Öngörülemez


Dün akşam atılan ilk gol, Beşiktaş’ın tüm sırlarının sahaya dökülüşüydü. Başlangıç Oğuzhan, o yüzden güvendesiniz. Oğuzhan’ın kurguladığı atağın sonu mutlaka tünelin ışık saçan çıkışına doğru gidiyordur. Orta sahada biraz oyalandı, geriden arkadaşlarının kalabalık şekilde geldiği anda pasını çıkardı. Tam zamanında… Sonrasında asist öncesi pası atacak Fernandes’in, nadiren çabuk karar verişi… Normalde bu tip pozisyonlarda geç karar alıp, frene bastırır. Birinci ağızdan söylenene göre, bir türlü hastalığını atamadığı için uzun zamandır formsuz olan Gökhan Töre’nin nihayet hayat belirtisi verdiği ‘gol ortası’. Kalabalık şekilde hücum edildiği anda Almeida’nın ceza sahasında varlığının bile asiste dönüşmesi. Ve Olcay Şahan’ı, Olcay Şahan yapan bir bitiriş. Tek vuruşun yeterli olacağı, çabuk ve bilinçli şekilde derlenen bir atağın mükemmel sonu.

Oğuzhan Özyakup’un en büyük özelliği zaten çoğunlukla doğru karar alabilmesi ve elbette uygulaması. Ancak asıl güzelliği, bazen ortada “doğru karar” gözükmediği anda da bizzat kendi hayal gücüyle ortaya çıkardığı sürprizler. Bu da onu “öngörülemez” yapıyor. Her topu alışı ayrı bölüm, “Şimdi ne kurgulamış acaba?” diye bekliyorsun ve mutlaka da hem senin, hem de rakip için sürpriz bir şeylerle karşılaşıyorsun. Attığı golün mükemmelliği şuradan ileri geliyor, çok kolaymış gibi göründü.  Sanki üç dakika sonra topu bir daha alsa, aynısını yapacak… Şut yeteneği önemli kavram ki Beşiktaş’ta ceza sahası çizgisi dışında golle buluşma şansı en çok onda var. Yanlış hatırlamıyorsam, oyun içindeki son ceza sahası dışı golü de ondan gelmişti bir Ordu maçıyla.

Güçlü bir Gökhan Töre, Oğuzhan’a eklendiği zaman o “öngörülemezlik” hali bütün takımı sarabiliyor. Çünkü onlarla Beşiktaş, hücumda çok daha değişkenli… Ancak yine karşı tarafta “önde baskı yapmaya çalışan” bir takım olduğu gerçeği de var. Konyaspor, içeride 0-0’larla puan kaybedilen takımlarda olduğu gibi sıkı bir alan savunması yapmadı. Belki dünkü takım yine her şekilde çözüm üretebilirdi ama öyle durumlarda elde ikinci bir seçeneğin de olması gerekiyor. Mesela Almeida’nın etrafına bir ikinci forvet serpiştirilebilir… Gerekirse Ferdi kenara çekilir, ya da (evet bu önerimden sıkıldınız ama) sola atılır. Dün Ersan’a nefis bir asist yapacakken, yine soldan akmıştı…

Beşiktaş “kazanan takım” olmayı sürdürüp, zirveye oynamak istiyorsa Almeida ve Fernandes bölgelerinden en azından birinin, ekmeğini taştan çıkararak “golün oluruna bırakıldığı anlarda bile” çıkıp tabela bozması gerek. Almeida zaten genetik olarak öyle değil. O, farkına varmadan etrafına faydalı. Bu durumda bana göre ocakta, kontratını da yenileyecek gibi gözükmeyen Fernandes’le erken vedaya girişip, forvet arkasına ciddi şekilde ezber bozacak, skora katkı yapacak birini kazandırmak gerek. Batalla? Kulübüyle kanlı bıçaklı ayrılan adamlara pek ısınamıyorum. Ronaldinho? Maliyetini karşılayacak kaynak bulunursa; neden olmasın… Demo hali, 1.5 yıl damga vurdurur.

Derbi akşamında bu teknik ekibin sağlam bir analizle çıkaracağı taktiksel dokunuşlar olacaktır. Ama böyle maçlar genellikle “karakter” işi. Beşiktaş’ta sahada Oğuzhan’ın o büyük karakterli oyununa yakın takılacak birkaç isme daha ihtiyacı olacak.

Bizde Sergen Var


-Bak bak… Ama çok güzel asist değil mi bu Sergen?
-Hangi asist?
-Şu gol pasına baksana Sergencim…
-Ne var abicim burda?
-Yapma Sergen iki adamın arasından nasıl bırakıyor öyle!
-Ya ne var abicim burda ya?
***
Çok tanıdık bir diyalog değil mi? Sergen’in yorumculuğuna biraz denk gelen herkes mutlaka bir benzerleriyle karşılaşmış, “hiçbir şeyi beğenmeyen” Sergen’le tanışmıştır. Aslında ne ukalalık ne de aykırı olma hevesinden ileri gelen bir şeydi bu. Sergen için bu oyunu oynamak çok kolaydı, imkânsız diye bir şey yoktu. Övgü, söz konusu futbolsa anlamsız bir araçtı. Ne vardı ki zaten bir ara pası atmakta, çatala topu vurmakta? O defalarca ve defalarca yapmıştı! Futbol hayatına tanık olanların gözüne de kolay göstermeye başlamıştı her şeyi. Muhteşem bir oyuncuydu, ama zoru hep kolay gösteriyordu. O yüzden belki de yeterince farkında değildik. Geçenlerde Lig TV ona özel bir program yaptı ve hatırladık, tekrar farkına vardık. Başkaydı, belki de bir ülkeye yüz senede bir denk gelecek şanstı…
Özellikle fark yarattığı bir nokta vardı, daha sonra onu Alex’te de görecektik. Ona pas atıldığında, topla buluşmadan hemen önce öyle bir karar alıyor ki, o kararı almak için normal bir insanın yarım dakika düşünmesi gerekiyordu. Ama Sergen için yarım saniye bile yetmişti her seferinde. Ne zaman görmüştü kalecinin bir iki adım açıldığını, ya da önündeki defansın oyundan düşmeye hazır olduğunu?

Serpil Hamdi Tüzün, ona alt yapı dönemlerinde bir ödev veriyordu; haftada 5 ya da 10 tane gol senaryosu yazacak ve finalini kendisi yapacaktı. Sergen, o kağıda yazdığı senaryoların birçoğunu sahada yaşadı. Zaten onun için tek gerekli şey kurguydu, oyunculuğu o senaryoyu hayata geçirmek için yeterince güçlüydü. İster ayak içi, ister ayak dışı, isterse oturarak(!) bir şekilde gol atabilirdi. İstediği adama gol attırabilir ve istediği adama “tekrardan kendisine asist yapılacak şekilde” pas atabilirdi! 100. yılın finalinde, Galatasaray’a o çok arzuladığı golü atarken Tümer’e yaptığı gibi…

“Hadi canım!” diyecek olursanız, sizlere sadece küçük bir an hatırlatayım. Bir Valencia maçıydı… İnönü’nün eski ama ihtişamlı günleri. Tribünlerde hep bir ağızdan, heybetli şekilde “Haydi bastır şanlı Beşiktaş” sesleri yükselirken, sahada da bir pas sızıyordu araya. Sanki uzaktan kumandalıydı, Şifo’nun önüne geldiğinde yavaşlamaya başlamıştı! Çünkü o pası atan Sergen Yalçın’dı… (Burayı tıklayarak izleyebilirsiniz)

Bu gol, en güzel “hayalet gollerden” biri… Yan hakem ofsayt diyerek iptal etmişti çünkü, alakası da yoktu. Zaten Sergen ofsayttaki adama pas atar mıydı? Oyun zekasına, sahayı helikopter kamerasından gören bir ekran da dahildi zaten. O yüzden bu ve benzeri paslar onun standardıydı. İkiye bir yakalamışken, doğru ve zamanında pas atamama gibi bir ihtimali yoktu.
Saha dışında biraz laubali görünebilirdi. Aslında Beşiktaş’taki daha ilk günlerinde o huyunu belli etmişti. Metin, Ali, Feyyazlı efsanevi kadronun son dönemleri… Üst üste şampiyonluklar, bir de üzerine Cumhurbaşkanlığı Kupası kazanılmış halde, takım seremonidedir. Mikrofon gele gele genç Sergen’e denk gelir.

-Sergen kupayı kazandınız, duyguların neler?
-Valla abi ne bileyim, bıktık zaten kupa almaktan!

Ama saha içinde başka bir Sergen vardı her zaman. “Koşmazdı” denilen günlerde bile eli belinde gezmezdi hiçbir zaman. Yatarak müdahale yaptığında çoğunlukla topu kazanırdı. Gereksiz çalımlara girmezdi, tribünlere sevimli görünmek için aynı adamı iki kere çalımlamazdı. Topuğunu artistik olsun diye değil, “asist olsun” diye kullanırdı. Etrafını yönlendirirdi, işini hep ciddiye alırdı. Onu durduran şeyler, saha dışındaydı…

Bugünlerde teknik direktörlüğe adım atıyor Sergen. Aslında küçük bir denemeye yapmıştı Beşiktaş A2 takımında. O günlerde öğrencisi olan Cumali Bişi’yle röportaj imkânı olduğunda, hemen Sergen’in nasıl bir teknik direktör olduğunu sormuştum. “Müthiş bir hocaydı, bize de çok sahip çıkıyordu. Mesela A takım binasına girip yemek yiyemiyorduk, dışarıdan söylüyorduk hep. Bir gün gördü ‘Bu ne rezalet!’ dedi, bir iki telefon etti… O günden sonra artık yemekten bıkmıştık. Zaten onun varlığıyla sahada da kendiliğinden motive oluyorduk. Kenara bakıyorsun, Sergen’i görüyorsun abi!”

Aslında oyunculuk döneminde de formasını giydiği takımın taraftarına da bunu yaşatmıyor muydu Sergen? Mesela Beşiktaşlı için, derbiler başta olmak üzere büyük maçlara en özgüvenli bakışını attığı günler “Bizde Sergen var!” dediği günler değil miydi? Çok yetenek vardır, baskı altında ezilen. Ama Sergen’in yetenekleri o baskıyla daha da güçleniyordu. Çünkü o, aslında yıldızın da ötesinde galiba çok “başka” bir oyuncuydu…

Mustafa Demirtaş

İlk 14’ün Yıldızı

Beşiktaş’ın güçlü takım büyüsüne kapıldığı son dönem denince akla 100. yıl takımı gelir. Rekor puanla şampiyonluk, tüm derbilerin gol yemeden kazanılması vesaire… Yeterince de emare vardır elde zira. Ancak 101. yılın takımı, sezonun ilk devresinde onun da ötesine geçiyordu. Çünkü artık maçların savunma yapılarak bir iki farkla idare edilme dönemi bitmiş, “daha fazlasını atarak” maçı koparma dönemi başlamıştı. Çünkü artık Beşiktaş’ın “ilk 14’ünde” Ahmed Hassan vardı.

Ahmed Hassan, hiçbir sezonda Beşiktaş’ın ideal 11’ine yazılmadı. Ama buna rağmen 30 gol attı. Zaten attığı 30 golün, 23’ünde golü attıktan sonra tribe bağladı. Belki kendince haklıydı, ama onu ilk 11’e yazmayanlar da… Lucescu, “Ahmed çabuk oyunu seven bir oyuncu, ama biz yavaş hücum eden bir takımız.” demişti onu A planında yazmama nedeni olarak. Ama onun alelacele iş bitiriciliği, skor yakalandıktan sonra ya da acilen gol aranan dakikalarda fazlasıyla işe yarıyordu. 
Beşiktaş’ın son dönemlerde sezonun bir bölümünden sonra tutunamamasının ana faktörlerinden biri, ilk 14’ünü güçlü tutamayışıydı. Almeida’nın yedeği Sinan Kurumuş’tu mesela en son. Oysaki zirveye oynayan bir takımın, kenardan oyuna dâhil olacak üç oyuncusunun da a kalite standartlarından çok uzakta kalmaması gerekirdi. Ahmed Hassan öyle bir oyuncuydu ve bugün Kayseri’de onun varlığı hissedildi. Tabii biraz mutasyona uğramış şekilde: Michael Eneramo.

Bir kere adamın omzuna çarpan, kısa süreli hafıza kaybı yaşıyor. Ve buna rağmen çok daha hareketli, hızlı… İkinci golü hazırladı, sonuncusunu attı. Eneramo, belki biraz bükük dudaklar arasında geldi, kalite olarak Beşiktaş’ın  A planına yazılmayabilirdi ama ilk 14’ün yıldızı olabilirdi. Bugün, sanki bunu kanıtladı. Hatta bundan böyle Beşiktaş, sahaya 5 yabancıyla çıkmalı sanki. Kulübede Michael Eneramo’ya bir masa ayırmak için.

Topu bir fazla dürtmektense, daha direkt vuruşlara yönelse şuan Beşiktaş kariyerinde 10-15  gol fazlası olacağını düşündüğüm Almeida, yine de Beşiktaş’ın ilk 11’ine yazılır. Bugün de gayet iyiydi. Namına yakışır şekilde ofsayt golünün asistini yaptı, ama asıl farkı yine gol pozisyonlarının bir öncesinde yarattı. Aldığı toplar, açtığı alanlarla; Gökhan Töre’nin pozisyonunda olduğu gibi.

Beşiktaş bu akşam, üç puanın ve kesin olarak iki büyük rakibinden birine yaklaşma fırsatının dışında “özgüvenini” geri kazandı galiba. Ki buna da çok ihtiyacı var; zira Konyaspor maçından sonra ligin en iyi 5 takımı arasına rahatlıkla girebilecek üç ekiple karşılaşacak: Fenerbahçe, Sivasspor, Kasımpaşa… O dönem başlamadan, Gökhan Töre ilk 4 haftadaki halini hatırlasa hiç fena olmayacak.

Oğuzhan'la Daha Fazla Beşiktaş

Büyük oyuncu olmak demek, sahada kolay görüneni yapmak demektir çoğu zaman. Ama bazen de görünmeyeni kolay göstermek… Ortalıkta boş bir oyuncu gözükmez, bizler hatta pas atılan o oyuncu, boşta olduğunu ancak topla buluştuğu zaman öğrenir. O pası atansa, zamanda birkaç saniye ötesini görme yeteneğine sahiptir. Yani, oyun zekâsına. Almeida, Kayseri Erciyes maçında golünü atarken ofsayda düşmeden topla buluşmuştu, oysa kendisi de o anda şut atılacağını sanıyordu. Olcay, uzun zaman sonra ‘Olcaylığını’ yaparak, savunma arkasına koşu atmış ve golle hasret gidermişti Akhisar’a karşı. Oysa çoktandır o Olcaylığını gören birileri yoktu sahada, keza o anda da bu kadar net pozisyon yaşanacağını kimse hissetmemişti. Ama o, her şeyin farkındaydı. Galiba artık herkesçe kabullenen, Beşiktaş’ın resmi yıldızı: Oğuzhan Özyakup.
Aslında sadece gol pozisyonlarının sayısını arttırmada değil, tamamıyla takımının çehresini değiştiriyor Oğuzhan sahada olduğu zamanlar. O sahadayken, Beşiktaş renkleri çok daha belirgin bir ‘takım resmi’ veriyor. Çünkü o yokken, herkes çapından fazla işlere kalkışmak zorunda. En basitinden, Olcay Şahan’ın golle buluşması için o her zaman yaptığı savunma arkası koşuları yetmiyor. Çünkü onun çabuk düşünen ve uygulayan hücumcu yapısına aynı şekilde cevap verecek bir pas ayağı bulunamıyor. Zira Beşiktaş formasıyla attığı 13 golün, 10’unda Oğuzhan’ın sahada olması tesadüf değil.

Oğuzhanlı Portekizliler

Sahada kendisini parlatırken, takım arkadaşının da değerini yükselten oyuncular vardır. Oğuzhan Özyakup’ta olduğu gibi. Aslında takımında uzak ara en yüksek maaş alan ve kazanmak için öncelikli olarak ayaklarına bakılan iki Portekizli de Oğuzhan ile parlayanlara dâhil. Geçen seneden bu yana Fernandes, Almeida ve Oğuzhan üçlüsü sekiz maçta bir araya gelebildi. Altı maçı kazandı, ikisinde berabere kaldı. Onlardan biri, Almeida’nın maça sol forvet başladığı ve 90+7’de Olcay’ın kaçırdığı golle tüm Beşiktaşlıların yere serildiği Trabzonspor maçı. Diğeri ise son 3-3’lük Akhisar düellosu. Asıl çarpıcı rakamsa, Beşiktaş’ın bu üçlüyle sekiz maçta 23 gole imza atmış olması.  Maç başına neredeyse 3 gol.
Fernandes, zaten ideal bir forvet arkası olmamasına rağmen Oğuzhan olmayınca çoğunlukla topu orta sahadan almak zorunda kalıyor. Ve sürekli de markaj altındayken. Böylelikle Beşiktaş, hem hücum ayağından eksiliyor hem de Fernandes, topla geriden buluştuğunda zaten baskı altında olduğu için o oyun kurucu görevini de tam anlamıyla üstlenemiyor. Sonuç; sahada kolay tahmin edilir, takım mesafeleri birbirinden kopmuş bir Beşiktaş. Oysa Oğuzhan’ın varlığıyla Beşiktaş, sahada rakip kaleye gidecek kestirme yolları fark edebiliyor. Fernandes ise daha demarke pozisyonlarda top alarak, düşünme fırsatı bulunca tabelaya etkisi nispeten artabiliyor. Almeida’nın ise buradaki katkısı, her zaman olduğu gibi savunmanın odağını üzerine çekmesi. Oğuzhan ve Fernandesli takım rakip kaleyi daha zorlayıcı olurken, Almeida’nın etrafında topsuz koşu yapan oyuncular kaleyi daha net pozisyonlarda görebiliyorlar. En başta Olcay, bu sene sahne almasa da Holosko, hatta yine bu üçlü sahadayken iki gol atan Gökhan Töre.

Takımla top kazanmak

Memleketimizde topla yetenekli her oyuncu, kendiliğinden ‘ama savunma tarafı zayıf!” ilan edilir. Oğuzhan da onlardan biri. Belki, tribünler için göz boyayacak yatarak müdahaleler yapmaz, istatistik için anlamsız Forrest Gump koşuları atmaz. Ancak zekasıyla yeri geldiği zaman çok da iyi bir savunmacıdır Oğuzhan. Bizzat kendisi çalım ve pas konusunda yetenekli olduğu için, karşısındaki rakibin de ne düşeceğini tahmin eder, ona göre pozisyonunu alır. Top kazanması için kendini paralaması gerekmez, zaten atılan top ayağına gelir ve pas arası yapmış olur. Zaten ‘doğru futbolun’ tanımı, takımca hareket etmek, takımca koşmak ve takımca aktif dinlenme yapmaktır. Tek başına forvetteki ‘Nobre presleri’ ve orta sahadaki ‘Veli Kavlak mücadelesi’ çok fazla anlam taşımaz. Beşiktaş, bireysel olarak değil takımca topu kaptığı zaman gerekli farkı yaratır. Sezonun en mükemmel maçı olan Bursaspor karşısında yaptığı gibi…

Beşiktaş için ‘daha fazla Beşiktaş’ olma yolu, tahtaya evvela Oğuzhan’ın adını bir şekilde yazmakla geçer. Çünkü Oğuzhan, başkasından bağımsız olarak sahada parıldayan ve bunu yaparken bir başkasına da ışığını tutan yegâne oyuncudur. Beşiktaş’ın hem görünür hem de görünmez kahramanıdır, aynı zamanda yıldızı.


Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol

Durdurulmazlar

İçinde bulunduğumuz yılın Şubat ayında, alınan kötü sonuçlardan sonra kaptan Francesco Totti resmi siteden bir bildiri yayınlıyor ve son söz olarak “Benim, senin, bizim Roma’mıza dokunma!” diyordu. Üzerinden sadece aylar geçti. Roma, artık o kaybeden takımın çok uzağında. Başından beri damga vurduğu sezonun puan sıralamasında oldukça iddialı bir konumda ve sahneye çıktığı her maçta ortaya ciddi bir güç farkı koymakta. Totti, belki bundan bahsetmemişti ama bugünlerde Rudi Garcia’nın yarattığı takım, sahiden de dokunulmaz. Federico Balzaretti’ye göreyse bugünlerin geleceği daha yaz kampından belliydi. “Garcia, sezon öncesinde arzuladığı oyun planını bize çok iyi aşıladı. Sıkı çalıştık ve bugünlerde aldığımız galibiyetlerin temellerini attık.” diyordu İtalyan sol bek. Bir bakıma yaşananların tesadüf olmadığına dem vuruyordu.
Peki, neydi Roma’yı bu sezon böylesine farklı ve güçlü kılan şey? Aslında bunun cevabı, tek cümleyle cevap verememekte saklı. Zira Roma’da bu sezon birçok şey doğru işliyor. Lamela, Marquinhos, Osvaldo gibi oyuncuların kaybedilmesine rağmen tamamen planlanan oyun yapısına uygun, alternatifleri hazır bir kadro inşa edildi. Üstelik transferden yaklaşık 40 milyon avro kâr elde edilerek. Savunmada Mehdi Benatia, orta sahada Kevin Strootman, hücumda Gervinho, gelir gelmez ilk 11’in ve oyun şeklinin kilit oyuncuları oldular. Adem Ljajic, hücumda takıma önemli bir derinlik kattı, önceki kulüplerinde kapıya bırakılan De Sanctis ve Maicon müthiş bir form yakaladı. Sadece yenilerde değil, takımın eskilerinde de o form çıkışı görülüyordu aslında. Çünkü ortaya konan şey ‘akıl, planlama ve çalışma’ olunca herkes o aklın açtığı suyolunda kendine bir yer bulabiliyordu.

Kompakt takım, direkt hücum

Rudi Garcia’nın Roma’sı, sahada evvela topsuz oyundaki güçlü duruşuyla dikkat çekiyor. Zaten bu durum, yediği gol sayılarına da yansımış durumda. Savunmanın neredeyse tamamı atletik ve doğru pozisyon alan oyunculardan kurulu. Önlerindeki Strootman, De Rossi, Pjanic orta sahası ise asla arada boşluk bırakmıyor. Özellikle De Rossi takımın gizli stoperi gibi. Tandeme çok yakın ve bir stoper oyundan düştüğü anda hemen kademesine geçiyor. Hücumda ise Strootman’ın top taşımaları dışında çoğunlukla yük Pjanic’in sırtında. Önümüzdeki yaz Bosna formasıyla Dünya Kupası’nda da boy gösterecek olan ‘komple orta saha’ takımın ince paslarında ve duran toplarında sözü geçen isim. Ancak Roma’nın asıl hücum gücü, yine başlı başına Roma’nın ta kendisi. Takım, topu kaptığı anda çok çabuk şekilde rakip kaleye iniyor. ‘Durdurulmaz’ filmindeki gibi, freni patlayan tren misali… O hücumların yönetmenliği her zamanki gibi Totti’de, Roma’nın patlama kuvvetleri ise Gervinho ve Florenzi.



‘Öngörülemez’ Gervinho

Son dönemde oynadığı futbolla tekrardan Prandelli’yi kendisine hayran bırakıp, Dünya Kupası’nda Azzurri’ye geri çağrılması an meselesi olan Francesco Totti, yeniden o ‘sahte 9′ oyunlarını sahneye çıkardı. Kağır üstünde 4-3-3’ün en ucunda gözükse de onu çoğunlukla merkezde, hatta bazen kendi ceza yayı önünde bir kontratak başlatarak, rakip korneri Roma golüne çevirirken görebilirsiniz. Gervinho ve Florenzi o toplara koşu yapan, direkt hücumları sonuca bağlayan isimler. Florenzi daha çok ‘tamamlayıcı’ kıvamında. Oyunun içinde çok gözükmese de, çok fazla delicilik özelliği olmasa da, her hücumun içinde var ve Roma’nın gole en yakın ayağı. Ancak Gervinho takımı adına esas muhteşemliklere imza atan isim. Hocası Rudi Garcia onun için öyle diyor: “Gervinho öngörülemez bir oyuncu. Onu durdurmak çok zor! Böylesine dripling yeteneği olan çok fazla oyuncu yok, ona sahip olmak harika…” Sahiden de Gervinho, Roma günlerinde ‘maçı açılıp, izlenecek oyuncular’ arasına girdi. Müthiş driplingleri, çıkmaz sokaklara girmesine rağmen ince çalımlarla sıyrılışları… Roma’nın oyun şekli, sanki biraz da onun için tasarlanmış gibi. Zira Gervinho da bunun farkında: “Şu ana kadar kişisel gelişimimde katkısı olan tek teknik adam var, o da Garcia!”.

Bugünlerde Roma’da fazlasıyla gurur ve heyecan var. Ancak son maçta o havaya bir tutam burukluk karıştı. Francesco Totti, birkaç ay sahalardan uzak kalacaktı çünkü. Sistemin içindeki kritik varlığı bir yana, o güçlü Roma’nın içersinde tekrar eskisi gibi çok güçlü gözüküyor ve yakışıyordu. Şimdilerde ise gözler Borriello’nun üzeride olacak. Bunca yıllık 9 numara Borriello’nun, süre aldığı zamanlar Totti’den rol çalıp, ‘dokuzluğunu sahteleştirmesi’ bile Rudi Garcia’nın takım üzerindeki etkisine ve o güçlü, tesadüflerden uzak Roma’yı daha uzun süre izleyeceğimize işaret.

Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol