsüzleştirildi. Sonrasında Milan ve özgeçmişiyle transfer yaptığı ‘yarı-kayıp’ yıllar…

Benim içinse dünüyle, bugünüyle; her zaman güzel adamdır Gila. Hatta Beşiktaş’la adı geçince ‘Almeida’yı keserim’ adağında bulunmuştum, yan ve gerçek anlamda... Çünkü hem onun ‘vücuduna atılan topları alıp, takıma zaman kazandırma’ ve ‘defans dengesini bozma’ gibi yapabildiği yegane işleri devralacak hem de top ayağına ya da kafasına geldiğinde, gerçek bir 9 numarayla buluştuğunu hissettirebilecek bir santrafordu. Biraz geç kalındı transferde, ya da Almeida takımda kaldı diye ‘mecburen’ vazgeçildi; bilemeyiz… Ama onu son dakika çileğine çeviren Bolognalılar oldukça mutlu bugünlerde; çünkü Marco Di Vaio’nun bayrağını teslim alacak, belki de eskisinden daha iyi taşıyacak birine sahip olduklarını 3 gün önce öğrenmiş oldular.

Hafta sonu oynanan maçta Zeman’ın Roma’sı; ‘Gila’yla şaka olmaz!’ deyimi ile tanışıyordu. Beşe gidiyormuş gibi gözüken maçta önce sağdan gelen topu kafasıyla direk dibine 'sert ve düzgün' vurarak denge bozuyor, hemen ardından Diamanti'ye sırtı dönük bir asist ve son olarak da 2-0’dan 2-3’e dönecek maçın finalini yapıyordu; tıpkı Feyyaz gibi boş kaleye atılan bir gole bile estetik katarak…

O golün bir başka anlamı da vardı aslında. Zira maç 2-0’a gelirken Roma’nın çıkışta olan önemli yeteneği Lamela, yerde sakat yatan Bologna’yı ‘belediye otobüsünde uyuyan öğrenci’ modunda görmezden gelip, golünü atıyor ve söz konusu geri dönüşe manevi bir anlam katıyordu…
Arka direkte boş kaleye atılan gollerin o kadar da değersiz olmadığını anlıyorum artık... Tesadüf olan, 30 metreden çatala vurmakmış meğer. Sadece Sarıyer'e değil, o dönemin müthiş Hollanda'sına bile arka direkte bitiverebilen Feyyaz ve benzerleri, her dönem için fark yaratan oyuncularmış. Gila gibi...

-> Bizim Gila: Furkan Yaman
-> Özet: Roma - Bologna