Almeida Maskeli Escude


Görünürde tek önemli eksikle sahaya çıkıyordu Beşiktaş ama aslında sadece Almeida’sız değildi; Holosko’dan da Hilbert’ten de yoksundu… Çünkü Holosko, sağ fovetteyken Holoskoydu; Hilbert de sağ bekken… Samet Aybaba, tek eksikle çıkmak varken; böyle bir seçim yapmıştı.

Bir eksiği doldururken, 11’in diğer önemli parçalarını yerinde oynatmak nerede görülmüş? Belli bir amaç için radikal hamleler güzeldir aslında, ama eldeki “diğer” öğelerle yapıldığı zaman… Mesela Dentinho’yu atabilirsin en uca, hatta sahada duran topları kullanma dışında pek varlık gösteremeyen Fernandes’i… 
Hugo yokken, kim olsa o stoperlerin kucağında kaybolacaktı; ama “sağ forvet Holosko”dan yoksun olunmayabilirdi… Şaka değil; Escude bile olurdu… Bir Almeida maskesiyle (ama Görevimiz Tehlike’de gördüklerimizden) sahaya çıksa, en azından fiziki mücadele açısından ona yakın performans sergilerdi. 

Mourinho da Huth’u atıyordu bazen ileri Chelsea’de, yoklukta olur böyle denemeler. En azından “denemektir” bunun adı, bir amaca hizmettir. “Hugo yoksa Holosko oraya geçer zaten forvetmiş, Hilbert de Almanya’da kanat manat oynamış, o da öne çıksın…” gibi sıradan, default ayarlarına biat etmektense…

Zaten Melo’nun kırmızısı, Beşiktaş’ın bu maçta galibiyete, hatta puana ne kadar uzak olduğunu kanıtladı. 10 kişi rakibe, sıfır şut… Akyüz’ün kaleye attığı şeye şut dersem, Zeki Önatlı ağabey evimi basar… 

Can sıkıcı bir yazı oluyor farkındayım, can sıktı çünkü bu maç… Mağlubiyete değil de plansız, çaresiz bir Beşiktaş görmeye dayanamıyorum. Maçtan arda kalan tek güzel şey, Beşiktaş’ın sol bekinde bir “futbolcunun” görünmesiydi… Gerçi o da bir dahaki derbide, öne çekilen bekler derneğine eklenir…
 

Derbi Öncesi: Galatasaray – Beşiktaş



Puan açısından telafisiz bir derbi olmayacak, zira oldukça değişkenli bir lig izliyoruz. Ancak Beşiktaş için sönük bir derbi daha yaşamak, özgüven açısından telafisiz sonuçlar doğurabilir. Çünkü Beşiktaş’ı ligde zirveye taşıyan şey; 3-3’lük Galatasaray maçıyla tutuşup, Trabzonspor maçının o son dakikasıyla alev alan “Beşiktaşlının takıma, takımın ise kendine inanması” durumudur aslında… 

Pazar akşamı Beşiktaş yenebilir, yenilebilir; ama kısacası “Beşiktaş gibi” oynayacağı bir maç olsun, dileğim bu. Psikolojik olarak yenilmesin, yeter yani… Örnek verecek olursam; Schuster zamanında içeride 1-3 kaybedilen Porto maçında ben yenişmiş gibi hissetmedim. Eldeki kadroyla en doğru 11 çıkmış, en doğru oyun oynanmış, herkes elinden geleni yapmıştı. Bireysel hatalar, Hulk, Falcao derken üç oldu; yapılacak bir şey yoktu… Yakın tarihten bir diğer örnek: 3-0’lık Fenerbahçe maçı. Ceza sahasına giremeden kaybetmek… 13-0 gibi gelmişti o maç bana...

Çünkü biliyorum ki bu maçta Beşiktaş kendi kendisini sindirmez ve herzamanki coşkusuyla bir oyun oynarsa; Galatasaray'a oldukça ters gelecektir. Bilhassa orta sahada...Dentinho da kadrodaymış; Alper Öcal'ın dediğine göre büyük maçları severmiş... Bence ona 11'de ihtiyaç var; sahte 9 pozisyonunda... Zira Holosko - Olcay kanatlarına dokunmamak gerek, Beşiktaş'ın hücum dengesi bozuluyor öyle durumlarda. Dentinho, tekniği ve oyun görüşüyle topu orada tutar, doğru yölendirir; patlayıcı gücü de var...
Neyse, iki yazımı paylaşarak meramımı daha geniş anlatmış olayım:

Derbi öncesi Beşiktaş analizi; Beşiktaş'ın Yıldızı: PRES!

Kâğıt ve Saha Üstünde: Dentinho


Hayalimdeki Beşiktaş görüntüsünde şu var; 1.1 miyona bir oyuncu kiralayıp 9 milyon Euro’luk satın alma bedeli koyduran değil de 1 milyona aldığı bir oyuncuyu “bunu ileride 9 milyona satarım!” diyebilen bir kulüp… Zor bir şey de değil zira. 9’a gitmesin, 5’e gitsin, 3’e gitsin, hatta elde patlasın… Ama bir prensibi olsun Beşiktaş’ın transfer de o prensip de bu olsun istiyorum. Neyse, zamanla diyelim…

Bu bakımdan, Dentinho transferine kağıt üzerindeki değerlerle çok ısınamadım. Ancak bir de saha üstü gerçekleri var… İlk bakışta Beşiktaş oyun formatına “farklı” düşecek tipte bir adam gibi gözüküyor ki kilit nokta da tam da odur. Beşiktaş’ın, savunma arkasına hücum koşuları atan kenar forvetleri vardı ama içeriye güçlü kat edecek bir winger’ı yoktu… O yüzden A planını işlemediğinde, B planının tuşu sökük kalıyordu. Dentinho, o boşluğu doldurabilir…

Çok takip ettiğim bir oyuncu olduğu söylenemez ancak ne yaptığı, neler yapabileceği az çok belli oluyor. Corinthians alt yapısını severim Bobo’dan ötürü, Luce de boş adamı çekmez takımına… Onun elinde hem o sert lige uygun fizikte, hem de Dentinho yeteneğinde birçok kenar forvet mevcuttu; ıskarta kalışı bu yüzden olabilir. 

İdeal sistemde ilk 14 oyuncusu olur gibi gözüküyor, hem kontenjandan hem de Olcay ve Holosko’nun formlarından ötürü… İlerleyen dakikalarda eğer halen bir gol gerekiyorsa kanat olarak, iş kontraya dönmüşse ileri uç olarak sahaya atılabilir. Topla kat etmede oldukça iyi bir oyuncu gibi… Ayrıca ikinci forvet bölgesinde de oynayabiliyor oluşu avantaj. Orta sahada yaratıcılık eksikliği çekildiği dönemde, Almeida’nın arkasında dolanan bir trequartista görevi görebilir. Böyle bakınca; stil ve pozisyon çeşitliliği açısından Robinho’yu andırıyor…

Bir zamanlar Football Manager'da, sol forvet için özellikleri belirleyip arama yaptığında direkt çıkan adamlardan biriydi. Bunu da demeden geçemeyeceğim... Ne olup, olamayacağını artık zamanla göreceğiz. Hayırlısı olsun.

2013'ün Beşiktaş'ı


Yeni yıla Gökhan Süzen hamlesiyle giren Beşiktaş, özellikle Samet Aybaba’nın “takım dengesini koruma” prensibiyle bir başka transfere yönelmeyecek gibi görünüyor. Peki, seçeneğin bol olduğu futbol piyasasında; en azından “dengeli derinlik” sağlanamaz mıydı?
Sezon başında Arsenal’den sadece 500 bin avroya transfer edilen Oğuzhan Özyakup; Beşiktaş’ın oyun tarzını da hedeflerini de oldukça olumlu yönde değiştiriyordu. Ve bu durum pek beklenen bir şey değildi, en azından bu senelik… Aynı şekilde artık her transfer döneminde para birimi gibi anılan Holosko, kritik zamanda atacağı gollerle ortaya çıkacak ve Beşiktaş’ın bugünkü sıralamasında direkt etki sağlayacaktı.

Sadece varlığıyla bile takıma faydalı olan Almeida, müthiş bir çıkış yakalayan Necip, yürürken bile pozisyona giren Olcay, vesaire… Beşiktaş’ta birçok oyuncu zirve dönemini yaşıyordu ilk yarıda. Belki kadro kalite ve derinlik açısından üst seviyede değildi, ama birlikte hareket eden bir takım vardı karşımızda. Manuel Fernandes’in basın açıklamasında sarf ettiği şu kritik cümle, her şeyi açıklıyordu; “İyi ya da kötü takımız ama sonuç olarak takımız!”

Paris’teki Nene, evdeki Holosko…


Yapılan FEDA operasyonuyla; eldeki kadroda belki daha az isimli, daha sade oynayan ama sözleşmesindeki para miktarına nazaran, sahada olup bitene daha çok odaklanan bir oyuncu grubu kalıyordu. Herkesin birbirine saygı duyduğu, iyiyi de kötüyü de birlikte hak eden bir takım… Ve tam da bu sebeple; Samet Hoca transferde oldukça kararsız kalacaktı. Eksiklerin farkındaydı ama Paris’teki Nene’ye giderken, evdeki Holosko’dan olmak istemiyor, o havanın kaybolmasından korkuyordu.

Ancak dünya Nene’den ibaret değildi… Zira Beşiktaş’a en azından kadro derinliği katacak, bütçe ve takım dengesini sarsmayacak oyuncular bulunabilirdi, hala da bulunabilir. Zaten artık Beşiktaş, en azından bir oyun tarzına, karakterine sahip oluşuyla “doğru bir takım” olmuştur. Yazının başında bahsettiğimiz oyuncuların bu sezon çıkış yapması, daha çok o doğru takımın oluşmasıyla orantılıdır aslında…

"Beşiktaş ara transferde ne yaptı, ne yapmalıydı?" Sorusuna istinaden, Hayatım Futbol'daki yazı için:

Bir Bayram Bektaş Vardı…


Yeni bir istatistik alanı öneriyorum: Stoperlerin, Almeida’nın sırtında kalma süresi. Adamın neden kronik bel ağrısı çektiği belli… Buna rağmen yine maçın rengini değiştirdi, çok saygı duydum. O yüzden sözü Hugo’yla açasım geldi. İkinci golün asistinden ziyade -ki o topuk pasının asist olmasını, Olcay’ın müthiş şutu sağladı daha çok- ilk gol de direkt olarak Hugo’ya bağlıydı. Rastgele şişirilen topu Olcay’ın önüne bıraktı, o top korner aktarmalı olarak gol oldu. Ki o olmasa belki de tekrar Beşiktaş kalesine dönecek bir toptu… Demem o ki takım Almeida’ya alışmış. Onsuz bir oyun planını oturtmak zaman alır, alırken puanlar verilir… Tekliflerin reddedilmesini anlayabiliyorum.
Maç sonu 16’da 3 isabetli şut sayısı gözüme çarptı. 16’da 3 nedir gençler, topla yatıp kalkıyorsunuz yahu… Ki böyle sıkışan maçlarda en az duran toplar kadar önemlidir isabetli şut. “Beşiktaş en son ne zaman kilidi şöyle uzaktan atılan bir golle açtı?” diye kendime sorduğumda epey gerilere gidiyorum. Hadi Delgado’yu, Nihat’ı, Tümer’i, Quaresma'nın ilk 3 ayını geçtim de; Bayram Bektaş kadar etki yaratacak biri yok şu sıralar. Gençler hatırlamaz tabi. Pascal Nouma’nın kankası diyeyim. Pek bir numarası yoktu ama sol ayağıyla açıyı yakaladığı zaman köşeden toz alırdı... Neyse, şut meselesi aslında önemli bir eksiklik… Zira Beşiktaş cepheden bolca fırsat yakalayan bir takım, oralara iyi giriyor ama sonuç yok.

Yine elden kayıp giden bir 2 puan daha. Oluşumu şanssız olsa da yine rakibi gol atmaya çağırdı Beşiktaş. Bunun nedeni yine savunma ve orta saha arasında yeterli derecede sert savunma yapılamaması. Bu durum bir tek Toraman’ın orada oynatılmasıyla atlatılmıştı dönem dönem. Ama bir türlü kalıcı bir çözüm bulunamadı. Yine en kısa yolu, Ersan’ın düzelmesiyle birlikte Toraman’ı oraya çekmek olur gibi gözüküyor.

Holmen, Veli ile birlikte en çok koşan orta saha oldu maçta. Ama Veli daha çok sağlık koşusu yapıyor. Sabah programlarına çıkan doktorları dikkate alıyor gibi. Holmen ise o enerjisini avantaja çevirebiliyor; çok daha etkili yerlere koşu atıyor, ilk golde olduğu gibi… Yani, her an bir mukabele örneği çıkarıp; “abi dün Shevchenko dönüşü yaptın, bir hayran kazandın; şuraya imza alayım” diyip, farkında olmadan kendisini 2+1 yıl bağlayabilirim. Bedava adam, sisteme de uygun; kaçırılmamalı.

Maç Öncesi: Beşiktaş – İBB


İlginç bir maç öncesi yazısı olacak, zira iki gün önce tesislerin havasını soludum da geldim. Bir ilk olacak yani, boşa konuşmayacağım. Mesela muhtemelen 11’e Gökhan Süzen’i yazacaktım, meğer cezalıymış; kendisi söyledi. Ama oraya gitmem daimi bir durum değil, sağ olsun FourFourTwo ekibi böyle bir şeyi uygun gördü Şubat sayısı için. Artık orada ne olup bittiği, dikkatinizi çekeceğini düşündüğüm röportajlar; o sayıya kalsın…
İyi başlamak önemli… Hatta başlamak da dememek lazım, bıraktığı yerden devam etsin Beşiktaş yeterli. En azından o ilk haftalarda güven kaybına uğramamak için… Toraman’ın menüsküs olayı hiç iyi olmadı. Hem stoperde, hem de süpürücü orta saha pozisyonunda bir alternatif eksiltmek demektir bu. Ki zaten pek derinlik de yok…

Bu maçta denenecekmiş Toraman, idare ediyorsa ameliyatı uzatacaklar sanırım. Aksi taktirde minimum 1 ay yok. Muhtemelen yine stoperde olur, son maçtan çok değişiklik olmaz; Fernandes – Veli değişimi dışında. Sahi Fernandes dönüyor… Yeniden bir duran top öncesinde, ekranın önünde dolaşan birine “çekil yaaau” diyebiliriz. O yokken Boral falan geçiyordu, ben çay almaya kalkıyordum mesela… 
Almeida’yla ilgili çıkan transfer haberleri, onun aidiyet duygusunu yine zedelememiştir umarım. İhtiyaç var şu zamanda çünkü… Pas oyunu olarak tam oturaklı takım olamadı Beşiktaş, tempo sürekli yüksek ve o tempoya birlikte top da mecburen yükseliyor sıklıkla. Hugo’nun orada varlığı önemli, topun orada kalması açısından. Bu arada Batuhan’ı da gördüm, merhabalaştık. Bana gayet zayıf gibi geldi. Ne olursa olsun önemli alternatif, oraya transfer de yapılmadığına göre. Sinan için daha erken…

İBB, Bülent Korkmaz’la tekrar çıkışa geçmişti. Ama bu kez karşılarındaki Beşiktaş, kendilerine ters gelecek nitelikte. En azından daha takımca savunma yapan, pres gücüne sahip ve tempo futboluna ayak uyduran bir ekip oldu Beşiktaş. İBB kabusu doğarken, bunda Beşiktaş’ın durumu, özellikle kadro seçimleri de baş etkendi. Serdar Özkan önlibero oynamıştı mesela bir maçta, bu halde Bugsaşspor da kabus olur…

Haydi hayırlısı bakalım, iyi maçlar.Ben Ordu maçı sonrası ilk yarıyı lider kapatır demiştim Beşiktaş için de 1 hafta rötar olsun madem...
Bu arada Gökhan Süzen ile olan kısa sohbetin tamamı için tıklayınız; Yeni, yetenekli ve hedefli!

Rengimizle Isıtıyoruz!

Bu soğuk kış günlerinde, Doğu’daki Beşiktaşlı çocuğu mutlu edecek, onun içini ısıtacak bir atkıdır, bir beredir, bir eldivendir…

Bunları göndermek bizim için çok zor değil ama o çocuk için çok önemli olabilir. Bilmediği, tanımadığı birinden gelecek bir hediye onun yüzünü güldürmeye yetebilir.

Beşiktaş taraftarı olarak bu doğrultuda 19 Ocak Cumartesi günü saat 14:30’da İnönü Stadı Kartal Yuvası önünde buluşup alacağımız ürünleri kargo ile göndereceğiz.
Siirt’te, Ağrı’da, Şanlıurfa’da birçok öğretmenle temas kurulmuştur.
 
Göndereceğimiz atkılar, bereler, eldivenler onlar vasıtasıyla öğrencilerine verilecektir.
Küçük kardeşlerimizi Beşiktaş atkısıyla, beresiyle, eldiveniyle ısıtalım…

Maddi destekte bulunmak isteyenler için iletişim adresleri:

Yusuf Koç; yusufkoc3@gmail.com
Recep Özerin; rasheedrec@gmail.com
Gökhan Gürses; gokhangurses@yandex.com

Atkı, bere ve eldivenlerinizi kargo yoluyla göndermek için iletişim adresleri:
Recep Özerin; Davutpaşa Cad. No: 34 34020 Topkapı/İSTANBUL

Takımın Fernandes'i

Pirlo, penaltılara kalan 2012 Avrupa Şampiyonası çeyrek finalinde topun başındadır... O hariç, bütün İtalyanlar oldukça gergindir, çünkü avantaj İngiltere’nin elindedir… Joe Hart, o avantajın verdiği özgüvenle topun karşısında dimdik durur, bir köşe seçer ve atlar… Ancak top hala havadadır! İtalyan efsanesi, o penaltıyı golle sonuçlandırmaktan fazlasını yapmıştır. O kritik ana rağmen harika bir Panenka dokunuşuyla; arkadaşlarına özgüven aşılamakla birlikte, İngilizlere de “bu iş daha bitmedi!” mesajını vermiştir.
Ancak işin sonunda o gole sadece İngilizler içerlenmez, bir başka İtalyan efsanesi Francesco Totti de duruma birazcık hayıflanır; “Ama bizim Andrea da her şeyi kolay gösteriyor!” der…  Zira aynı sihirli penaltıyla, 2000’deki Avrupa Şampiyonası’nda topu Hollanda ağlarına bırakan Totti, o dokunuşun ne denli zor olduğunu bizzat bilmektedir; tıpkı artık İtalya’da “Panenka penaltısı!” denince, kendisinden önce Pirlo’nun hatırlanacağını bildiği gibi…

Zor olanı kolay göstermek” büyük futbolcuların kesişme noktası, her şeyi özetleyen bir deyim… Tek başına Beşiktaş’ın futbol rengini değiştiren Manuel Fernandes’te de bu var sanki. Onunla duran toplarda gol bulmak, tüm odağı kendinde toplayarak, başta Oğuzhan olmak üzere geri kalan orta sahalara özgürlük sunmak, o kadar darbeye rağmen ayakta kalmak ve dengeli pas çıkarmak; çok kolay gözüküyor. Ama öyle olmadığını, onsuz günler ispatlıyor…

Ancak her değerli eşyanın, o değerini ortaya koyacak bir vitrine ihtiyaç duyması gibi; böyle oyuncuların da kendilerini ön plana çıkarabilecek bir “takıma” ihtiyaçları vardır. Tıpkı Pirlo’nun Ancelotti’nin Milan’ına, Conte’nin Juventus’una ve Prandelli’nin İtalya’sına ihtiyacı olduğu gibi… Fernandes de bu durumun farkında ve şöyle demekte; “Her zaman iyi ve kaliteli oyuncular takımda olduğu zaman iyi bir oluşum olacak diye bir şey yok. Geçen sezon kaliteli oyuncular vardı ama iyi bir takım olamadık. Bu sezon ise iyi ya da kötüyüz gibi tartışmalar olabilir. Ama sonuç olarak saha içerisinde kolektif bir hareket olduğu zaman herkes mutlu oluyor. Bunu hep beraber hissediyoruz.”

Aslında işin sırrı da burada yatıyordu… Beşiktaş sezon başında “FEDA” derken; kontratında yazan para miktarını değil, sahaya çıkıp futbol oynamayı öncelik edinen oyuncularla yola çıkıyordu. Elde avuçta kalan, isim olarak tek parlak oyuncu Fernandes’e ise, “bu takımın yıldızı sensin!” duygusu hissettiriliyor ve karşılığı alınıyordu. Dengelenen maaşlarla birlikte, artık herkes işine odaklanıyor ve kendiliğinden oluşan bir arkadaşlık doğuyordu. Çünkü Beşiktaş, Fernandes’in açıklamalarındaki en çarpıcı ayrıntıda olduğu gibi; “iyi veya kötüydü ama evvela artık bir takımdı!”


Not:Bu yazı, ilk olarak FourFourTwo sitesinde yayınlanmıştır.

Beklemeyen Beklerden Gökhan Süzen


İsmail Köybaşı’nın tekrar sakatlanması, en az Beşiktaş’ın 2013 hedeflerini bozması kadar, müthiş bir çıkış yakalayan oyuncunun kariyer sektesine uğraması açısından da fazlasıyla trajik olmuştu. Ne kadar eleştirilse eleştirilsin, çok değerli bir oyuncuydu İsmail… Onun ofansif katkıları sadece top sürme ya da orta yapmakla sınırlı değildi. Hücum presinde en başarılı oyuncularından biri olmasıyla birlikte, orta sahanın içlerine kadar gelerek yarattığı pas opsiyonları; Beşiktaş’ın daha rahat topa sahip olmasını, atakları olgunlaştırmasını sağlıyordu. Her şeyden öte, savunma açısından da çok gelişmiş; Stoke City’nin hücumlarında bile ters kademelerde aman vermiyordu.
Gökhan Süzen, belki savunma açısından Beşiktaş’a level atlatacak kadar sağlam bir full-back değil. Ancak taktik savunma zekâsı, kesinlikle Uğur Boral’ın çok ötesinde. Ayrıca, piyasada Gökhan Süzen’in sağlayacağı etkiden fazlasını verecek bir yerli bek de yoktu. O açıdan, Beşiktaş en büyük açığını olabilecek en iyi şekilde kapattı diyebiliriz. Gökhan, sol bekteki varlığıyla mevcut sistemi daha işlevli hale getirecektir.


Gökhan Süzen'in Beşiktaş'a katabileceklerini, FourFourTwo'ya yazdım. Buyrunuz;


Beşiktaş'ın Gençleri

Sezon başında taraftarına yeterince umut vaat etmeyen Beşiktaş, gün geçtikçe kazanan takım oluyor, kazandıkça da o saklı umutları avuç avuç etrafına saçıyordu! Teknik Direktör Samet Aybaba, bir taraftan elindeki genç ve arzulu takımı için transfer çalışmalarını yürütürken, diğer taraftan alt yapı oyuncularına kapılarını açmayı ihmal etmedi. Onlardan kimileri daha önce A Takım deneyimini tatmışken, kimileri içinse bu bir ilk oluyordu.

Furkan Yaman, Ömer Arslan, Mertcan Aktaş, Muhammed Demirci, Hasan Türk... 2013 yılında Beşiktaş'ın gençleri arasından en çok şansı olan, daha doğrusu o şansı en çok hak eden gençleri FourFourTwo'da yazdım, buyrunuz;





2000 ve 13


Daum’un “Nihat’ı satan, şampiyonluğu da satar!” sözünün üzerinden 13 yıl geçmiş. Hakikaten öyle de olmuştu ama… Beşiktaş devre arasına kadar ligin en iyi hücum eden takımlarından biri olmasına rağmen, Nihat’ın gidişiyle birlikte Stavrum’un ayağına bakan bir takıma dönüşmüştü. Her zaman İlhan, Tümer’le yürümüyordu tabi işler… Bir önceki yıl saçılan paralar, Nihat’a mal olmuştu. 5 milyon Dolar pek de hayat kurtaran bir para değildi zira…

Ne kadar da benziyor bu senenin Beşiktaş’ına... Takım da benziyordu. Bir Kocaelispor maçı vardı mesela, 4-2 kazanmıştı Beşiktaş. Kjaer alıyordu, forvetler bir fazlasını atmaya çalışıyordu. İbrahim Üzülmez hayatının ortasını yapmıştı İlhan Mansız’a. Acayip bir maçtı… 2-0 öndeyken Ronaldo’nun boş kaleye kaçırıp, 2-2’ye gelen Galatasaray derbisi de o yıldaydı. O huydan da benzerlikler söz konusu…
O günkü Nihat, bugünün tabiriyle tam bir kenar forvetti. Holosko’ydu yani… Zaten bir takım santraforu dışında başka oyunculardan da gol katkısı alıyorsa; kendiliğinden şampiyonluğa oynar bu ligde. Olcay ve Holosko, Beşiktaş’ı zirvede tutan etkenler. Ama yetmez… O gün Nihat’ın varlığı diğer devre için ne kadar önemliyse; bugün de bir kenar forvet alternatifi bulmak Beşiktaş için o kadar değerli

Adres vereyim; yabancı istenmiyorsa Ahmet İlhan Özek ve Ömer Şişmanoğlu; tam da Beşiktaş sistemi için üretilmiş kenar forvet modelleri… Yabancı olacaksa da, blogda profil yazıları bulunan Erik Huseklepp ve Riccardo Saponara… Özellikle Saponara, Beşiktaş için “parlamamış genç yıldızı kap, daha fazlasına sat!” fırsatı olabilecek bir yetenek…  Uzun zamandır o tip bir transfere atılmıyor Beşiktaş. En son 2006’nın Ocak’ında gelmişti genç bir yetenek, 13 numarayı sırtına geçirmişti. Tutmuştu da… Güzel çocuktu: Bobo!

“Yıl olmuş 2013, hala sol bekte Uğur Boral!” dememek için az biraz taktik savunma bilen, ayağı düzgün yerli bir bek bulmak gerek. Gökhan Süzen’i sol iç halindeyken çok beğenmiştim, sanki her şeye rağmen bek bölgesini de kaldırır gibi. Son günlerde adı geçen Erciyesli Emre Öztürk; fizik olarak tam bir full-back görüntüsüne sahip. Gözümün önüne Atalantalı Federico Peluso’yu getirdi, forma renginin de etkisi vardır elbet… 

Bir de Hasan Türk’ün bekte denenme ihtimali doğmuş. Hafif Alex Ferguson esintileri bunlar… O da defansif orta sahalarını beklerde gezdirmeyi sever. Fena fikir değil, oturacağına oynasın. Madem “net oynar” denilecek yerli bir bek bulunamıyor. Sağda Hilbert, solda Hasan; ortada da savunma arasına giren Toraman… Sistem ister istemez 4-1-4-1'den, İtalyan 3-6-1’ine döneceğe benzer… 
Madem öyle, o en uçtaki 1 de İtalyan olsun. Hugo Almeida’yı bu sezon hiç olmadığı kadar seviyorum. Çok katkısı var, ekstra işler de yapıyor… Ama asli görevinden uzakta, ki bu durum onun oyun karakterinden ileri geliyor. Öyle bir oyuncu yani… Şöyle ki; savunma arasına koşu yapmayı pek sevmez. Ön direk yakınlarında mayın olduğunu sanır, vesaire… Bu kadar ceza sahası içini zorlayan, Oğuzhan – Fernandes gibi orta sahalara sahip, kalabalık şekilde içeriye giren takımın net bir golcüsü olsa; çok şey değişir. Sergio Floccari var mesela, Klose’nin arkasında kaldı. Net golcü tarifi, sırtı dönük de oynar, yüzü dönük de…

Beşiktaş ikinci yarıda da bol bol koşu maçları oynayacaksa -ki öyle görünüyor- orta sahaya da derinlik katacak birileri bulunsa fena olmaz. Sene sonu sözleşmesi bitecek olan Samuel Holmen için orta yol bulunabilir sanki. Holmen, ceza sahası koşularını da çok seven bir oyuncu olmasıyla; tam da Beşiktaş 4-1-4-1'ine yatkın bir isim.

Ne zaman 2000 oldu da, ne zaman üzerine 13 yıl daha eklendi. Şimdi gidip gelecekten bahseden bir bilim-kurgu filmi izlesem, altta “2013” yazsa; yadırgamam. Çok saçma yıllara adım attık, hakkımızda hayırlısı. 2013 he… Neyse, iyi seneler! Bu yıl da bol bol Beşiktaş ve futbol konuşmak dileğiyle.