Altı sene önce bu zamanlar, internet başında nereye
düşeceğimi beklemeye koyulmuştum. Siz siz olun, negatif düşünceleri kendinize
çağırmayın. Vallahi öyle bir şey var… Evet, yolculuk Elazığ’daki kabul toplama
merkezi üzerinden Çukurca’ydı. Hem de iki gün sonra.
Yüzüme, eski bir fotoğrafa bakıyormuş edasında, hüzünle, “vaay be mustafacım” der gibi bakıyorlardı evdekiler. Sanki şimdiden cenazeydim. Ertesi gün sağı solu aramaya başladım, “hadi ben gidiyorum, hakkınızı helal edin” falan fistan, klasik asker vedası işte. Bir aradım, “neresi” dediler, “Çukurca” dedim, “yaa oğlum harbiden neresi?” dediler, telefonu kapattım. İki aradım, “neresi” dediler, “Çukurca” dedim. “Neyse ya, yapacak bir şey yok” dediler titrek bir sesle. Bu kez telefonu komple kapadım. Anlaşıldı, kimseye veda etmeden gidecektim.
Elazığ’a gittim. Şöyle özet geçeyim, Elazığ’daki kabul
toplama merkezi Bingöl, Van, Hakkari, Tunceli gibi yerlere giden askerleri
topluca götürme amacındaki bir mecraydı. Neyse. “Ben vardım” diyecektim ama bir
baktım ki o hışımla yakın dostların telefonlarını bir kağıda yazmayı unutmuşum.
Sadece evin telefonu ezberimde. Aradım,
telefon çalıyor, kimse açmıyor. O sırada arkamdan ailesiyle konuşan bir başka
askerin sesi: “Yaaa anne hiç üzülme Bingöl’e düştüm yine ya, burada millet
Çukurca’ya falan gidiyor!” Ağzının ortasına bir Lugano dirseği koymak istedim
ama boşver dedim, zaten bitmişiz bari millete moral malzemesi olalım.
Ev telefonu yine açılmadı. Meğer duygusal tramvaya binmişler,
odamı boş görmeye dayanamayıp uzaklara gitmişler. Te Allahım… Neyse ki ikinci
bir numarayı daha hatırladım, çocukluk arkadaşım Burak’ın cep telefonu. Kendisi
zengin bir kişiliktir, cep telefonu icat edilir edilmez bir ev parası verip
alanlardandı. Ben de kankalığın fakir tarafı olarak onu ev telefonundan
çaldırırdım. Herhalde oradan ezberimde kalmış. Aradım, açtı. İlk defa onun
gamsız bir tip olduğuna sevindim. Gayet net bir diyalog yaşadık, bana ertesi
gün ölücem havasını estirmedi. “Söyle bizimkilere, her şey yolunda” dedim. Ve
Van aktarmalı olaraktan Çukurca’ya geçtim.
Bir iki gün geçti. Kep, bot arasına sıkışmış hayatı
benimsemiştim bile. Ne zaman telefon kulübesine gitsem kesik oluyordu, kimseyle
konuşamaz olmuştum. Her ilden gelmiş, bir numara saç traşıyla birbirine
benzemiş tipler, karakolların üst bölgelerinde parlayan ışıklar, talim mi taciz
mi belli olmayan silah sesleri. Noluyordu olum, nerdeydim ben, daha dün deniz
kıyısında frozen çekiyordum, kim verdi bu yüz mermilik hücum yeleğini üstüme,
siz kimdiniz ve asıl ben kimdim? Artık “kimse yok mu lan!” diye bağıracağım
sırada, arkadan bir ses duydum: “Bugün de Beşiktaş’ın maçı varmış…”
Beşiktaş mı?
Vay be, yine o gelmişti! Taa oralara kadar gelmişti valla,
yollar sakatmış, tehlikeliymiş dinlememişti. “Koçum Holosko be… Fink’e bak yaa,
sen daha yeni Almanya’dan gelmedin mi? Heyt be…” Çok mahcup etmişlerdi beni…
Tekrar hatırladım, Mustafa’ydım ben. Orada kalıcı olmayan,
gerçekleştirmesi gereken hayallere sahip, “bunlar kim?” diye etrafına bakmayan,
aslında hümanist sayılan ve Beşiktaşlı biri. Kendimi hatırladım ve bunu
sağlayan bir tanıdıktan gelen sesti. Ve en güzeli de er gazinosunda maçları
seyredebiliyorduk. Oturdum, tanesi 15 kuruştan üst üste çayları diktim. Ve o
gün, şafak saymaya başladım. Beni bekleyenler vardı. Ve daha çok Beşiktaş’ın
maçı olacaktı, bugün olduğu gibi.