İlk Perde: Slaven Bilic



Öncelikle bu seçimin Önder Özen tarafından yapıldığını unutmamak gerek. O nedenle Beşiktaşlı, grubun damak tadı konusundaki en iddialı insanın sipariş verdiği masadaki rahatlığı yaşayabilir. Çünkü mutlaka, aklına gelmediği ama aslında aradığı bir şeyler o masaya konacaktır…

Başarmış veya başarma potansiyeli olan teknik direktör ikileminde, “başarma potansiyeli olan” teknik direktör tercih edildi. Aslında kendisine biraz “yarı başarmış” bir teknik adam da denebilir. Zira Hırvatistan Milli Takımı’yla yaptıkları hiç de küçümsenecek ölçülerde değil. İçinde kendisinin de bulunduğu Prosinecki’li, Suker’li, Boban’lı altın jenerasyondan sonraki en iyi milli takımı yarattı. Sıfırdan, bir milli takım üzerinde sanki bir kulüp takımıymış ve uzun süredir birlikteymişçesine takım ruhu, disiplini aşıladı. Bu, o kadar da kolay bir şey değildir ve biraz fazla “yok görülen” bir yüzüdür. Ancak aynı başarıyı bir kulüp takımında gösterememiş olması; onun tek ve en kritik bilinmezli yönü.

Öğreneceği ilk Türkçe cümle: “Hadi oğlum!”
Onu yakından tanıyanlar, oyuncularıyla olan iletişiminin çok güçlü olduğunu söylerler. Hatta Rusya’da başarısız olma sebeplerinden biri de Rus futbolcuların daha bir asker kafasında, sert mizaçlı hocalarla çalışmayı yeğlemeleri olarak gösteriliyor. Türkiye’de ise durum tam tersi, burada iletişim taktikten bile önce gelir. Üç lisana sahip olmasına rağmen, gittiği yerde yerel dili öğrenmeye çalışan Bilic’in sözlükte kurcalayacağı ilk cümle belli: Hadi oğlum!.. Bunu, Bilic’in ilk artısı olarak cebe atabiliriz.
Karizması, hukuk eğitimi, dünya görüşü, müzisyenliği… Dışarıdan bakıldığında her futbolseverin taç çizgisi etrafında görmek isteyeceği bir teknik direktör görüntüsü sergilediği kesin. Ancak Bilic, işin taktiksel yönünde de oldukça iyi emareler vermişti aslında. Birazdan söylenecekler afakî kalacak tabi ki. Önce bekleyip, izleyip, irdelemek lazım… Ancak ben yine de önsezilerime dayanarak hissettiklerimi yazayım.

Bilic’in taktiksel bakışında, biraz Lucescu havası görebiliriz. “Benim sistemim budur, buna uyulacak” diyenlerden değil de eldeki oyuncu grubuyla bir sistem belirleyen modelde. Ve en önemlisi de o kadro içinde keşfe çıkması, oyuncularını daha iyi verim alacağına inandığı mevkilere kaydırması, rollerle oynaması… Bu, bir teknik direktör için kritik bir özelliktir. Hatta teknik direktörü diğer insanlardan ayıran, görülmeyenin görülmesini sağlayan, teknik direktörü teknik direktör yapan bir şey… Milli takımda Kranjcar’a, Rakitic’e, Corluca’ya, Mandzukic’e zaman zaman biçtiği farklı roller, buna işaret. 

Slaven Bilic der ki aslında “çok şey anlatır” ki…

“Beni Everton’a Howard Kendall aldı ama onun yerine gelen Walter Smith’in ne yapmaya çalıştığını asla anlayamadım. Beni stoper yerine orta sahada oynatarak daha az gol yiyeceğimizi zannetti. Ama neredeyse her maç gol yedik ve bizden güçlü olduğunu düşündüğü takımlara karşı çaresizce geriye gömülüp sürekli yenilmeye devam ettik. Futboldaki en büyük yanılgı, çok defans oyuncusu oynatınca daha az gol yiyeceğinizi ve çok hücum oyuncusu oynatınca çok gol atabileceğinizi sanmak. Halbuki asıl mesele defansif karakterli oyuncuların ofansa katkısı ve ofansif oyuncuların defansa katkısı arasında denge kurabilmek.”

Memleketimizde de sıkça rastladığımız, sadece kağıtta yazan kadro dizilişine ve mevkilere kafa yorularak sorulan bir soruya cevabı böyle olmuştu Bilic’in, Euro 2012 İspanya maçı sonrasında. Çok fazla ofansif orta saha oyuncusu oynattığı için eleştirilmişti, ancak Modric’in ortasında yine o maçta özel bir role bürünmüş Rakitic’in kale alanında vurduğu kafa içeri girmiş olsaydı; Hırvatistan o turnuvanın iki finalistiyle kapışmak zorunda kaldığı gruptan çıkmış olacaktı.

Keza Lucescu, Trabzonspor’a 5 gol atan hatta “artık biraz yavaş” telkininde bulunduğu takımıyla, 11 olarak aynı şekilde Chelsea deplasmanına çıkmıştı. Ancak bu kez roller çok daha farklıydı… Aynı isimler, aynı 11, aynı dizili ama farklı bir oyun formatı. Bazı maçlar olur, her zamanki gibi oynamazsın ama küçük detaylar, kırılma yaratır ve o maçı sana kazandırır. Bilic, sadece bu demecinden bile anlaşılacağı üzere oyuna o gözle bakan bir teknik adam olduğunu belgeliyor. 

2008’in rövanşını alırken…
Sonra yıllarda milli takımımızın en çaresiz kaldığı maçlardan biri olan, İstanbul’daki 3-0’lık Hırvatistan galibiyetinde de yine “dersini çalışmış Bilic” örneğini görmüştük. Çok fazla yetenekli orta sahaları olmasına rağmen onları merkezden çok fazla uzaklaştırmamış, sıkı bir alan savunması uygulamıştı. Bu da, başta Selçuk olmak üzere Türkiye’nin orta sahadaki hareket alanını iyice kısırlaştırmış ve tek hücum planı böylelikle bastırılmıştı. Hırvatistan ise oyunu kontrolüne almış şekilde, “ne zaman istese, o zaman golü atar” görüntüsünde bir oyun oynuyordu, kendinden emindi… Olic’i yem misali ortada gezdirerek, etrafında serbest rolde oynayan ve genellikle arka direklere koşu atan Mandzukic’le vurma planı işlemişti. Hatta, taçlarda bile pozisyon alma sıkıntısı yaşayan duran top savunması fukaralığımız da radara girmiş olacaktı ki; Corluka, her taç atışında hücumda kaymış ve gerekli tehlikeyi yaratmıştı. Rövanşında ise sanki 1-0’lık avantajla çıkıyormuşçasına aynı taktiksel disiplini yansıtması ve bunu kenarda koltuğuna hiç oturmayarak perçinlemesi de unutulmazdı.

Elbette, elinde Hırvatistan Milli Takımında olduğu kadar oyun disiplini olan ve kalite olarak belli bir seviyeyi aşmış bir oyuncu grubu olmayacak. Ama şurası kesin ki o seviyeye yükselme potansiyeli olan bir kadroyla karşılaşacak… Başarma potansiyeli olan bir hoca ve kalite potansiyeli olan, içten içe keşfedilmeyi, geliştirilmeyi bekleyen bir kadro… Beşiktaş, bugününden çok yarını için bir şeylere imza atma çabasında. Zira bugün, hala geçmiş 8 yıldaki her günün acısıyla kavruluyor. O yüzden, Önder Özen ve Slaven Bilic ikilisine her zamankinden daha fazla umut karışımlı sabır göstermek gerek. Beşiktaş, bir futbol aklıyla hareket ediyor artık ve bize gün geçtikçe futbolu konuşturmaya daha fazla özendireceğe benziyor. Bu, ilk perdesiydi… Bilic önderliğinde bizleri oyunun güzel tarafını tartışmaya itecek bir sonraki perdede görüşmek üzere.

Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol Sayı 86

Enver Cenk Şahin

cenk şahin
Tümer Metin’den sonra Zonguldak’ta yetişen bir başka özel solağın resitalini izledik Türkiye U-20 takımında… Topu ayağına alır almaz tereyağı gibi eriyip, çizgiye indiği ve Salih’e attığı müthiş pasla süslediği anla başladı o resital. Sonrasında ise savunma arkası koşularıyla, o patlayıcı süratini daha da ölümcül kullanarak iki gole imza atışı…

Uzun mesafeli paslara çok iyi hareketleniyor, o zamanlamayı çok iyi biliyor Cenk. Aynı zamanda kısa mesafede de müthiş hızlanıyor. The Prestige filminde, ikizlerin bir kapıdan inip, diğer kapıdan çıkması gibi bir numara yapıyordu sanki. Ama onun sahada bir ikizi yoktu, bizzat kendi hızıydı!


Rahatlıkla çizgiye inmesi, savunma arkasına sarkması, adam eksiltmesi pek dert değil Cenk Şahin için. Şayet, bugün olduğu gibi o ataklarını pas ve şut olarak doğru sonlandırmaya devam edecek olursa; artık ona “Robben'i andırıyorsun” dediğimizde, FFT röportajında olduğu gibi mahcup ve mütevazı gülümsemesine gerek kalmayacak. Zira bizzat o seviyeye yaklaşacaktır…

İstanbul BB, Zonguldak kaynaklarındaki en değerli elması bulmuş meğer…

FourFourTwo.com.tr

Oliver Torres ve Gerard Deulofeu

Dün akşam dünya gözüyle tiki-taka neymiş, görmüş olduk. Televizyonda olduğu kadar bir dakikadan sonra bunaltıcı gelmiyor, bilakis canlı izleyince çok daha keyifli. Pas örgüsü yapıyor çocuklar alenen, gerektiği zaman da hücum desenlerini atıyorlar. Aslında en az para birimi, dili kadar resmileşen İspanya oyun tarzından biraz kopuklar da denebilir, Gerard Deulofeu sayesinde...
Katalandan çok Arjantinli gibi, topu ayağına aldığı anda kaleye kadar eriyip gidiyor. Boş alan gördüğü zaman zaten durdurulması imkansızken, birebir yakaladığı zaman da iki taraflı çalım yeteneği; onu hem gole yakın tutuyor hem de gol paslarına. Zaten günü de 2 gol, 1 asistle bitirdi... İlk golde klasik; topu sağa çekip Del Piero plasesi... İkinci golde ise topu neredeyse dürtmeden kaleciyi çalımlayışı.

Barcelona sakini olsam, elime kağıdı kalemi alıp "umut 11'lerinde" şu üçlü forveti yazmıştım: Deulofeu - Messi - Neymar...
Bir de sahada bıraksalar tek başına tiki-taka yapacak bir çocuk vardı: Oliver Torres. Tek eksiği fizik olarak zayıf görünüşü ki bu da Atletico Madrid'deki geleceğini buhurlaştırabilir, zira Simeone'nin ilk aradığı şey fizik gücü... Ancak o eksikliğini hiç belli etmeyecek derecede topa hakim ve elbette oyuna da. Google Maps gözüyle pas atanlardan. Bunun yanı sıra sürekli oyunun içinde, hareketli ve her zaman pas vereceği ya da alacağı en uygun yerde.

Bana göre gelecekte en az Xavi düzeyinde oyuncu olacaktır, ki İspanya da farkı burada yaratıyor aslında. Şu an İspanya A Milli Takımı neyse, genç yaş milli takımlarında da aynı yetenekleri aynı oyun tarzını görebilirsiniz. Sadece isimler, yüzler ve yaşlar farklı...

Vaatler ve Fikirler

Henüz 13-14 yaşlarındayken, neredeyse ev geçindiren bir insanın aldığı maaş kadar bayram harçlığı toparlamış ve hemen hemen hepsini en fiyakalısından bir güneş gözlüğüne yatırmıştım. Muhtemelen Burak Kut’un Yaşandı Bitti’sinden gaza gelerek… Çocukluk saflığı ya da salaklığı bir tarafa, bu bana aklında bir fikri olmayan bir insana plansız gelecek paranın pek işe yaramayacağını öğütleyen bir ders olmuştu. Her ne kadar sonrasında benzer saçmalıklara devam etsem de…
Bu durum, “para babası” diye adlandırılan kulüp başkanları için de geçerliydi aslında. Ama yaz döneminde aldığımız gazetelerde “Brain Laudrup Beşiktaş’ta!” manşetlerine bakıp bakıp, bir yandan “hadi canım” çeksek de içten içe “gelse ne güzel olurdu…” hayıflanmalarını da yaşamadık değil. Bu transferler ancak Beşiktaş’ın gelirlerinin üzerinde harcama yapılarak gerçekleşebilirdi. O da, para babası bir başkanla mümkündü…
Öyle bir şeyi ancak yaşayarak öğrenebilirdik, öyle de olacaktı, oldu… Süleyman Seba’dan sonra “Beşiktaş’ı üçüncü sayfadan, birinci sayfaya taşıma” harekatıyla transfer bombardımanı başlamıştı Bilgili’nin ilk döneminde. Beşiktaş’taki tek aksiyonu Üsküdar Sahrayıcedit’e karşı hat-trick’e imza atmak olacak olan Fazlı Ulusal’a verilen bonservis, bir buçuk yıl sonra “feda” denerek İspanya’ya satılan Nihat’ın bonservisiyle hemen hemen aynı olacaktı.
Bir sonraki dönemde göreve gelecek ve 8 yıl boyunca orada kalacak olan insanla ise “paralı başkan” olayını dibine kadar yaşamış, aslında o akan paraların bizzat Beşiktaş’ın gelecekteki gelirleri olduğunu görmüş ve sonsuza kadar “şu kadar milyonla geliyoruz!” düşüncesine kapılarını kapamış bir Beşiktaşlı olarak artık kafamda netleşen şey tek şey vardı: Parasıyla akıl veren değil, Beşiktaş’ın parasını aklıyla yöneten bir başkan, başkan gibi başkandır…
Zira Beşiktaş’ın parası da var, total sayı olarak geride gibi gözükse de aktif taraftar (maçı stattan izlemeyi adet edinen) açısından rakiplerinin hiç de gerisinde kalmayacak kitlesi de var. Hatta “Feda” projesinde anlaşıldığı gibi, insanların kalbinden ve aklından geçebilecek ürünlere gayet yoğun şekilde talep gösterebilecek bir kitle… Beşiktaş’ın sadece ‘kendi parasıyla’ iyi yönetilmesine ve bu zihniyetin yarattığı borçlar nedeniyle temlik altına alınan gelirlerine geri kavuşmasına ihtiyacı var. Kaldı ki bu kulüp, tarihinin en saçma transferine, -muhtemelen- tarihinin en sağlam gelir elde ettiği yıl imza atması; birçok şeye işaret ve özet niteliğinde. (Tabata – 2009/10)
Benim ve sanıyorum ki birçok Beşiktaşlının, isim transferlerinde rakiplerinin gerisinde kalıyor diye boynu bükük olmaz. Beşiktaş’ın geçen sezon ve belki de önümüzdeki sezon Avrupa’ya gidemeyişinin nedeni, sportif başarı değildi zira… Siyasi seçime hazırlanılıyormuş gibi daha çok mevcut başkanı eleştiriye odaklı, geri kalanında ise 8 yıldır kulağımıza aşina olmuş proje desteksiz vaatlerle başa gelecek bir başkanın o boynu bükme ihtimali daha fazla gibi görünmekte…
Diyeceğim odur ki; vaatler ve fikirler kavramları birbirine çok yakın gözükseler de aslında oldukça uzaktırlar. Beşiktaş’ın önümüzdeki seçimde yarışacak başkan adayları da o iki ayrımı yaşıyorlar. Bir tarafta gerçekçilikten uzak görünen bol bol vaatlerle gelen Serdal Adalı, diğer tarafta belki her kararı, gireceği her yolu doğru olmasa da en azından Beşiktaş’ı kalıcı şekilde seviye atlatacak bir “fikrin” peşine düşen ve bu uğurdaki en kritik rolü Önder Özen gibi işi bilen bir insana bırakan Fikret Orman… Galiba bu seçimde “hayırlısı olsun” demekle birlikte rengim belli.