Serie A’nın Taç Çizgisi Kenarındaki Yeni Prensi: Roberto De Zerbi




İtalya futboluna ‘90’lı yıllardan kalan aşkla bağlı olanlar için hala öncelikle Serie A’yı izliyor olmak kaçınılmaz bir durum. Ligin tarif edilmez büyüsü dışında pek fazla neden aranmaz. Ancak son dönemde Serie A, o “neden arayanlar” için de fazlasıyla güzel seçenekler sunuyor. Cristiano Ronaldo’nun Çizme futboluna gelişi ve orada ayrı bir hikaye peşinde koşması bir yana, lig hem futbolcu hem de teknik adam konusunda fazlasıyla “yeni yüz” vadediyor. Serie A’da neredeyse bütün takımlar etkileyici scouting ağına sahip, hemen hemen her formanın altında “kim bu oyuncu?” diye merak ettirecek farklı bir oyuncuyla tanışabilirsiniz. Örneğin bu sezon Serie A’da gol atmayı oldukça kolay gösteren Genoa’lı Piatek ilginizi çekebilir, Polonya menşeili yeni bir Lewandowski girişiminin başladığına tanık olabilirsiniz.

Aynı şey teknik adamlar için de geçerli ve bunun en iyi örneği Maurizio Sarri. Bugün Chelsea’de kısa zamanda oturtmaya başladığı oyun tarzıyla fırtınalar estiren Sarri, henüz 5 yıl öncesine kadar Serie B’de takım çalıştırıyordu. Yine Sarri’nin yolundan giden ama Serie A’da fark yaratma mesaisine çok daha erken başlayan Roberto De Zerbi, o bayrağı devralacak gibi gözüküyor. Sassuolo’nun 39 yaşındaki teknik adamı ağırlıklı olarak tercih ettiği ofansif 4-3-3 ile hem güzel hem de “kazanan” oyun felsefesiyle şimdiden damakta lezzet bırakmayı başarıyor.

İlk çıkış Foggia’da


Futbolculuk dönemine Milan alt yapısında başlayan Roberto De Zerbi, 10 numara pozisyonunda oynamış ve daha çok alt liglerde boy göstermişti. Serie D takımı Darfo Boario’da başladığı teknik adamlık kariyerinin asıl çıkışını, futbolculuk yıllarında en iyi dönemini geçirdiği Foggia’da yaşadı. Serie C’de yer alan ekiple normal sezonu grubunda ikinci sırada tamamlarken, ligin en çok gol atan ve en efektif oynayan takımını yarattı. Her ne kadar Foggia o sezon play-off’lar sonucunda Serie B’ye çıkamasa da De Zerbi üst ligdeki takımların dikkatini çekmeyi başarmıştı.
Önce Palermo’yu tercih ederek cesur bir karar aldı. Öyle ki kulüp sahibi Maurizio Zamparini daha önce 60’tan fazla teknik adamla yollarını ayırmış, gece viskisini içerken bir anda hocasını kovan bir başkan olduğu apaçık ortadaydı. Kötü giden 7 maç sonunda De Zerbi de Zamparini’nin koleksiyonuna eklendi. Geçtiğimiz sezon Serie A’nın en zayıf ekibi Benevento’yu çalıştıran genç teknik adam, sezon boyunca sadece 6 galibiyet alabildiği takımına cesur, hücuma yönelik bir futbol oynatmış ve her şeye rağmen “yenilikçi” olduğunu kanıtlamıştı. Böylelikle içinde bulunduğumuz sezonda, çok daha akılcı yönetilen ve kadro olarak hiç de fena isimlere sahip olmayan bir takımda kendini daha iyi gösterme fırsatını yakaladı: Sassuolo.

İdolü: Pep Guardiola


Bu yazı kaleme alınırken Sassuolo’nun Serie A’da 5 maçta 10 puanı bulunuyor, üstelik Inter ve Juventus gibi takımlarla oynanmış olmasına rağmen. Ancak yeşil-siyahlıların De Zerbi sonrası asıl farkı, hücuma yönelik ve yenilikçi 4-3-3 sistemiyle ligin güzel futbol oynayan takımlarından biri olması.

De Zerbi, teknik adamlık kariyeri öncesinde yine İtalya’nın alt liglerinde boy gösteren Pasquale Marino’nun üç farklı takımda yardımcılığını yapmıştı. “Pascquale Marino, benim öğretmenim gibidir” diyen De Zerbi, kendisine hücum futboluna ağırlık vermeye dair cesaretlendiren ismin de yine Marino olduğunu söylüyor.

“Her zaman top hakimiyetine odaklanmak, geriden sağlıklı oyun kurmak, gole ulaşmak için çeşitli yollar denemek ve sürekli denemek, topsuz oyunda her zaman hareketli olmak… Bunlar benim olmazsa olmazlarım ve teknik adamlık karakterim.” Roberto De Zerbi

Her ne kadar öğretmeni olarak Marino’yu işaret etse de De Zerbi’nin Katalan efsane Pep Guardiola’dan da fazlasıyla etkilendiği bir gerçek. Hatta 2013’te bir stajyer teknik adam olarak Münih’te Pep Guardiola’yı ziyaret ettiği de biliniyor. Zaten oyun tarzı onu fazlasıyla andırıyor.

Sahte 9 Boateng


De Zerbi’nin Guardiola ve hatta Klopp esintisi sunmasının en belirgin örneği, en uçta Babacar gibi şahane bir 9 numaraya sahip olmasına rağmen öncelikle Kevin-Prince Boateng’i sahte 9 olarak kullanması. Boateng, 4-3-3’ün en ucunda pozisyon almasına rağmen tıpkı Liverpool’daki Firmino örneği gibi sıklıkla orta sahaya yaklaşıyor ve derinde aldığı topları kenarlardan içeriye forvet koşusu atan Berardi, Di Francesco gibi oyuncularla buluşturuyor.

Sadece kenar forvetler değil, orta sahanın merkezindeki iki oyuncu Alfred Duncan ve Konyaspor’dan hatırlayacağımız Mehdi Bourabia da ceza sahası çevresinde gezgin bir rol üstleniyor. Bu iki orta saha geriden oyun kurulurken iki stoper ve önlerindeki Locatelli’ye yakın kalarak, topun karşı yarı sahaya kendi kontrollerinde –yani gelişi güzel uzun top olmadan- çıkmasına yardımcı oluyor ve top karşı yarı sahaya geçtiğinde ise hemen rakip ceza sahası çevresine koşu atıyorlar. Oyun kurulurken enlemesine olarak geniş pozisyon alan oyuncular, oyun hücuma doğru döndükçe birbirleriyle olan mesafeyi daraltmaya çalışıyorlar. Bu oyun, De Zerbi için asla tesadüf değil çünkü Foggia döneminden bu yana üzerinde durduğu felsefe tam olarak buydu.

“Geliştirici” teknik adam


Roberto De Zerbi’nin bazı oyuncular üzerinde özel etkisi oluyor. Boateng’e verdiği yeni rolle birlikte Milan döneminden sonra yeniden hücum oyuncusu olarak fark yaratmasını sağladı. 2013’te Türkiye’de yapılan U20 Dünya Kupası’nda dikkat çeken Alfred Duncan, tam olarak oyun stiline uygun bir sistem buldu ve gittikçe performansını yükseltiyor. Stoper Gian Marco Ferrari, geriden oyun kurulumunda aslında çok bir savunmacı olduğunu daha net şekilde gösterdi. Berardi ve Di Francesco ise birer kenar forvet olarak her 4-3-3’te olduğu gibi elbette en parlayan oyuncular.

Genç hocanın asıl farkı ise oynattığı tarzı Juventus deplasmanında da değiştirmemesi. Cristiano Ronaldo’nun ilk gollerini attığı ve 2-1 kaybettikleri maçta, kendi evinde topu rakibine vermeyi pek de tercih etmeyen Juve karşısında %51 oranla daha fazla topa sahip olmuşlardı. Ve aslında Cristiano’nun ekstra motivasyonu olmasaydı, puan da alacaklardı. Şu sıralar Roberto De Zerbi elindeki oyuncu kalitesiyle oynatabileceğinin maksimumunu yapıyor gibi ama hala istediklerini tam olarak yansıtmış değil.

Daha iyi nasıl olabilir?


De Zerbi’nin aklında hep topa sahip olmak var, o yüzden direkt hücumlar yerine genellikle sakin ve dengeli ataklarla rakip kaleye iniyorlar. Ancak takımına kazandıracağı ekstra bir özellikle hem topa sahip olma oyununu hem de direkt hücumları aynı anda yapabilirler. De Zerbi’nin Sassuolo’suna level artıracak o şey: Karşı pres.

Aslında De Zerbi, Foggia döneminde “topu kaybedildiği yerde pres yaparak geri kazanma” yolunu seçiyordu. Yani aslında bu fikir zihninde var ancak eldeki kadrosu, buna pek el vermiyor. Çünkü orta sahasında Milner’ı, Wijnaldum’u yok. Mevcut oyuncularla yine savunma çizgisini öne çekiyor ancak orta sahanın biraz gerisinde topun arkasına geri koşturarak, kompakt savunma yapmayı tercih ediyor. Belki Duncan karşı prese uygun bir oyuncu olsa da Locatelli ve Bourabia o gerekli tempoya sahip değiller. Şayet gelecekte dinamizmle, topla oynama kalitesini aynı anda kendisinde barındıran oyuncularla çalışmayı başarırsa, De Zerbi ne denli üst seviye bir teknik adam olduğunu daha net şekilde kanıtlayacaktır. Bu bağlamda Sassuolo’daki şansını daha önce yakalasaymış, Sarri sonrası Napoli onun için kaçınılmaz olurmuş. Ama yakın zamanda benzer bir büyük fırsatla karşılaşacağı ve adını elit teknik adamlar arasına yazacağı kesin gibi gözüküyor.

Bir Sağ Bek, Üç Mevki: Aaron Wan-Bissaka



Premier Lig geçtiğimiz hafta başladı. Hem takım hem de oyuncu bazında her sezon yeni bir hikaye demek. Galiba geçtiğimiz sezon hiç de fena bir görüntü vermeyen Crystal Palace bu sezon da kendisinden bahsettirecek. Roy Hodgson’ın takımı özellikle hızlı hücum geçişleriyle fark yaratacak gibi. Geçtiğimiz hafta Michael Seri ile beslenen Fulham orta sahasına karşı bile bunu sıkça yaptılar. İşte o çabuk hücumların belki de bir numaralı yıldızı aslında bir sağ bek olan Aaron Wan-Bissaka’ydı. Şimdiden söyleyeyim, oyuncu gerçekten gelecekte dünyanın bir numaralı sağ bek adayı. Peki neden?

“Senin hücumun aslında benim kontratağım!”


Wan-Bissaka 1997 doğumlu ve takımının alt yapısından yetişmiş bir oyuncu. Kongo asıllı hatta ülkesinin U20 takımında da bir kez forma giydikten sonra İngiltere’yi seçti ve şu sıralar İngiltere U20’de aktif olarak rol alıyor. Geçtiğimiz sezon ligin sonlarına doğru bir aylık sürede şans bulmuş ve o kısacık zamanda gösterdiği performansla kulübünde “ayın oyuncusu” seçilmişti. Yani, aslında gelişinin ayak sesleri o zamanlardan belliydi.

Onun en büyük özelliği maç içinde inanılmaz tempolu oluşu. Sağ bek bölgesindeki yerini kaybetmeden, top rakibe geçtiğine asla boşluk bırakmadan hücuma destek veriyor. Çünkü geri dönüşleri çok hızlı. Genellikle hücumda etkili bekler için savunma tarafı kafalarda soru işareti olur ama Wan-Bissaka hücumda ortalama bir oyuncu olsaydı bile yine Premier Lig sağ beki olurdu sırf savunma tarafıyla. Ters kademlerde mutlaka rakibinin bir adım önünde oluyor. Birebirlerde savruk müdahalelerden kaçınıp, hızına güvenerek rakibinin açısını kaybetmesine zorluyor.

Daha önce Can Çalışkan, Marcelo için “sol her şey” tabirini kullanmıştı. Wan-Bissaka’yı da aynı tabirin sağ taraf versiyonunu kullanarak, yani “sağ her şey” olarak tanımlayabiliriz. Sağ bek görünümlü ama sahada mitoz bölünüp pas oyununda sağ orta saha, hücumlarda da sağ açığa dönüşebiliyor aynı anda. 

via GIPHY

Oyun tarzıyla her zaman rakibine şöyle bir tehdit savuruyor sanki: “Siz bana hücum ettiğinizi sanıyorsunuz ama aslında bu benim kontratağım!”.  Şöyle ki, topu kaptığı anda hiç bekleme yapmadan hemen boşluğu driplingle değerlendiriyor. Yukarıdaki gif son maçtan ve bahsettiğim özelliğine harika bir örnek, bunu çok sık yapıyor. Asıl değerli özelliği ise sadece driplinge bağımlı hücumcu olmayışı, gerekirse merkeze doğru hareketlenerek basit paslarla da takımının atak başlangıcı olabiliyor.

Sarri ve Guardiola “Kaç para bu Wan-Bissaka” dedi bile


Aaron Wan-Bissaka yaşına göre inanılmaz kuvvetli ve maç içinde devamlılığı olan bir oyuncu. Genellikle İngiliz alt yapısından yetişen 97’li ve sonrası kuşağı böyle oluyor, alt yaş kategori turnuvalarda da bunu hissettirmişlerdi. Gerçekten kusursuz bir sağ bek olması adına hiçbir nedeni, hiçbir eksiği yok. O nedenle gelecekte “dünyanın en iyi sağ beki” gibi iddialı bir cümle kurmaktan kaçınmadım.

Bu sezon eğer bir sakatlık yaşamazsa sürekli oynayacak ve gelecek yaz hatta kış transfer döneminde adını daha sıkça duyacağız. Hatta Dünya Kupası performansını gördükten sonra “Acaba Walker’ı stoper mi yapsam?” diye düşünmeye başlayan Guardiola ve Chelsea’de oyun formatına tam olarak uygun bir sağ bek bulamayan Sarri, muhtemelen gözünü şimdiden ona dikmiştir. Bakalım zaman neler gösterecek. Şansın ve driplinglerin bol olsun Bissaka.

Karambol Santrforu: Umut Nayir




Beşiktaş’ın yeni transferlerinden Umut Nayir’in adını sıkça duyuyorduk, tabii en çok alt lig haberlerinden. Süper Lig’de pek fazla forma giymedi, alt liglerde ise 70’in üzerinde gole sahip. Aslında kağıt üzerinde “golcü” gözüken bir oyuncu ancak imza attığı takımda kendisini hissettirebilmesi için çok daha ekstra özellikler gerekiyor. Peki Umut Nayir o özelliklere sahip mi? İnceleyelim.

Nasıl bir oyuncu?


Şayet yerli bir golcü, büyük takımlardan birine imza atıyorsa referans alınacak iki oyuncu var: Cenk Tosun ve Burak Yılmaz. Son dönemde sadece onlar formanın yükünü kaldırabilen yerli santrforlar. Cenk farklı bir oyuncu olduğunu, daha 20 yaşında geldiği Gaziantep’te iki ayağını eşit derecede iyi kullandığı gol vuruşlarıyla belli etmişti. Umut’un tarzı daha çok Burak’ın başlangıç yıllarına benziyor. Burak da uzun boylu bir santrfordu ama aslında 25’inden sonra tam olarak “santrfor” oldu. Önceki dönemlerinde sağ kanat, sağ forvet olarak rol alıyordu. Ancak Burak, topa net vuruşlarıyla (orta sahadan bile golü vardı) daha Beşiktaş’taki 20’lik günlerinde bile, “aslında gelecekte iyi bir santrfor olabilir” hissini veriyordu.

Umut Nayir da uzun bir oyuncu olmasına rağmen çabuk ve hatta hızıyla rakibini eksiltebilen bir oyuncu. Bu sebeple Ankaragücü’nde sağ forvet olarak da rol aldığı olmuştu. Ancak dediğim gibi, rakibini tekniğiyle değil hızıyla geçebilen bir oyuncu ve öyle anları Beşiktaş formasıyla pek fazla bulamayacaktır. Lens bile kapalı savunmaya karşı kanatlarda zorluk çekmişken…

Öne çıkan özellikleri


Santrfor olarak da en belirgin özelliği, fiziğinin doğal getirisi olarak hava topları. Ancak hemen hemen her topa kafayı dokunsa da “kafa vuruş kalitesi” çok etkili değil. Gol vuruşları da keza öyle, toplar ayağından bitirici bir golcüden çıkmış gibi durmuyor. Sırtı dönük oyunda başarılı sayılır, en azından gezgin bir role sahip ve kendine güveni olan bir oyuncu gibi gözüküyor. Özetle bir santrforda olması gereken özellikten her şey biraz var ama en fazla 10 üzerinden 5 en iyi ihtimalle 6 olacak kadar var.

Takımındaki rolü ne olur?


Belki 20 yaşında bir oyuncu olsaydı, o “her şeyden biraz” özelliklerini geliştirebilir diyebilirdik. Ancak bunun için geç kalmış gibi. Yine de 25’inden sonra bir anda parıldayan ve başka bir oyuncuya evirilen oyuncuların sayısı pek az değil. Ama gerçekçi olmak gerekirse, Beşiktaş’ta şans bulamama ihtimali daha kuvvetli görünüyor. Eldeki özellikleriyle ancak sıkışan maçlarda ikinci forvet ya da kenar forvet olarak oyuna girip, uzun toplarla ve şuursuzca rakibin üstüne gidilen maçlarda topları indirip, karambol yaratacak bir oyuncu olarak rol alabilir. Çünkü benzer özelliklerin daha iyilerine sahip olmasına rağmen Ömer Şişmanoğlu bile çok az süre alabildi.

Faslı Pogba: Mattéo Guendouzi



Arsenal, Lucas Torreira’yı 30 milyona transfer ettikten sonra “Olur da gelecekte reddedemeyeceğimiz teklif gelirse boşlukta kalmayalım” diyerek, defansif orta sahada fark yaratacak bir sonraki ismi de şimdiden aldı: Mattéo Guendouzi. Lorient’te çok iyi bir sezon geçiren Fas asıllı oyuncu, Fransa U19 takımında da dikkat çekiyordu. Sadece 8 milyon euro karşılığında gerçekleşen transfer harika bir yatırım oldu Arsenal adına.

Nasıl bir oyuncu?


Hani bazı orta saha oyuncuları vardır, “boy, fizik gücü, teknik, pas kalitesi” gibi unsurların hepsini kendisinde barındırır ve nirvanaya ulaşır. Guendouzi de o harika dörtlüyü iyi kötü tamamlamış bir oyuncu. 185 boyu var ve yaşına göre (19) fizik olarak oldukça güçlü. Bununla birlikte topla rahatça adam eksiltip, delici paslar atabiliyor. İşte bu sebeple kendisine “Faslı Pogba” yakıştırması gelmiş olabilir tarafımızdan.


Hangi yönleri eksik?


Aslında oyuncunun bariz şekilde geliştirmesi gereken bir özelliği yok ama o “her şeyden var olan” orta saha karakterini tamamen bir üst kademeye çıkarmalı. Örneğin, pas kalitesi oldukça iyi ama uzun pası çok sık kullanıyor. Bazı oyuncular, bazı hareketlerden daha fazla haz alır ve dürtülerinin önüne geçemez. Quaresma’nın her zaman sağ çizgide kalıp, çalım denemesi gibi… Aynı zamanda topla dripling konusunda da çok iyi olmasına rağmen biraz fazla zorlama girişimlerde bulanabiliyor. Yeteneklerini daha dozunda kullanacak olgunluğa erişecektir.

Geleceği ne olur?


Aslında kendisinden beklenen büyük transferi, aradaki kademeyi atlayarak gerçekleştirdi. Bu tip oyuncular öncelikle Fransa’nın iyi takımlarından birine gider, daha sonra Arsenal gibi devlerin kapısı açılır. Mattéo Guendouzi’nin yetenekleri o eşiği çabuk aşırtırdı. Muhtemelen bir iki sezonu kiralık geçirecek ve Arsenal tarafından gelişimi takip edilecek.

Lionel Messi Neden Arjantin’de Sadece Andres Cuccittini?


Bu yazı, devamında “Arjantin takımı içerisinde kaybolan Messi’nin” savunması üzerine devam edecek. Ama her şeyden önce kabul ediyorum, Messi’nin ruh haline bakıldığında milli takım içerisinde Cristiano Ronaldo kadar mağrur, dik, sert bakışlı, gözleri ateş saçan bir lider değil. Hatta sadece Cristiano değil, Avustralya’daki Aaron Mooy, Danimarka’daki Eriksen, Rusya’daki genç Golovin kadar da lider değil. Sanki üzerinde bir yılmışlık, vazgeçmişlik ve buram buram “bu takımdan hiçbir şey olmaz” hissine bürünmüşlük var. Haklı mı? Galiba fazlasıyla. “Dünyanın en iyisi” Lionel Messi, neden Arjantin içinde başka bir adama dönüşüyor ve sanki pek kullanmadığı isimlerden Andres Cuccittini diye “bir şeyler çabalayan ama yetmeyen normal bir 10 numara”ya dönüşüyor? Bunu biraz açalım.

İzlandalı olsaydı ilerleme şansı daha fazlaydı


Arjantin, takım kalitesi olarak aslında 2002’den bu yana favoriler arasında değil. Son olarak komple şekilde kaliteli bir kadroya sahip olduğu yer 2002 Dünya Kupası’ydı. Sorin ve Zanetti’li iki yönü de kuvvetli kenar oyunculara ve Veron, Simeone, Almeyda gibi kalite orta sahalara sahiplerdi. Kaldı ki o dönemde orta sahaların bugünkü kadar tempolu olmaları da şart değildi. Yine de o kadroya rağmen gruplardan çıkamamışlardı.

Sonraki yıllarda sadece kısa çabuk forvet ve kanat oyuncusu üretimine başladılar. Orta saha, savunma ve özellikle bek oyuncuları konusunda gittikçe geriye gittiler. Bununla birlikte takım oyunu açısından da hiçbir ilerleme kaydetmediler. “Biz Arjantin’iz, bir şekilde fark yaratırız” düşüncesi vardı ama aslında o rahatlığa sahip olmalarını gerektiren bir kadro derinliğine sahip değillerdi. O nedenle hiçbir formasyonda tutunamadılar ve Messi’ye net bir oyun formatı sunamadılar. Forvet mi oynayacak, 10 numara mı yoksa orta saha mı? Buna hiçbir zaman net bir cevap bulunamadı. Ne oynadığı net şekilde belli olan, hiçbir şey yapamasa bile takım boyunu kısa tutan bir İzlanda’nın içinde dahi olsaydı Messi, çok daha fazla etkili olabilirdi.

Hücumcular – savunmacılar


19 yaşındaki 2006 Dünya Kupası’nı saymazsak –ki orada doğru dürüst şans alamadı- “Messi, artık Dünya Kupası’nı kazanmalı” denildiği dönemde üç kez bu sahneye çıktı. 2010’da Maradona yönetimindeki Arjantin’in belirli bir dizilişi yoktu, sahada hücumcular ve savunmacılar olarak ikiye ayrıldı. Bu hastalığı hiçbir zaman atlatamadılar. Takım boyunun biraz kısaldığı 2014 Dünya Kupası'nda da Higuain en iyi yaptığı işi yapsa, Almanya karşısında karşı karşıya kaçırmasa aslında kupayı kazanacak kadar oyun oynamıştı.

Bugüne gelindiğinde de yine Arjantin takımı 2010'da olduğu gibi savunmacılar ve hücumcular olarak ikiye ayrıldı. Hırvatistan karşısında o kopuk takım resmi, tıpkı 2010'da Arjantin'e karşı yapıldığı gibi alenen bir intihardı. Yukarıdaki görselde görüleceği üzere Modric’in haykırarak top istediği anda kadrajda hiçbir Arjantin orta sahası görülmüyordu. Bu kadar kopuk bir takım içerisinde elinde Messi olsa da Rakitic – Modric orta sahasıyla baş etme şansın sıfırın altında.

Arjantin’de 31 pas, Barcelona’da 76 pas


Arjantin’in ne denli kopuk olduğunu ortaya çıkaran çarpıcı bir istatistik var elde. Messi, son Hırvatistan maçında 31 pas yapmış yani bu demek oluyor ki topla 31 kere buluşabilmiş. Barcelona’yla son lig maçında Villarreal karşısındaydı ve tam 76 pas yapmıştı, yani 76 kez topla buluşmuştu. Yani ondan Barcelona performansını beklemek zaten büyük hayalcilik. Orada topu önde kazanan bir takımın, etrafında sürekli pas yapıp, tekrar alabileceği oyuncularla donatılmış bir örgünün içinde. Arjantin’de ise topla rakip kale etrafında etkili olabilmesi için topu orta sahadan alıp, birkaç adamı eksiltmek zorunda. Ancak İzlanda gibi ilk 11'ini tamamen kaleye yakın çeken savunma takımlarına karşı hücumda daha fazla topla buluşabiliyor. Orada da şut açısı bulmak için bir adamı geçse, bir metre sonra yenisiyle karşılaşıyor.

Lo Celso büyük şanstı ama…


Futbol artık 80’lerde, 90’larda hatta 2000’lerde olduğu gibi değil. Tek bir adamın etkisi ancak maç kazandırmaya yetebilir, kupayı ise takım kazanıyor. Messi, tek bir adam etkisiyle Arjantin’i kupaya getirmişti zaten Ekvador’a karşı yaptığı hat-trick’iyle. Dünya Kupası’nda biraz daha fazlası gerekirdi ama bu teknik adam Sampaoli’yle pek de mümkün değildi.

Messi her şeyden önce bir hücum oyuncusu ve hücum oyuncusunun takımının kaderini değiştirebilmesi için kaleye yakın topla buluşmak zorunda. Bu iki şeyle mümkün olabilir. Birincisi topun kaybedildiği yerde pres yaparak, atakları sıfırdan kurma zorunluluğunu ortadan kaldırarak. Ancak bu Sampaoli’nin temposuz orta saha tercihiyle mümkün değildi. İkincisi ise orta sahada adam eksiltecek ve kilit pas atabilecek oyuncu kullanarak, Messi’nin topla buluşması için geriye gelme zorunluğunu ortadan kaldırmaktı. Bunu yapabilecek tek bir isim vardı: Giovanni Lo Celso.



Lo Celso, 10 numara veya kanat oyuncusu olarak gittiği Paris Saint Germain’de harika bir orta saha sahaya büründü. Verratti’nin sakatlığından sonra merkez orta sahada rol almış ve takımının en kilit oyuncularından birine dönüşmüştü. Hatta 3’lü orta sahanın derininde, yani Pirlo pozisyonunda bile rol aldı. Arjantin için büyük şanstı, onun varlığıyla takım Messi orta sahaya gelmeden de ileriye çıkabilirdi. Ama Sampaoli, Lo Celso'yu daha çok bir kanat oyuncusu olarak gördü. Aslında Haiti ile oynanan özel maçta orta sahada denendi, belki rakip ölçü alınacak gibi değildi ama sahadaki oyun resmi ve 3 gol 1 asistle oynayan Messi’nin rakip ceza sahasında rahatlıkla cirit atabilmesi, ipucu anlamı taşıyordu.

Gelecek nesil Messi’yi nasıl anacak?


Elbette biz istediğimiz kadar Messi’nin milli takımdaki başarısızlığının arka planında yatanları tartışalım, gelecek nesil tıpkı bugünlerde bizim yaptığımız gibi “kazananlara” bakacak ve en çok da Dünya Kupası’nı kazananlarını, kazanamasa bile Baggio gibi kendi hikayesini yaratanları hatırlayacak. Bugünün futbolunu canlı olarak takip edebilen çoğu insan için dünyanın gelmiş geçmiş en iyisi Lionel Messi. Ama bugünün futbolunu anılarda, belgesellerde takip edecek sonraki jenerasyon için o sıralama değişebilir. Belki de daha çok anılan isim, Baggio isyanının bir benzerini gerçekleştirecek Cristiano Ronaldo olacak.

Öne Çıkanlar: Mehdi Taremi



İran’ın Dünya Kupası’ndaki sert, hatlarını yakın tutan takım savunmasına dayalı sisteminde özellikle sivrilen bir oyuncu var: Mehdi Taremi. 1992 doğumlu oyuncu, takımının kaleden gayet uzakta bir konum olmasına rağmen bir şekilde hücum etme özelliğine sahip. İspanya karşısında gole iki kez çok yaklaşan oyuncu İtalyan sağ kanat Ezequiel Schelotto’yu andırıyor.

Nasıl bir oyuncu?


Aslında Schelotto da “Ben sağ açık mıyım, bek miyim?” sorunsalı arasında neredeyse futbol hayatını bitirdi. Cesena’da parlayan oyuncu Inter, Sporting transferlerini yaptı ama net bir patlama gerçekleştiremedi. Taremi de tıpkı onun gibi sağ çizginin her bölgesinde oynayabilecek oyuncu. 187’lik boyuyla fiziki olarak da fark yaratıyor.

İran’ın derin savunmaya yönelik 4-5-1’inde sağ kanatta rol alan Taremi, top kendi takımına geçince hızlıca hücuma destek veren ve boyunun da avantajıyla ters kanattan gelen ortalara cevap olabilen bir oyuncu. Zaten İspanya’ya da iki kez kafa vuruşlarıyla gole yaklaşmıştı. Aslında kendisi Al Gharafa’da bir forvet oyuncusu. Golcülük sezgilerini kenardayken de iyi kullanıyor.

Topla dripling özelliği de ortalama. Aslında en önemli özelliği “her özellikten az az” kendinden barındırması. Tek başına çözüm üretecek kadar yetenekli değil ancak takım oyunu içerisinde fazlaca sivriliyor.

Geleceği ne olur?


Dünya Kupası’ndaki performansından sonra Avrupa liglerinin orta düzey takımlarından teklif 
gelecektir. 26 yaşında ve hala pozisyonunu net belirlemesi adına geç değil. Avrupa’da forvet oyuncusu olarak fark yaratamaz ancak 5’li orta sahanın sağına ve hatta 4’lü savunmanın sağ bekine evirilirse oldukça ideal bir sağ kenar oyuncusu ortaya çıkabilir.

Öne Çıkanlar: Christian Cueva (Peru)


2018 Dünya Kupası’nda oynanan maçlarda şu ana kadar iki tane “güzel kaybeden” ülke gördük. Onlardan biri Fas, diğeri de Peru. Danimarka’ya karşı her yönden üstün oynamalarına rağmen topu bir türlü içeriye atmayı başaramamış ve Poulsen’in golüyle 1-0 kaybetmişlerdi. Peru’nun o akıcı oyununun en önemli parçalarından biri ve hatta birincisi Christian Cueva’ydı. Her ne kadar penaltıyı kaçırmış olsa da…

Nasıl bir oyuncu? 


Peru’nun 4-2-3-1’inde forvet arkasında rol alan Cueva, Talisca tipi golcü 10 numaralardan değil de daha çok orta saha özellikli bir 10 numara. Zaten takımı Sao Paolo’da daha çok ikili orta sahanın önünde oynatılıyor ve 10 numaradan ziyade “orta saha” havası veriyor. Ancak Peru’nun sistemindeki rolü, tam olarak özelliklerini ön plana çıkarabilecek nitelikte. Cueva en başta oldukça hareketli, sahanın her bölgesini kullanıyor ve en önemlisi hareket halindeyken kilit paslar çıkarabiliyor. Peru’nun her iki kanadında da topsuz oyunda etkili oyuncular mevcut: Carillo ve Flores. Bununla birlikte Farfan da yıllardır olduğu gibi hala gezgin forvet rolünde fark yaratıyor. Bu üçlüyü maç boyunca müthiş besledi ki, sahada kaldığı sürede 6 başarılı kilit pas attı; bunlardan en az üçü direkt olarak gollük pastı. Bir orta saha oyuncusu için dripling özelliği de oldukça iyi.

Geleceği ne olur? 


Christian Cueva 1991 doğumlu ve artık üst seviye takımlar için treni kaçırmış durumda, çünkü varıp varabileceği potansiyel bu. Ancak Serie A ve La Liga’nın baş altı takımlarında rahatlıkla kilit oyuncu olabilecek özellikte. Dünya Kupası’nın devamında piyasasını daha da artırması muhtemel… Tek başına çözüm üretebilecek bir tarzı yok ancak takım halinde hareket eden bir sistemin arasında harika işler çıkarabilecek bir oyuncu.

Bir Baggio İsyanı: Cristiano Ronaldo



İzlediği ilk Dünya Kupası, Amerika 94 olan futbolseverler için kaçınılmaz bir şey vardır: İflah olmaz şekilde Baggio hayranlığı. Elbette topla olan ayrı estetiği, benzersiz imajı da bunda etkendir ancak o turnuvada asıl farkını “tek adamlık” gösterisiyle yaratmıştı Roberto Baggio. İtalya’nın finale yürüyüşündeki hikayenin neredeyse tamamında o vardı, özellikle grup aşamasından sonra finale kadar atılan 6 golün 5’ini bizzat kendisi atarken…

Aslında Brezilya’yla oynanan finalde kaçırdığı penaltı kadar, sonrasında sarf ettiği sözüyle de damga vurmuştu: “Penaltıyı, ancak onu atmaya cesaret edebilenler kaçırır.” Evet, Roberto Baggio takımının en kritik penaltı atışında topun başına geçebildiği için, öncesindeki o muhteşem hikayeyi yazmıştı. Bundan 24 yıl sonra, aynı sorumluğu alan ve aldıkça daha da büyüyen başka bir oyuncu izledik. Ve galiba devamını getirecek ve 2000’lerde doğan çocuklar, gençlerin gözünde daha da silinmez bir kahraman olacak: Cristiano Ronaldo.


İspanya – Portekiz maçı, muhtemelen 2018 Dünya Kupası’nın en iyi üç maçı arasına girdi bile. Dereyi geçerken teknik direktör değiştirse dahi İspanya, bu kupanın en büyük favorilerinden biriydi. Cristiano’nun bireysel performansının arkasında sıkı duran bir takım oyunuyla Avrupa Şampiyonu olan Portekiz de, favoriler arasında görülmese de maçları her zaman merak uyandıran takımlardan. İki takım da beklentilere karşılık verince, ortaya muhteşem bir maç çıktı.

Cristiano Ronaldo'yla gezgin forvet tarifi


Cristiano, yaş aldıkça daha da santrforlaşmaya başlamıştı. Ancak dün akşam daha farklı bir rolde izledik. Yanındaki forvet partneri Guedes’in gezgin oynaması beklenirken, bizzat o görevi Cristiano üstlendi. 5 başarılı dripling girişimi yaptı, attığı 38 pastan sadece birisi isabetsizdi. O paslardan birçoğu, kilit pastı. Özellikle Guedes’e ilk yarıda tek pasla bıraktığı top, lezizdi. Yani, attığı 3 golün dışında da oyunun hep içindeydi Cristiano. O nedenle “yahu gollerden biri penaltı, biri De Gea ikramı” deyip geçmemek lazım.

Del Piero usulü ölü yaprak vuruşu


Cristiano Ronaldo'nun kullandığı frikiklerin gol olma ortalaması, son yıllarda oldukça düşmüştü. Hatta bunun istatistiki bir gerçeği var: Ronaldo, Real Madrid formasıyla kullandığı 407 frikikten 30’unu gol yapabilmişti. Yani ortaya frikiklerinin gol olma oranı %7.3 çıkıyor ki bu veri gayet düşük. Yine de o dakikada topun başına geçmek ve kendisine has bir tarzla ağları bulmak, tam 1994 model Roberto Baggio işiydi. Aslında tam ölü yaprak vuruşu değil, ayağının üstüyle değil de baş parmağının solunda kalan kısmıyla vurdu. Alessandro Del Piero dokunuşuydu daha çok…

İspanya’nın orta 4’lüsü



Elbette bu maç Cristiano üzerinden yazılır, ancak İspanya’nın Diego Costa’nın ardında gezgin oynayan Isco, Iniesta, Koke ve David Silva dörtlüsüne de ayrı parantez. Yani öyle bir oluşum ki, top kimin ayağına gelse sürprizli bir şey çıkıyor ve içinden hep “bu atak sakat…” diyorsun. Gerçekten de her atağı etkili şekilde resmedebiliyorlar. Bu maçta Ronaldo duvarına toslamaları bir şeyi değiştirmez, sahaya koydukları “net futbolla” hala kupanın en büyük favorisiler bana göre.