Beşiktaş’ın Maçı Var

Biri “sen kısa dönemsin kesin Çanakkale’de falan yaparsın” diyordu. Biri “senin düşeceğin en fazla doğu Ankara olur olum” diyordu. Hiç inanmıyordum. İddaa kuponu yapıp Barcelona’yı kurutmuş adamdım ben. “Kesin Çukurca’dayım” dedim, ama içimden. Çok emindim. Hatta google’dan Çukurca’yı araştırdım. Şirin bir köyü vardı, o kadar da ürkütücü görünmüyordu.

Altı sene önce bu zamanlar, internet başında nereye düşeceğimi beklemeye koyulmuştum. Siz siz olun, negatif düşünceleri kendinize çağırmayın. Vallahi öyle bir şey var… Evet, yolculuk Elazığ’daki kabul toplama merkezi üzerinden Çukurca’ydı. Hem de iki gün sonra.

Yüzüme, eski bir fotoğrafa bakıyormuş edasında, hüzünle, “vaay be mustafacım” der gibi bakıyorlardı evdekiler. Sanki şimdiden cenazeydim. Ertesi gün sağı solu aramaya başladım, “hadi ben gidiyorum, hakkınızı helal edin” falan fistan, klasik asker vedası işte. Bir aradım, “neresi” dediler, “Çukurca” dedim, “yaa oğlum harbiden neresi?” dediler, telefonu kapattım. İki aradım, “neresi” dediler, “Çukurca” dedim. “Neyse ya, yapacak bir şey yok” dediler titrek bir sesle. Bu kez telefonu komple kapadım. Anlaşıldı, kimseye veda etmeden gidecektim.
Elazığ’a gittim. Şöyle özet geçeyim, Elazığ’daki kabul toplama merkezi Bingöl, Van, Hakkari, Tunceli gibi yerlere giden askerleri topluca götürme amacındaki bir mecraydı. Neyse. “Ben vardım” diyecektim ama bir baktım ki o hışımla yakın dostların telefonlarını bir kağıda yazmayı unutmuşum.  Sadece evin telefonu ezberimde. Aradım, telefon çalıyor, kimse açmıyor. O sırada arkamdan ailesiyle konuşan bir başka askerin sesi: “Yaaa anne hiç üzülme Bingöl’e düştüm yine ya, burada millet Çukurca’ya falan gidiyor!” Ağzının ortasına bir Lugano dirseği koymak istedim ama boşver dedim, zaten bitmişiz bari millete moral malzemesi olalım.

Ev telefonu yine açılmadı. Meğer duygusal tramvaya binmişler, odamı boş görmeye dayanamayıp uzaklara gitmişler. Te Allahım… Neyse ki ikinci bir numarayı daha hatırladım, çocukluk arkadaşım Burak’ın cep telefonu. Kendisi zengin bir kişiliktir, cep telefonu icat edilir edilmez bir ev parası verip alanlardandı. Ben de kankalığın fakir tarafı olarak onu ev telefonundan çaldırırdım. Herhalde oradan ezberimde kalmış. Aradım, açtı. İlk defa onun gamsız bir tip olduğuna sevindim. Gayet net bir diyalog yaşadık, bana ertesi gün ölücem havasını estirmedi. “Söyle bizimkilere, her şey yolunda” dedim. Ve Van aktarmalı olaraktan Çukurca’ya geçtim.

Bir iki gün geçti. Kep, bot arasına sıkışmış hayatı benimsemiştim bile. Ne zaman telefon kulübesine gitsem kesik oluyordu, kimseyle konuşamaz olmuştum. Her ilden gelmiş, bir numara saç traşıyla birbirine benzemiş tipler, karakolların üst bölgelerinde parlayan ışıklar, talim mi taciz mi belli olmayan silah sesleri. Noluyordu olum, nerdeydim ben, daha dün deniz kıyısında frozen çekiyordum, kim verdi bu yüz mermilik hücum yeleğini üstüme, siz kimdiniz ve asıl ben kimdim? Artık “kimse yok mu lan!” diye bağıracağım sırada, arkadan bir ses duydum: “Bugün de Beşiktaş’ın maçı varmış…”

Beşiktaş mı?

Vay be, yine o gelmişti! Taa oralara kadar gelmişti valla, yollar sakatmış, tehlikeliymiş dinlememişti. “Koçum Holosko be… Fink’e bak yaa, sen daha yeni Almanya’dan gelmedin mi? Heyt be…” Çok mahcup etmişlerdi beni…

Tekrar hatırladım, Mustafa’ydım ben. Orada kalıcı olmayan, gerçekleştirmesi gereken hayallere sahip, “bunlar kim?” diye etrafına bakmayan, aslında hümanist sayılan ve Beşiktaşlı biri. Kendimi hatırladım ve bunu sağlayan bir tanıdıktan gelen sesti. Ve en güzeli de er gazinosunda maçları seyredebiliyorduk. Oturdum, tanesi 15 kuruştan üst üste çayları diktim. Ve o gün, şafak saymaya başladım. Beni bekleyenler vardı. Ve daha çok Beşiktaş’ın maçı olacaktı, bugün olduğu gibi.

Deri Ceket ve Mario Gomez

Aslında pek tarzım değildi. Genelde spor görünümlü ama poşet gibi parlak durmayan, sıcak tutan ama bakınca da 25 derecede eldiven giyen Marcio Nobre gibi “titreme gelmiş adam” havası vermeyen montları severdim. Ama gelip bana, “hadi gel seninle deri ceket bakalım” deyince ağzımdan hayır kelimesi çıkamamış, belli bir saatten sonra ortalıkta dolanmaması gereken semtlerden birine gitmiştim onunla. Gerçi o yerlerde yaşayan taraf bendim, muhtemelen fabrika çıkış mağazası orada diye tav olmuştu. Neyse.

Bir erkek, ilk kez dışarı çıktığı bir kadınla gün geçirdiği zaman sürekli kafasının içinde test çözer. Daha mağazaya varamadan, “bir milyonun var mı be abi” modelindeki kaldırım yan kesicilerinden biriyle karşılaştığımda, günün ilk sorusunu sormuştum kendime. “Şimdi ‘yook kardeşim’ diyip savuştursam, adam yapışsa acaba hakkımda ‘ne pinti çıktı, 1 lira vermedi ki kurtulalım’ diyecek… Ama bu sefer de parayı verdik diyelim, o zaman da tırstı galiba diye düşünmesin sonra?” Derken, pintiliği korkaklığa tercih ederek eli cebe atmadan bir şekilde meseleyi atlatmıştım.
Her ne kadar tarzım değil desem de mağazaya girer girmez bir deri ceket çarpmıştı gözüme. Böyle rengi falan, Brad Pitt’in Dövüş Kulübü’nde giydiği cekete benziyordu. “Giyersem belki hafiften Tyler Durden havası veririm” umuduyla cekete yaklaştım. Bir klasik olarak daha bedenine vesaire bakmadan direkt etiketini çevirdim, o zamanki maaşımın 4’de 3’ü yazıyordu. Etiketi, benden sonra gelip bakan da aynı hayal kırıklığına uğrasın diye tekrar ters çevirdim. Ve cekete “i’ll be back” bakışı atıp uzaklaştım. Nihayetinde Mario Gomez’i Bayern Münih’ten almaya gerek yoktu.

“XS nasıl bir beden yaa, hobbit misin sen tıhehe” gibi arayı ısıtayım derken yapılmış aslında hiçbir işe yaramayan gevşek esprilerimden sonra mağazadan çıktık. Aslında günün amacı noktalanmıştı. Ve kafamdaki diğer sorunun cevabına gelmişti sıra. “Şimdi ‘haydi gel buradan gidip bir şeyler yapalım’ dersem, ‘iyi ki bir yardım istedik hemen buluşma gününe çevirmeye çalışıyor’ diye beni görmemiş kategorisine koyar mı? Ee böyle dümdüz de gün noktalanmaz ki” derken ikisinin ortasını buldum. Yakınlarda bir yerlerde bir şeyler yemek…

Bir müddet dolandıktan sonra artık yorulmuş olacak ki ara sokakta lahmacun, kebap tarzı bir şeyler yapan dükkânı işaret etti. Girdik. İkişer lahmacun, ayran, mayran söyleyip üst kata çıktık. Masalar kirliydi, tavanı alçaktı, yemek kokusu direkt olarak üzerimize vuruyordu. Aç bıraksam daha iyiydi yani. Birkaç dakika şaşkın şaşkın ortalığa baktıktan sonra can sıkıntısından karşısında gördüğü diğer dükkânların tabelalarını okumaya başladı. Artık bu işe bir dur demenin vakti gelmişti. “Ya ne diyeceğim, şurdan bi arabaya atlayıp daha doğru dürüst bir yerlere geçsek?” Gözündeki “e nihayet” bakışını yakalamıştım. “Ama siparişleri verdik?” dedi. “Ne olacak ya, veririz parasını en fazla. Dur ben hallederim” diyerek hem bizi oradan kurtarmış hem de “aslında pinti falan değilimdir” mesajını vermiştim.

Güzel bir gündü neticesinde, ama ne olmuştu da bu kadar hunharca saçmalamıştım? Aslında fazla ince düşünmem dışında benlik bir durum değildi. Yanımdaki insanın eften, püften sebeplerle çıkarım yapacak, beni yargılayacak biri olmadığını biliyordum. Nereye oturursak oturalım, kibirli bakışlar atmayacak; ağzımdan aslında bana ait olmayan boş laflar çıktığında, cevap olarak beni gayet gömecek kelimelere sahip olmasına rağmen bunu pek tercih etmeyecek biriydi. Onun verdiği rahatlıktı. Aslında çok güzel bir şeydi, ama galiba ayarımı da bozmuştu. Zaten Beşiktaşlının mayasında rahatlık diye bir şey yoktu ki.
Feyyaz’dan sonra kanırtarak gol atmayan, yakaladığı zaman affetmeyen golcüye 20 sene sonra kavuşmuş neslin çocukları değil, bizzat kendisiyiz. Evet, Demba Ba... Son gol kralı İlhan Mansız bile o kadar yüzdeli bitirici değildi. Şimdi gözler böylesi bir golcüye alışmışken, tekrar eskiye dönüş olmazdı. Dönülmedi, hatta daha iyisiyle… Mario Gomez.

Alman milli takımında 60 maça çıkmış, 25 gol atmış adamı “şöyle vuruyor, böyle uçuyor” diye uzun uzun anlatmayayım.  Ama şunu demeliyim, tribünden sahaya atılmış topu bile asiste çevirebilecek bir golcü. Sağ veya sol fark etmeksizin gol vuruşu, fiziğine rağmen savunma arkasına doğru koşular, kafa hâkimiyeti, e bir de Alman… Bu ligde bir Alman futbolcunun katkı vermesi için yürüyebilmesi bile yetmiştir her zaman.

Ama işte “bu adam nasıl olsa topu içeri atar” rahatlığı da tehlikeli olabilir. Kağıt üzerinde soldan Quaresma kessin, soldan Gökhan Töre aksın, Mario Gomez bulduğunu kaleye vursun sistemi güzel duruyor. Ama o iş, Simao – Quaresma kanadıyla pek yürümemiş, Beşiktaş ligi beşinci bitirmişti. Öyle bir sistemde, Mario Gomez de Almeida gibi ıssız bir forvete dönülebilir, Olympiakos maçında olduğu gibi yalnızlıktan rakip stoperlerle verkaça girmek zorunda kalabilir. Elbette daha bitirici ve daha doğru koşular atan bir santrfor olmasıyla, Almeida’ya nazaran daha çok gol atacaktır sistem ne olursa olsun. Ama forvet koşularıyla onu destekleyecek birilerinin kısacası Podolski’lerin, Müller’lerin olması, kalitesini daha net açığa çıkarır. Öylesi de sadece Olcay var. Şu Demba Ba'dan düşen parayla gole yakın oynayacak yabancı bir kenar forvet de alınırdı sanki.

Mario Gomez’in asıl güzelliği de şu. Dünya futbolunun üst düzey kategorisinde yer almış belki de son klasik santrforu. Büyük liglerin tepeye oynayan takımlarına bakılınca, Mario Gomez gibi 90’lardan kalma görüntüsü veren endamlı golcülerin pek kalmadığını görürüz. Oysaki bizim ligde bu kural hiç değişmedi. Topu içeriye vurabilen santrafor, her zaman fark yarattı ve yaratacak.

Memleket futbolu için en doğru transfer stratejilerinden biri, Avrupa’nın büyük kulüplerinde az forma şansı buluyor diye değeri düşmüş kaliteli oyunculara dadanmak. Beşiktaş’ın son iki büyük transfer satışında bu strateji vardı. John Carew ve Demba Ba. Mario Gomez de aynı düşünce yapısının ürünü. Güzel bir yoldur bu, yanılma payı çok düşük olur.

Zaten ben de o deri ceketi aylar sonra seri sonu reyonunda yakalamış ve ilk gördüğüm fiyatın neredeyse yarısına almıştım. Tıpkı Beşiktaş’ın Mario Gomez’i Fiorentina’dan koparışı gibi. O da çok istediği ceketi buldu mu bilmiyorum, bulmuştur umarım.