Beleştepe’yle Övünmekte…


Herkesin bir “ilk maç” anısı vardır. Ama, “babamla gitmiş, onun omzunda izlemiştim…” gibi bir şeyle söze girenlerin anılarını dinlemiyorum. O sıra önümde çay varsa onu içip, arada kafa sallıyorum o kadar. İlk maç o değil çünkü. Kendi başına ya da arkadaşlarınla, yanında sana göz kulak olacak biri olmadan, bulup buluşturduğun paralarla gittiğin, ilk kez bilet kuyruğuna girdiğin, kapıda “yönetim uyuma taraftarın dışarda” diye bağırdığın maçtır ilk maç. Benim için o, 1998’deki Beşiktaş - Gaziantespor maçıydı.

Beşiktaş yine evinden uzak kalmıştı, bugünkü gibi üç sene olmasa da üç hafta… İnönü’deki tadilat nedeniyle evinde oynaması gereken üç maçı deplasmanda oynamış, hala sezonu kendi sahasında açamamıştı. Ama yine de takım 3’er 3’er atıp kazanıyordu. O günlerde benim için en güzel spor programı, babamın da içlerinde bulunduğu Bakırköy Kartaltepe’deki esnaf muhabbetleriydi. Onların yorumlarını dinlemek adeta bir %100 Futbol’du.

“Beşiktaş’ın aldığı Del Solar’ı gördün mü?” dedi Galatasaraylı terzi abi, bir başka Galatasaraylı olan fırıncı Raşit abiye. “Adam savunma arkasına ne uzun toplar atıyor… Amokachi sakatlıktan dönerse onu daha kim tutacak!” İliklerime kadar heyecanla dolmuştum. O takımı İnönü’de izlemeliydim, hem daha Amokachi gelecekti... Üç Beşiktaşlı kuzen, hafta boyunca birbirimizi gazladık ve 1998'in Ağustos'undaki Beşiktaş - Gaziantepspor maçına gitmeye karar verdik.

Beşiktaş için bir nevi “açılış maçı” olmasına ve takımın o güne kadar tüm maçlarını kazanmasına rağmen, bilet fiyatlarında hiçbir fırsatçılık yoktu. Hatta bizim gibi ergen öğrencilerin dostuydu. Hatırlıyorum, 400 bin liraydı. Şöyle yine ergen endeksiyle hesaplarsam, o zamanlar korsan bir bilgisayar oyunu cd’sine 1 milyon veriyorduk. Yani ondan bile ucuzdu. Belliydi, kalabalık olacaktı. O yüzden baya erken gitmek lazımdı. 8’de başlayacak maça, sabah saat 10’da gitmek gibi… Hava sıcaktı zaten, en fazla Maçka’ydı, Beşiktaş’tı takılırdık, ne olacaktı ki?

Önce Taksim’e gittik. Acaba hangi yol stada çıkıyordu diye bakınıyorken ilerimizde küçük bi grup gördük. Siyahi bi turisti yakalayıp, üç metre öteden suratına “daanieeel aamookaçi, ka açi!” diye tezahürat yapıyorlardı. Dedik tamam, bu gençleri takip edelim. Maçka’dan aşağıya doğru stada yaklaşıyorduk ve bizi fantastik bir müziğin sesi bekliyordu. Fransa 98’in parçası Carnaval de Paris. Tabii o zaman bu şarkıyı karnaval dö paris diye telaffuz etmiyorduk. “Aaa dünya kupası çalıyor lan?” deyip, herhalde ses talimi yapıyorlar diye düşündük. Çünkü daha saat sabah 10’du… Sonra müzik sustu, şöyle bir ses devam etti: “Yer siiyaaah, gök beyaaz!”

Maçka’dan biraz yürüyünce, stadı ilk gördüğün anda Kapalı tribünle karşılaşırsın ya… İşte o an acı ve güzel gerçekle karşılaştık. O sesler neredeyse tamamen dolmuş tribünlerden geliyordu. Koşar adımlarla aşağıya indik, bir o kadar insan da kuyrukta vardı. İtiraf etmem gerekirse, kuyrukta araya kaynak yaptık ve o konuda da hacı olduk. Bir şekilde kendimizi Eski Açık’a attık. Stat hınca hınçtı, daha önce şampiyonluk maçını görmüştüm, orada bile böyle kalabalık yoktu.

Maça neredeyse 10 saat vardı ama her yer tezahüratlarla inliyordu. Kapalı yanındaki Eski Açık’taydık, genellikle en ölü taraf orasıydı, ama o gün Kapalı’dan farksızdı. Hatta şöyle söyleyeyim, Beleş Tepe’de doluşan insanlarla Eski Açık, karşılıklı “övünmekte, çok haklıyız” tezahüratı yaptı. Böyle bir şeyi bir daha hiç göremedim. İnsanlar o gün, gerçekten sevgiden ve özlemden delirmişti.

Sellami’nin daha maçın başında atılmasıyla Beşiktaş oyuna resmen bir kişi eksik başlamıştı. Ama yine de tek kale oynuyordu. Hakikaten ender gelişen Antep ataklarından birinde Yaw Preko, düşerken topa vurmuş golü atmıştı. Yandaki kuzenlere dönüp “herif Feyyaz gibi attı” dedim. Öyle anlamsızca yüzüme baktılar. “Feyyaz diyorum, o da hep böyle arka direkte düşerken topa dokunurdu…” Yine anlamadılar, neyse…

O sıralar Antep kalesinde Ömer Çatkıç vardı, gençti o zamanlar ve saçlıydı. Ama Beşiktaş maçlarında telefon kulübesine gidip Barthez’e dönüşme alışkanlığı yine mevcuttu. Yemiyordu. Oktay yatırıp kaldırıp vuruyor, oyuna sonradan giren genç Nihat vuruyor, Ohen bile vuruyordu. Ama girmiyordu top. En nihayetinde Şifo, birebir kaldığı bir anda Ömer’i çalımlayıp boş kaleye yuvarlardı. Gerekli gol sevinçleri yaşandıktan sonra yanımda duran sarışın abiye dönüp, “Şifo Ajax maçında da van der Sar’ı böyle geçmişti” dedim. Niye yanımdakilere değil de bu bilgiyi değişik bir abiye verdim bilmiyorum. “Feyyaz’ı anlamayan boş adamlar van der Sar’ı nerden bilecek?” diye düşündüm herhalde.

Sonra Alpay da haksızca atılmıştı. Bildiği tüm küfürleri dışından hakemin yüzüne okuyarak zorla dışarı çıkartıldı. Derken tribünden sahaya atlayan bir dayı hakeme daldı. Sonrasında sahaya girenlerin sayısı arttı… Polisler bizim tribünde önüne geleni joblamaya başlamıştı. Öylece kitlenip kalmıştık. Bir ilk maç için yaşanacak ne varsa oluyordu. Lan bari Amokachi de oynasaydı…

Beşiktaş 9 kişi kaldı ama yine de yenilmedi. Maç berabere bitti. Çıkıştı bağırmaktan sesi kısılmış taraftar yorumlara başlamıştı. Ama kulağımda bugün bile hala taze duran şu ses, en acayibiydi. Kısık ama sanki o anda sadece kendisiyle konuşuyormuşçasına samimi bir tonla şu cümleyi duymuştum: “Beşiktaş çok güzel değil mi ya…”