Kalite yetmezliği
Beşiktaş’taki sakatlık şansızlığı, artık “omuzdan vurulma” ihtimaline kadar uç noktaya çıktı. Aynı zamanda da aslında bir önceki sakatlıkların pek de şanssızlık eseri olmama gerçeği söz konusu. Ve Bilic’in idman metotlarını takip eden uzmanların “Çalışmalar çok modern ama oyuncular gerekli dinlenmeleri yapmazlarsa ters tepebilir” uyarısının ne denli gerçekçi olduğu. Hele de Beşiktaş’ın mevcut kadrosuyla ancak tempo ve “daha fazla isteme” arzusuyla fark yaratacağı yerde…
Fenerbahçe maçında Beşiktaş fark yaratacaksa, bu özellikleriyle yaratacaktı. Çünkü dengede giden maçları lehe çevirmek için normalinden daha fazla “kalite” gerekir, özellikle de hücum hattında. Beşiktaş’ın da bu konudaki eksikliği derbilerde daha çok ortaya çıkıyor. Santrforu driplingi gol vuruşuyla sonlandıracak, birebirde rakibini eksilterek hatta savunma arkasına tilki forvet koşuşu atacak kısacası “taştan ekmek çıkaracak” modelde değil. Kenar forvetlerden delici olanı yeterince iyi bir şutör değil (Gökhan), gol sezgileri ve vuruşu iyi olanı ise delici değil (Olcay). Haliyle Beşiktaş hücumcularının sert rakipler karşısında kontrolü kolaylaşıyor.
Derbide Beşiktaş adına en çok şut atan, en fazla gol girişiminde bulunan oyuncu Ramon Motta’ydı. Attığı gol dışında, ilk yarıdaki diğer tehlikeli pozisyonun da kahramanı… Ancak onun asıl farkı, temposuyla Beşiktaş’ı ileriye taşıyan oyuncuların başını çekmesi. Gerekli olan “daha fazla isteme” arzusunu körükleyen adam. Yan etkileri yok değil, ki eğer kırmızı kartı görmeseydi Beşiktaş lehine çevirdiği momentumla maçı da kazanabilirdi. Gül ve diken… Her şeye rağmen Beşiktaş’a bir şeyler verebileceğini kanıtlamış bir oyuncu. En kötü ihtimalle + kontenjanda bekleyen ve “hiçbir şey veremeyeceği aşikar olan” yabancıların yerine B planı silahı olarak elde tutulabilir. Böylece, gelecek sezonunun ideal 11’ine İsmail yazılsa bile, ona tamamen bel bağlanmamış olunur.
Artık Veli Kavlak’ın koşu mesafesinden daha çok topla yaptıklarıyla da fark yaratan bir adam olması, en az kendi değerini daha çarpıcı şekilde ortaya koyması kadar, Beşiktaş’ın hücum anlamındaki “kalite yetmezliğine” de işaret etmekte. Kaliteli bir takımda Oğuzhan Özyakup gibi oyun zekasına, pas yeteneğine sahip olan oyuncu merkez orta sahada oynar; forvet arkasında değil. Her fırsatta söylediğimiz gibi, Oğuzhan da eğer bir süperstar olmak istiyorsa adresi orası… İdeal bir ofansif orta saha oyuncusu ise gol krallığı yarışında en kötü ilk 10 sırada yer alabilmeli. Ve bir büyük takımın kenar forveti, sadece kale etrafında değil, kaleden uzaktayken de dripling yeteneğiyle “uzağı yakın” edebilmeli. Bir sezonluk Şampiyonlar Ligi geliri bile, böylesi bir kadro kurmak için mümkün. O yüzden Beşiktaş için hala bir şampiyonluk şansı var, iki puanlık “aslında bir avantaj olmayan” avantajla…
Roma’da bir istikrar çeşmesi: Rodrigo Taddei
Rodrigo Taddei, 2005 yılında Siena’dan Roma’ya
transfer olduğunda; resim bugünlerden çok farklıydı. Daha sonra yolu
Galatasaray’a düşen ve neredeyse 4 yıl önce futbolu bırakmış olan Shabani Nonda takımın golcülerinden biriydi. Keza bugün Fiorentina’da teknik direktörlük yapan Vincenzo Motella da hala sahada leblebicilik sanatını icra ediyordu. Manchester United’ın 90+larda kupayı kazanmasıyla, Bayern Münih’de en çok gözyaşı döken oyunculardan olan Samuel Koffour stoperdeydi.
Taddei ise forma giydiği ilk sezon Serie A’da 38 maçın 38′inde de ilk 11′de sahaya çıkmıştı. O günlerden hissettirdiği büyük istikrarı, bugünlere kadar dayanmış durumda. 2005 yılında karşısındaki kanatta oynayan Brezilyalı Mancini, o sıralar dünyanın en iyileri arasında gösteriliyordu. Mancini çoktan Brezilya’nın alt liglerine yol aldı, ancak aynı yaştaki Taddei Roma’da 9′uncu sezonunu oynuyor. Dün akşam olduğu gibi, yıl 2014'de dayanmış olsa da hala kritik goller atmaktan da geri kalmıyor.
İlk zamanlarında kanatlarda rol almış ve “skora katkı veren kenar oyuncusu” modelinin öncülerinden olmuştu. Zeman, onu saldırgan 4-3-3′ün beklerinde oynattı. Rudi Garcia ise Taddei’nin hala saklı kalan enerjisinden ve futbol aklından daha iyi faydalanmak için orta sahada oynatıyor. Bize de “Saygılar abi…” demek düşüyor… “Peki, Francesco Totti ilk oynadığı dönemlerde durum neydi?” diye soracak olursanız… Spartacus, Crixus ve Gannicus önderliğindeki köle isyanı henüz başlamamıştı.
Gözyaşı Çelikten Bir Kalkandır
Daha dünkü hoca değil. Beşiktaş onun ilk ya da son şansı da
değil. Hayatını istediği gibi yaşamış, Önder Özen’in tabiriyle iç savaş görmüş,
belki de o güne kadar en yakın arkadaşlarıyla bir gün aniden savaşın iki
tarafına düşmüş... Acının, baskı altında nefes almanın ne demek olduğunu futbol
sahasının çok dışında öğrenmiş bir adam. Ve bu adam, dün akşam ağladı. Derdi
son dakikada gol yemek olsaydı, Semih Şentürk’ün 120+larda attığı golle; el
emeği göz nuru, belki de o gol olmasa kupaya uzanacak takımının elenmesine
ağlardı. Hayır, ağlamadı. Hatta döndü daha kısa zaman önce gerginlik yaşadığı
bizim teknik ekibi tebrik etti.
Beşiktaş son dakikada berabere kalıyorsa elbette hocanın da
hatası vardır. Hoş, futbolda bulunacak en kolay şey hatadır zaten. Hele de söz
konusu teknik direktörse. Sonsuz bir seçenek vardır çünkü, kenardan üç oyuncu
maça girdiyse, geriye kalan dördü girmemiştir. “Ama o girseydi farklı olurdu!” infiali her zaman ortaya atılabilir.
Dünkü maç için de “Oğuzhan çıktıktan sonra, neden takıma topla zaman
kazandıracak, boş alanı kat edecek Kerim Frei girmedi?” denilebilir mesela,
belki haklıyızdır da. Ama eğer Jones’a 92:30’de yapılan ve sahada iyi
bir hakem olsaydı değil, “sahada bir hakem olmasaydı, mahalle maçı kurallarıyla Konyasporluların ‘faul yaptık’ diye oyunu
bırakacağı” anda düdük çalsaydı, Beşiktaş maçı almış ve o göz yaşları
dökülmeyecekti. Üstelik, son dakikada o şekilde yapılan bir harekete faul
çalmak, Süper Lig’in her köşesinde, her maçında görülen bir klasikken…
Bilic’in gözyaşı döktüğü fotoğrafı gören her Beşiktaşlı
kahrolmuştur. Ancak o resme daha da dikkatli bakıldığı zaman, aksine mutlu
olunması gereken bir detay var. Beşiktaş’ın derdine, çoğu Beşiktaşlıdan daha da
üzülen bir teknik direktör var orada. En az hayal kırıklığı, üzüntü ve yaşadığı
gerginlik kadar, Beşiktaş’ı en gerçeğinden sahiplenmesinin de bir sonucuydu o
fotoğraf. Gözyaşıyla çelikten bir kalkan çekmişti farkında olmadan, o haldeyken
kendini saklamaya çalışarak. Beşiktaş ayağa kalkacaksa, kendisini bu kadar
sahiplenen bir hocasıyla, sportif direktörüyle bunu başaracak.
Saha içinde dönersek, Beşiktaş sezonun en güzel golünü atmış
olabilir. Kapalı savunma, “pas ver &
boşa hareketlen” eylemiyle ancak bu kadar güzel aşılır ve bu kadar güzel
bitirilirdi. O atağın kurgu yönetmeni Gökhan Töre, sahaya bir not bıraktı: “Üçe beşe bakmayın, bonservisimi alın ve
gelin!” Öyle delici bir oyuncuyu, yabancı kontenjanını kullanarak bile
almak zorken, Gökhan Töre 22 yaşında bir Türk. Üstelik alınmadığı anda, direkt
rakiplerinden birine gidecek. Santrfora bonservisi elinde olan Gomis geliyor
gibi gözüyor, zaten yüklü bonservis ödenecek başka bir mevki de kalmadı.
Yine bu maçın işaret ettiği şey; seneye artık İsmail Köybaşı
sol beke yazılabilir. Djalma karşısında çaresiz hallere düşmüş gözükebilir, ama
gün geçtikçe iyiye gideceğini belli ediyor. Bu durumda sağ beke, yerinin adımı
olan “fark yaratacak” bir yabancı alınabilir. Atiba Hutchinson, her bölgenin
hakkını veriyor ama her bölgede de, topu ayağına aldığı zaman pek ezber
bozamıyor. İdeal bir +2 oyuncusu. Zaten Jermaine Jones, 5 maça daha çıkıp, sıkı
bir sezon öncesi kampı da geçirdiği anda formasını
ilk 11 duvarına çiviyle çakacak.
Franco – Dany ikilisinden en azından biri, hava toplarına
güçlü çıkabilen bir stoper olsaydı; Konyaspor baskısı o kadar etkin olmayabilirdi.
Beşiktaş’ın vites düşürdüğü anda savunmasında kendisini ayakta tutacak güçlü bir
fiziğe, lider bir karaktere ihtiyacı var. Zaten Önder Özen başta olmak üzere
Beşiktaş’ın saha içi gözleri de bunun farkında. Akıllıca geçirilmiş bir
transfer dönemi, yeni stat, çok değil biraz da adalet… Bilic’in gözyaşlarını
farklı duygularla dökeceği günler için…
Evet, Elinde Sihirli Değneği Var: Diego Simeone
Takımda öyle bir kopukluk var ki, birileri sahaya girip sağ
beklerini kaçırsa kimse fark etmeyecek… Reyes, mahallenin topun sahibi aynı
zamanda marka spor ayakkabısıyla etrafına hava saçan çocuk gibi; ayağına aldığı
her topla keyfince hareket ediyor, takımın geri kalanları da “Benim neden topum
yok, baba bana niye top almıyorsun!” diyor. Karşılarında değil Barcelona, o
şehrin kaybeden tarafı Espanyol gelse dahi güle oynaya 4 atıyor. Tüm bu
yaşananlar tarih değil ama bir miladın öncesi. Diego Simeone’nin görevi Manzano’dan
henüz devralmadığı zamanlar…
İmzası kurumamış teknik direktörleri belki de kısa zamanda
yargılamamak için her zaman şöyle bir söz kullanılır: “Elinde sihirli değneği
yok.” Ama Diego Simeone’nin vardı… O takımı oradan alıp, aynı sezonun sonunda
Avrupa Ligi şampiyonluğuna götürüşü, başka türlü açıklanamazdı. Üstelik ortaya
koyduğu takım resmi, tesadüflerin çok uzağındaydı. Atletico Madrid, Simeone öncesindeki
en kötü özelliğini, en iyi özelliğine
çevirmişti: Takım olmak! İşte bu yüzden; her devrimin radikal bir dokunuşla
başlamasında olduğu gibi, ilk hamlesini o güne kadar “Onsuz olmaz” gözüyle
bakılan Reyes’i topuyla birlikte evine göndermek olmuştu.
Onların kısa zamanda nasıl bir takım resmi çizdiği, daha
İnönü’deki Beşiktaş maçından belliydi aslında. Alanı öyle kapatıyorlardı ki,
Beşiktaş’ın pozisyon bulabilmesi için hazırlık paslarını atarken bile “ince,
yaratıcı paslara” yönelmek zorundaydı. Arkalarındaki kale de, Dolmabahçe de,
hatta boğaz da güvendeydi… Bu kadar kısa zamanda bunu başarmak, aslında bir
başka teknik direktörlük klişesinin daha sonu demekti: Teknik direktörlerin takıma
etkisi, söylenildiği gibi yüzde 7’lerin çok ötesinde, hatta belki de yüzde 100’dü.
Bir zamanlar Inter forması giyiyorken, Old Trafford’da
oynanan Şampiyonlar Ligi maçında “sayılmayan en güzel gollerden” birini atmıştı
Simeone… İğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalık ceza sahasında, uçarak
kafayı vurmuştu ancak topun dışardan geldiği gerekçesiyle gol iptal edilmişti.
Teknik direktörlük döneminde de tıpkı gözünü sakınmadan kafayı vurduğu o
pozisyondaki gibi “imkansızı” deniyor. Önce Real Madrid – Barcelona egemenliğine
karşı durdu, şimdi de Şampiyonlar Ligi kupasına ciddi anlamda çok yaklaştı.
Diego Simeone, hayal etmesini bilen her insan için muhteşem bir kılavuz…
Krallıkta Sınıf Atlama Zamanı: Ciro Immobile
2006 Dünya Kupası’nda bir grup maçı. “Pek iyi durumda değiller ama İtalya, İtalya’dır be!” iç sesiyle favoriler arasında gösterilen Gök Mavililer’e Çek Cumhuriyeti karşısında kazanmak için Materazzi’nin golü yetecekken, Filippo Inzaghi son dakikalarda attığı golle galibiyetin üstüne beton döküyor. Gol sevinci tabi ki her zamanki gibi coşkulu… Sanki Materazzi’nin golü hiç yaşanmamış da onun son dakika golüyle maç kazanılmış gibi. TRT’de yorum yapan ağabeyimiz durur mu, patlatıyor cevabı: “Yahu bu kadar sevinecek ne var?”
En başta Filippo Inzagi gerçeği var. Adamın yaşama amacıydı
gol atmak… Ama zaten Dünya Kupası’nda gol attıktan sonra sevinmek için Inzaghi
olmaya da gerek yoktu. Dünya Kupası’ydı orası! 6-1’lik maçta Kamerun’un tek
golünü atan 42’lik Roger Milla’ya da mı “Ne seviniyorsun dayı?” deseydik;
ardında bıraktığı kırılması güç rekora bakmadan? Ancak her şeyden de öte, bu
İtalyan santrforlara gol atmak ayrı bir yakışıyordu. “Postacı mektubu adrese
bırakırken seviniyor mu kardeşim?” diyen Balotelli hariç… O yüzden, mavili
formanın altında yine “güzel sevinerek” golün hakkını verecek, moda tabirle
“golcü gibi bir golcü” gerek. “Prandelli beni iyi tanır!” diyen Ciro Immobile
olabilir mi? Kesinlikle!
Aslında 24 yaşındaki golcü, biraz geç açılmış gibi gözükse
de yüzünü erken gösteren bir yetenekti. Juventus formasıyla Alessandro Del
Piero’nun yerine oyuna girdiğinde, henüz 18 yaşındaydı. Ancak daha sonra
Juve’nin usta birliği için dağıtıma gönderdiği onlarca genç isminden biri oldu.
Ne şanslıydı ki rotası, Zdenek Zeman’ın elleri olacaktı. Zeman, belki hiçbir
zaman mantıklı düşünen bir kulübün ideal hocası olamadı ama bir özelliği vardı
ki, yıllarca farklı emsallerle sabitti: O, genç yeteneklerin aşığıydı ve hele
de ofansif oyuncuysa, biraz da potansiyeli varsa parlamaması için hiçbir neden
yoktu. Ciro Immobile de bunu yaptı, 28 golle kral oldu. Bir Zeman kuralına
riayet ederek ligin en çok golünü yiyip ama uzak ara en çok golünü atarak üst
lige çıkan şanlı Pescara’nın üç özel yeteneğinden biriydi: Diğerleri, Lorenzco
Insigne ve Marco Verratti.
Juventus, sonraki sezon harıl harıl santrfor arayışında
olmasına rağmen Immobile’nin yüzüne pek bakmadı. 2.75 milyon Euro karşılığında
co-owner anlaşmasıyla haklarının yarısını Genoa’ya sattı. Ciro, artık Serie
A’da forma giyecekti ama biraz buruklaşmış hevesleriyle… Sezonu sadece 5 golle
kapattığında herkes “Onu parlatan Zeman’dı, abartılmış oyuncu” gibi düşünmeye
başlamış olsa da; aslında o sistemsizliğin dibine vurmuş Genoa’nın
kurbanlarından biriydi. Juve, aynı miktar karşılığında Genoa’nın haklarını geri
aldı ve aynı gün ezeli rakibi Torino’ya sattı. Sağına sezonun en formda
oyuncularından biri olacak olan Alessio Cerci’yi alan Ciro Immobile’nin yeniden
doğuşu böyle başladı. Ve o, bugünlerde krallığını Serie A’da da ilan etmeye çok
yakın.
Attığı 17 golle, Tevez’in sadece bir gol gerisinde ikinci
sırada olan Ciro Immobile’in en önemli özelliği, sayıdan da belli olacağı üzere
gol vuruşları. Açısı, topun geliş yönü, şiddeti ne olursa olsun çerçevenin
tehlikeli bölgelerine ateş ediyor. Evet, son Roma maçında topun gelişine ancak
Van Persie’nin sol ayağına yakışacak bir voleyle cevap veren Immbile için bu
tabir en uygunu: Ateş etmek! Ayağının içiyle bile sert plaseler göndermeye
başarabilen bir oyuncu. Ancak sadece “golü koklarım, önüme düşen topa
yapıştırırım” gibi bir Mario Jardel modelinden ibaret değil. Bazen o şansını
kendisi yaratıyor, rakibiyle birebir kaldığında adam eksiltmeyi çok iyi
becerdiği oluyor. Bunun en büyük şahidi, Milan’ın krizden dolayı bir türlü
kurtulamadığı kadrolu stoperi Bonera. San Siro’daki maçta Immobile sağ alt
köşeyi bulmadan önce kendisine attığı feyk sonrası oyundan düşmemiş, direkt
olarak stadı terk eylemişti…
“Her gün kendime ‘Bugün neyi farklı yapmalıyım’ diye
soruyorum” demişti bir keresinde. Gelişime açık bir oyuncu olduğu sadece
cv’sinden değil, ağzından dökülen cümlelerle de belli oluyordu. Arsenal’in
kendisini ciddi şekilde takip ettiği söyleniyor ki bu yeni bir şey de değil
aslında. O henüz Serie B’deki sıçrayışını yapmadan önce de Londra scoutlarının
ağına takılmıştı. Ancak bu Dünya Kupası’nda sonra “Ciro Immobile” demek, Avrupa
turnesinden sonra Luis Figo’yu beğenip gelen Selim Soydan – Şadan Kalkavan ikilisinin
scouting’iyle örtüşebilir.
Blog arşivinden: Juventus'un Çocuğu Ciro Immobile (Aralık 2011)
Olcay’ın İki Golü
Hayır, Chamberlain’in yerine Gibbs’i oyundan atan hakem değil bu başlığı atan, o duruma sonra geleceğim.
Beşiktaş’ın 11’ine baktığımızda, Vedat abinin (Okyar) meşhur
sözü kulaklarda çınlıyordu: “Öyle bir hücum hattı ki, topu kucaklarına versen
beş metre götüremezler!” Aslında ikinci devredeki bir çok maçta aynı sorun
yaşandı. Beşiktaş’ın çözüm üreten oyuncu zaten sınırlıyken, eldekiler de
sakattı. Ayrıca Jermaine Jones’un iyi oyuncu olduğu kesin, şu sıralar pek hazır
gözükmese de. Ancak forma giydiği maçlarda çoğunlukla “zorunluluktan” forvet
arkasında oynaması, Beşiktaş’ın transferde bir öncelik hatası yaptığına işaret
ediyor. Hali hazırda, Oğuzhan da tam olarak o mevkinin adamı değilken; ikinci
devreyi kurtaracak transfer bir Pablo Batalla modelinden geçiyordu. Hatta Aaron
Hunt devre arası, Jones gelecek sezonki ortasahayı derinleştirmek adına yazın
gelseydi, daha ideal bir sıralama olurdu.
Uzaktan şut, kenar orta ve serseri topları kovalama…
Pozisyon kısırlığı çeken takımların sarılması gereken üç etken. İlk gol, üçüncü
seçenekle geldi. Ki Olcay Şahan, olmadık zamanda gol atma uzmanıdır zaten. Hele
de Sinan Bolat’ın yaptığı gibi “tek vuruşla gol atma” imkânı verilirse… Ancak
Olcay’ın diğer golü daha güzeldi. Hani tabelada Oğuzhan’ın golü gibi gözüken…
Orada Olcay’ın yaptıkları, kelimenin tam anlamıyla “derslik”. Yetenekli sınırlı
olanların özel oyuncu olma rehberi gibi. Faydalı koşmak! Şekillerle anlatalım…
Atağın başlangıç noktasında pası Oğuzhan’a veren Olcay durmayacak…
Oğuzhan’ın normal şartlarda şut açısı kapalı, çünkü önünde Kayserisporlu
bir savunmacı var. Ancak bekliyor, çünkü Olcay durmuyor…
Olcay, yaptığı koşuyla Oğuzhan’ın önündeki savunmacıyı yanına çekti.
Böylelikle Oğuzhan çok net bir şut açısı buldu. Yani, gizliden gizliyi
bu golü de aslınca Olcay attı!
Ve İsmail Köybaşı… Yine gol atan adamı ilk tebrik eden olmak için coşkuyla depara kalktı, tıpkı eski günlerindeki gibi… Ama sadece o değildi eski günlerini andıran. Ani refleksleriyle atakları başlamadan durdurduğu oldu, hatta onları karşı atağa çeviren… Bazen de topla çıktı, hani Mustafa Denizli’nin o yeteneğine istinaden kendisini sol forvet oynattığı günlerindeki gibi. Harika bir performans mıydı? Hayır. Ama solda bir “sol bek” vardı. Zaten Beşiktaş’ın asıl ihtiyacı olan sağ beke bir yabancı yazabilmesi için, soluna işini yapan birini atması yeterli. İsmail de o umudu verdi. Hoş geldin çocuk…
5 Nisan 2014 / Beşiktaş 2-1 Kayserispor
Lentini’nin Dönüşü: Alessio Cerci
Bazı İtalyan efsanelerin yıldızı geç parlamış ama kolay kolay sönmemiştir. Alessio Cerci’ye de genç yaşında “Henry” demişlerdi ama Henry’nin haberi yoktu… Ancak kariyerindeki adımları kısa olsa da kararlıydı ve bir gün o da yıldızlar arasına girecekti!
“Biraz nostaljiden zarar gelmez” diyerek, CM 03-04 oyununu
bilgisayarınıza kurup, yeni bir kariyer açtınız. Artık hayatınızdan uzunca bir
süre çalmaya, sevdiklerinize “Yüzünü gören cennetlik” dedirtmeye, aydınlıkta
yatıp, karanlıkta uyanmaya hazırsınız. Her zamanki gibi, yola öncelikle
etraftaki wonderkid’leri toplayarak koyulacaksanız. Cavenaghi, Adu, Le Tallec,
Mexes, Andy Welsh (bunu herkes bilmez) derken yolunuz 16 yaşındaki bir Romalı
için İtalya’ya düşebilir: Alessio Cerci.
Ancak gerçek hayatta birçok wonderkid yüzünü gösterirken
Cerci, Roma’nın kronik kiralık oyuncusu olmuş, bir türlü gerçek patlamayı
yapamamıştı. Yoksa oyunun gereksiz şişirilmiş potansiyellerinden biri miydi?
Sahi, İtalya o konuda garip bir ülkeydi. Üç yıl öncesinde amatör kulüpte
oynayan Fabio Grosso, hızlıca tırmanıp ülkesine Dünya Kupası’nı
kazandıranlardan biri olmuştu. Pekala Cerci’ye de o zamanı tanımak gerekirdi.
Roma alt yapısında sergilediği muhteşem futboldan sadece
Championsip Manager haberdar değildi. O günlerde takımda Batistuta, Totti,
Montella, Delvecchio, Cassano gibi efsane hücumlar vardı ama Romalılar Alessio’yu
izlemek için genç takımlarının sahne aldığı kasabaya giderlerdi. O günlerde bir
forvet oyuncusu olan Cerci, oyun stiliyle Thierry Henry’e benzetilmiş hatta "Valmontone'deki Henry" lakabına
layık görülmüştü. Ancak onun sahadaki kaderi, Henry’nin tam aksi istikametiydi…
Onu ilk olarak Capello Roma A Takımı’na çıkardı. Ancak
çocukluk aşkı forması altında istediği damgayı vuramadı. Üç yıl farklı
kulüplerde kiraladıktan sonra Fiorentina’ya 4 milyon Euro karşılığında satıldı.
Oradan da iki sezon sonra co-ownership anlaşmasıyla Torino’ya geçti. Ve ondan
yıllar önce beklenen patlamayı, nihayet bu forma altında gerçekleştirecekti.
Eğer o şehre yaşatacakları bir film olsaydı, adı şüphesiz ki “Lentini’nin
Dönüşü” olurdu.
Lentini, uçak kazasıyla noktalanan “Grande Torino” zamanından sonraki en parlak Torino takımının başrol oyuncusuydu. Dönemin transfer rekorunu kırarak Milan’a geçmiş, ancak kısa bir süre sonra yaşadığı trafik kazasıyla futbol hayatı alt üstü olmuştu. Alessio Cerci topu sol ayağına her aldığında, saçlarını sallaya sallaya her içeri kat ettiğinde, Torino ahalisine Lentini’yi hatırlatıyordu. Ancak onun bir farkı vardı; Lentini zamanında kanat oyuncularını ters tarafta oynatmak pek moda değildi. Cerci, o bakımdan şanslıydı çünkü sağ kanatta oynatıldığında, çalım yeteneğini kendisine şut açısı bulmak için de kullanabilirdi. Nasıl ki Juventuslu “sağ kanat” Henry’nin Arsenal’de forvet olmasıyla bir efsane doğduysa, Cerci de forvetten sağ kanata evirildiğinde Serie A’nın en ezber bozan oyuncuları arasında yer almaya başlayacaktı.
Lentini, uçak kazasıyla noktalanan “Grande Torino” zamanından sonraki en parlak Torino takımının başrol oyuncusuydu. Dönemin transfer rekorunu kırarak Milan’a geçmiş, ancak kısa bir süre sonra yaşadığı trafik kazasıyla futbol hayatı alt üstü olmuştu. Alessio Cerci topu sol ayağına her aldığında, saçlarını sallaya sallaya her içeri kat ettiğinde, Torino ahalisine Lentini’yi hatırlatıyordu. Ancak onun bir farkı vardı; Lentini zamanında kanat oyuncularını ters tarafta oynatmak pek moda değildi. Cerci, o bakımdan şanslıydı çünkü sağ kanatta oynatıldığında, çalım yeteneğini kendisine şut açısı bulmak için de kullanabilirdi. Nasıl ki Juventuslu “sağ kanat” Henry’nin Arsenal’de forvet olmasıyla bir efsane doğduysa, Cerci de forvetten sağ kanata evirildiğinde Serie A’nın en ezber bozan oyuncuları arasında yer almaya başlayacaktı.
“Sahada olayım da, nerede oynadığım fark etmez” demişti bir
keresinde Cerci. Ancak asıl olarak nerede fark yarattığının da farkındaydı:
“Roma’da ve Fiorentina’da forvet oynamıştım, yine oynayabilirim. Ancak kanatta
oynamaktan daha zevk aldığımı söylemeliyim. Çünkü benim gibi yetenekleri olan
oyuncular, oradaki özgürlüğü daha çok isterler.” Aslında onun büyük çıkışında
anahtar kelime buydu: Özgürlük! Torino’daki hocası Giampiero Ventura onu
elbette belirli bir bölgeye, çoğunlukla sağ tarafa yazıyordu. Ancak ona, maç
esnasında köşedeki pizzadan sipariş verecek kadar serbestlik tanınmıştı. Sonuç,
şimdiye kadar 11 gol, 10 asist… Aynı zamanda Cerci, istatistiksel olarak Serie
A’nın “en çok gol pozisyonu yaratan” oyuncusu.
Alessio Cerci’nin en önemli özelliği tekniği ve bunu son iki
sezondur direkt skora yansıtmaya başladı. Sol ayağının içini çok iyi
kullanıyor, aynı zamanda ters kanattan gelen ataklarda da “tilki golcülük”
hislerini harekete geçirebiliyor. Onun bu performansına Prandelli de kayıtsız
kalamadı ve onu son İspanya maçında direkt 11’de oynattı. Dünya Kupası’nda da
bir terslik çıkmazsa yer alması bekleniyor. Hatta eğer sistem 4-3-3’de
kalacaksa, tahtaya ilk yazılan isim yine o olabilir. O günlerde 27 yaşını
doldurmuş ve “geç parlayan İtalyanlar” arasına adını yazdırmış olacak. Ancak
kalan futbol hayatını çok daha büyük formalar altında geçireceği kesin.
“Torino’da kalma ihtimalim yüzde 50” derken bol keseden atıyordu Cerci. Çünkü
onu Milan, Inter, Juventus gibi İtalyan devlerinin yanı sıra Premier Lig’den de
bekleyenleri vardı. “Peki ya Roma?” sorusu geldiğinde ise asıl hayalini
döküvermişti: “Benim Roma’ya olan tutkum gizli bir şey değil. Eğer tekrar o
formayı gitme fırsatım olursa, hiç düşünmem!”
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)