Uyandırma Veli'si


Şu şans denen, özellikle bu seneki Beşiktaş sayesinde daha da bir varlığına inandığım şey; ilk kez Beşiktaş’ın lehine işledi şu maçta ve net skorla galibiyet geldi. Aslında Samet Hoca da bu sezon ilk kez; “kendi şansını arama!” yolunu seçiyor ve erken bir hamle yapıyordu. Ersan çok kötü diye değildi aslında o hamle; sahada kötü olan çok şey vardı ve takımı bir şekilde “dürtmek” gerekiyordu. 
Haliyle o kötülerden, sarısının da olması ve Toraman’ın stoper de oynayabiliyor oluşu nedeniyle Ersan seçildi ve bu bana göre doğruydu. Veli hamlesi, en başta “uyandırma servisi” anlamını taşıyordu takım adına. Hoca, sahada olup bitenden memnun olmadığını bu şekilde iletiyordu ve mesaj da yerine ulaşacaktı. Takım hareketlenecek, Veli’nin “sonradan giren adam” morali ve güveniyle yaptığı nefis asist, işin ekstrası olacaktı.

Holosko için böyle pozisyonlarda “gol olur” hissini yaşamak güzel… Lakin o özgüveni, bencillikle harmanlamamak lazım. Boştaki Oğuzhan’ı görüp, 4-1’le maçı bitirmek lazım… Neyse, tek kusuru aldığı sorumluluk olsun şu sıralar. “Keşke o özgüvenden biraz da Olcay nasiplense de, şu İnönü tedirginliğini atsa…” diye düşünürken mükemmel bir aşırtma geldi kendisinden. Lamela’nın sahada top sektirdiği 2-1’lik Konya maçında Ahmed Hassan’ın bir golü vardı çaprazdan; o günden bu yana İnönü’nün gördüğü en klas lob vuruş denebilir…

Şu sıralar aşırı dozda Roma maçı izlediğimden, ağzımda bir “c’e solo un capitano!” tezahüratı takılmış duruyor. Bugün o sözleri bana göre maçın adamı olan İbrahim Toraman’a atfettim… Takımı ayakta tutan etkenlerin başını çekiyordu. Ayrıca bugün Necip de, nihayet hücumsal bazda gayet etkili oldu. Oğuzhan’la yaptığı 2’ye 1’ler lezizdi…
Bugün Uğur Boral’ın savunma anlamında en iyi maçtı diyebilirim. Bir de Muhammed meselesi var… Bana göre sağ çizgide aldığı topta yaşattığı 5 saniyelik sahne; onu bu şekilde daha sık kullanılması adına ışık verdi. Mesela Hugo sakatlanınca Holosko’yu en uca atıp, Muhammed’i sağa çekmek; takımı daha etkin kılabilirdi.

Prosinecki’yi severim, çocukluğumda Pepsi’den çıkan oyuncu kartlarından aşinayım en başta… Kayserispor’a enjekte etmeye çalıştığı oyun anlayışı da gayet güzel. 4-2-3-1’i bu denli akıcı ve ön alanda oynayan takımı nadiren görürüz. İkinci yarıda ciddi bir çıkış yakalayacaklarını tahmin ediyorum. Mouche’nin sol dış dokunuşu ise gecenin golüydü…

Beşiktaş 3 – 1 Kayserispor

(Holosko, Sivok, Olcay; Mouche)

Maç Öncesi: Beşiktaş – Kayserispor


Rahmetli De Nigris’i hatırlarsınız; güzel adamdı, renkli insandı... SpiderMan maskesiyle sevinirdi falan... yine İnönü zemininin beyazla örtüldüğü bir maçta epey sıkıntı yaratmıştı Beşiktaş’a. O gün uzatma dakikalarında galibiyet golünü atan “sağ bek Toraman”; bugün süpürücü orta saha olarak kilit rol oynayacak. Zira bu zeminde top kazanmak için, biraz Toraman olmak gerekecek…
Oğuzhan’ın dönüşü, yine Beşiktaş’ı daha fazla hücumu düşünen bir takıma çevirecek; orta sahada kazanılan topların rakip kaleye daha etkin gitmesini sağlayacaktır. Ancak yinelemek gerekirse; Necip’in Oğuzhan’ı böyle maçlarda daha fazla kullanması, onun rakip orta sahasını üzerine çektiği durumlarda daha bir “cezalandırıcı” olması gerekiyor. Ki bunu yapacak teknik kapasitesi mevcut

Holosko, Liberec günlerinde bu havadan daha kötülerini gördüğü kesin, maçta en az etkilenen o olacaktır sanıyorum. Hugo Almeida da, yine zemini, yağışı bahane ederek bol bol kaleciyi avlama çalışmalarını sürdürecek gibi… 
Hafta içi de Quaresma meselesi çözüldü. İtiraf etmek gerekirse; geldiği gün verdiği hava, mutluluk; ilk 6 aylık performansı, özellikle Avrupa elemelerindeki golleri için bile verilen paraya değerdi. Bu ayrılık doğru karardı bana göre; ama yine de "keşke alınmasaydı" demiyorum. Zaten artık o tarz bir transfere yönelecek halimiz yok. 

Klose ve Pellissier


Miroslav Klose… Yaş 35’e doğru yürüyor ama o; değil Bayern Munih, neredeyse Kaiserslautern günlerindeki kadar hala çok formda ve genç bir gol aşığı. Bu sezon attığı 10 golle, ilk 3 hedefi taşıyan takımına oldukça büyük katkı sağladı ama sonuncusu daha da bir değerliydi. Zira Inter, o hedefi zorlayan en ciddi rakiplerden biriydi.
Takımının 4-5-1 sistemi içersinde; hem fizik gücü, hem de taktik bilgisiyle o “tek forvet” oyununu raconuna göre oynuyor. İhtiyaç durumunda ise ortaya çıkarak, attığı gollerle denge bozuyor. Inter karşısında da bunu yaptı; son dakikalarda yakaladığı fırsatta topu alt köşeye gönderdi.

Bir de Roma’nın galibiyet serisine sekte vuran, yine eski ama söz konusu futbol ve goller olunca genç kalmayı başaran bir isim daha vardı: Sergio Pellissier. Zira o gol Sergio için tesadüf değildi; Chievo’nun yıllardır Serie A’da kalmasını sağlayan yegane unsur oluşunun dışında, 10 senedir büyük takımların belalısı konumunda.

Devamı için tıklayın...

Haftanın görmeniz gereken golü; Bolognalı Kone'den. Kesinlikle röveşatadan bile daha estetik...

Üşüyoruz Fernandes


Beşiktaş’ın maça başlayan 11’i, özellikle orta saha anlamında sıfırdan pozisyon üretmesi oldukça güç gözüküyordu. Gole yakın olmak; ancak önde baskıyla ve de kalabalık hücum etmekle mümkün olabilirdi. Ancak 35. dakikaya kadar bu gerçeğe rağmen “bekleyen” bir takım izledik Beşiktaş’la. Bu durum, Gençlerbirliği’in hücum iştahını arttırdı ve ilk golü bulan taraf oldular; daha fazlası da olabilirdi.
Veli’nin de nihayet hücum çıkışı yaptığı anda ise bir şekilde gol bulundu. Beşiktaş, eksiklerine rağmen galibiyetin çok da uzakta olmayacağını; kararlı şekilde hücum ettiği ilk pozisyonun gol olmasıyla inandı belki de. Keza aynı pozisyon sonrası Olcay da, sahadaki siyah-beyazlı formalıların en yeteneklisi olduğunu fark edip; maç boyunca daha fazla sorumluluk almaya başladı

“Duran Topları Koruma Derneği” diye bir şey olsaydı; bu akşam maçı basarlardı muhtemelen. Zira sahada alenen frikik, korner katliamları yaşandı. Bir duran topu da ben kullanmaya gitseydim, kimse “bu kimdir yahu?” yadırgamasında bulunmazdı herhalde. Fernandes’in sırf bu konudaki varlığı bile büyük boşluk, keskin bir ayaz…

Eksiklere, hatta en iyi kornercisinin Holosko olduğu bir ortama rağmen Beşiktaş’ın maça önce ortak olup, sonra ağırlığını koyması hatta üç puan şansını, Almeida’nın 10 santim öteki kaleye topu itmesine kadar getirmesi, umut verici. Aslında pozisyon görüldüğü kadar kolay değildi; zira o topa sadece ayak konulurdu. O da, kalecinin yatacağı köşenin tersine doğru koydu o ayağı; olmadı. Hayalimdeki Beşiktaş 9 numarası, böyle pozisyonlar sonrası rakibe santra yaptırmalı diye düşünsem de; çok üstüne gidemiyorum.

Beşiktaş’ın ağırlığını maça koyduğu dakikalarda; ateşlemenin de ötesinde oyuna sekte vurucu bir hamle yapan Samet Hoca ise; şüphesiz günün hayal kırıklığı oldu. Hugo – Batuhan ikilisinin aynı anda sahada olduğu vakitler; Beşiktaş için sadece “risk” anlamı taşıdığını, rakipler için hiç de tehditkar olamadıklarını sezon boyunca birkaç kez görmüştük zira.

Yarım kalan “risk”

Aslında öyle bir riske karşı değilim; “yarım kalmadığı” sürece… Çift pivot santrafora dönülmesini anlarım, ancak o risk portesini tamamlayacak bir hamle daha yapılması gerekiyor bu gibi durumlarda. Mesela düz orta sahalardan biri dışarı alınıp; kulübede tutulan delici oyunculardan herhangi biri (akla Erkan Kaş geliyor ama kadroda yoktu) kanat rolüyle sahaya atılarak; pekâlâ o Hugo – Batuhan ikilisi sadece ‘takımı koparan’ etkenden biri olmaktan çıkıp, rakip kale için tehdit unsuruna dönüşebilirdi.

Mesela bu maçta Batuhan – Holosko değişikliğiyle birlikte; Veli – Muhammed hamlesi de gelebilir; Muhammed sağ kanatta hem içeri kat etme, hem ceza sahasına etkili “pas atma”, hem de duran top kullanma özelliğiyle; takıma hücum bütünlüğü kazandırabilirdi. Zaten Batuhan ve Almeida’nın sahada olduğu anlarda takım “savunmacılar ve hücumcular” olarak ikiye bölünüyor. Ve bu durum sadece rakiplerin işine geliyor; geçen hafta da Eskişehirspor’un ekmeğine sürülen yağ gibi…

Velhasıl riske, risk; hamleye, hamle demek için daha “net” ve radikal olmak gerekiyor bazen…

Gençlerbirliği 1 - 1 Beşiktaş
(Kulusic; Olcay)

Maç Öncesi: Gençlerbirliği - Beşiktaş


Aslında bu maç için söyleyeceklerimi, birkaç ay evvel “Yaratıcı Pres” yazısında dökülmüşüm. Öncelikle ona bir göz atarsanız sevinirim; zira Fernandes ve Oğuzhan’dan yoksunken yapılacak iş tam da budur. Yetenekle bozulamayan rakip savunma dengesini; şok preslerle, takım bütünlüğüyle, direkt hücumlarla zorlamak…

Durum böyle olunca Toraman’ın yine orta sahadaki varlığı önemli. Aslında her zaman önemliydi, bu kez çok daha fazla önemli… Necip, merkez ikiliden biri olacaktır; orası kesin. Diğeri için ise dört aday var: Veli, Hasan Türk, Olcay ve hatta Muhammed Demirci…
Veli, son günlerde ortaya koyduğu performansla gösteriyor ki; şuan faydalı olacağı en ideal mevki: yedek kulübesi. Olcay’ın merkeze çekilip, Erkan Kaş’ın kanatta oynatılması fikrine itiraz edemeyeceğim. Ancak bana göre Olcay’ın, içlere gelip pas opsiyonu oluşturması ve gol bölgelerine daha sık girebilmesiyle kanattaki varlığı önemli. O yüzden Hasan Türk ortaya, Olcay kanada; en ideal seçim olurdu

Aslına bakarsak hazır Oğuzhan ve Fernandes yokken; Muhammed’i, geri kalanının eli yüzü düzgün adamlardan oluşmuş bir takımda görmek gerekiyordu. Fernandes’i de koysanız, değerinin 500 bin Euro’ya düşeceği; düşük konsantrasyonlu ve dengesiz takım yapısındaki maçlarda onu tam olarak anlayamadık. 
Gençlerbirliği’nin düşen form durumu ve kolay gol yiyebilen bir takım oluşu; bununla beraber takımın orta sahadaki iki yaratıcı oyuncusundan yoksun olunmasıyla daha fazla takım savunmasına odaklanacak olması, bu maçta Beşiktaş adına en büyük avantajlar.

Filip yapar yine bir güzellik…

Filip Holosko


Holosko’nun formuna, özverisine istinaden birkaç saatlik saygı duruşum sonlandı; artık ufak ufak maç notlarını düşeyim. Gol yollarına girme ve bolca skor katkısı verme işi şampiyonluk sezonu günlerindendi… Ancak bilhassa bu maçta, ilk geldiği yarım devrelik dönemki dripling özelliğini de konuşturmaya başladı. Müthiş bir çizgi yakalamış durumda. Sahiden saygı duyulası, çok acayip bir geri dönüşe imza attı. 
Maça başlanan 11, aslında “doğru” 11’lerden biriydi. Lakin takımda birçok oyuncu aynı derecede “doğru” oynamıyordu. Oğuzhan’ın bile bolca yanlış kararlar aldığı bir maçtan bahsediyoruz… En başta savunma şekli açısından bir kararsızlık vardı. Ön taraf önde basıyor, arka taraf kendini derinlere atıyordu… Hal böyle olunca oluşan boşluklarda Antalyaspor zaten skoru yakalamıştı. Holosko’nun Pancu’vari “uyandırma golü” de pek etkili olamadı…

Zira maç boyunca Antalyaspor’un gol bulma şansı, Beşiktaş’tan daha fazlaydı doğrusunu söylemek gerekirse. Zaten Şifo’nun öğrencileri de; son dakikalarda bile kendilerini yerlere atmak yerine, topu hızlıca oyuna sokup 3. golü atma peşindeydiler.

Bireysel olarak kim daha kötüydü karar veremiyorum, ama bana göre Veli’ydi. Çünkü ben evvela “saklanan” oyunculardan hiç haz etmiyorum. Orta sahada topa sahipken hiç pas opsiyonu oluşturmadı. Mücadele direncinden de pek eser yok, Toraman tek başına kaldı o konuda. Oyuncu çok  hata yapsın, ama saklanmasın…

Mesela Olcay benim için asla maçın en kötüsü olmaz. Zira bugün bence bir nebze kıymeti anlaşıldı. Onun “gezgin” oyunu, orta sahanın da rahat top dolaştırmasını sağlıyor; rakip savunma dengesini bozmasının dışında. Samet Hoca da hakkında bu yönde açıklamalarda bulunmuştu zaten, koruma maksatlı olaraktan…

Batuhan son pozisyonda topu kenara açsa iyiydi, bunu elbet hocası ona tekrar dikta edecektir. Ama ben geçmiş maçlara nazaran daha hareketli gördüm kendisini. Takımca kötü oynanan bir maçı, tek bir oyuncunun üstüne yıkmak olmaz. Ayrıca ben o son pozisyonda Almeida’nın top kontrolüne takılı kaldım. Müthişti…

Bir oyuncu aynı sezonda iki farklı yere transfer yapamıyor, yapsa da oynayamıyor bildiğim kadarıyla. Aksi taktirde Ömer Şişmanoğlu’nun transferiyle alakalı Ocak ayında görüşmelere başlanılması gerekir. Net şekilde kenar forvet tarifi, üstelik de yerli. Söylenene göre Kayserispor’dan 400 bin Euro’luk satın alma opsiyonuyla kiralamış Antalya. İsabet de olmuş… Zira Beşiktaş gitse, “bir sıfırı unutmuşuz orada” denirdi. 400’e alıp, 1.400’e bıraksınlar; ben razıyım…

Ligde kırmızı görenin cezasını orada çekmesi, maçların açık kanaldan verilmesi, bazı bazı genç oyuncuların sahne alması dışında benim için çok esprisi yok bu kupanın. Zaten son alınan kupada çıkan söylentilerle daha da bir soğudum… O nedenle bu elenmeyi çok kafaya takmıyorum; şu takım olamama görüntüsü lige yansımasın yeter.

Bir Francesco Totti Hala Var!

Pescara’yı şaha kaldırdıktan sonra tekrar Serie A’nın büyük hedefli bir takımına dönüş yapan Zeman, oldukça tartışma yaratmıştı. Luis Enrique’nin pasa dayalı yavaş oyunundan sonra, Zeman’ın güzellik ve çılgınlık arasındaki futboluna Roma ayak uydurabilecek miydi? Soru işareti çoktu, ancak bir şey açıktı: Francesco Totti yeniden hayata dönecek, “No Totti, No Party!” pankartları rafa kaldırılacaktı…

Zeman’la ilk buluştuğu 1997-98 sezonu da, Totti’nin parlamaya başladığı dönem olmuştu zira… 14 yıl sonra; onunla yeniden dikine oynayan, kalabalık ve hızlıca hücum eden 4-3-3’ün sol forvetine yerleşen Totti, bu sene de Roma’nın en etkili silahı olacağa benzer.

Serie A'da haftanın değerlendirmesi: Bir Francesco Totti Hala Var!

Haftanın 'görmeniz gereken golü' Robinho'dan. Santos - Real Madrid gerilimini yaşattığı günler akla geldi...

İlhan Mansız ve Delgado


Şu 2003’ün sonlarında oynanan 5-3’lük Rizespor maçı ilginç maçtır. Skor bugünün Beşiktaş’ıyla benzeşmekte lakin işin iç yüzü pek öyle değildi. 5-1’den sonra, finishing 19’luk Okan Öztürk diye bir ağabey kendi yeteneğiyle skoru 5-3’e taşımıştı daha çok. Bir de Serdar Özkan girmişti oyuna, 1987 doğumluydu; 17 dolmamıştı yani. Topuk hareketiyle rakibin bacak arasından geçirmişti daha ilk topla buluştuğunda…
Tabi o maçtan asıl akılda kalan, hatta hafta aşırı dönen Sergen videolarının değişmezi olan şey; bir adamın savunmasından aldığı topu,çok kolay bir iş yapıyormuşçasına gole kadar taşımasıydı. Ancak ben o golü her izlediğimde en az “ah be Sergen” özlemi kadar İlhan Mansız’ı da yad ederim. Zira orada önce attığı koşuyla savunmanın dikkatini üzerinde tutup, Sergen'e alan bırakıyor; sonra da çizgi savunma arasında kendisini ofsayttan kurtarıp, tek pasla topu 'şutu atacak oyuncuya zaman kazandıracak şekilde' yumuşatıyordu… O gol jenerik olduysa, payı çok büyüktü. Ve oradaki İlhan, nasıl bir santrafor olduğunu da özetliyordu aslında. 

Zaten Sergen gibi oyuncuların zirve yolu; topu verdiğinde geri alabileceği bir santrafor bulmalarından geçer. 100. Yılda İlhan ve Pascal vardı nitekim… Mesela adı hala “kevgir transferler” arasında geçen Delgado tam olarak öyle bir santrafor buldu sayılmaz ki; kaleye yakın da oynatılmamıştı zaten. Yoksa “katkısı yok” gibi gözüken son şampiyonluğun ilk haftalarında, Bobo’nun arkasında çok iyi maçlar çıkarmış, puanlar kazandırmıştı. O olmasaydı, Denizli geldiğinde sadece Metalist hezimeti değil, ligden kopmuş bir takım da bulacaktı belki de…
Yusuf Şimşek’e adına yakışır bir veda sağlayan “sol forvet” mevkisi, Delgado’ya çok görülmüştü sonrasında. Mesela günümüz Beşiktaş’ının solunda olsaydı, 15 gol yazardım. Söz konusu futbol ve bilhassa Beşiktaş olunca fil hafızalıyımdır. Delgado’nun az ama öz yakaladığı ceza sahası içersindeki gol pozisyonlarında affettiğini hatırlamam. Mesela son şampiyonlukta, sonradan tek rakip olarak kalacak Sivasspor'a içeride attığı sağ dış golü...Öneminden ziyade, kalite kokuyordu. Sol çaprazdan dalıp, uzaklardan ve de uzak direğe gönderdiği şutlar da cabası. Bu formayla son golü de ayrı versiyondu; Quaresma’nın ortasına arka direk koşusu ve kafa… Küfürle gitti ama birkaç ay sonra omuzda gelen Simao’dan o koşulardan eser yoktu mesela.

Delgado uzun zaman içersinde az kullanıldı, İlhan Mansız az sürede çabuk tüketildi; ama ikisinin de verdiği kalite lezzeti yarım kaldı bana göre. İlhan’ın da vedası o saçma Samsun maçıyla olmuştu, bir kırmızı kartla… Oysa ense dövmesini sergilemek adına saçını da üçe vurmuştu çocuk. İkinci devreye imajı da hazırdı… Kaliteyi geçtim; o zekada, taktik futbol bilgisinde ve karizmada bir santrafor bulmak pek kolay değil sanki artık. Hele de Türk statüsünde…

Nereye varacağım diye bekliyorsanız, lütfet hayal kırıklığına uğramayın.  Uykusu kaçan bir Beşiktaşlının içinden geçenlerdi, öylesine…  Ama belki şöyle bir sonuç çıkabilir; galiba devre arasından sonra bir de “aslında Holosko iyiydi be…” demekten korkuyorum. 

Hüzünlü Umutlar


Biraz Oğuzhan ve Holosko dışında, performans anlamında sahada zirve yapan oyuncu yoktu. Hatta standardının altında kalan oyuncular daha fazlalıktaydı. Buna rağmen Eskişehirspor gibi bir rakibe karşı, 83. dakikaya kadar tam anlamıyla “galip taraf” yine Beşiktaş’tı… Özellikle ikinci yarıda; kalesinden çok uzaklarda baskılı savunma yaparak, Eskişehir’in ceza sahasına yaklaşmasını bile zorlaştırıyordu Beşiktaş. Kapılan toplarla ise, sadece üst üste iki olumlu pas bile “gol pozisyonu” demekti…
Tam da burada, o olumlu pasların artması adına Hasan Türk hamlesi gelmeliydi sanki. Nitekim Antalya deplasmanında az süre alsa da sakinleştirici etki yapmış, 5. kontra golünde de katkı sağlamıştı. 2-0’ı geçtim; skor 2-1’e geldikten sonra bile (5’e 1 yakalayıp, ofsayda düşülen pozisyon gibi) yakalanan kontralar daha sağlıklı işlenirdi… Hani en azından, Batuhan’la çift pivota dönülmesine nazaran daha mantıklı bir seçim olurdu

Yine de, Necip o gereksiz hamleyi yapmasaydı; bu maçın dönmesi pek mümkün gözükmüyordu doğrusunu söylemek gerekirse. Necip çok iyi çıkış yakalamışken eskiden kalma mantık hatalarını sürdürmesi pek olmuyor… Orada topu kapsa bile, yine yanlış hamleydi. Ceza sahası içersinde ‘tackle’ girişimi yapılmaz, hele de sırtı kaleye dönük bir stopere karşı… Gerçi o stoper, son golde de pivot santrafor asisti yaptı. Penaltı oluşumunda ortayı yapan da Servet’ti… Bir Beşiktaş maçında az biraz fantastik kurgu olmasa olmaz…

Kelimenin tam anlamıyla “kaybedilen” bir 2 puan oldu Beşiktaş adına. Hani bildiğin delik cepten düştü kaldırama gitti… Bu sebeple takıma kızamamaktan öte, onca emeğine de ayrı üzülüyorsun. Çok can sıkıcı bir final oldu…
Holosko geçen sene o adamı eksiltmeyi bile denemezdi attığı golde, yine tamamen özgüven eseri bir gol… Holosko ve özgüven demek; sene sonunda 15 golü aşmak demek olacak galiba, hatta işin sonunda o gözlüklü Koreliden daha iyi gangnam dansı yapacak gibi… Tabi oynatılmaya devam edilirse. 
Olası kenar forvet transferi, Holosko’nun karşısında oynatılsa ve kontenjan McGregor – Cenk değişimiyle açılsa; pek itiraz edecek durumda değilim. Mesela Olcay’daki 10 numarayı görünce aklıma geldi de; orada bir Delgado olsaydı ki hiç sol forvet pozisyonunda denenmedi; gol ve asist sayılarında duble-duble yapardı… Ki Olcay’ın kaçırdığı gollerde de değilim esasında. Gereksiz top ezmeleri ve takım savunmasını sekteye uğratışı, göze batmaya başladı.

Almeida attığı goldeki gibi “dürtmeden vurma” seçeneğini daha önce işaretleseydi; şimdilerde lider olduğu krallıkta arayı açmıştı. Ama o son dakikada, Oğuzhan pas opsiyonu oluşturmuş gözünün içine bakarken neden lakayt şekilde topu Eskişehir’e verdi, decoder desteğine rağmen çözemedim. “Ne yaptın Hugo?” diyip kaldım…

İşin tuhaf yanı; Beşiktaş’ın “olmuşlukla” alakalı en sağlam verileri verdiği bir maçtı. Hem rakibin sertliğini, hem de kendiliğinden kazanan oyunu sahaya koymasıyla vesaire… Ta ki 83. dakikaya kadar. 7 dakikalık telaş hüzünlü şekilde maçı verdi ama onun öncesindeki 83 dakikada, hala bir dolu umut var…

Maç Öncesi: Beşiktaş - Eskişehirspor


Beşiktaş adına, Escude transferinin anlam kazanacağı ilk 90 dakika diyebiliriz. Zira Ersan’ın yokluğunda, yine Fernandes’in yokluğuyla otomatik olarak açılan yabancı kontenjanından faydalanıp; Sivok’la birlikte tandemi oluşturacaktır bu akşam. Böylelikle Toraman da, “süpürücü orta saha” rolünde devam edebilecektir ki; onunla oluşan 4-1-4-1’lerle Beşiktaş, 3 maçta (Kasımpaşa, Mersin, Ordu) akan oyun içersinde toplam 3 pozisyon vermemiştir rakiplerine… Ve bu, kesinlikle tesadüfî bir olgu değildir.
Her ne kadar Alper’den yoksun olsa da; memleketin tescilli “sahte 9’u” Necati Ateş’e ve derin top bırakma konusunda uzman bir Tello’ya sahip olan Eskişehirspor’a karşı Beşiktaş, galibiyete ulaşmak için evvela merkezi çok iyi kurumalıdır. Oralara seken topları alarak veya ani preslerle kazanarak, kalesindeki olası tehlikeleri “tazeleşen atak” durumuna aktarmalıdır ki; bu durumda Servet’li ve bilhassa bireysel hataya çok meyilli olan Diego’lu savunmaya karşı, o dikine hücumlarla mutlaka son haftalarda olduğu gibi gol bulunacaktır.

Hurriyet’in Oğuzhan’a odaklanacağını düşünürsek; Necip o klasik topla çıkışlarıyla bir anda net pozisyonlar yaratabilir kendisine ve o beklenen “skora katkıyı” nihayet sağlayabilir bu maçla. Ancak bir de o orta sahaya Veli tercihi, akabinde Toraman’ın stopere çekilmesi ihtimali vardır ki; böyle bir hamleyle hem Escude’ye “yarın bir gazete al da, sarı sayfalara bak” denmiş olur, hem de Beşiktaş tekrardan telaşla oynayan bir takıma dönüşebilir. Eğer bu maç ‘bir o kalede, bir bu kalede’ olayına dönüşecek olursa; tartıda Es Es’in hücum hattı, topu içeriye atma konusunda daha ağır basacaktır.
Tempolu bir maç izleyeceğimiz kesin. Takım boyunu kısa tutmuş şekilde savunmasını yapan taraf; o temponun getirisi gol pozisyonlarını karşı kalede toplayacaktır. Beşiktaş adına Toraman’ın süpürücü orta saha rolü, bu durumu mümkün kılar. Ayrıca, bol bol uzak direk koşuları atan bir rakibe karşı; Uğur Boral da çok ideal bir seçim olmayacaktır, her zamankinden daha fazla

Takıma baklava yedirmeyeli çok olmuştu sanki. Demek ki bu Beşiktaş, bazı eskiyen güzellikleri hissettiriyor insanlara... İyi maçlar.

Gizli Forvet Marchisio


Takriben 1949 yılında ‘Il Grande Torino’yu taşıyan uçağın trajik şekilde düşmesiyle birlikte; daha çok adıyla ünlü kalan, fakat çoğunlukla sahadaki sonuç önceden belli olan bir derbi yaşandı bu hafta. Ezeli rakibini yeni stadyumunda ilk kez ağırlayan Juve, bu kez 4’lü savunmayla sahadaydı. Pirlo her zaman ki gibi elinde kağıt, kalem olmadan; savunmadan aldığı toplarla hızlıca hücum planları çiziyordu. Ancak klasik 3-5-2 sistemlerindeki kadar seçenek bulamıyordu karşısında; özellikle oyunu kanatlara doğru genişletme adına…
Torino ise orta sahadan başlayarak uyguladığı sert alan savunması ve kapılan toplardaki ani çıkışlarıyla; bu sezon dış sahada çok daha başarılı bir takımdı, zira bu maçta da yeterince direnç koyuyorlardı ortaya. Ancak 36. dakikada Kamil Glik, lokal anestezi bile uygulamadan Giaccherini’nin sağ bileğini alma operasyonunu hayata geçirince; Torino 10 kişi kalmakla birlikte oyunu tamamen Juventus’un egemenliğine bırakmış oldu.

Serie A'da 15 hafta notları: Gizli forvet Marchisio 

Haftanın görmeniz gereken golü; El Shaarawy'den. Kaleyi sol çaprazdan görmeye dursun...

Sahalarda İlk Kez: Erik Lamela


İnsanlık tarihi yerleşik hayata geçtiğinden bu yana; her çocuk mutlaka “büyüyünce ne olacaksın?” sorusuyla tanışmıştır. Hatta memleketimizde bu sorunun resmi cevabı bile vardır mesela: “doktor olacağım!” O vaatlerin birazı gerçekleşseydi, bugünlerde aile doktoru kavramı daha farklı olur; her evde bir doktor hazır bulunurdu herhalde. Mesleğin kutsallığından öte, onlara bu muhabbet yüzünden “hayallerini gerçekleştiren insan” gözüyle bakmışımdır her zaman…
Ancak bazı çocuklar vardır ki bu soruyla karşılaşmaları mümkün değildir, zira neredeyse yürümeye başladığından itibaren herhangi bir konuda yeteneğini o kadar çok belli ederler ki; seçim şansları kalmamıştır… Mesela “Jackson 5” grubunun en küçüğü Michael’a; kimse terbiyesizlik yapıp “ne olacaksın ileride?” diye sormamıştır muhtemelen… Keza bir zamanlar ‘23 Nisan çocuğu’ olarak ülkemize davet edilen, hatta Zaga programında top sektiren Minik Erik’in de muhatap olduğu tek soru vardır: “Yoksa yeni Maradona sen misin?”

En sevdiği oyuncak ‘futbol topu’ olan ve o meşin yuvarlığı özellikle de sol ayağıyla buluşturduğunda çok küçük yaşlarda “oyuncak etmeye” başlayan her Arjantinli çocuk gibi; Erik de doğuştan 10 numara ve ‘Maradona veliahdı’ ilan ediliyordu. Zira henüz 12 yaşındayken ve Barcelona gibi büyük kulüplerin ilgisini çekmesi çok da zor olmamıştı. Özellikle o dönemde yine bir Arjantinli göçmen ailenin çocuğu olan Lionel’in, La Masia’da yaptıklarıyla büyülenmeye başlayan Barcelonalı yöneticiler, Erik konusunda çok daha fazla ısrarlı olacaklardı.

Hayatım Futbol 58. sayısından, devamı için: Sahalarda İlk Kez: Erik Lamela

Beşiktaş Olmazsa


Her iki bekin de oyundan düştüğü bir anda Beşiktaş; maçtaki tek net pozisyonunu verirken, ligde şu ana kadar öne geçtiği maçlarda rakiplerine sadece 2 puan veren Orduspor’a karşı geriden gelerek kazandı. Ve bu "galip oyunu" maç boyunca hissettirerek, ara ara Uğur Boral dışında şuuru kapatmadan, telaş yapmadan…

En az ikinci golde, Oğuzhan’ın mesafe tanımaksızın ‘El Shaarawy’vari’ bir ayak içi şutla –mahalle futbolu ağzıyla teknik vuruş- köşeyi bulmasındaki kadar “bilinçli” bir oyun vardı sahada Beşiktaş adına. Bu durum, son haftalarda gelen galibiyet yolundan farklı ve önemli bir ayrıntıydı. Gol pozisyonlarından maç özetini 38 dakikaya çıkartacak bir oyun oynamadan; sahada yaptığı kilometreyle dümdüz gitmiş olsa, Sarp Sınır Kapısı’ndan dışarı çıkacak olan Holosko dışında; işi pek de koşu, mücadele maçına çevirmeden kazanabilmek, Beşiktaş’ın eksi taraflarından biriydi nitekim…

Necip’in sağ taç çizgisinde Monje’ye alenen “çevirme” yaptığı pozisyondaki tackle’ı, neredeyse gözümde maçın hareketi olacaktı. Çünkü bu maç kazanılacaksa takım savunması ve kompakt oyunla kazanılacaktı; o nedenle bu hamleler çok değerliydi. Zira son dakikalara kadar sahada gücünü koruyan yegâne isimlerden biri de yine Necip’ti…  Belki Fernandes gibi okları üzerine çekerek değil ama oradaki kuvvetiyle rakip orta sahayı dizginleyerek, Oğuzhan’a epey rahatlık sağladı. Tabi bunda maç boyunca fazlaca seken top toplayıp,  “süpürücü orta saha” örneğini sunan Toraman’ın da payı büyüktü. Kaptanın bu mevkisi “yan” değil, ana mevkisidir. Football Manager tabiriyle DMC yemyeşil; DC ise transparan…

Bu maç ve hatta sezonun genel olarak ilk yarısı adına gözüme çarpan en bariz eksiklik; son 20 dakikalarda Beşiktaş’ın rakiplerine yeterince “kontratak tehdidi” sunamayışıdır. Her zaman bekleyerek, faul yaparak skor korunamayabilir; özellikle de yerleşik savunmaya hücum etmeyi bilen takımlara karşı... Sahadakiler yorulunca, bench’ten de biraz Erkan Kaş dışında bu konuda bir yardım gelmiyor. Her zaman söylediğim gibi; iyi bir takımın ilk 11’den öte “ilk 14’ü” vardır, olmalıdır…
O nedenle devre arasında sadece 11’i değil, o 14’ü de şenlendirecek hamlelere bakılmalı.  11 için bir sol bek zaten elzem… Ancak hem kenar forvet, hem de dikine giden bir santrafor oynayabilecek; yeterince hıza, tekniğe ve en önemlisi “forvet koşularına” sahip bir oyuncu bulmak gerek. Bu oyuncu; formuna rağmen Holosko’yu ilk 14’ün sonraki 3’üne atabilecek kalitede olursa ne ala… Ama en kötü ihtimalle Holosko modelinde bir alternatif bulunmalı.

Sonuç olarak; Beşiktaş Samet Hoca’nın da tabiriyle “zirve takımı mı, zirveyi kovalayan takım mı?” testine çıktı bir nebze ve kazandı. Üstelik, “onsuz olmaz” gibi gözüken Fernandes’ten yoksun şekilde… Gerçi bu kez de laf, ‘Oğuzhan’sız olmaz’a devşirilebilir… Aslına bakarsak Oğuzhan da “olsun” diye alındı; Fernandes de feda, meda haykırışlarının koptuğu bir zamanda “olsun” diye kadroda tutuldu; haliyle maç kazanma yolunda onlara sarılmak doğal. Ama bunların dışında Beşiktaş, Fenerbahçe maçı sonrasında yavaş yavaş oturttuğu ve gelişim kaydettiği “temel futbol doğrularını” sahaya koyarak, takımca maç kazanıyor daha çok. Yani kısaca “Beşiktaş olmazsa, Beşiktaş maç falan kazanamaz!” cümlesini önermekteyim.

Takım, galibiyetin keyfini tesiste menemen yaparak kutlayacakmış. Nitekim ben de Madrid Derbisi’nde bana eşlik etsin diye spagetti yaptım; gerçi yazıyı yetiştirme telaşıyla erken süzüp, kuru bıraktık. Ama olsun… Bol salçalı sosla yumuşatırız, B planı mevcut… İyi pazarlar…

Orduspor 1 - 2 Beşiktaş
(H. Kabze; Toraman, Oğuzhan)