Gol Atmak İçin Dokunmak


Daha çeyrek final eşleşmeleri beli olduğu anda, içlerinden en cazibesiz maçın Kosta Rika – Yunanistan arasında oynanacağı belliydi. Ancak bir gol, maçtaki hikayeyi bir anda seyredeğer kılabilirdi. Ve o gol de çok ustaca atıldı. Bryan Ruiz, topa sol ayak içiyle dokunduğu anda şut atmayı değil, “gol atmayı” düşünmüştü. Oysa çoğu oyuncu oradan, tabiri caizse “yaradana sığınarak”, kaleye bakmadan şut atardı.

Kosta Rika için çeyrek finale yükselmenin sırrı, aslında hiçbir sırlarının olmaması. Öyle pek bilinmezli, üzerine tez yazılası bir sistemleri yok. Güçlerinin farkındalar. İkili stoperle savunma yapayacaklarını biliyorlar. Geride eksik kalacakları her pozisyonun, gol pozisyonuna dönüşeceğini de…  Diaz ve Gamboa gibi iki tempolu beki sık sık ileriye çıkarıp, Campbell ve Ruiz’in yeteneklerine bağlı kalarak tabelayı değiştirmeyi umdular. Ve şuana kadar hep başardılar.

Yunanistan’ın ise en etkili hücum silahı bir sol bekti. Dış görünüş olarak “çarşı iznine çıkmış er” kıvamında olan Holebas, neredeyse ayağına aldığı her topla etkili oldu. Pozisyon yaratmanın yasak olduğu ilk yarıda da ezberi bozdu. Salpingidis’e açtığı orta, insana zorla gol attıracak cinstendi. Savunmayla, kaleci arasına sert ve kavisli… Muz ortanın ne demek olduğunun tarifi! Geçtiğimiz sezon başında Beşiktaş onu almayı başarsaymış, çok büyük hamle olurmuş.

Penaltılarda artık topa vuruş yeteneğinden belki de daha fazla önemli olan şey, sinirleri kontrol etmek ve sakin kalmaktır. Topları sürekli tavana yapıştıran Kosta Rikalıların daha sakin kalması, şaşırtıcı ve bir o kadar da ne denli kararlı olduklarının kanıtı. Artık önlerinde aşılması gereken çok daha büyük bir dağ var: Hollanda! Onlar için “Vertical Limit 2″ kıvamında bir eşleşme olacak… Duarte cezalı olmasaydı,  şansları düşük olmayabilirdi. Yine de çok düşük değil…

Hames'in Kelime Anlamı



Dünya Kupası’nda boy gösteren hemen her takımın bir özel adamı var. Ama birçoğu, o özel adamına aşırı derecede bağımlı değil. Uruguay hariç… Onlar için Luis Suarez’le ve Luis Suarez’siz resim, tamamen iki farklı takım gibi. Luis Suarez’le, vasat görünse de her an tabela bozabilecek bir takım. Luis Suarez’siz ise göründüğü gibi olan bir takım, yani vasat…

Onun olmadığı maçta yine Diego Forlan sahnedeydi. Forlan fiziki görünüm olarak hala 2002 Dünya Kupası’ndaki, Senegal’e muhteşem gol atan harika çocuk gibi. Pek değişmemiş. Ama kas yapısı olarak, durum pek de öyle iyimser değil… Son bir iki yılda ne yaptıysa, özelliklerinin her birini kaybetmiş. Eskiden en ölü hali iki üç tane tehlikeli şut çıkarırdı, artık o da yok. Spor yorumcusu olma vakti gelmiş maalesef.

Bu arada Suarez’siz günler için bir B planı yaratamayan Oscar Tabarez’e de “hayak kırıklığı” başlığı altında bir parantez açmak gerek. Büyük eksiğe rağmen, sanki hiç eksik yokmuş gibi takım çıkaran teknik direktörler, kötü teknik direktörlerdir. Tabarez de hiçbir değişikliğe gitmemiş, sadece Suarez’in yerine Forlan’ın adını yazmıştı. Oysaki ne Forlan ne de Cavani, geriden top aldıklarında etkili olabilecek forvet tipleri değillerdi. Belki en baştan gelecek bir Gaston Ramirez tercihi, bazı şeyleri değiştirebilirdi.

Bir oyuncu için “kalite kontrolü” yaparsak, bakacağımız şeylerden biri de topu kontrol ederken aldığı haldir. Örneğin James Rodriguez’in yaptığı gibi, topu sadece kontrol etmiş olmak için değil, bir sonraki hamlesine avantaj yaratacak şekilde kontrol edebilen oyuncular, büyük oyunculardır. Attığı gol kartpostal gibi, mükemmel… Topun üst direğe vurup girmesi de olaya ayrı bir estetik kattı. Sadece skora direkt etki etmesiyle değil (5 gol, 2 asist), oyun içinde sürekli kendini topa gösterişi, sorumluluk alışı ve hep doğru karar vermesi… Turnuvanın adamı olma yolunda ilerliyor. Telafuzuna ceyms, hames, james diyebilirsiniz ama onun futbolculuk karakterinin tek bir anlamı var: Yıldız! Keşke daha iyi, daha göz önünde olan bir ligde izleyebilsek.

Falcao’nun sakatlığından sonra çok az insan Kolombiya’nın bu kadar iyi gideceğini, sadece gitmekle kalmayıp her maçında “güçlü takım” hissini vereceğini tahmin etmiştir.  Aslında onlar için işin sırrı James’in ikinci golünde. Top gol olana kadar neredeyse tüm oyuncuların ayağına dokundu. Basketbol hücumuna benziyordu. Bu kadar iyi kalabalık atak yapılır ve bu kadar iyi top paylaşılır… Asisti yapan Cuadrado ise hemen her maç “sağ kanat nasıl olunur?” dersi vermekte. Üstelik ücretsiz!

Jeneriklik Penaltı!



Grup maçları düzeyinde harika bir turnurva izledik. Son 16′da da o maçları aratmayacak tempolu bir kapışmayla başladı. Ve yine bu turnuvanın bir başka özelliği olan “bilinmezliğin güzelliği” yine sahnedeydi. Brezilya maçta baskın gözükse de ilk golü atmış olsa da maçın kopmayacağını hissediyorduk. Öyle de oldu, çeyrek finale Şili en az Brezilya kadar yakın durdu.
Brezilya daha çok “Neymar’ın takımı”… Şili ise Alexis Sanchez’e sahip olmasına rağmen

Sanchez’in takımı değil, “Şili takımı” resmini verebiliyordu. Herkes daha fazla oynunun içinde ve daha uyumluydu. Brezilya’nın pozisyonları daha fazlaymış gibi gözükse de Şili’nin fırsatları daha bilinçli ataklarla geliştirilmişti. Onlardan birinde Aranguiz, neredeyse maçı 2-1′e getiriyordu. Aranguiz de Vidal’in Juventus’da yaptığı gibi, sürekli forvet koşuları atan bir orta saha. Sanki bu, Şili’de beden eğitimi derslerinde gösteriliyor. Hemen her Şili orta sahasının ortak özelliği. Elbette burada Bielsa’nın da hakkını vermek gerek. Ülkeye net bir futbol kimliği bırakmayı başardı ve onun izleri hala sürüyor.

Şili, 119′uncu dakikada bir “Semih Şentürk” golüyle adını çeyrek finale yazdırabilirdi. Pozisyonun kahramanı ise, Cagliari’li Mauricio Pinilla… O da Semih Şentürk klanından. Eğer 90′lı yıllarda futbol oynuyor olsaydı, değeri 15-20 milyondan başlardı. Takımlarında klasik santrfor kullanmayan herkese bir tepki olarak, finali yapabilirdi. Direkten döndü. Daha sonra penaltıyı kaçırdı, kaderde kırılma yaşattı… Penaltıların güzeli nadir olur. Ama Aranguiz öyle bir penaltı attı ki “turnuvanın en güzel golleri” klibine girse yeridir. “Kalecinin fotoğrafını çekmek” ne demek, bize uygulamalı olarak anlattı...

Güzel kaybetmek diye bir şey var, Şili'nin yaptığı gibi. Penaltılarla yenilmek pek "yenilmek" sayılmaz da zaten.

Plan, Tutku ve Direnç


Vahid Halilhodzic’in Cezayir’i, grubun ilk maçı Belçika karşısında oldukça sıkı bir savunma futbolu oynamış ve sanki turnuvanın geri kalanında da “başka bir plandan yoksun kalacaklarının” izlemini vermişti. Ancak Güney Kore karşısında bu kez farklı bir çehreye bürünen takım, kendisine gerekli olan galibiyeti almıştı. Üstelik koparırcasına! Cezayir, sıradan bir savunma takımı değildi. Gücünün farkındaydı, ne yaptıklarını biliyorlardı…
“1982′deki Almanya-Avusturya maçını unutmadık” diyordu Vahid Halilhodzic. Rusya maçının öncesinde, artık hiçbir skorun kendilerini ilgilendirmeyeceği biliyordu. Ve takımını buna göre motive etmişti.
İhtiyacımız olan şeyi başarmaktan gurur duyuyorum. Cezayir kahramanca bir maç oynadı ve son 16′ya kalmayı sonuna kadar hak etti. Bu sonuç, son üç yıldır yaptıklarımızın, çalışmalarımızın bir ödülü!

Aslında her şey son cümlede saklı. Çoğumuz için Cezayir bir imkansızı başardı, ama onlar için bu zafer çok olasıydı. Takımın yapısına uygun, her maça göre bir planları vardı. Her oyuncuyu en iyi şekilde nasıl kullanacaklarını biliyorlardı. Takımın en değerli oyuncusu Feghouli, sistemin gerçek bir kaptanıydı örneğin. Her atak başlangıcı ondan soruluyordu. Hele ki Güney Kore maçındaki futbolu, bu turnuvanın en etkileyici bireysel performanslarından biriydi. Savunma, top rakibe geçtiği anda oldukça sıkı şekilde alan kapatıyordu. Hücumda ise yapılan şey, Slimani’nin patlayıcı özelliğine sarılmaktı…

Üç yıldır üzerlerinde çalıştıkları planları vardı, attıkları her golden sonra gözlerindeki parıltıdan belli olan tutkuları… Son olarak da en büyük silahları, fiziki güçleri ve dirençleri. Bir takıma “iyi takım” diyebilmemiz için başka ne olabilirdi ki?

Hırvatistan'da Tek Gerçek: Ante Rebic




Hırvatistan, bağımsızlığını ilan ettiğinden bu yana topraklarının forvet yetiştirmek için son derece elverişli olduğunu çoğu zaman kanıtlıyor. Alpay’ın sevgili arkadaşı Vlaovic, Suker, Boksic, Olic, Petric, Mandzukic gibi isimlerin taşıdığı bayrak yere düşmeyeceğe benziyor. Geçtiğimiz yaz ülkemizde Hırvatistan U-20 Milli Takımı’yla boy gösteren genç forvetler de buna işaretti; özellikle RNK Split’te dikkatleri çeken ve Ağustos ayında Fiorentina’ya transfer olan Ante Rebic… Hırvatistan turnuvada hayal kırıklığı yaşatmış olabilirdi ama Rebic, o turnuvada öne çıkmayı başarmıştı. Zira biz de FourFourTwo olarak Ağustos 2013 sayısında kendisini “U20′nin Parlayan Yıldızları” yazısında anmıştık…

Aradan bir yıl geçti, artık sahne çok daha büyüktü: Dünya Kupası! Ama Ante Rebic için aynı senaryo işledi. Hırvatistan hakem hatasıyla mağlup başladığı turnuvada, Meksika karşısında bu kez hakem yanlışlarını arkasına almasına rağmen çok net yenildi. Ve yine sahanın en çok parıldayan ismi, oyuna hep sonradan dahil olan Ante Rebic oldu. Damakta tat bırakan yetenekleri bir yana, isyankarlığıyla farkını ortaya koydu. Zaten öyle bir oyuncunun, böylesine kötü bir maçta “kırmızı kartın” ötesinde norma bir sona yürümesi, pek yakışmazdı…

Nasıl ki Filip Holosko’ya, rakibinin içinden geçmeye çalıştığı için “Casper” lakabı takıldıysa, Ante Rebic için de “hakiki Casper” diyebiliriz. Çünkü bu çocuk, karşısındaki rakibi toptan hiç uzaklaşmadan o kadar ince çalımlıyor ki neredeyse içinden geçmiş gibi bir görüntü veriyor! Topla hızlandığı anda durdurulması çok güçleşen Rebic, her iki ayağıyla da muhteşem gol vuruşları yapabiliyor. Zira Türkiye’de attığı her iki gol de birbirinden güzeldi. Dünya Kupası’nda da yakaladığı her fırsatta iyi vuruşlar yaptı. Özellikle pas zamanlamaları, yaşına göre fazlasıyla olgundu. Ante Rebic… Bu ismi asla unutmayın!

Bu Kez Sürpriz Değil




Dünya Kupası 2002′de Amerika, Figo’lu, Rui Costa’lı Portekiz karşısında 3-2 kazanmış ve turnuvanın büyük bir sürprizine imza atmıştı. 12 yıl sonra dün, Amerika yine kazanabilirdi. Ama bu kez sürpriz olmayacaktı…


Kesinlikle yakın dönemin en iyi Dünya Kupası’na şahit oluyoruz. Bunun en büyük sebebi, hemen her maçın bilinmezli olması. Öyle ki, Kosta Rika dışındaki her takımın güçlü olduğu “ölüm grubundan” ilk çıkan Kosta Rika olabiliyor… Artık her takımın bir planı, fena olmayan oyuncu grubu var. Haliyle takım olmayı başarabilen, hayal gibi gözüken skorlara pek de uzak olmuyor. Dün gece Amerika da Portekiz karşısında kazanabilirdi. Ama bu, diğer örneklerde olduğu kadar sürpriz olmayacaktı.
İlk maçlarda Portekiz’in dört gol yiyerek hezimete uğramasının dışında, takım resminden de çok uzak olduğu görülmüştü. Cristiano Ronaldo’yu da bir noktadan sonra oyuna küstürecek kadar… Hücum, savunma bağlantısını etkili kuramayan, topu ayağına alanın birşeyler yapmasını bekleyen bir takım. Tıpkı bir zamanların “Portekiz Çetesi”ne tutulmuş Beşiktaş’ı gibi. Kağıt üzerinde etkili oyuncuları -hatta içlerinden biri Ballon d’Or sahibi- yazılı olsa da ortaya bir sonuç çıkmıyor.

Amerika’da ise durum tam tersiydi. Klinsmann’ın öğrencileri, tıpkı onun futbolcu günlerinde olduğu gibi tutkulu. Ama o tutkularını takım oyunu içersinde de etkili, akılcıl şekilde kullanabiliyorlar. Attıkları son golde ceza sahası çevresinde yarattıkları kalabalığı, Portekiz iki maçtır bir kere bile yapamadı. Aslında ilk golde de Jones  harika şut çıkarmış olsa da o da klasik “baskı kuran takım” golüydü. Evet, Amerika Portekiz’e karşı oyunun büyük bölümünde baskı kurmayı başardı.
Cristiano Ronaldo, “Cristiano Ronaldo’luğunu” son golün ortasını yaparken gösterdi. Normalde frikikler için hayata geçirdiği “ölü yaprak vuruşunu”, sanki bu kez asist olarak kullandı. Uzak direkte kafayı vuran Varela da Nani’nin yerine 11′e yazılmayı hak ediyor. Nani gol atmış olsa da, takriben Ronaldo’nun muhteşem golünü ofsayttayken topa dokunarak heba etmesinden bu yana lanetlendi… Bu kadar kısa sürede 10 üzerinden 8′lik bir oyuncunun, 4′lük seviyeye inmesi pek olağan şey değil!’

Bir parantez de Dempsey’e açmak gerek. Nasıl her takımın kendi içinde kilit oyuncusu varsa, Dempsey de Amerika için o… Orta sahadaki pas oyununda var, gol girişimlerindeki verkaçlarda var, gol vuruşunda var… Her takıma bir Dempsey lazım!

Fransa Akıyor



Bu Dünya Kupası’nda pek çok takım izledik. Beklenti üzerine çıkanlar, hayal kırıklıkları… Almanya dışında çoğu takım bir şekilde şaşırtıcı performans sergiledi. Ancak gazeteye “hem keyif veren futbol oynayacak, aynı zamanda ‘güçlü takım’ izlemini verecek adaylar aranıyor” diye ilan verirseniz, buna bir tek Fransa dönüş yapabilir. Son Dünya Kupalarında “turnuvanın ilk kötü maçı” denince akla gelen Fransa… Nihayet jenerasyon değişti, üstelik ellerindeki yetenekli oyunculardan iyi bir harman çıkararak, komple takım görüntüsü sergileyerek. Deschamps, Nasri’yi kadroyu almadığı zaman bir söz sarf etmişti ve takımı onu haklı çıkardı.
Ben Fransa’nın en iyi 23 oyuncusunu değil, Fransa için en dengeli takım çıkaracağım 23 oyuncuyu seçiyorum!
Fransa’nın bu halini sahiden de “denge” diyerek tek kelimeyle özetleyebiliriz. Orta sahaları çift yönlü, hatta hücumcuları da öyle… Giroud ve Benzema, dünya üzerinde “oyuna katkı veren” en parlak iki santrfor olabilir. Benzema’nın Giroud’a farkı, aynı zamanda harika bir “bitirici golcü” oluşu. Bunun için sadece hakemin düdüğe erken davranıp, yazık ettiği son dakikadaki vuruşuna bakmak yeter. Attığı resmi golde de vuruşun inceliği dışında, savunma arkasına yaptığı koşu zamanlaması derslikti. Dünya Kupası 2014 denince akla ilk gelenlerden biri o olacak, belli!

Hücum oyuncuların, ileriye topsuz koşu atan orta sahaları paslarıyla ödüllendirişi kadar; orta sahaların da o koşuları atması çok değerli. İsviçre gibi her zaman güçlü takım savunması yapan bir rakibi perişan etmelerinin altında yatan sebep en çok da bu. Görünürde Fransa’nın iki santrforu vardı ama kale etrafında 5-6 adam baskı kurabiliyordu.

Futbolun yazılı olmayan kurallarının başını çeken “hezimete uğrayan tek takımın golü jeneriklik olur”  durumu İsviçre’de bu durum iki kez yaşandı. Frikik golünü daha çok baraj hatasına yazabiliriz ama ikinci gol, oluşumuyla ve son vuruşuyla gerçekten çok iyi.
Fransa için bir önceki yazıda “çaktırmadan finale gidebilecek takım” tanımlamasını kullandık ama kendilerini bu kez fazlasıyla ifşa ettiler… Şu sıralar bir içecek reklamanının benzedi halleri: Fransa, akıyor!

Kahramanların Sahnesi



Dünya Kupaları, birçok oyuncu için duygu patlamasının yaşanıldığı bir sahne. Kimileri bu sebepten topa dokunamayacak hale gelir, kimileri ise tutkusuna tutku katar. Sakatlıktan çıkıp, İngiltere karşısında sahaya çıkan Luis Suarez de o tutkusunu hiçbir zaman kaybetmeyen adam. Kendi tabiriyle, sahada hala çocukken mahallede yaptığı numaraları deniyor. Ama maçın büyüklüğü ne olursa olsun, onun baskısı altında sinmiyor. Zor durumdan kurtulmasını bir şekilde başarıyor. Hatta bazen tek başına takıma yapıyor bunu, dün gece İngiltere karşısında olduğu gibi.

Kosta Rika maçına nazaran tek değişiklik Luis Suarez değildi. Tabarez, Stuani’nin yerine Loderio’yu da 11′e yazarak merkezdeki kalabalığı oluşturdu. İlk maçta Perez ve Arevalo’ya fazla yük bitmişti, zaten her ikisi de hücum aksiyonları zayıf orta sahalardı. Lodeiro’yla birlikte o harman ilk maça nazaran daha iyi oluşturuldu. Artık mesele, değerlerinin toplamı her hangi bir ligde şampiyonluğa oynayabilecek takımın bütçesi kadar olan iki forvetin “şapkadan tavşan çıkarmasına” bakıyordu: Cavani ve Suarez. Cavani’nin topun dibine girerek, FIFA oyununda herkesin yapmak isteyeceği asisti, Suarez’in nefis kafası… Plan tutmuştu!

Diğer tarafta Roy Hodgson’un Tabarez’in orta saha hamlesine karşı strateji geliştirmemesi ilginç. Oysa elinde Uruguay’da olmayan çift yönlü orta sahalar da var. Everton’da muhteşem sezon geçiren Ross Barkley gibi. Zaten Barkley’in Sterling’in yerine oyuna girişi ve Rooney’in kaleye daha fazla yaklaşmasıyla maç İngiltere’ye dönmeye başlamıştı. Üstelik Tabarez de büyük bir hata yaparak, Loderio’nun yerine Stuani’yi sahaya atıp 4-4-2′ye döndü. Artık her şey İngiltere’nin avuçlarındaydı, gol de çok geçmeden geldi…

Bazen öyle kahramanlara sahip olursunuz ki teknik direktörlerin hataları bile bir anda toz oluverir. Muslera’nın degajından galibiyet golünü çıkaran Luis Suarez… Dünyanın en iyileri arasında artık anılıyor. Ama o, dünyada bir takım için “kahraman” sıfatına en yakın oyuncu. Hem Liverpool, hem de Uruguay için… Zaten Uruguay yedek kulübesi de bunun farkındaydı ve herkes daha son düdük çalmadan bu maçın sadece birkaç hafta öncesinde tekerlekli sandalyeye ihtiyaç duyan “kahramana” dokunmak istiyordu. Turnuvanın fotoğrafıydı!

Dinlen ve Yenilen Şampiyon


Üç büyük kupayı (Euro 2008, Dünya Kupası 2010, Euro 2012) üst üste kazanan İspanya artık yok. Üstelik, pek de direnç gösteremeden, Şili karşısında “Maçı çevirebilirler” hissini hiç veremeden… Geçen zaman, şampiyon takımdan çok şey aldı götürdü. Ama Del Bosque’ye göre değişen hiçbir şey yoktu. Aynı sistem, aynı sistemin kilit oyuncuları… Yaşanılan doygunluğun yanı sıra, artık rakipler de İspanya A planını çözmeye başladı. Özellikle de üçlü savunmayla oynayan ve merkezdeki paslaşma yollarını tıkayan takımlar. Hollanda ve Şili, bu bağlamda çok benzer özellikler taşıyordu.

Görünen o ki Şili, turnuvanın mutevazı sürpriz adayından çok daha fazlası. Takım birbiriyle çok uyumlu ve herkes ne yaptığının farkında. Alexis Sanchez, Arturo Vidal gibi ortadaki oyunu lehe çevirecek etkili silahları da var. Özellikle Vidal… Juventus’da daha çok “gizli forvet” rolüyle göz önüne çıkıyordu. Ancak Şili forması altında  “en klasından, komple bir merkez orta sahası nasıl olunur” tanımını izletiyor. Vargas’ın golünde tabelaya hiçbir istatistik yazdırmadı. Ama asist öncesi attığı “ufuk açıcı” pasıyla, aslında o golü asıl atan isim olmuştu.

İkinci gol ise Ronaldinho’nun yıllar evvel Stamford Bridge’de attığı golü hatırlattı. Hiç adım atacak mesafe olmadan, topu kalecinin ancak taksi tutarak yetişeceği köşeye gönderişi… Çok iyiydi! Aranguiz, orta sahadaki enerjisiyle de Şili’nin en kritik adamlarından.

İspanya tek bir jenerasyona mahkum olmayacak kadar geniş ve kaliteli isimlere sahip. Üstelik alt yaş milli takımlarında da büyüleyici bir istikrar söz konusu. Ancak o istikrarı tutuculukla karıştırmamak gerek. Del Bosque’nin yaptığı gibi… Artık zaman biraz dinlenme zamanı. Yakında yeni yüzlerle (mümkünse Koke, Isco vesaire) tekrar buluşmak üzere şampiyon…

İranlı, Nijeryalı ya da Delicesine Futbolsever


Grup birincisinin henüz kuralar çekildiğinde belli olduğu (Arjantin) ve İran, Bosna, Nijerya arasında ikincilik kapışmasının yapılacağı F Grubu’nda dün gece turnuvanın en vasat futbolunu izledik. Pardon, futbol dedik! Her iki takımda konrollü oynamayı biraz abartmıştı. Aslında Dünya Kupaları için pek bilinmedik bir sahne değil. Ancak maçta pozisyon azlığının dışında “tutku” eksikliği de vardı. Sanki bir Dünya Kupası maçı değil de sıradan, oyuncuların zoraki olarak sahaya çıktığı bir hazırlık maçıydı.

Yine de İran’ın bu futbolu oynamaya daha çok hakkı var. Oyuncu kalitesiyle Dünya Kupası’nın geri kalanları arasındaki en zayıf ekiplerindne biri. İleride bir şekilde golünü yapacak Ali Daei’leri de artık yok. Ancak Emenike, Moses gibi silahlara sahip Nijerya, ikincilik savaşında Bosna’ya diş geçirmek için bu maçı kazanmalıydı. Çünkü şu durumda, Bosna Nijerya’yla berabere kalıp son maçta İran’ı yendiği takdirde dahi gruptan büyük ihtimalle çıkacak.


Dün gece asistan menajer unvanıyla maçı kulübeden izleyen Daniel Amokachi, sahaya baktığında kendi jenerasyonunu düşünüp “Biz neymişiz be abi!” diye iç geçirmiş olabilir. Hatta Roger Milla takvimine göre (kendisi 42 yaşında Dünya Kupası maçına çıkıp, gol atmıştı) 41 yaşındaki Amokachi de aslında hala yeşil saha üstünde o driplinglerini sergileyebilirmiş. Bu tempoda çok da sırıtmazdı. Öyle bir tempo ki maçı izlemek için ya Nijeryalı ya da İranlı olmak gerekirdi. Ya da bizler gibi delicesine futbolsever!

 

Issız Messi


Carlos Tevez, Javier Pastore, Erik Lamela, Mauro Icardi gibi turnuvada geriye kalan her ülkenin rüyalarını süsleyecek hücum oyuncuların kadroda dahi olmaması, Arjantin’in ileri uçta ne denli güçlü olduğunu özetliyor. Ancak o kaliteyi yıllardır merkez orta sahaya yansıtmış değiller. Hem top rakibe geçtiği anda sıkı bir baskı kuramıyor, rahat top yaptırıyorlar. Hem de yine hücuma geçişlerde Messi’nin derine gelerek aldığı toplara bakıyorlar.

Messi’yi yine zor bir turnuva bekliyor. Topu ayağına aldığı anda kendisine pas opsiyonu açacak birilerini neredeyse hiç bulamadı. Hatta sadece bir kez buldu, orada da golünü attı: Gonzalo Higuain. Arjantin’in pek çok klas golcüsü var ancak tek gerçek santrforları Pipita’dır. Eğer Messi’nin driplingleri daha sık şuta dönüşmesi isteniyorsa, onun oradaki “duvar görevi” önemli. Geriye bir tek sorun kalıyor, Messi’yi topla hücum alanında buluşturacak ora saha… Eğer Javier Pastore paranın gücüne karşı dayanıp, Paris Saint Germain’e gitmeseydi ve daha doğru bir transfer yapsaydı; bugün öyle bir oyuncu kazanılmıştı belki de. Şimdilik tek çözüm Enzo Perez’i sahaya atmak…

Rabona’yla taç!

Aslında Arjantin’de aynı sorun stoper ve bekler için de geçerliydi. Ancak son dönemde değerli savunmacılara sahipler. Garay herkesin malumu, Benfica’da oynadığı futbolla sezonun en formda stoperlerindendi. Yanındaki Napoli’li Fernandez, topu “rabonayla!” uzaklaştıracak kadar teknik. 2010’da Maradona’nın gazabına uğrayan Zabeleta’da çok iyi sezon geçirdi. Sol bekte ise gerekli zamanda 5’li orta sahanın solu, gerekse sol stoper oynayacak kadar çok yönlü isim Rojo var. Ancak Sabella o savunmayı ilk yarıda 5’li gibi oynattı, bu da Arjantin’i orta sahada eksik kılan etkendi.

Bosnalı kardeşlerimiz aslında savunma anlamında harika bir maç çıkardı. Yedikleri gollerden biri şanssızlık, diğeri Lionel Messi. Onun hızını almış şekilde çaprazdan kaleye inip, biriyle duvar pası yaptığı zaman “gol yememe” çaresini İsviçre bilim adamları dahi bulamadı. Özellikle 34’lük Spahic, harika oynadı. Belki de turnuvanın en iyi stoper performansıydı. Gelecek maçlarda kanat oyuncusu kullanmadan, İbiseviç – Dzeko ikilisini Miralem Pjanic’le destekleyecekleri 4-3-1-2 gibi sistemle oynamaları daha makul olabilir. Zaten diğer iki rakipten (İran, Nijerya) 6 puan çıkarırlar gibi gözüküyor.

"Makine Gol Diyo?"


Turnuva boyunca izlediğimiz maçlar arasında, iki takım arasındaki kalite farkının en belirgin şekilde açık olduğu maçtı. Honduras’ın net faullerle sertlik yapmaktan başka her hangi bir çözümü yoktu. Zaten 43. dakikadaki penaltı ve kırmızı kartla, maç da çoktan bitmişti. Artık maçın akıllarda kalması için “çok acayip” bir şeye şahit olmalıydık. Gözlerin gol teknolojisine döndüğü bir pozisyon gibi!

Eskiden mahalle maçlarında bizim için en garantili gol teknolojisi, “Adamın gol diyo!” savıydı. Karşı takımdan biri bile gol olduğunu kabul ediyordu, daha ne olsun? Ancak böylesi milyar insanı ilgilendiren maçlarda işi daha tarafsız birine sormak gerek. Futbol hataların oyunu yine olsun, ama hakemlerin hatasıyla değil… Teknolojinin bu kadarı iyidir. Yoksa böylesi pozisyonların sadece tartışması 5 ay sürüyor, o zaman çok mu futbol odaklı kalıyoruz? Ayrıca gözün çizgi kamerasından ölçe bildiği kadarıyla top tamamen girmemiş gibiydi. Eğer orada bir çizgi hakemi olsaydı ve golü verseydi, fahiş bir hata yapmış gibi algılanabilirdi.

Batistuta 1994
Saha için söylenecek pek fazla şey yok. Fransa, kalibresinin oldukça altında bir takımla oynadı. Ancak her şeye rağmen “çaktırmadan finale kadar yürüyecek” bir görüntüye sahipler. Takım oldukça genç ama bir o kadar olgun. Her koşulda tabelaya etki edecek bir de büyük golcüleri var.
Golün kaleciye yazıldığı pozisyonda da nefis dokunmuştu. Ama attığı ikinci gol… Batistuta’nın Amerika 94′deki hallerini hatırlattı. Vurabileceği tek bir açı var ve o noktaya, olabildiğince sert bir gol vuruşu. Eğer kalenin arkasında file olmasaydı, yine pozisyon makineye sorulabilirdi. Top o kadar hızlı gitti…

Asistlerin Gecesi

Prandelli’nin sahaya sürdüğü ilk 11’de, ülkenin orta sahaları arasında seferberlik ilan edilmiş gibiydi. Tüm önemli orta sahaların adı yazılıydı, hatta gözler Demetrio Albertini’yi bile aradı! Aslında bu, kolaya kaçış görüldüğü kadar aynı zamanda bir risk. Çünkü takım içerisinde yeterli hareketliliği sağlayamazsanız, elinizde çok fazla orta saha oyuncusunun oluşu sizi sadece yavaşlatır. Ancak Andrea Pirlo gibi normal bir takımın üç paslaşmayla kat edeceği yolu tek pasla aşan bir merkez üssünüz varsa, her şey değişir… Maçta genellikle dikine paslara yönelmesine rağmen isabet oranı %95!

Üst direği ikiye bölme niyetindeki frikiği, topa dokunmasına gerek kalmadan Marchisio’ya yaptığı asisti bir yana; topla her buluşmasında etrafında koşu yapan oyuncuları görüşü, İtalya’yı durağan oyunda bile tehditkar bir takıma dönüştürüyor. Zaten durağan, “golün oluruna bırakıldığı” anlarda mutlaka kendisine bir gol fırsatı yarabilecek joker hakları da mevcut: Claudio Marchisio.

“Buralarda bir Balotelli varmış?”

Wayne Rooney’in henüz Marchisio’nun gol sevinci sıcakken Sturridge’ye yaptığı asist kusursuzdu. “Adrese teslimin” sözlük karşılığı… Ama Candreva o asisti gördü ve arttırdı. Balotelli’ye yaptığı ortada top, işi garantiye alarak adresi esnafa sorarak gitti. Kanat – orta saha karşımı oyuncuların en özel örneklerinden. Ortaları fazlasıyla isabetli ve henüz turnuvada göremedik ama şutları da genellikle baruttan üretilme…

İtalya bu galibiyetle çeyrek final yolunu epey açmış gözüküyor. Çünkü lider olması durumunda C Grubu’undan ikinci sırada gelecek takım, her kim olursa olsun onları bu maçtan daha fazla zorlama ihtimalleri düşük.

Umuda Savaş






Herhangi bir spor karşılaşmasında eğer bir taraf değilseniz, oyunun akışı içerisinde ister istemez tarafınız belli olur ve zayıf olanı desteklemeye başlarsınız. Bu bazen sadece kuru bir reflekstir, bazense o zayıf taraf öylesine Spartaküs’lüğe soyunur ki başka bir şansınız kalmaz. Maçın başından, sonuna kadar taş gibi futbol oynayan, ikinci golde olduğu gibi “tekmeye kafa sokan”, attığı her golden sonra gözleri parıldayan, “umuda savaşan” Kosta Rika… Bu gecenin Spartaküs’ü! 

Copa Amerika 2011’de oldukça genç bir kadroyla turnuvaya giden Kosta Rika, aslında bugünler için yeni bir jenerasyonun arayışı içindeydi. Hatta o günlerde, olası jenarasyonun yıldızını da bulmuşlardı: Joel Campbell… Bugün aldığı her topla fark yaratan, attığı her şutla “turnuvanın golünü” zorlayan, geceyi de bir gol ve bir asistle kapatan Campbell… O günlerde belli ettiği özel kumaşını, artık top class bir futbolcu elbisesine büründürmüş durumda. Ve galiba, bu henüz başlangıç…

Gam gam Gamboa!

Sağ kanattan bindirdikçe, insana adına beste yapası getiren Rosenborglu Gamboa, Kosta Rika’nın bir başka parlayan yıldızıydı. Sağ kanat baştan sona kadar ona aitti. Maçtaki gidip gelmelerini aylık akbille yapsaydı, bugün geçiş hakkı limitini doldurmuştu.

Kosta Rika kalan iki büyük maçından tek puan bile çıkarsa, gruptan çıkma ihtimali doğacak. Uruguay’da ise Tabarez’in “İyi giden şey değiştirilmez” felsefesi başa bela açmış gözüküyor. Hollanda’nın yaptığı gibi, son Dünya Kupası’ndan bu yana “yarı jenerasyon değişimi” gibi bir plana yönelmeliydiler. Artık 2010’da olduğu gibi, Suarez’in şapkadan tavşan çıkarmasına bakacaklar. Tabii sakatlıktan iyi dönerse…

Büyük Golcü Portresi




Sansasyonel bir maç ve skor… Böylesi anlarda önce kaybedene bakmak gerek. Öyle ki, söz konusu takım son üç büyük kupanın şampiyonu. Ancak her güçlü jenerasyonun en büyük düşmanı zaman, onlarında karşısındaydı artık. Sahadaki 11 İspanyol’un 7’si, 2010’da Dünya Kupası’nı kaldıran takımın da önemli parçalarıydı. Ancak artık eskisi kadar “pas ver, boşa hareketlen” temposuna ayak uyduramıyorlardı. Galiba “kazanma alışkanlığı” onların tutku deposuna da büyükçe bir delik açmıştı…

Hollanda’nın ise o finalden, bu 11’e taşıdığı 4 isimden Robben. Artık üstündeki baskıyı attığını, attığı her golde kanıtladı. Gol açısını bulana kadar çalım at! Diğeri de Jong, zaten sahadaki görev çizgileri sınırlı. Wesley Sneijder; o günlerde olduğu gibi aklını ön plana koyarak oynuyor. Robben’in ikinci golü öncesi attığı tek pas, bir Sneijder özeti…

Ve Robin van Persie!

Büyük golcülüğün tanımı çok gol atmak olsaydı, Diego Costa’yla aralarında belirgin bir fark olmazdı. Ancak van Persie’nin attığı her gol, zaten kendiliğinden büyük golcü imzalı. Uçarak attığı ve “Dünya Kupası 2014” denince belli ki ilk akla gelecek anı yaratırken, normal bir santrforun sadece vurmak için dokunacağı bir anda çok daha fazlasını düşünmüştü. O kısacık zamanda ve zor pozisyonda kuru kuru vurmak için değil gol atmak için bir planı vardı. Ve harika uyguladı… İkinci golünde ise golün kokusunu daha geri pas verilirken almıştı. Sağ ayağıyla topu üst direkt patlatma girişimiyle de gönüllerin hat-trick’ini yaptı…

Ancak bu maçta Van Persie hatta Robben’den de fazla övgüyü hak eden bir isim daha var: 90 doğumlu Daley Blind. Attığı uzun paslarda paraşüt vardı sanki, top hedefi buluğu zaman süzülerek inişe geçiyordu. Her sol kenar oyuncusunun çizgiye inip, ezbere orta yapmakla “hücumcu kanat” olunmayacağını kanıtladı.

Muhtemel son 16 karşılaşması, İspanya – Brezilya maçı ilginç olacak. Diego Costa’ya Görevimiz Tehlike serilerindeki yüz maskelerinden bir adet gerekebilir.

PlayStation Takımı





Rakitic, Kovacic, Modric… Bonservis değerleri 100 milyona yaklaşacak bu üçlü orta saha, kağıt üzerinde İspanya kalitesinde. Ancak nasıl ki iyi oyuncu kadrosu olan her film mükemmel olmuyorsa, futbolda da doğru oyun planıyla harmanlanmadıkça kağıt üzerindeki isimler, sadece kağıt üzerinde kalabilir.

Topa sahip olmak, sadece orta sahaların üstleneceği bir yük değil. İşin ustası İspanya kanat oyuncularını hatta santrforlarını, stoperlerini bile “pas oyununa uyumlu” isimlerden seçiyor. Hırvatistan’da ise durum oldukça farklıydı. İlerideki Olic, Jelavic, Perisic üçlüsünden sadece Perisic orta sahaya yaklaşarak top alabilecek tarza sahipti. Zaten yakaladıkları etkili ataklarda da mutlaka onun imzası var. Ayrıca golü bulduktan sonra Hırvatlar, topu Brezilya’ya teslim edip savunmada bekleme durumuna geçti. Hal böyleyken topu ayaklarına aldıklarında pas yaparak park gezintisine çıkabilecek Rakitic, Modric, Kovacic üçlüsü anlamını yitirdi. Niko Kovac’ın o bölgede en azından bir adet futbolcu günlerinden “Niko Kovac’a” ihtiyacı var. Hatta Bilic, böylesi sıkı maçlarda Rakitic’i sol kanatta kullanıyor merkezde topla yetenekli bir tek Modric’i bırakabiliyordu.

Oscar!
Bu gece normal futbol maçını izlemekten çok, oyun konsoluyla haşır neşir olanlar pek yabancılık çekmemiştir. Çünkü Brezilya tipik bir PlayStation takımıydı. Topu ayağına alan yaradana sığınarak gidiyordu. Gruplarda göze batmaz ancak grup sonrası finallerde “Ver Neymar’a iki çalım atsın, ver Oscar’a bi’ orta yapsın” stratejisi pek yürümeyebilir. Belki de İstiklal Marşı okunurken her Brezilyalı oyuncunun İsviçre maçı öncesindeki Alpay Özalan’a dönmüş olmasının etkisidir. Hepsinin “çok şey” yapma arzusu…

Ama bunu yaparken eline yüzüne bulaştırmayan tek adam Oscar’dı. Maçtaki performansıyla kas yapmış Dentinho havasını veren Hulk’un varlığıyla, kanatlarda “ezber bozma” işi sadece onun sırtına yüklenmişti. Çoğunlukla bozdu da… Attığı gol 2002’deki Ronaldo’nun “pis burnuna” çok benzetildi. Ama bu, çok daha bilinçli ve temiz bir vuruştu. Sonraki maçlarda diğer kanada Willian’ı alırsa hem kendi performansı daha da alevlenir, hem de Brezilya daha çok “takım resmini” verebilir. Yoksa bugün bile Kovac Brozovic-Kovacic değişikliğini yaptıktan sonra, Japon hakem penaltı icat etmeseydi işleri çok zordu.