Mateo Kovacic’siz Milano Derbisi


El Clasico’dan sonra üstünden iki gün geçmiş maçı yazmak bir tuhaf elbet. Ama bugün şunu iyice anladım ki Avrupa futbolunda gerçek manada derbi havası bir tek İtalya’da kalmış. Futbol kalitesinden falan bağımsız… Tutku, heyecan, gerilim olarak insanı içine çekiyor İtalya’nın derbileri… Inter – Milan maçını  izleyen olduysa, ne dediğimi anlayacaktır.

O derbi havası ülkemizde de pek kalmadı. Gittikçe sönüyordu, deplasman seyircisi yasaklanınca iyice dibe vurdu. Çoğunluğun sesini bastırmaya çalışacak, kaybettiğinde ev sahibi taraftarlarının kızdıracağı, deplasmanda golünü atan futbolcunun koşacağı bir tribün yokken, sunulan şeye derbi demek pek olmuyor sanki...
Olayın Mateo Kovacic kısmına geleyim. Football Manager falan potansiyel yapıyordu bu elemanı, ancak ondan öte pek fikrim yoktu hakkında. Giuseppe Meazza’daki Cluj maçında, o 15 milyon Euro’nun boşuna verilmediğini kanıtlamıştı. Xavi, Scholes, Pirlo furyasından… Orta sahanın derinlerinde gezip, kısa veya uzun “ince” paslarla oyunun ufkunu açanlardan! Çok büyük kumaşa sahip, bugününden belli…

Ama derbide kesik yemişti, daha bir mücadeleci ve tecrübeli adam Gargano sahadaydı. Inter, orta sahada güvenli ve risksiz şekilde “ezildi”, iki top yapılamadı… Oğuzhansız Beşiktaş’ı hatırlatıyordu yani… Sahi, bu senenin en büyük farkı Oğuzhan; hiçbir derbide 11 başlamadı değil mi? Toplamda sadece 1 puan alınan derbilerde…

Peki, Inter nasıl oldu da 1-1’e getirdi ve bitirdi maçı? Kalecisi ve oyuna sonradan giren “kenar forveti”  Schelotto sayesinde… Böyle maçlarda sürpriz bir ceza sahası koşusunun ne denli önemli olduğunu kanıtladı Schelotto… Gol atmaya mecali yoktu Inter’in oysa…

Hafta sonunda bu kez Oğuzhan aransa da bulunamayacak belki, sakatlığından dolayı. Ama Schelotto’su yine sahada: Holosko… Zaten o tek puan da Holosko sayesinde gelmişti biraz... Yanlış anlaşılmasın, derdim karamsarlık değil. Adı, sanı, yaşı ne olursa olsun; önce iyi olan oynasın şu sahalarda, sonrası mühim değil.



Lazım Şeyler: Olcay ve Emre Özkan


Her zamanki bol ketçap, mayonezli galibiyet makarnasını (canınız çeksin de şu saatte atıştıran bir ben olmayayım) götürürken, aklıma maçtan bazı sahneler düştü. Evvela gol… “Koşuyu ödüllendirme” diye bir olay vardır, orada Olcay’ın yaptığı şey oydu. Topu oraya kadar getirip, verdikten sonra “durmayan” Hilbert’i ödüllendirdi…

Güzel bir sahneydi. Zaten o sahnelerden her maçta 7-8 adet sunan takım, bazı şeyleri aşmış demektir. Papila sürecine kadar işleyen 100. yıl takımı öyleydi mesela, hatta sonrasında da öyleydi. Diyarbakır maçında Sergen’in sayılmayan bir golünü hatırladım. O maçta acilen gol aranmasına rağmen top bir kere bile şişirilmemişti. Israrla ayağa oynanmış, gol de nefis bir üçgen sonrası gelmişti; haksızca iptal olmuştu. Sergen’in kaleci üzerinden bırakışı muazzamdı, hatırlayan not düşsün yorum alanına… Dertleşelim…

Olcay’ın asistten önce Niang’a attığı bir pas vardı aslında, minareden düşen topu müthiş önüne indirmiş, hatta topun oraya düşeceğini tahmin etmişti. Güzel adam… Aslında herkes koşu anlamında Olcay olsa, bu gollerden çok yaşanacak. Keza yine aynı Olcay’ın büyük maçlarda silinmesi de aynı sebepten. Olcay “al, ver, vur” adamı… Etrafında futbol zekasına sahip, sürekli koşu yapan, hızlı oynayan hücumcular ister; bulamayınca silinir. Bu hafta sonu da Fenerbahçe karşısında rakip kaleyi tek düşünen adam o olursa, yine silik kalır. Ama umuyorum bu kez olmayacaktır…

Emre Özkan’ın futbolculuğundan bahsetmeyeceğim. Kale arkasında “çabuk oyna lan” babında bir çıkışı oldu rakip kaleciye. Benim hoşuma gitti… Oyuna girer girmez de sert daldı bir pozisyonda. Uğur Kavuk’un yaptığı gibi lokal anestezi değildi tabi, topla karışık sert dalış; Gattuso’msu…

Böyle rahatsız adamlar lazım takımda. İlk 11’in 11’i de böyle olmaz, ama 3-4 tane lazım… Öyle olsaydı, bu kadar puan gitmezdi mesela. Takım sinmezdi çünkü kolay kolay. Bir omuzdu, yerden müdahaleyle adamı uçurmaydı derken; tribün de hareketlenirdi takım da. Zaten tipten de İtalyanlara benziyor… Emre’ye 11 yolu açılsın demiyorum ama takım kurarken buna da dikkat etmek lazım sanki. Metin – Ali Feyyaz’ın Takoz Recep’i;  İlhan – Sergen – Pancu’nun Tayfur’u, Yasin’i, Zago’su vardı; unutmamak gerek…

Tek golle kazanmak


Uğur Kavuk’un, Veli’nin kalçası üzerinde ayakkabı numarasını çıkartma denemesi elbette maçın kırılma anı oldu. Hatta onun öncesindeki McGregor’un kurtarışları, özellikle röveşatayla çok ters yere giden o topu çıkarışı… Ancak maçı Beşiktaş’a en baştan getiren etken; Elazığ karşısında tekrar bulunan “Toramanlı orta saha” doğrusu oluyordu.
Toraman’ın orada orta sahaya kazandırdığı sertlik, Veli’ye sunduğu rahatlık bir kenara, “Toramansız savunmanın” rakibi nispeten daha çok önde karşılaması; hem takımı daha bütün hale getiriyor, hem de rakiplerin yüzünü Beşiktaş kalesine rahat dönmemesini sağlıyor. Bir bakıma o “şanssız gollere” davetiye çıkarılmıyor…

Kendisine çoğunlukla uzun top atılmasına, fizik olarak da pek hazır olmamasına rağmen Niang, sırtı dönük oyunuyla takıma ciddi katkılar sağladı. Vücuduna atılan toplar yapışıyor, sonra da en doğru yere servis yapılıyor… Oğuzhan’ın takıma dönmesiyle birlikte; solda Olcay ve Niang’ın da katılacağı lezzetli üçgenler çok olası…

Bugün Beşiktaş’tan çok üretken değil ama oldukça dengeli bir oyun izledik. Ortada geçen maçta, galibiyete de bir şekilde yakın kaldılar. Böylesi maçların kilidini, sürpriz bir hücum katkısı kırmıştır her zaman. Bunu yapan Hilbert, maçın görünür kahramanlarından biri oldu; maç boyunca hücumda “her an bir şey yapabilir!” hissini veren Olcay ve McGregor’la birlikte. Toraman ve Veli ise “çaktırmadan” maçı getiren oyuncular…

Beşiktaş 48 golle ligin en golcü takımı. Ama o gollerden 18’i, üç puan için yeterli olmamış… O nedenle –özellikle de sonlara yaklaşılırken- “bir atıp, kazanabilmek” daha önemli bir özellik haline geliyor. Bugün Beşiktaş bunu yaptı ve Fenerbahçe derbisini çok daha anlamlı hale getirdi.

FourFourTwo.com.tr

Zıt Kutupların Kapışması

Her iki takım da ligdeki konumları sebebiyle Şampiyonlar Ligi’ne her zamankinden daha fazla odaklanmış durumda. zirvede fazla yalnız kaldığından, ise fazla uzaklaştığından…
Futbolseverler olarak şöyle hafızalarımıza “unutulmaz maçlar” yazıp, arama yaptığımızda; karşımıza mutlaka bir tarafın “hattı müdafaa yoktur, sattı müdafaa vardır!” dediği, diğer tarafın ise gol için Amerikan başkanı dâhil herkesi devreye soktuğu o kapışmalar gelir. Zıt kutupların dayanılmaz çekiciliği, galiba futbol için de gayet geçerli bir olgudur. Barcelona – Milan karşılaşması da bize öyle maçlar vaat ediyor. Aslında elimizde bazı referanslar da var; Thiago Silva ve Nesta’nın, Camp Nou’da Barça hücumlarına karşı set çektiği o 2-2’lik maç gibi…

Evet, set çekilmesine rağmen araya iki gol sızdıran bir takım söz konusuydu. Üstelik o takım artık gole eskisinden de hızlı gidebiliyor. Ayrıca bu kez karşılarında Silva-Nesta gibi, alanı parselleyen bir tandemden ziyade, daha çok atletik özellikleriyle ön plana çıkan stoperler olacak. Bu durumun Barcelona için artıya mı yoksa eksiye mi dönüşeceğini maçta göreceğiz. Ancak Milan adına şurası kesin ki; aslında “ölümüne savunmayı” sahadaki oyunculardan çok, San Siro’nun o büyülü atmosferi yapacaktır

Hayatım Futbol 69. sayısından Milan - Barcelona bakışına iki taraftan önbakış;

Oğuzhansız Plan

Toraman cezalı, üzerine Oğuzhan üç hafta sakat… Söylenenlere göre Necip de yarın oynayacak durumda değilmiş. Federico Giunti’nin de MR sonucu bekleniyormuş. Miroslav Karhan’ın da baldırda ödem oluşmuş. Şaka değil, sahiden işin eski topçulara uzama ihtimali var gibi. Spor haberlerini okumaya çekinir oldum.
Neyse. Oğuzhansız günlerde Beşiktaş’ın puan ortalamasının yarı yarıya düşmesi bir yana, ciddi şekilde oyun lezzetini de kaybediyor. “Beşiktaş her an gol atabilir” ile “Beşiktaş her an yiyebilir” gibi bir his farkı var, onunla ve onsuz maçlarda… Hadi bu maçı atlattın, sonrasında Sivas deplasmanı ve Fenerbahçe derbisi var.
O nedenle yarın “günü” değil de Beşiktaş’ın önünü daha umutlu gösterecek bir çözüm bulunmalı. Bununda yolu, tıpkı Oğuzhan gibi edinilmiş yeteneklere sahip bir başka oyuncuya yönelmekten geçer: Muhammed Demirci.

Topla olan yeteneklerini geçtim, Oğuzhansız günlerde onun oyun zekasına, çevre kontrolüne ve “topsuz kararlarına” çok ihtiyaç olacak. Zira en uçta Niang var, Almeida değil… Niang, daha kontrollü hücum eden, ayağa oynamayı beceren takımların içersinde Niang olur. Ki bunun ilk sinyallerini de vermişti.
İşte Muhammed –o ilk süre aldığı Samsun maçında bile gösterdiği üzere- Fernandes’in etrafında yaratacağı pas opsiyonlarıyla, oyunu açmasıyla ve hatta hücuma derin pas olarak aktarmasıyla, maçın kilidini direkt veya dolaylı yoldan kırabilecektir. 
Şu sıralar ne durumda olduğunu anlatmaya gerek yok sanıyorum, bir altta A2 derbisinde neler yaptığı mevcut. Tabi aynı etkiyi Süper Lig düzeyinde göstermeye de bilir ama olabilir de… Denemeden göremeyiz. Her zaman üzerinde durduğumuz gibi; böyle oyuncular genç ağırlıklı, savruk takımlar içersinde değil; ideal takımın tek çileği olarak (başka tanım bulamadım) sahaya atıldığı vakit bir şeyleri değiştirebilir, göze batabilir.
Velhasıl, yarın Beşiktaş Oğuzansız’dır ama “Muhammedli” olabilir! Tam zamanıdır…

O Artık Büyüdü!

Oldukça düşük tempoda, takımların az adamla hücum ettiği ve bolca uzun topa başvurulan bir maç oluyordu ‘gençlerin derbisi’. Hatta maçı 3-1 kaybedecek olan Galatasaray, daha derli toplu bir görüntü veriyordu aslında. Tek paslarla güzel hücum aksiyonları sunuyor, takım savunmasını da gayet başarılı uyguluyordu. Ancak Beşiktaş’ın elinde tüm dengeleri bozacak bir silahı vardı: Muhammed Demirci!
Muhammed, oyuna bakışıyla, tekniğiyle çok farklı bir frekanstaydı. Çok büyük bir kalite koyuyordu sahaya… Aslında o A Takım için aranan “koşu kalitesinden” çok daha değerli bir kaliteydi bu. Nadir bulunan, Türk futboluna otuz, kırk senede bir gelen cinstendi…

Attığı frikik golü ve uzaklardan ayağının üstüyle köşeyi bulması ayrı maharet. Ancak bir pozisyonda Hasan Türk’ün önüne topukla bıraktığı pas, Muhammed’i asıl farklı kılan etkendi: Oyunun iki, üç perde sonrasını görebilmek ve uygulamak…

O yüzden, artık “büyümüş” ve çok da düzgün bir karaktere bürünmüş olan Muhammed’in farkına varmalı… Bu çocuk, Fernandes’in yerine oyuna girmesine rağmen 20 dakikada sadece bir pas yapan Dentinho’lardan daha çok formayı hak ediyordu, hala daha öyle… 60 metrede oynanan futbolda elbette orta saha için o koşu kalitesi yeterli olmayabilir, ancak kanat bölgelerinde şimdiden rakipler için oldukça “ters işler” çıkabilir Muhammed…

Bir gün Beşiktaş daha ne yaptığını bilen ve yakın oynayan bir takım olursa, orta saha için de aradığı o oyun kurucusunu, hatta “senaristini” yine aynı isimle bulmuş olacaktır… 

12 Şubat 2013 - FourFourTwo.com.tr

Toraman Ortaya Geçince

Veli’nin ara pasını “David Villa” dokunuşuyla bitiren Holosko, tabelada Beşiktaş’a eşitliği sağlıyordu. Ancak o eşitlik, zaten 6 dakika önce gelmişti aslında… Escude’nin oyuna girişi ve Toraman’ın orta sahaya çekilmesiyle birlikte. Çünkü Escude’yle Beşiktaş hem o çizgi savunmayı daha başarılı icra ediyor, hem de kısalan o takım mesafesine “orta saha Toraman’ı” ekleyerek, dönen topları daha sık alıyordu.

“Sinan oyunu istediğimiz gibi tutamadı, aslında 17. dakikada çıkarmayı düşündüm.” Bu sözler, Samet Aybaba’ya ait. Aslında haklılık payı vardı hocanın, zira Sinan sahiden de o kopuk takıma zaman kazandıracak topları tutamamıştı. Ama büyük resim “Sinan’ın çıkmasıyla” değil, “Toraman’ın orta sahaya geçmesiyle” değişti. Eğer Samet Hoca bugünü “Sinan’ın çıkmasına” yorarsa, sadece “bugünü” kurtarmış olacaktır…

Kısalan takım mesafesi, orta sahada konan direnç ve geri kaçmayan bir savunmayla önde baskı; Beşiktaş’a tekrar yeni bir ivme kazandıracak faktörler, bunlardır. Böylelikle Beşiktaş kapacağı ters toplarla, hızlıca rakip kaleye inebilir, olası karşı atakları “tazelenmiş hücumlara” çevirebilir… Hiç de öyle Almeida veya genç yaverine top şişirmeye gerek duymadan…


Öyle bir takım yapısında, bugün sadece nefes alışıyla bile fark yaratan Niang da daha etkili kullanılacaktır. Niang Usta, ister orta sahada yakın olsun, ister kaleye… Dengeli ve mümkün mertebe yerden hücum ettikten sonra onunla buluşan toplar, en uygun adrese gidecektir zira. Bunun için, bugün Hilbert’in yaptığı gibi “usta, bir pas çek!” diyerek koşu atan oyuncuların olması, yeterli olacaktır. Tabi balta gibi inen tekmelerin izin verdiği ölçüde…

Elazığspor 1 - 3 Beşiktaş


9.Şubat.2013 FourFourTwo.com.tr

Almeida'sızlık Yolu

“Neyse ki rakipler de puan kaybetti”… Beşiktaşlı kaç haftadır bu sözü söylüyor, artık sayamıyoruz. Haftaya bir yenisi daha gelir mi? Bilemiyoruz… Zira sistemin kilit adamlarından Hugo Almeida, daha uzun bir süre sahalardan uzak kalacak. Sinan Kurumuş’un da o kaçırdığı goller, rol olarak Almeida’yı aratmayışını gölgeleyecek gibi. Samet Aybaba’nın onu 11’e yazma ihtimali artık çok düşük. Bu halde geriye tek ihtimal kalıyor: Mamadou Niang!

Ancak sistemi olduğu gibi bırakıp, Niang’a Almeida rolü vermek; Yao Ming’i hobbit kılığına sokmak gibi bir şey olur… Niang’ı daha ilk maçında stoper enkazı altında bulmamak için, Beşiktaş’ın artık farklı bir oyun oynaması; tekrardan Oğuzhan Özyakup gibi orta sahaların parlayacağı; savunma – santrafor mesafesini kısa tutan ve iyi top dolaştıran bir takıma dönüş yapması gerek…

FourFourTwo'ya düşülen Almeida'sız izlenecek bir yol haritası; "O formayı çıkartma Niang!"

Mauro Icardi

 Mauro Icardi, 1993 Şubat’ında Arjantin’in Rosario şehrinde dünyaya geliyordu; tıpkı büyük devrimci Ernesto Che Guevara ve Lionel Messi gibi… Farklı bir çocuktu Mauro. Ama korku-gerilim filmlerinde sürekli dehşet resimleri çizen sevimsiz tiplerden değildi, onun farkı başkaydı. Neredeyse yürümeyi yeni öğrenmişken, futbol topuyla olan yeteneğini belli ediyordu. Club Infantil Sarratea’da bir sezonda tam 58 gol attığında henüz 6 yaşını bile doldurmamıştı!

Ekonomik kriz Arjantin’i vurduğunda ailesi şansını artık başka ülkede arayacak, Mauro’nun yolu da tıpkı Messi’de olduğu gibi İspanya’ya düşecekti. Fakat Icardi, futbol topu ve gollerinden ayrı kalmayacaktı. Zira Kanarya Adaları takımlarından Deportiva Vecindario’nun altyapısına giren Icardi, burada çeşitli yaş kategorinde yaklaşık 500 gol atıyordu…

Onu Messi’ye sordular!

O yaşta bir çocuk için olağanüstü bir durumdu bu ve pekâlâ dev kulüpleri harekete geçirecekti. Espanyol’undan Real Madrid’ine kadar birçok İspanyol kulübün dışında; diğer ülke takımları da gözlemcilerini Icardi için gönderiyordu. Ancak bir dönemler Barça altyapısında görev yapan, Liverpool’un genç takım hocası Rodolfo Borrell işin daha kolayına kaçıyor; onu eski öğrencisi Lionel Messi’ye soruyordu. Ne de olsa hemşerisiydi.

Hayatım Futbol 67. Sayısından: Gol Devrimcisi: Mauro Icardi

Büyük Oyuncu Mayası


İnönü’de maçlardan önce Carnaval de Paris’in çaldığı dönemlerdi, çok da severdim o parçayı. Daha sonra nefis bir tezahürata uyarlanmıştı zaten… Toshack’la başlanan bir sezondu, baya da iyi başlanan… Ta ki Ali Uluyol’un halüsinasyon görerek iki Beşiktaşlı’yı oyundan attığı ve sonra bir taraftardan zılgıtı yediği Gaziantep maçına kadar.

Uzatmayalım… İşlerin kötü gitmeye başladığı, Toshack’ın Real Madrid’e kaçtığı (ki adamların ne durumda olduğunu siz düşünün) ve Fuat Yaman’la devam edilen bir sezon olacaktı. Daha doğrusu “kötü gidiyor” gibi gözükecek ama Feldkamp’ın 10 maçlığına göreve gelmesiyle Beşiktaş yine de şampiyonluğa oynayacaktı! Kadro kalitesi ve derinliği, Galatasaray’ın çok gerisindeydi oysa. Ama yine de şampiyon olabilirdi, Samsunspor maçında Ercan’ın çizgiden elle çıkarttığı topa penaltı verilseydi…
O maçta Beşiktaşlı oyuncuların, rakip kaleye hücum etmekten çamurlaşmış formalarını hatırlıyorum… Belki hepsi yetenekli değildi ama çoğunda “büyük oyuncu mayası” vardı, o sebeple yine de şampiyonluğa oynamıştı o takım. Şifo Mehmet’i vardı zaten en başta…

Yine o maçta Samsun’da sonradan giren bir genç vardı: İlhan Mansız. Rüzgardan uçuşuyordu, çok güçsüzdü ama sürekli arayış içindeydi. Pres yapıyor, sırtı dönük top almaya çalışıyor, topu verdikten sonra bir daha hareketleniyordu vesaire… Kendi yarı sahasına gömülen takımına zaman kazandırmak için çabalıyordu en azından. Yeteneğini bilemezdik ama sanki onda da büyük oyuncu mayası vardı, biraz güçlenirse çok başka bir oyuncu olabilirdi...
Şimdi hikâyede günümüze dönüp, dünkü maçın kasetini takalım… 2 Ağustos 1994 doğumlu bir çocuk, şöyle ki Roberto Baggio o efsane penaltıyı kaçırdığında daha doğmamış bile… Beşiktaş’ta alınabilecek en ağır görevi üstlenerek oyuna giriyor: Almeida’nın hedef santrafor rolü. Zira takım, ileride Hugo’nun değil 18 yaşında, ilk kez Süper Lig maçına çıkan bir çocuk olduğunu umursamadan top şişirmeye devam ediyor.

O çocuk, yani Sinan Kurumuş; o şişen topların çoğunu karşılıyordu. Hatta imkansız bir topu çevirip, neredeyse asist de yapıyordu (dışarıdan çevrildi diye kesilen pozisyon). En önemlisi, sahada sürekli arayış içinde olacaktı. Gol de kaçıracaktı Sinan, o sebeple ilk kez sahne aldığı İnönü’de ufaktan homurdanmalar, uğultular yükselecekti. Ama ona rağmen yine hep oyunun içindeydi…

Fernandes’in yerine girmesine rağmen, süre aldığı 20 dakika boyunca sadece 1 pas yapan, Corinthians, Shaktar görmüş Dentinho bile saklanacak ama Sinan, takımın “savunmacılar – hücumcular” olarak bölündüğü zamanda yine top almaktan kaçınmayacaktı. Çünkü galiba onda da “büyük oyuncu mayası” vardı! Büyük oyuncu "yeteneğinin" olup olmadığını, zaman gösterecekti...

Sinan Kurumuş, belki ileride o eksiklerini giderip büyük oyuncu olacak belki de ondan hiçbir şey çıkmayacak… Ama mesele şu ki; böyle bir performanstan sonra sadece kaçırdığı gollere takılıp, bu çocuğun ne taraftar ne de hocası tarafından sahiplenilmemesi… Evet, belki kaçırdığı golleri içeriye atacak 750 futbolcu vardır memlekette. Ama onların 740’ı, dün akşam yaşanan atmosferde topa dokunamadan maçı noktalayabilirdi…
Derdim Sinan Kurumuş değil aslında, onun özelinde toplum olarak genç oyunculara bakış açısı. Ortaya koyulan özgüvenin ödüllendirilememesi, hatta yerin dibine sokulması… Bu mantıkla FEDA da boş, “geleceğin Beşiktaş’ı” söylemleri de… O yüzden, bir genç oyuncu yakalamak için 50 senede bir gelen Sergen’i bekleyeceğiz, çünkü ancak öyleleri daha ilk maçından “bu da kim?” dedirtecektir… Ve yine o yüzden, Dentinho gibi 20 dakikada iki kez top alan yabancılar “sırf alternatif olsun diye” milyon Euro’larla kiralanmaya devam edilecek.

Cuma gecesi Sinan’a gösterilen tutum; 2-2’yi de hoca tartışmalarını da anlamsız kılıyordu, başka hiçbir şeyi dert edemedim…

Saklambaç

3-1’lik Dinamo Kiev maçı, Nouma’nın efsane golünden hemen öncesi. Bir pozisyon yaşanıyordu, kahraman yine Nouma… “Bu nasıl orta?” denilen bir topta öylesine sıçrıyor ki geriye doğru, neredeyse yere paraşütle inecek… Sonrasında benzer bir topta Ronaldo’ya indirip, asistini yapıyordu…

Bugün yan hakemin kestiği bir pozisyon, kahraman bu kez 94 doğumlu Sinan Kurumuş. O günden beridir gördüğüm en imkânsız toptu içeriye çevrilen… Uzundu ama daha önemlisi o boyuna rağmen atletik bir oyuncu gibi göründü. Sonradan pek kazanılamayacak özelliklerdi…
Ama hareket ve karar verme zamanlamasında sorunlar vardı, şutları da cılızdı. Çalışmayla giderilecek bazı eksikleri göze çarpıyordu elbet… Ama en önemlisi, sahanın en genci olmasına rağmen en çok “arayan” adamdı! Asla saklanmıyordu toptan, orta sahaya kadar gelip inisiyatif alıyordu… Hal böyle olunca, Fernandes’in çıkışı; Ersan’ın seyirci önüne atışından itibaren sahne alan o saklambaç oyununda, sobelenen isim oluyordu Sinan…

Sinan’ı bıraksalar “olacak” belli ki zamanla… Ama bu hızlı tüketici futbol ortamında, işi çok zor… Zira zamanla o da kolaya kaçıp, saklanmaya başlayabilir. Bu sezon kimseye bonservis verilmediği kadar “kiralama” bedeli ödenen Dentinho’nun, iki maçtır yaptığı gibi.

Zira Fernandes’in yerine giren bir oyuncunun kendisini topa daha fazla göstermesi gerekirdi. Yaşanan defanslar – forvetler kopukluğunda o bağlantıyı sağlamaya “en azından” çalışmalıydı. Aksi halde, evvela kısa vadeli hedef için kiralanmış bir oyuncunun, böylesine zirveden kopma yaşatacak bir maçta “içtima sonrası arazi olan er gibi” ortadan kaybolması, bu transferi oldukça anlamsızlaştıracak bir durum olurdu, oldu da…

2 Şubat 2013 FourFourTwo.com.tr

Ustalara Yaşı Sorulmaz


Sırtı dönük oynayabiliyor, hatta dönüp kaleye kadar gidebiliyordu… Araya koşu atıyor, bulduğu pozisyonları çok yüzdeli değerlendiriyordu… Kalecilerin altından, üstünden nefis gol vuruşları yapmasının ötesinde; pek de uzun olmamasına rağmen bolca kafa golü atıyordu. Ne güzel bir adamdı bu Niang! Her eve lazımdı ama o dönem bir tek Fenerbahçe’de vardı...
Az iç geçirmemiştik onu izlerken; zira Feyyaz’ın sadece sonlarına yetişmiş, biraz Oktay’ın ağza bal çaldığı, Ailton’un selam verip gittiği, “bitirici forvete” aç bir kuşaktan gelmekteyiz. Haliyle mazimizde “ne top oynadık ama…”larla başlayan bir dolu kayıp maç bulunmakta, hatta en tazeleri bu sezondan…

Uzatmayacağım; Niang, Serdar Kurtuluş’un kan şekerini düşürdüğü o Marsilya günlerini de geçtim, Fenerbahçe’deki hallerinden birazını yanında getirsin, Beşiktaş için "ilk 2" hedefi artık eskisinden çok daha yakın olacak demektir. Duruma göre santrafor oynar, Hugo ve üçlü hücumdan vazgeçmem denirse sol forvet de oynar, böyle şeyler yapar: Bkz. Niang'ın taçtan aldığı topla rakip savunmaya nakış atışı.

Kısa vadeli ama direkt hedefe yönelik, net bir transfer. Böyle durumlarda doğum tarihinin bir önemi yok; ustalara yaşı sorulmaz zira, işini hala iyi yapıyorsa…

En iyisi onu bir de Ali Ece'den okuyun:
"Bir kolektif futbol abidesi: Niang"

Dip umut: Adı geçmişken; Serdar Kurtuluş da gelsin, biraz sağ beki yedeklesin ama daha çok kendisini Tigana zamanına geri yüklesin ve süpürücü orta sahaya yerleşsin. Zaten niye gönderildiyse...

Ayrıca;
Maç Öncesi: Beşiktaş - Karabükspor