Yıllardan 1999, aylardan Nisan… Beşiktaş, Dolmabahçe’de Samsunspor
ile karşılaşıyor. Ertuğrul, Oktay, Şifo, Amokachi… Hava hafif yağmurlu,
soğuk, sokaklar çamur. Ama Beşiktaşlıyı tribünlere çekmek için bolca
neden var. Zaten rivayetlere göre Beşiktaş severdi böyle havaları.
Çamura bulanınca o forma, başka bir güzel olurdu. Sahada Balıkçı
Mehmet’in Beşiktaş’ından izler vardı. Hani o maç boyunca bastırmaktan
‘Kartal’ lakabına alan Beşiktaş… Ama top bir türlü girmiyordu. Kaleci
Allum’u geçse, stoper Ercan uçup köşeden çıkarıyordu! Evet… Erol
Ersoy’un çizgide topun elle kesilmesini es geçtiği meşhur maç.
Samsunspor maçın çoğunluğunda sadece savunma yapmıştı, hele de takım
10 kişi kalınca… Son 15 dakikada bir genç girmişti oyuna, 17 numaralı
formasıyla. Amacı, ileride top tutup, pres yapıp, takıma biraz zaman
kazandırmaktı. Heyecanlıydı, istekliydi de… Ama rüzgârdan savruluyordu,
topu kapsa dahi birkaç saniye sonra çimlere yapışıyordu. Ve o genç,
bundan sadece üç yıl sonra yine aynı forma numarasıyla Dünya Kupası’nda
sahne alacaktı. Hatta Roberto Carlos’un üstünden topukla çalım atıp,
utancından faul yaptıracak; attığı altın golle ülkenin görüp
görebileceği en başarılı dereceye taşıyacaktı. Üç sene, bunca gelişim
için çok kısaydı hatta imkânsızdı. Çünkü o, her omuz yediğinde yer
çekimi kuvvetini ispatladığı dönemde 23 yaşındaydı. Geç kalmış gibiydi.
Ama atladığımız bir şey… O, sıradan biri değildi. İlhan Mansız’dı!
Çizgi roman santrforu
Bir
forvet düşünün. Hem güçlü olsun, topu aldığında stoperlerle
boğuşabilsin. Sırtı dönükken ona pası atan, topu tekrar geri alabilsin.
Ama aynı zamanda golcülüğünü de unutmasın. Hem ayak içini çalıştırsın
hem de yeri geldiği vakit, hareketli topla çok sert şutlar atabilsin.
Saha dışında marjinal olsun. Saha içinde karizma… O forma, onda başka
şekilde dursun. Kısacası, bir çizgi roman karakteri gibi santrfor olsun.
İlhan Mansız, böyle bir oyuncuydu. Dünya futbolunda çok kısa
görünmesine rağmen ikon olmayı başarmış, Uzak Doğu’dan uçak dolusu
turisti Beşiktaş maçlarına çekmişti. O zamanlar çok normal gözüküyordu.
Ama bunun pek olağan şey olmadığını, geçen yıllar gösterecekti.
Beşiktaş’a imza atarken, o kalem aynı zamanda ‘büyük takım sendromu,
uyum sorunu, baskı altında kalma’ ve benzeri klişelerin de üzerini
çiziyordu. Çünkü İlhan, büyük bir oyuncuydu. Yeteneklerinin bile çok
üzerinde, sağlam karaktere sahipti. Daha ilk yılında, takımda da ona
mermi değil pas atabilecek belki de tek oyuncunun Tümer olmasına rağmen
gol kralı oldu. Oysa Beşiktaş’ta krallık, pek ulaşılabilen bir şey
değildi. Daha önce bu forma altında bunu iki isim başarmıştı zaten:
Güven Önüt ve Feyyaz Uçar. Sonrasında Beşiktaş’ta ne yirmi golü geçen
oldu, ne de krallık yarışında adından söz ettiren.
Dört mevsimi yaşayan golcü
Aslında onun attığı gollerin altında yatan güzellik, sayısına nazaran
çok çeşitli hallerde atılmış olması. Sakatlıklarla boğuştuğu yıllarda
zaten adedi azalmıştı ama verdiği tat hep aynıydı. Her bir golü ayrı
incelik, ayrı yetenek kokardı. Senegal’e altın golü atarken bazen sadece
‘dokunması’ gerekirdi, onu yapardı. Bazen de 25-30 metreden öyle bir
füze çıkarırdı ki şut sesiyle topun filelerle buluştuğu andaki muhteşem
sesi aynı anda duyardık. O gol sevinçlerini, hırsıyla harmanlayıp dışarı
taşırırdı kimi zaman. Korner direğini tekmelediği bile olmuştu ama o
yapınca itici gözükmüyordu. Aksine, işin sonunda o direğe tekme atınca,
işte o zaman gol sayılması gerekiyordu sanki…
Biraz sakatlıkların etkisi, biraz da futbolun kapıya dayanan
‘pazarlamacı’ karakteri sebebiyle; geç ama çok hızlı tırmandığı
merdivenlerden, çok erken ve yine çok hızlı inmeye başladı. Ve bir gün,
kendi tabiriyle “Tekrardan Beşiktaş’ta forma giyemeyeceğini anlayınca”
futbolu bıraktı. Zamanla futbolu da, Beşiktaş’ı da çok özleyecek olsa da
İnönü’ye pek uğramadı. Katıldığı bir televizyon programında, ona bunun
nedenini sordular. İlhan’ın cevabı şuydu; “Bazen sahada takım kötü
oynar, taraftarlar da yüzünü bizim gibi eski oyunculara dönebilir.
Sahaya tepkilerini öyle gösterir. Ben o şekilde bir şeye sebebiyet
vermek istemiyorum.” Çok ince bir düşünce gibi geliyor değil mi? Evet,
öyleydi İlhan Mansız. Sırtında 26 yazan forması, onun şaşalı
oyunculuğunun bir sembolüydü. Ama bazen o formanın altından, hatalı gol
yiyen arkadaşının, Fevzi’nin adı da çıkabilirdi. Memleketin havalanmayı
en çok eden ama içindeki mütevazı çocuğun her zaman baskın çıktığı bir
yıldızıydı.
Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol Sayı 110 (Fotoğraflar için Eser Gökulu'ya teşekkürler)
Lider Olmak
Galiba artık onun oynadığı futbola övgü yağdırmaya gerek yok. Zaten
Liverpool kaptanı Steven Gerrard, önce “O, Messi ve Ronaldo seviyesine
çok yaklaştı”, birkaç hafta sonra da “Yok yahu, bu adam dünyanın en iyi futbolcusu!”
diyerek, hepimizin yerine Suarez’i yeterince ödüllendiriyor. Ancak
atlanan bir şey var ki, onun genellikle “arızalı” tarafı ön plana çıksa
da; aslında çok büyük yeteneğinin yanı sıra, çok da güçlü bir liderlik
karakterine sahip olması.
Luis Suarez, maç içindeki her hareketini kendisinden önce takımını düşünerek yapıyor. Gollerinin dışında, hemen her güzel atağın başlangıç, gelişme ya da sonuç bölümünde var. Arkadaşlarıyla sürekli diyalog halinde, özellikle de genç oyuncularla. BBC Sport’un Premier Lig programında da bu konuya eğildiler ve Suarez’in bir pozisyonda genç sol bek Flanagan’ı nasıl yönlendirdiğini ele aldılar. Onun Liverpool'a katkısı, cezası biter bitmez kontağı çevirip, sıraladığı gollerle sınırlı değil...
Luis Suarez, maç içindeki her hareketini kendisinden önce takımını düşünerek yapıyor. Gollerinin dışında, hemen her güzel atağın başlangıç, gelişme ya da sonuç bölümünde var. Arkadaşlarıyla sürekli diyalog halinde, özellikle de genç oyuncularla. BBC Sport’un Premier Lig programında da bu konuya eğildiler ve Suarez’in bir pozisyonda genç sol bek Flanagan’ı nasıl yönlendirdiğini ele aldılar. Onun Liverpool'a katkısı, cezası biter bitmez kontağı çevirip, sıraladığı gollerle sınırlı değil...
Suarez, burada içeriye koşu yapmaya yeltenen genç sol bek Flanagan'a "kanatta kal" işaretini yapıyor.
Atağın devamında da aynı telkinleri sürdürmekte... Çünkü aklından geçen şey şu: "Eğer öndirekte topa ben dokunamazsam, arka direk boş kalmasın." Bir başka neden de, solundaki oyuncunun odağını Flanagan'ın üzerine çekip, daha boş pozisyonda kalması.
Suarez, hakikaten de topu dokunamayınca, Flanagan gol pozisyonuyla burun buruna kalıyor.
Flanagan'ın güç bela dokunduğu top, direkten dönüyor.
Luis Suarez biraz sevimsiz adamdır, ama yeteneklerinin de ötesinde çok büyük bir oyuncudur. Bu noktada ben de uzun zamandan beri Gerrard'la aynı düşüncedeyim. "Dünyanın en iyisi" diyecek kadar değil tabi ama Messi-Ronaldo çılgınlığına en yakın adam o...
Aynı maçtan bir de şöyle güzelliği vardı. Kenardan kendisinden daha kıdemli Agger'in oyuna girdiğini görünce, "herkesin gözüne sokarak değil", usulca pazubandını çıkarıp, arkadaşlarıyla elden ele Agger'e gönderdi...
Ne Güzel Takımdı O…
Bir önceki gece rüyamda Uğur Boral’ı görmüştüm. Hatta içimden
“Adama o kadar salladık blogda, orda burda. İnşallah farkında değildir” diye
geçirdim. Aslında futbolla yatıp kalkan bir adam olmama rağmen, rüyamda çok
fazla futbolla alakalı şeyler görmezdim. Sıcak kanlı bir insandı ama, en
azından rüyada. Sonra kalktığımda çoğu zaman olduğu gibi format atılmış
gibiydim. Uğur Boral’ı rüyamda gördüğümü, onu muhtemel 11’de görünce
hatırladım. ‘Hayırdır inşallah’ı o zaman dedim ve hayırmış da… Dün akşamdaki,
tutkulu, heyecanlı ama biraz yeteneksiz takımın en ezber bozan adamıydı.
Özellikle de maç dengedeyken.
Uzun zamandır yoktu, ona rağmen topla baya etkili işler çıkardı.
Kornerleri Fernandes’in son zamanki halinden daha etkiliydi. Farkında değildik ama eksikliği hissedilmiş
meğer. Bekte olmasa da ön tarafta, iyi alternatif… Hatta keşke
sakatlanmasaymış, daha sonra gelen yerli sol bekten yine de iyiymiş. Evet, her
şeye rağmen iyi topçu ya Uğur Boral. Hatta o bir melektir… Yaşasın
Seferoğulları!
Sahada çok fazla uzun süreli sakatlıktan yeni yeni dönen oyuncu vardı. En lazım olanı İsmail, daha zamanı var gibi. Ama Ersan Gülüm'ün dünkü halini görünce, ondan da umutlandım. Demek ki olabilirmiş. Ersan, formunu üç yıl öncesine geri sarıyor galiba...
Olcay Şahan, dün ilk kez sırtındaki numaranın tadını alır
şekilde oynadı. Aldığı sorumluluklar, skora isyanı, forveti ikileyen 10 numara
rolü… Attığı gol direkt büyük oyuncu işi. Tek hamlede boşa çekip, üst ağlardan o muhteşem sesi çıkartma
operasyonu… Ama asıl olayı (ki ben o pası Uğur attı sandım) son gol öncesinde, sola kısa ve basit pas atmak yerine Pektemek'in önüne attığı top... Nefis! Galiba yarının planlarına da Olcay’ı o bölgeye yazmak daha mantıklı
olacak. Sol tarafa da daha topla gidebilen, daha bilinmezli ve yetenekli bir
yabancı transferi yapılabilir. Böylelikle Beşiktaş delici olmak adına tek
kanada, Gökhan Töre’ye bağımlı kalmaz. Hatta o sol kanadın, forvet özellikleri
de olsa fena olmaz. Andre Schürrle modelinde, onun birkaç level altı, “alınabilir”
kıvamında biri.
Dünkü takımın bir güzelliği vardı. Biraz yetenekleri
alınmıştı ama daha tutkuluydu. Herkes bir anda kötü görünebilir ama aynı
zamanda herkes bir anda maçın yıldızı sanılabilirdi. Maç içinde birçok kez “Sen
de iyice boş topçu oldun” dedirten Holosko’nun, günü 2 gol 1 asistle
kapatmasının nedeni bu galiba… Elazığ ölçü değildi, evet… Ama ne güzel
takımdı ya o öyle…
Tadilat Var
Asist öncesi atılan paslar vardır bazen. Topa öyle dokunulur ki, golü atacak adam bile ofsayttan kurtarılır. Gökhan Töre’nin son maçta Almeida’ya yaptığı gibi… Bu çocuk, sadece yetenekleriyle, delicilik özellikleriyle değil; terse attığı uzun topları, ufuk açan paslarıyla da Beşiktaş sisteminin olmazsa olmazı. O yokken ya da biraz formsuzken, Beşiktaş daha “tahmin edilebilir” bir takım oluyor. Ve evet, kalan üç maçta Gökhan Töre yok… Üstelik onu kağıt üstünde yedekleyecek gibi görünen Kerim Frei da öyle. Haliyle, Beşiktaş’ın mevcut sistemi bu şartlar altında zor çalışır. Delici kanat oyuncusu olmadan 4-2-3-1 oynamak… “Rocky 7’yi çekelim ama Sylvester Stallone oynamasın” demek gibi bir şey bu. Ya da Sezai Aydın’ın seslendirmediği Slyvester Stallone gibi… Olmaz yani.
Bu durumda Slaven Bilic’in kalan üç maç öncesinde ufak bir tadilat yapması gerekecek takımına. “Biz olsak ne yapardık?” sorusunaysa, kendimce cevap vermeye çalışacağım. Öncelikle elde kalan ve takımın rengini değiştiren adamları yazmak lazım tahtaya: Oğuzhan Özyakup ve kutsal bıyık Almeida… Şu an Beşiktaş’ın elindeki formda kaliteli oyuncular bunlar. Takımın iyi olmasıyla birlikte parlayabilecek oyuncular: Motta, Atiba, Veli, Olcay, Necip… Bir de Manuel Fernandes var elde. En verimsiz olduğu zamanda da sadece rakip orta sahanın oklarını üzerine çekmesi ve Oğuzhan’a rahat alan bırakmasıyla bile yazılır bir şekilde tahtaya. Ama öyle bir yere yazmak lazım ki onu, “istemese bile” bir şekilde takıma katkısı olabilsin.
Almeida son haftalarda gol de atıyor olmasına rağmen, asıl olarak etrafını parlatan bir adam. Ve artık Beşiktaş’ın onu bir ikinci forvetle beslemesi gerekiyor. Onun dilinden en iyi anlayan, ıska geçtiği kafa toplarını bile arka direk koşularıyla değerlendiren, duvar olarak kullanıp tek vuruşla skor yapan, kabul etmek gerekir ki Beşiktaş’ın her zaman gole en yakın adamı olan Olcay Şahan, o ikinci forvet olabilir. Zaten Almanya’da da forvetin arkasındaki serbest adam rolünde oynayabiliyordu. Sol tarafa ise… Evet, Fernandes. Onun “istemese bile bir şekilde katkısı olacağı bölge” orası… Çünkü orada, tek bir çalımı bile kendisini tehlikeli bölgeye atıyor. Sol ayağından çıkardığı ortaları da en az sağı kadar dengeli. Zaten oyun içindeki asistlerinin neredeyse hepsi orada… Sağa yakın orta sahada ise Oğuzhan. Onun yapabileceklerini anlatmaya gerek yok. Sahada olsun yeter, o işini bilir.
İtalya’da hala çoğu takım üçlü savunma oynuyor. "İtalya da lig mi" diyecek olursanız; yeri geliyor, Guardiola da üçlü oynatabiliyor. Ayıp değil yani… Nitekim Mancini de geçiş dönemini üçlü savunmayla atlatmaya karar verdi, arada Juventus’u yendi. Çok iyi beklerin yok ama elinde “iyi koşan” oyuncuların varsa, üçlü savunma oynarsın. Motta ve Necip, iyi koşarlar. Arkalarında kademe varken, taktik savunmadan çok enerjileriyle büyük katkı sağlarlar. Bir zamanlar İbrahim Üzülmez ve Kaan Dobra’nın yaptığı gibi… Ayrıca her ikisi de önünde boş alan bulduklarında topla çabuk kat ederler. Ve evet, birinin önünde Fernandes, diğerinin önünde Oğuzhan varsa, bol bol açık alan bulacakları kesindir.
Ayrıca Beşiktaş’ın stoperleri de fizik, sertlik açısından “ben buradayım” diye bağıran stoper değiller. Kimi maçlarda gol yenmemesinin sebebi, Bursa deplasmanındaki Beşiktaş görüntüsünden çekinip, pek hücuma çıkmayan takımların eseri. Yoksa, atmak isteyen yine atıyor… Üçlü savunma, o tip defoları da ortadan kaldırabilir. Ersan zaten donanımsal olarak sol stoper. Atiba’nın da akordu sağ stoper olacak şekilde ayarlanır, olur biter. Zaten kendisi, askerliği karargahta yapmak için her şeye “ben yaparım” diye atlayacak bir tip. Ama her zaman işe yaramıyor. Ben, muhabere için “ben yaparım!” diyince kendimi sınır karakolunda görevlendirilmiş şekilde bulmuştum.
Bir teknik direktörün asıl fark yaratması gereken şey, kadro içinde keşfe çıkması ve yeni planlar keşfetmesidir. En kötü ikinci plan bile, sıkışılmış tek plana nazaran güzeldir.
Samed Yeşil'in Beşiktaş İhtimali
Bugünlerde Beşiktaş’ın Samed Yeşil’le ilgilendiği yazılıp,
çiziliyor. Hatta Ada basınında da ciddi şekilde konuşuluyor, Beşiktaş’ın 2 milyon pound önerdiği ve
anlaşma aşamasında olduğu söyleniyor... “Fazla ucuza kapatılmıyor mu?” diye
düşünebilirsiniz, ama Oğuzhan Özyakup’un da bir başka İngiliz devi Arsenal’den 500
bine geldiğini unutmamak gerek. Ki hala kulağa, menajerlik oyunlarında Serdar
Özkan’ın 7 milyona Barcelona’ya transfer olması kadar saçma gelmekte... Oralarda,
genç takımdan A takıma sıçrama yapacağı öngörülmeyen oyuncular için uçuk
fiyatlar beklenmiyor. Zaten pasaportunda “Türk vatandaşı” da yazıyor oluşu,
sadece bizim ligimiz için katma değer bir etken.
Kimi santrforlar vardır, mesleği futbolculuktan da öte direkt olarak “golcülüktür”. Hatta
günden güne azalarak bittiği söylenen, topu çerçeveden geçirmeyi amaç edinmiş, “oyundan
çok skora katkı yapan” klasik golcülerdir bunlar. Evet, Avrupa futbolunda
böylesine Inzaghigiller’den
oyuncular artık eskisi gibi rağbet görmüyor. Daha mekanikleşmiş, daha fazla
oyunun içinde olan, fizik olarak daha fazla güçlü olan santrforlar revaçta. Ama bizim memleket için en uçtaki adamın
hala leblebicilik sanatından gelmiş olması gerekiyor. İşte Samed, onlardan biri…
O, ilk olarak Süper Lig’e gelse yabancı kontenjanına takılmayacak, beş
Türk asıllı oyuncunun direkt oynadığı Almanya U17 takımında adını
duyurmuştu. Benim de kendisine olan hayranlığım oradan başlar… Dripling
yaparken top her zaman önünde kalıyor; tam “Aha, şimdi kaptıracak!”
derken bir bakıyorsunuz ki plaseyi çoktan bırakmış, köşeyi bulmuş…
Samed Yeşil; gayet kaliteli kadifeden örülmüş bileklere sahip, dar alanda bile problem çözen, kaleyi görmesine gerek olmayan, çünkü zaten ezberinde var olan bir golcü. David Villa’yı, onun ergenliğe yakın dönemlerindeki saç stiline varıncaya kadar andırıyor.
Beşiktaş’ın bugünkü hücumcularına şöyle bir göz atıp, “savunma arkasına en iyi koşu atanlar
kimler?” diye düşünürsek; Olcay Şahan, Holosko, biraz Pektemek, biraz
Şişmanoğlu… Holosko’nun ne bugün ne de gelecek planında pek yer almadığını
görebiliyoruz. Santrforlarsa Mustafa Pektemek dahil olmak üzere daha çok sırtı
dönük oyunlarıyla sivrilenler. Savunma arkasına atacağı zamanlamalı koşularıyla
fark yaratacak ve yüzdeli bitirecek bir forvet eksikliği net şekilde söz
konusu. Hele de gelecek sezon ilk 18’de sadece 5 yabancının yazılabileceğini
düşünürsek…
Samed Yeşil,
topsuz koşu ve bitiricilik anlamında o eksikliği giderebilir. Bu sezon 0-0’a
bağlanan ve bir türlü çözüm üretilemeyen “sıkışık oyunlarda” ikinci forvet
rolüyle ezber bozabilir. Bir Oğuzhan
Özyakup etkisi yaratması zaten mevkisel olarak da mümkün değil ama onun
önceden kurguladığı paslarına cevap olacak, takımın tutkulu oyununu direkt
olarak tabelaya yansıtacak bir etken olabilir.
Yenilenmeyen Kazanma Planı
Slaven Bilic’in Hırvatistan günlerinde sıklıkla uygulamaya
koyduğu bir oyun planı vardı. Hatta onlardan birini Arena’daki Türkiye maçında
görmüştük. Savunma dörtlüsünü görünmez bir halatla birbirine bağlayıp, çok
fazla ileri çıkartmadan çakılı oynatırdı. Ön taraftaki beşli de rakibe önde
basarak rahatsız eder ve kazanılan toplarla direkt sonuca giderdi. Hal böyle
olunca o savunmanın rakibine sadece pozisyon bilgisi ve fiziğiyle karşı koyması
bile yeterdi, fazlası beklenmiyordu. O yüzden göze Gordon Schildenfeld bile
güzel görünürdü.
Dün akşamki Beşiktaş stratejisi de böyleydi. O nedenle
Fikirtepe çocuğu Ramon yedek kalmış, geri dörtlü fizik olarak güçlü
oyunculardan seçilmişti. Ancak bir fark vardı… Serdar Kurtuluş’un sağ bek
ayarları bir Corluka değildi. Hatta “Corluke” de, yani Eminönü versiyonu dahi
değildi… Tigana onu ilk Beşiktaş’a geldiği dönemde, yaz aylarındaki sıradan
hazırlık maçlarından birinde sağ bek oynatmıştı. Sadece 20-25 dakika… Ancak o
süre bile, Tigana için “Serdar’dan sağ bek olmayacak galiba” tanısını koyması
için yetti ve onu hiçbir resmi maçta sağ beke yazmadı. Hatta üçlü orta sahanın
sağında oynaması bile, yine onun atletik defolarını ortaya çıkarıyordu. “Busquets
rolünde” ise hiçbir sorun yoktu, hatta orada ülkenin en değerli yerli
potansiyelleri arasına girdi. Çünkü kademesi vardı, orada belli bir savunma
çizgisine bağımlı kalmaksızın, fiziğiyle bölgesini dolduruyordu.
Yani, görünürde stratejiye göre doğru bir savunma dörtlüsü
seçilmiş olsa da; Atiba’nın sağ bekte, Ramon’un sol bekte olacağı bir düzen
Beşiktaş’ı daha tutarlı savunma yapan takıma çevirebilirdi. Evet, Ramon Kuyt’ın
attığı golde olduğu gibi ters kademelerde eksik kalabilirdi ama ilk golde Atiba’ya
nazaran daha çabuk ve “bek sezgileri” güçlü olduğu için, Emenike’nin önünü
kapatabilirdi. İkinci golde sağ bekte Atiba varken, ofsayt çizgisindeki 4-5
metrelik zig-zaglı görüntü verilmeyebilirdi…
Afaki cümlelerden, sahada olan bitene dönelim. Beşiktaş’ın planı
Serdar dışında müthiş işledi. Onun dışında aksayan bir şey daha vardı;
genellikle savunmadan top alan Veli’nin telaşa meyilli olması ve kaptırdığı
topların Fenerbahçe hücumlarına dönüşmesi. Bilic’in hamlesi miydi, yoksa o
aksaklığı hisseden Oğuzhan’ın spontane planımıydı bilinmez… Oğuzhan, kendini
orta sahanın gerisine attı ve savunmadan top alan “Pirlo” rolüne büründü. Hatta
Almeida’nın ilk golünde muhteşem bir asist yapacak olan Veli için “orada ne işi
vardı?” diye düşünen varsa, sebep tam da buydu… Üçüncü golde ise Oğuzhan,
bizzat ve tekrardan Beşiktaş’ın gerçek yıldızı olduğunu kanıtlıyordu. Önce orta sahada Mehmet Topal'a attığı düğüm, hızlı bir
verkaç ve asist… İlk yarıda, Meireles’in de kırmızısı görmesiyle orta sahada
bir fazla oynayan Beşiktaş’ın planı, tabelaya da yansımıştı.
Bazen teknik direktörler, saha içine yaptığı veya yapmadığı
hamlelerle güçlü mesajlar gönderirler. Hatta bunlar, çoğu zaman “sözlü
motivasyondan” daha güçlü olabilir. Ersun Yanal, 10 kişi kalınmasına rağmen
sahadan bir forveti, kulübedeki bir orta sahayla değiştirmek yerine aynı planı
sürdürdü. Bu, takımına “Biz böyle de kazanırız!” mesajıydı. Özellikle ikinci
yarıda Fenerbahçe de buna karşılık vererek oynadı. Zaten eğer karşınızda “ikinci
yarının Beşiktaş’ı” gibi bir takım varsa ve rakibi kendi yarı alanına
hapsetmişseniz, sahada bir eksik oynamanız fark etmez.
Slaven Bilic maç sonunda “İkinci yarıda takımına kenardan en
az 10 kez ‘Çıkın şu baskıdan!’ diye bağırdım” diyordu. Demek ki o sahaya, yine
sözlü değil uygulamalı bir mesaj vermek gerekiyormuş. Mesela bu maçla iyice “sulu
boyadan çizilmiş yıldız” olduğunu kanıtlayan Fernandes kenara alınabilir ve
Eneramo sahaya atılabilirdi. Çünkü Beşiktaş çok yorulmuştu, topla zaman
kazandıracak kimse kalmamıştı sahada. Eneramo, hem o fizik gücüyle aldığı
toplarda zaman kazandırabilir hem de dripling özelliğiyle Fenerbahçe
savunmasını tehdit edebilirdi. Böylelikle Bilic de takımına “İleriye çıkın!”
mesajını böyle vermiş olurdu.
Beşiktaş’ın ilk planı bir yanlış dışında gayet olumluydu.
Ancak oyunun akışına göre ikincil bir planda eksik kalındı. Oyuna hamleler,
Fenerbahçe’nin bir kişi eksik oynamasına göre değil, yine ilk plana göreydi.
Sakatlanan Veli’nin yerine, yine fizik olarak karşı duracak Necip’in tercih
edilmesi ve Atiba’nın yine sol bekte kalması, buna işaret. Oysa 100. yılda bir
Fenerbahçe maçı daha vardı Beşiktaş’ın, hatırlarsanız. O derbide de yine
Fenerbahçe Fatih Akyel’in kırmızısıyla erkenden 10 kişi kalmıştı. Lucescu da
daha ilk yarının bitmesini beklemeden, Yasin’i oyundan almış, Ahmet Dursun’u
sahaya atmıştı. Ve o Ahmet Dursun da galibiyet golünü… Yani Luce, oyunun
akışına göre ikinci bir plan düşünmüş ve başarmıştı.
Son dakikada atılan goller, açılan puan farkından bağımsız;
Fenerbahçe benim uzun zamandır en güçlü şampiyonluk adayım. Dengeli, düzenli şekilde
geniş bir kadro mevcut… Ayrıca bu ligin zirve yarışında en genel geçer kanun
olan “fizik olarak fark yaratma” konusunda da çok başkalar. Zaten bu maç da onu
belgeledi. Slaven Bilic’in böyle bir rakibe karşı, net bir kazanma planı
çizmesi ve büyük ölçüde sahaya yansıtması, yine de takdire şayan. Doğrusunu
söylemek gerekirse uzun zamandır Beşiktaş’ın Kadıköy deplasmanlarında net bir
kazanma planı uygulayıcısı yoktu. O planların %80’i, “nasıl durdururuz?” temalı
oluyordu.
Hugo Almeida, fön çektiği saçlarıyla bu maçta farklı bir şey
deneyeceğini belli etmişti zaten. Asisti, zaten hep yaptığı şey; Ronaldo da
nasiplenmişti İsveç deplasmanında. Üçüncü gol, Beşiktaş günlerinde naftalinleyip
sandığa koymuştu ama o sol ayağından böyle net şutların çıkması da aslında
olağandı. Ama ikinci gol… Topa sadece gol olacak kadar dokunuş, Fernando Torres
işi! Ocak ayından sonra, arkasında Fernandes değil de “direkt skora oynayan”
bir trequartistayla buluşsa, Beşiktaş’ı zirveye iten etkenlerden biri
olacaktır.
Mustafa Demirtaş
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)