Ve Maalesef Taç!

Öncelikle gruptan “umutsuz” olmadığımı söylemeliyim, başlıktan ve içerikten öyle bir çıkarım yapılmış gibi gözükebilir çünkü… Ancak kelimenin tam anlamıyla “ters” bir gruba düştüğümüz bir gerçek. Ölüm grubu diyemesek de, lanetli grup diyebiliriz sanırım. “Oraya düşen bir daha geri gelmedi…” misali. Malumunuz, geçen sezon Avrupa Ligi’nden elenirken klasik duran top lanetiyle karşılaşmıştık… Yoksa bugün yine ilk torbadan düşen Dinamo Kiev’le oyun olarak başa baş, hatta daha baskın bir futbolu vardı Beşiktaş’ın. Top durdu, havalandı gol oldu… Öyle bir maç izlemiş ve zaten yazının başlığını da “Ve maalesef korner!” olarak belirlemiştik o günlerde. Şimdi ise durumlar daha da karışık, artık taçlar da sakat...Bir gruba iyi veya kötü diyebilmek için, kendi klasmanına yakın torbadan kimin çıkacağına bakılır. O nedenle, sadece 3. torbadan Stoke City’nin düşmesi bile gruba “kötü” demek için yeter de artar… Çünkü ilk torbadan “geçilebilir” bir takımın gelmesi, bizim olduğumuz kadar bir alt torbadan gelecek Stoke City gibi takımların da avantajınadır. Keza, son torbadan da Maccabi Tel Aviv’in gelmesi bizim için olduğu kadar, Kiev ve Stoke için de ters bir durumdur…

Sözün özü, Stoke City ve Kiev’le oynanacak maçlar, gruptaki durumumuzu belirleyecektir. Her ikisi de birbirine yakın tarz takımlar. Sıkı alan savunması uygularlar, fiziki mücadele önceliklidir, duran toplar penaltı kadar değerlidir… Delap vesilesiyle, Stoke City’nin taçları da bir o kadar hatta daha fazla değerlidir. Çünkü tacın kötü gitme ihtimali yok, adam elle kullanıyor ve ayakla atılmışçasına kuvvet veriyor topa. Aynı zamanda ayakla atılmadığı için, ayarının fazla kaçması ya da ön direğe düşmesi gibi bir ihtimal yok. O top kale alanına inecek, bu belli!

Carvalhal geldiği ilk günden itibaren takımına duran top çalıştırdığını biliyoruz. İlk maçtan da semeresini almıştık… Her oyuncunun, atış sırasında kaçacağı nokta belli. Böylelikle, kale alanı etrafına eşit dağılma durumu yaşanıyor ve topa direkt vurulamasa bile karambola dönüşebiliyor. Çünkü her noktada bir Beşiktaşlı var… Sivok’un golü de böyle gelmişti hatırlanırsa. Ancak hücum olduğu kadar, savunmada da ciddi bir çalışma gerek. Mümkünse adam adama yerine, alan savunmasıyla olsa daha iyi olur tabi…

Aynı alan savunması maç içersinde de önem arz ediyor aslında. Çünkü Dinamo Kiev de Stoke City de, dengeli oynayan ve golü oluruna bırakan takımlar. Körü körüne hücum, bu takımların işine gelecek, tanıdık “çok iyi oynadık ama adamlar iki kere geldi…” cümlelerini görebileceğiz… O yüzden, 101. yıldaki Chelsea deplasmanında olduğu üzere sıkı bir alan savunması şart gözüküyor. Carvalhal’in de bizlerde bıraktığı izlenim, tıpkı Braga’nın yaptığı gibi; takım halinde topun arkasına geçip, alan bırakmayan ve yakaladığı toplarla hızlı çıkan bir Beşiktaş düşündüğü şeklinde. Ki o Braga, sırf alan savunması başarısıyla finale kadar yürüdü. Bu maçlara kadar aşama kaydedersek, hiç akılda olmadık bir puan topluluğuyla karşılaşabiliriz…Mevcut kadroya bakıyorum; hem duran toplarda boyu kısa olmayacak, hem sert ve sıkı alan savunmasını yerine getirebilecek, hem de çabuk ataklar geliştirebilecek bir takım ancak şu 11’le ortaya çıkar gibi… Toraman ve Egemen, her kenar topta alacakları ters kademelerle orada ekstra bir stoper etkisini yaşatacaklardır. Hoca eğer “tandemi bozmam” der de, Egemen’i stoperden kaydırmazsa, Tanju da bek oynayabilir. Ancak takımın boyu açısından, şekildeki dörtlü daha uygun sanki…

Önlerinde Necip, Ernst ve Fernandes üçlüsün koyacağı direnç, ortasahada olası bir düşmeyi yaşatmaz ve savunma 4’lüsü pozisyonunu kaybetmez. Ancak burada Guti gibi bir oyuncu olduğunda, orada istemsiz bir boşluk oluşuyor ve stoperlerden biri buraya kayarak dengeyi bozuyor. Bunun sonucu: ya tehlikeli bir atak, ya da sarı kart (genelde Sivok). Tabi bu sistemin doğru işlenmesi için, Quaresma ve Simao’nun en azından kendi alanlarına geri koşacak kadar gölge savunması yapmaları da gerekmektedir…

A Planı’nda düşünmedik, ama böyle maçlarda B Planı ile birlikte devreye girip, denge bozacak oyuncular da kenarda oturuyor: Guti ve Holosko… Geçen sezon Sami Yen’de oynanan son derbiyi hatırlayın. Sistem 4-6-0 gibi bir düzeneğe dönmüş, Guti kendini iyice öne atarak gardı düşmüş rakibin, taktiksel boşluklarını değerlendirmişti. Nitekim, o dakikadan itibaren uzak forvete geçen Nobre’yi, harika bir pasla golle buluşturmuştu.Maçların ilerleyen dakikalarında, Beşiktaş yorulan iki kanat oyuncusunu da değiştirip, şöyle bir İtalyan 4-5-1’ine (Dünya Kupası 2006’daki taktikleri özellikle) dönüş yapabilir. Ortasaha yine aynı ama Fernandes daha bir Sneijder modeli, içe kat eden kanat durumunda. Holosko ise en iyi yaptığı şeyi yapacak, topsuz oyunda bekine yardımcı, toplu oyunda ise Guti’nin ters toplarını değerlendirecek. Bir de, yine Guti sahadayken “ara pası Pektemek!” durumu da yaşanabilir tabi… Rakibin, alan savunmasını aşamadığı ve sinirinin bozulduğu anlarda böyle bir sistem, bir anlık dalgınlığını affetmeye bilir…

Görünen şu ki, her şekilde Pektemek model bir forvet daha ideal kaçıyor. Ancak haberlere göre Almeida’nın diğer yarı hakkını da alıyormuş Beşiktaş, hayırlı olsun… Muhtemelen “altınları 2’ye bölmemek” için böyle bir girişim yapıldı, malum ciddi tekliflerin olduğu söyleniyor… Yani, fonsuz olarak satmayı planlıyorlar ileride. O zaman ben sorarım şahsen, madem bir oyuncuyu fonsuz da iyi fiyata satmayı düşünebiliyoruz, bu 3 çocuğun yarı hakkını neden verdik? Umarım vermemişizdir, daha sonra kesinleşmiş bir açıklama çıkmadı çünkü…

Bugün Wigan’da Di Santo diye bir forvet izledim. Arjantinli tekniğine ve İtalyan golcülüğüne sahip bir arkadaş… Forvet dediğin odur, topu aldığı zaman beklenti içersine sokar insanı. Durum gerektirir, ekmeğini taştan çıkarır. Beşiktaş’ın da mutlaka Pektemek’le rekabete girecek, genç ve bu model bir santrafor bulması gerekiyor.

Fazlasıyla teknik ağırlıklı bir yazı oldu, özlediğimden olabilir. Zaten zor mor ama bu Avrupa Ligi’nin grup maçları, türlü sebeplerle soğuduğumuz futbola ısıtacak cinsten olacak, bu belli… Eylül sonunda Stoke City deplasmanı var, o güne kadar takım aşama kaydeder umarım. İlk maçın içeride Tel Aviv’le olması da gayet hoş… Politik sebeplerle maçı germez de, 3 puanla başlarsak grupta elimiz hafifler.

Bahaneler ve Gerçekler

Maç öncesinde Fenerbahçe’nin durumu elbette duyuluyor, “acaba bize de olur mu?” sorusu soruluyor… Derken, zaten tam olarak konsantre olunamayan maçta, bir de pirinç yetiştirmeye son derece elverişli bir saha ile karşılaşılıyor. “Bavulları mı toplasak, ısınsak mı?” Soruları arasında maç 1.5 saat gecikmeli başlıyor. Tribünlerin gazı, rakip oyunculara enjekte edilince, “hurra” sesleri eşlinde uçarak topa atlamalar başlıyor…Bu dakikadan sonra, sahada 2.5 oyuncu dışında (Egemen, Veli biraz da Ernst) herkes “ayağı elimize almayalım da, nasıl olsa bu tur atlanır” psikolojisine bürünüyor… Bu gibi ortamlarda favori diye bir şey kalmaz, eğer gol de gelmezse mutlaka sıkıntılı bir maça gönder oyun. Sadece Beşiktaş için değil, dünyanın her yerinde durum böyledir. Zamanında Barcelona 5-2’nin rövanşında (zamanında derken o kadar da uzak değil) Getafe’ye elenmişti mesela… O yüzden takımı fazla yerin dibine sokmaya gerek duymuyorum, normal bir maç olmadı hiçbir haliyle. Neyse ki, bir “Sanlı Kaptan ve topu santraya dikme” meselesi yaşanmadan maç bitti.

Bahanelerin ağır bastığı maçta bazı gerçekler de vardı tabi. Carvalhal’e eleştiri getirebiliriz mesela… Lig maçına daha uzun süre var ve arada başka da bir maç gözükmüyor. Bu rövanşı aynı zamanda ciddi bir hazırlık karşılaşması da görmüş olabilir, as takımı pek bozmayarak… Ancak saha şartları ve rakibin dirençli oyununu gözetirsek, böyle durumda yedek ağırlıklı bir takımla çıkılsa daha avantajlı olunurdu. Böylelikle maç iştahı iki taraf adına eşitlenirdi… Nitekim, Beşiktaş adına en iştahlı oyuncu Veli’ydi. Bu sayı, Akyüz, Burak Kaplan, Tanju gibi isimlerle arttırılabilinirdi…Bir diğer gerçek, Almeida’nın takıma uyumsuzluğu. Öyle gözüküyor ki, Beşiktaş herhalde takımla bütünleşik olacak bir santrafora ihtiyaç duyacak. Fakat Almeida öyle değil… Pozisyon icabı kanatlara açılsa, sadece gelişi güzel orta dışında elinden bir şey gelmiyor. Ve sonrasında da “madem pozisyon icabı buraya kaydım, e biraz takılayım” der gibi 5 dakika oradan ayrılmıyor. Gönül ister ki böyle durumda bir forvet oyuncusu daha “sürprizli” olsun. İçe kat etsin, verkaça girsin, alsın-versin şut atsın… Onun dışında zaten savunma arkası koşuları yapacak tipte de bir oyuncu değil, hızının boyuna göre iyi olmasına rağmen. Hatta, fiziki üstünüğü olmasına rağmen kendine avantaj oluşturacak şekilde pozisyon almayı da beceremiyor. Mesela bugün arka direğe bir top kesildi, çok gerisinde kaldı. Orada direk bekle eşleşmişti halbuki...

Takımın diğer kalan kısmı, hareketli oynamaya müsait. En statik olan adam Guti, o da topu olması gerektiği gibi hareketlendiriyor... Mesela Pektemek kendini bulursa, en ideal santrafor olabilir… Hararetli geçen, sürekli baskı kurulan anlarda Almeida da çarpıcı işer yapabilir. Ama onun dışında yani daha büyük bir bölümde, onun bu sorunları göze çarpacak sürekli…
Bu maçlık değil, genel olarak takım – santrafor uyumluğu açısından söylüyorum. Tayfur Hoca devam etseydi de, Almeida arkasına “golcü vasıflı” bir 10 numara alsaydı, durumlar farklı olurdu. Ancak 4-3-3’ün önünde oldukça kopuk kalıyor maalesef. Bana göre hali hazırda iyi teklifler varken değerlendirmek gerek, o bölgeye rakipler için daha zorlayıcı, “can sıkan” bir santrafor almak gerek diye düşünüyorum.

Guti yine tribal enfeksiyona kapılarak oyundan çıktı. Halbuki futbolun doğrusu o dakikada oydu… Ve futbolu doğrusunu yapan bir teknik direktör için, bu şekilde oyundan çıkan bir futbolcu her zaman sorundur. İki arada, bir derede kalır çünkü… Madem önümüzdeki yıl devam edecek; hem Guti’nin hem de Carvalhal’in teknik direktörlük özgüvenini kaybetmeyeceği bir yol bulunur umarım.Beşiktaş “olağan üstü bir durum olmazsa” 2. kategoriden girecek gruplara. Hatta yukarıdan 2 takım daha elenseymiş, 1. kategori yolu bile gözükebilirmiş… Bu arada rakibin Grigoryev adındaki solak stoperini oldukça beğendim. CSKA alt yapısından yetişmiş, oldukça iyi kumaşı var. Hem iyi savunmacı, hem de ayağı çok düzgündü. Gerçi bizim solak stoper de fena değildi… Özellikle son ortaya Honda gibi (Street Fighter’ı bilenler bilir) uçtu, Rüştü’den önce vurdu kafayı. Taktir ettim… Hem bu cengoluğu hem de topu oyuna düzgün sokuşu önemli olacak, özellikle Süper Lig’de.

Biraz da ilginç hakeme değineyim. Bizim bir üst teğmen vardı, bölük komutanıydı aynı zamanda… Onun mantığına göre Türk askeri kavga etmezdi, şayet bir kavga olursa direkt ikisi de cezalandırılırdı, “kim önce vurdu, neden vurdu, öteki vurdu mu?” diye sormazdı. Hakem de öyleydi sanki, mevzunun içinde olmak yetti sarı kart görmeye…

Genel olarak takımdan ümitli olmaya devam ediyorum, forvet dışında derin ve güzel bir kadro var gibi duruyor. Ama bahsettiğim gibi, takımla aynı anda hareket eden ve ezber bozan bir santrafor herşeyi çok değiştirir… Elde olan en büyük gerçek de bu sanırım.

Son olarak torba durumlarını paylaşayım. Ama hemen takım beğenmeyin, kura zamanında bu kategori de puanlarına uygun şekilde ayrı ayrı bölümlere ayrılacak... Ama Lazio'nun 2. torbaya gelerek, rakip olmamasına sevindiğimi söylemeliyim. Öyle bir psikoloji oldu bende, gençliğim Lazio'ya yenilmekle geçti... Hatta başkalarına yenilmeleri bile yaramadı, malum ufak ekran Prag - çuval Peruzzi durumları. Neyse, gruplar çekilsin de hele bir...

Maç Öncesi: Alania – Beşiktaş

Madem Carlos Reyis “daha tur geçilmedi” diyor, biz de aynı ciddiyete sahip olarak maç önü yazısını es geçmeyelim. İtiraf etmek gerekirse “maç mı vardı?” tepkisini gösterdim ben de bugün, malum iyice çalkantılı olmaya başladı ülke futbolu. Fenerbahçe Şampiyonlar Ligi’ne gidemiyor, bu durum ligdeki cezai durumunu da etkiler mi bilinmez… UEFA’nın aldığı kadar, federasyon tarafından verilmiş gösterildi. Aynı UEFA, Beşiktaş’ı da söylentilerden dolayı Avrupa Ligi’nden atar mı diye düşünmüyor değilim… Suçsuz olduğu için mi, delil yetersizliği mi, iyi niyet mi, yoksa Şampiyonlar Ligi kadar prestijli bir kupa olmadığı için miydi Beşiktaş’ın devam ediyor oluşu? Göreceğiz, şimdilik Alania maçına bakalım bari. Sonradan alakasız bir karar çıkmaz diye umuyorum... Carvalhal’in temkinli durumu, sahaya çıkaracağı 11’e ne kadar yansır bilmiyoruz. Benim tahminim, kaleci ve stoperler değişmez. Hatta üzerine İsmail – Tanju değişikliği bile gelir hem defansif durumlar, hem de Tanju’yu resmi maçta görmek açısından. Sağbekte de bir değişim olabilir, Hilbert oynayabilir diye düşünüyorum…

Ortasahada fazla seçenek yok, yine aynı 3’lü sahada olur gibi. Ama bana göre Guti’yi dinlendirip, Veli’nin ortasaha performansını görmek gerek. Fotoğraftaki pozisyonda bile ciddiyeti elden bırakmayan Fernandes’in iyi performansı sürer umarım. Böylelikle, ileriki zamanda Necip’i Guti’nin yerine dahil etme nedenleri fazlalaşır. Guti de, Real Madrid’de olduğu üzere elde sağlam bir B Planı olarak durur. Maçına göre Fernandes’le de oynarlar…Bu kez kanatlarda Holosko ve Akyüz’ün olmasını isterdim, Akyüz'ün uzak forvet peformansını merak ediyorum. Şayet Guti oynarsa, Veli kanatta, Akyüz santraforda da görünebilir… Ki bu daha büyük bir ihtimal olduğundan, resme bu şekli geçtim… Bir de Burak Kaplan var tabi, mutlaka bu maçta süre almasını beklediğim bir diğer oyuncuydu. Ama giden kadroda gözükmüyor, sakatlığı falan da yoktu bildiğim kadarıyla. Geçenlerde BJK TV’de, oynanan bir hazırlık maçının tekrarı vardı. Çocuk hakikaten ciddi yetenek, Mesut Özil gibi topu ayağına yapıştırıyor ve yakıştırıyor. O da kenar forvetler adına önemli bir alternatif olabilir…

Fikstürler de çekildi, yine bir deplasmanla açılıyor sezon: Eskişehir… Genelde hep dışarıda açar ve puan kaybeder Beşiktaş. Kazansa bile mutlaka geriye düşer (101. yıl Samsun 1-3, E.Sağlam’la 2-0’dan 2-3 doksanda Bobo). Bir tek geçen yıl Buca maçı istisna oldu… İnönü’deki bir açılışı tercih ederdim her yıl olduğu gibi. Bir de plaf-off çıktı başımıza… İddaa bültenlerinde görüp, “adam olsa normal sezonda biter bu lig, geçh!” dediğim kategorilere dahil oldu Türk futbolu da… Madem fazla maç isteniyor, ekstradan bir kupa daha konulsun. Yayın gelirlerinden pay ayrılsın o kupaya da, prestiji arttırılsın. Hatta sadece 23 yaş altı Türk gençleriyle oynansın, bir taşta iki kuş misali… Çok aceleci ve Lig TV’ye boyun eğilmiş bir karar olmuş. Hiç hoşlanmadım açıkçası…

Yine, Yeni Juventus

90’lı yıllarda çocuk olup, bir de üstüne futbolsever ve özellikle de Beşiktaşlıysan, içinde bir yerlerde Juventus sevgisi saklıyorsun demektir. Benim için durum böyle açıkçası ve yalnız olmadığımı da biliyorum. Sebepleri malum; siyah-beyaz çubuklu forma, kupalara ambargo koyan büyük takım, ilahi atkuyruğu ve Del Piero…

Hele ki o siyah-beyaz çubuklu meselesi… O zaman storelar yok tabii, korsan olarak da en fazla bayrak ve siyah-beyaz ip satılırdı. Ama Sony reklamlı, çubuklu Juventus formasını bulmak zor değildi. O nedenle İnönü’nün etrafı, bildiğiniz Della Alpi’ydi bir dönem. Belki de manevi olarak telif haklarını teslim ediyoruzdur adamların, halen ağzımızdan Juventus’u düşürmeyerek…Şike olayından sonra La Grande Juve’nin , günden güne “Siena görünümlü Juventus’a” doğru döndüğü bir gerçek. Ama bu durum Serie A’ya da hiç yaramadı… Büyük bir takımın kayboluşu, hem ligin rekabetini hem de ülke puanını (artık Serie A’dan 3, Bundesliga’dan 4 takım Şampiyonlar Ligi’ne gidecek) etkiledi. Ve Juventus kendine gelene kadar da, bu durum böyle devam edecek gibi görünüyor. Asıl soru da bu zaten, Juventus eski Juventus olacak mı?

Serie A’ya dönüşlerinden itibaren sadece bir kez şampiyonluğa oynayabildiler. 2008/2009 sezonu, kadroları çok şaşalı olmasa da ikinci olmuşlardı. O dönemde Mourinho, “Bizim halen şampiyonluğu ilan etmemiş olmamız, bizim başarısızlığımız değil; Juventus’un başarısı…” gibi bir laf etmişti. Her zamanki ukala açıklamalarından biri gibi bakıldı ama haklıydı. Cidden Juventus, kadrosuna göre çok iyi yarışmıştı. Nedved’in “son şakasını” yaptığı, Serie B’ye düşen takımlarını bırakmayan oyuncuların, kadro çekirdeğini oluşturdukları sezon… Aynı yıl Şampiyonlar Ligi’ne de Juventus gibi dönmüşlerdi aslında. Chelsea’ye elenmelerine rağmen çok iyi maçlar çıkarmışlardı, özellikle Della Alpi’deki 2-2’lik rövanş tadından yenmemişti…

Ne olduysa bir sonraki yıl, çok gereksiz harcamalarla takım yapısını bozdu Juventus. Üstelik o harcamaların büyük kısmını oluşturan Diego transferiyle, geçen yıl kendilerini ikinci yapan 4-4-2 sistemi de rafa kalkacaktı. O sezonu 7. bitiren Juventus, geçen yıl “yine yenilendi” ve bu kez de Avrupa dışında kaldı. Şimdi yeni sezon ve yine bir yenilenme…Aslında “büyüklüğünü kaybediyorlar” demeye getirdik ama harcanan paralar halen büyük bir takım gibi. Ancak o paralar sadece harcanmakla kalıyor maalesef… Klasik, benliğini bulmayan ve sürekli futbolcu öğüten bir takım halini aldı Juventus. O nedenle, bence öncelikle “anahtar teslim” yapılacak ve kariyeri tartışılmayacak bir teknik direktör getirmeleri gerekiyordu. Transferleri, taktiği, her şeyi teslim edecekleri bir isim… Ama yine sıradan bir isme yöneldiler: Juventus’un çocuğu Antonio Conte. Kendisi Juventus’un büyük günlerinde takımın önemli dişlilerindendi. Futbolculuk zamanlarını hatırlarsak, Euro 2000’de bize attığı röveşata da gözler önüne gelebilir… Conte planı tutmayabilir, ama tutabilir de… Bekleyip görmek lazım. Düşük profilli bir teknik direktörün, yine profili düşmüş bir takımla şahlandığı görülmüştür futbol tarihinde...

Artık maçlarını, Della Alpi'ye göre daha bir futbol stadyumu olan Juventus Arena’da oynayacaklar. Sanırım en büyük yenilik bu... Bu stada Aguero ile gelmek istediler, ama olmadı. Şuan elde heyecan verici denecek iki transfer var: Pirlo ve Vucinic. İkisi de tam anlamıyla winner adamlar… Sahiplik hissederlerse, sahiplenirler. Ve Juventus’u kesinlikle eskisinden daha iyi yerlere taşırlar… Geçenlerde İtalya – İspanya maçını izledim. Pirlo’ya bu yeni heyecan yaramış, 5 yaş gençleşmişti. Dün Milan’la oynanan Berlusconi Kupası’nda ise kesinlikle anladım: Pirlo Juventus’ta fark yaratacak… 5 yıldan beridir göremedikleri ara pasını, bir maçta gördüler diyebilirim.Conte, asimetrik 4-4-2 oynatıyor takımını. Sağbekini (Lichtsteiner) pek çıkarmayarak, önündeki Krasic’e özgürlük tanıyor. Solbekte ise (Ziegler ya da De Ceglie, hatta Grosso) hücum serbest… Hemen önünde oynayacak olan sol ortasaha da, bir kanat oyuncusundan ziyade, içe kat eden bir ortasahadan seçilecek (büyük ihtimalle Marchisio). Bazı durumlarda, bu bölgeye bir forvet de çekilebilir. Quagliarella, Matri, Martinez hatta Del Piero gibi topla haşır neşir olabilen isimler, skor gerektirirse sol kanat oynayabilirler. Özellikle şut atma konusunda, şuanda İtalya’nın en iyisi olan Quagliarella, yedek oturtulacağına maçına göre burada oynatılabilir…

Orta ikilide Pirlo’nun yeri garanti. Yanında Vidal ya da Pazienza’dan biri olur. Vidal’e ciddi yatırım yaptılar ama, fiziki denge açısından Pazienza tercih edilebilir. Hazırlık maçlarında da bu isim ağırlık basıyordu çünkü… Sağda ise, geçen yıl iyi başlayıp kötü bitiren Krasic olacaktır. Gerek Sırbistan, gerekse de kulüp takımlarında; formasyonun 4-4-2’den, 4-3-3’e geçtiği anlarda etkili olmuştu Krasic. Yeni sistemle yine kaleden uzak, yani başka anlamda formundan uzak gözükebilir…Forvette de varlık içinde yokluk söz konusu. Hiç biri kolay yedek bırakılacak isim değil, ama yine hiç biri gözü kapalı yazılacak büyük isim de değil… Kalite olarak birbirine yakın oyuncular. Ya da "oyunculardı" demek gerekiyor sanırım, Vucinic başka... Farkedilmiyor ama çok büyük futbolcu aslında. Roma'da doğru dürüst forma verilmemesine rağmen, her kritik maçta vardı. Bir de adam havalı, takımı değiştiren bir isim her yönüyle. Sözün özü, burada öncelikli tercihin Matri – Vucinic olmasını bekliyorum. Bu ikiliden biri direk santrafor oynarken, diğeri ortasaha ile bağlantı kuruyor. Yani tam anlamıyla “iyi bir Del Piero” bu bölgede değişilmez olurdu. Muhtemelen Vucinic bir arkada, Matri en önde olacaktır.

Aslında Beşiktaş’taki durum Juventus’ta da söz konusu. Kadro kalabalık mı yoksa derin mi? Bunu ancak sezonun akışı içersinde göreceğiz… Pirlo dışında herkesin alternatifi var. Olay sadece sistemi oturtmakta bitiyor, bu konuda da Conte’nin sırtındaki yük ağır. Önümüzdeki hafta Udinese deplasmanıyla “yine” yeni Juventus sahne alıyor, film başlıyor. Bakalım neler olacak? Kadroya bakıyorum, Milan'dan iyi değil. Üstelik Milan'da hali hazırda oturmuş bir takım ve özgüven var. Şampiyonluk zor, ama en azından kıpırdanma başlasın diye umut edebiliriz sanırım... Beklentimiz düşük yani: "Bu sene sensin üçüncü!"

Maçın Bitmesine Üzülmek…

Kadro açıklandı, bir garip oldum açıkçası… Ne bileyim, gidip Carvalhal’i omzuma alasım geldi. Normalde yeni bir hocanın 28. haftada ancak bulabileceği hamleleri (ki biz buna alışmıştık), daha ilk resmi maçında gördük. Sivok – Egemen tandemiyle birlikte Toraman’ı heba etmek yerine sağbekte değerlendirmek mesela… En son şampiyonluk maçında soluyla köşeyi bulmuştu, o gün bugündür bekte göremiyorduk kendisini. Kendi adıma bir diğer sevindirici düşünce, Mustafa Pektemek’in uzak forvette değerlendiriliyor oluşuydu… Zaten onu da gördüm, o anda “Guardiola’yla takas yapalım?” deseler değişmezdim Carvalhal’i. Ki halen o ruh halim sürüyor…

Pektemek uzun zamandır antrenmanlara çıkmamasına rağmen, oldukça umut vadeden bir görüntü içersindeydi. Zaten topu alışıyla futbolcu olduğunu belli ediyor, asıl artısı oyun içindeki hareketli haliydi. İki kez uzak forvet tanımına uygun atak girişiminde bulundu, özellikle göğsüyle alıp uzak direğe gönderdiği top çok şıktı… Topsuz oyunda da sürekli geri koşular yaptı, kesinlikle burada ön gördüğümüz şekilde etkili bir uzak forvet çıkabilir kendisinden…Toraman da, özellikle ikinci yarıdaki performansıyla; gelecekte de sağbekteki yerini sağlama aldı diyebiliriz. Harika bir takım oyunuyla atılan son golde, hak payı olarak %30’luk bir kısmı hak etti… Kademe alıp, atağı başlatan Sivok’a %15, gol bölgesine koşuşu ve net son dokunuşuyla Almeida’ya %15, Toraman’ın önüne bıraktığı harika topla Holosko %40 verebiliriz. Holosko’ya kıyak geçmiş olabilirim, olsun ayağı alışsın… Bebe’nin sakatlığı sonrası onun moraline ve bu şekildeki B Planı katkılarına ihtiyaç olacak. Bu mevkide alternatifler çoğaldı, Veli de çok önemli mesajlar verdi diyebiliriz… Esasında Bebe bu mevkide çok önemli bir güç olacaktı, yazık oldu. Aynı zamanda Almeida’yı da yedekliyordu. Şimdi yine aynen bu tarzda bir oyuncu bulmak gerek sanki… Çünkü Almeida dışında merkezde oynayabilecek forvet kalmadı, biraz Pektemek işte…

Ortasahada da, Ernst’in önünde Fernandes ve Guti ikilisini deneyip, görmek lazımdı. Her ne kadar Guti ara-ara oyundan düşüyor gibi görünse de, bana göre genel anlamda iyi bir bütünleşme vardı. Çoğu İnönü maçında bunu denemek gerek… Guti’nin pozisyonu budur çünkü, kullanılacaksa böyle kullanılmalı. Bu konuda da Carvalhal’in Kara Murat’ı olabilirim… Daha dişli oyunlarda ise, Necip’in dahil olacağı yer Guti’nin pozisyonu olur. Zaten Fernandes, topu ortasahadan doğru çıkarma konusunda Guti’yi aratmamaya başladı. Umut edildiği gibi, kafasından soru işaretlerini atmış bir Fernandes, önümüzdeki seneye damga vuracakmış gibi durdu. Topla yetenekleri zaten sabitti, ancak geçen seneye nazaran formayı daha bir sahiplenmiş gördüm kendisini. Özellikle defansif anlamda…Egemen çoğu kez kendine güveniyle ciddi hatalardan dönse de, Ersan sonrası iyice belirginleşen “topun defanstan küfür eder gibi çıkma” sorununa el atacakmış gibi göründü… Sivok – Egemen tandemi alışkanlık sağlar, sağbekte Ekoko yerine Toraman gibi bir destekleyici, önlerinde de dirençli bir ortasaha bulduğu takdirde zor gol yer. Sadece kademe alışları ve fizikleri bile yetebilir savunma yapmalarına…

En çok keyif aldığım an 3. goldü. En çok haz aldığım anlar ise, Guti'nin üst ağlardan "şlak!" sesini çıkartan penaltısı sonrası (ki o sese hastayımdır), bayrağı samimiyetle öpüşüydü... Beşiktaş’ı, futbolu, teknik direktörün hamlelerine “helal olsun” çekmeyi, en çok da bir maçın bitmesine üzülmeyi özlemişim… Taa Buca maçından bu yana, bir gol daha atalım mahiyetiyle “kaç dakika uzadı?” diye merak etmemiştim sanırım. Elbette her şey dört dörtlük değildi, rakip de çok ideal değildi. Ancak ben görmek istediğim birçok şeyi, fazlasıyla gördüm. Gelecekten umutluyum, çünkü geliştirilebilir bir sistemin üzerinde duruyor Carvalhal. Böyle devam et, seni Sir ilan edeyim kendimce hocam…

Çözümsüz Çözümsüzlük

El Clasico’lar öyle zamanda geldi ki; ihtiyaç anında, kışlık bir pantolonun içinden çıkan unutulmuş para gibiydi. Ayrıca bana göre son karşılaşmalara nazaran, El Clasico adını tam anlamıyla hak eden maçlardı her ikisi de. Çünkü bu kez rekabet vardı; Real Madrid’in 5 yediği düzeni, ön presle toparlamasıyla bu kez çok daha bilinmezli ve iki taraflı maçlar izledik.

Barça’nın üstün özelliklerinden biri, hatta birincisi: defansla ortasaha arasındaki, rakipten baskı görülen bölgede çok rahat pas yapması ve rakibin presini bir anda kontratak olarak değerlendirmesidir. Mesela geçen yıl Espanyol’a 5 atarlarken, en az 10 pozisyon bulmuşlardı bu şekilde… Ancak ilk maçta Xavi ve Busquets’in olmayışı, Barcelona’nın rakip presini fırsat olarak kullanamamasını sağladı. Aksine Real Madrid, Schuster’le 4 attığı maçtan bu yana en baskılı oyununu oynuyordu.Real Madrid o maçla turu alabilirdi. Ancak Villa’nın boyun kıran plasesi ve Messi’nin klasik “kendi ekmeğini taştan çıkarma” yetisiyle Barça, her anlamda eksik olduğu bir maçtan avantajlı skorla çıkmıştı. Ayrıca bu maç, Alexis’in de bir nevi Ibrahimovic uyumsuzluğu göstereceğine işaretti. Ibra Barça için fazla hareketsizdi, Alexis ise fazla hareketli… Sadece gaz pedalı var, freni yok Alexis Sanchez’in. Söz konusu Barça olunca, bazen frene basıp tiki-taka’ya bulaşmak gerek… Pedro’yu kesmesi güç, ancak elde bir B Planı bulundurma fırsatını verecektir.

İkinci maçta, bu kez karşısında tam kadro, hatta kenarına Cesc’i oturtmuş bir Barcelona olmasına rağmen, yine önde presle başladı Real Madrid. Aslında bu taktiği, zaman zaman 4-2-4’e de çevirerek başarılı uygulamaya başladılar, dünkü maç da onlardan biriydi. Ancak iki sorun var. Birincisi; hırsı yamyamlığa çevirmek… O pres zamanla uçan tekmelere dönüşüyor, Khedira Kid filmini izlemeye başlıyoruz. Ayrıca Ronaldo da sakinliğini korusa çok daha etkili olabilirdi bu maçlarda. Hırsı onu, taç çizgisinden kaleye vurmalara zorladı.

Bir diğer sorun ise tam bir çözümsüzlük. Hele de, kendisine cezasahası çevresinden top aldırmayı başaran bir ortasaha bulursa; çözümü olmayan bir çözümsüzlük haline gelen, maçın atmosferine karşılık hiçbir şekilde topa dokunma şekli değişmeyen bir adam: Messi.

İlk golde dripling halindeyken Guti pası attı, ki her zaman yapmaya başladı bu hareketi. Belki de en tehlikeli özelliği bu oldu artık, kendisi yetmiyormuş gibi etrafını da gole çok yaklaştıran bir oyuncu oldu. İkinci golü klasik Messi, başkası atsa jenerik olur ama onun bu şekilde kaostan çıkıp, çok rahat bitirdiği gollerine alıştık. Ve son golde; tek pasla Adriano’yu kaçırışı ve hemen ardından “saçma” şutu… Ertuğrul’un makas vuruşla Trabzon’a attığı bir gol vardı hatırlarsanız. Normalde o şekilde bir şutun tribüne gitmesi gerekirken, zınk diye içeri girmişti. Messi’nin o vuruşu da öyle bir şeydi bana göre…Biliyorum, Ertem Şener’in de katkılarıyla Messi olayı rahatsızlık verici şekilde fetişizme dönüşüyor. Ama durum bu… Ne yapılırsa yapılsın, çözümsüz kalacak bir adam. Her yıl Fenerbahçeli bir arkadaşım online Football Manager oynarız, baya da uzun soluklu gider. Orada başarılı regenlerden (oyunun çıkarttığı süper yetenek) biri yakalanırsa, diğer rakip onun futbolu bırakmasını bekler. Seri halde continue tuşuna basar… Real Madrid’in de yapması gereken bu sanırım.

Az önce bahsettiğim gibi, her şekilde futbola olan odağını kaybetmiyor. Kendisine yetenek olarak hiç de uzak olmayan Ronaldo’dan, en bariz ayırt edici özelliği bu sanırım. Ronaldo, Messi demişken, bir Kaka vardı hatırlarsanız… Old Trafford’da bir kafa hareketiyle iki kişiyi Liverpool’a gönderen, o dönemlerde Milan’a iki kez Şampiyonlar Ligi finali oynatan, Milan tribünlerine “Milan!” sözcüğünden daha fazla “per vedere segnare Kaka!!” dedirten adam… Onu B Planı’nda, Di Maria’lara bile tercih edilmeyişini görmek üzücü oluyor gerçekten… Dön Serie A’ya ve kendine gel reis!

Maç Öncesi: Beşiktaş – Alania

Pek inandırıcı değil ama bu kez gerçekten futbol sezonu açılıyor gibi. Zaten geçenlerde federasyonun karışık metni arasından sezinlediğim kadarıyla (metin öyle lafı güzafla doluydu ki, aradan Udinese 11’ini söyleseler kimse “sen neden bahsediyorsun" demezdi) lig de 9 Eylül’de, olağan şekilde açılıyormuş. Avrupa’ya giden takımlarda da bir değişim olmadı haliyle.

Kura şansı geçen seneden bu yana sürüyor. Son torbadan Tottenham’ı, Wolfsburg’u; seri başıyken o sene şampiyon olacak Sevilla’yı bulan Beşiktaş’tan, formalite olması gereken 2 maçla playoff oynayacak Beşiktaş’a geçiş yapıyoruz. Normalde Sochaux’u bulmamız lazımdı… Geçen sezon çekilen güzel elemeler ve grup kurası sonucunda iyi bir puan yakalamıştı Beşiktaş. Bu sene semeresi alınacak ve büyük ihtimalle gruplara 2. torbadan girilecekmiş gibi gözüküyor. Hoş, Avrupa Ligi’nde 2. ve 3. torba takımlarının birbirlerinden pek farkı yok. Hatta bu sene 3. torbada daha tehlikeli takımlar toplanmış sanki… Lazio mesela, büyük ihtimalle Udinese, Trabzon'u elerse Bilbao vesaire. Neyse, bunları zamanında konuşuruz.Cezalı Quaresma’nın yerine Holosko ya da Mehmet Akyüz oynar. Son hazırlık maçında Carvalhal, Akyüz’ü uzak forvet bölgesinde oynatmıştı. Yine öyle bir hamle gelebilir. Tabi Holosko’ya da itiraz edilmez. Almeida gibi santraforu değerlendirebilecek bir oyuncudur normal şartlarda. Holosko Holoskoyken, Nobre ile bile çok sağlam birliktelik sağlamıştı. Her iki seçimde de, eğrisi doğrusuna gelir. Hem takım yapısı hem de diğer hücumcuların etkin kullanımı açısından, kanatlardan birinin koşu yapmaktan çekinmemesi ve bu koşuları gol bölgelerine de yapabilmesi önemlidir. Geçmişte çoğunlukla bu konu üzerinde durmuştuk…

Sağbek Tanju’nun gibi duruyor ama bir Toraman sürprizi de beklemiyor değilim. Yabancı kontenjanı yokken Hilbert de oynayabilir. Ancak seneye sağbekin bir yerli olacağını düşünürsek, bu maça aynı zamanda ciddi bir hazırlık maçı olarak bakıp, Tanju'yu bir görmek gerek... Sivok – Egemen, sadece bu maçın değil önümüzdeki sezonun tandemi olabilir. Sidnei’nin fiziki yapısı burada etken olacak. Kilolarından arınmış bir Sidnei, yakın zamanda Sivok’tan cazip hale gelebilir. Gerçi şimdi hatırladım da, Toraman geçen yılın son döneminde bildiğin dimdirek stoper performansı göstermeye başlamıştı. Ciddi hazırlık maçlarında da Toraman vardı. Yani biz yine muhtemel 11’e Toraman’ı yazalım…Carvalhal’in “Guti ortasahadır” açıklamasından sonra, geçen sene başlarındaki takım yapısının hemen hemen aynısını göreceğimiz bir gerçek. Tabi gözler Necip’i arayacak ancak o sakat, Aurelio izinli, Fernandes de nedense kadroda yok, UEFA'ya adı verilmemiş gözüküyor. Neden böyle oldu pek bilmiyorum, takip etmedim. Belki de güncellenmemiştir şuradaki liste, sonradan eklenmiş daha doğrusu Bebe çıkarılıp, Fernandes eklenmiş olabilir. Ki eklenediyse, ciddi bir haber değeri taşır ve "Fernandes de yok!" puntolarnı görürdük. Yani onu eklendi varsayalım... Ama en baştaki tuhaf bir planlama olmuş, neden kafadan adı yazılmaz ki?.. Fernandes yoksa Veli ortasahada oynar başka çıkış yok gibi. Yani Ernst için değişen birşey yok, Allah kuvvet, sağlık versin demekten başka elden birşey gelmez... Veli basın toplantısında "ben önliberoyum" gibisinden laflar etmişti, bakalım. Aslında tam Türkçe'de ortasahayım demek istiyor, bizim spor ahalisi yüzünden "ortasahanın ortası" tabirini böyle sanmış olması doğal.

Kafasında soru işaretini atmış bir Fernandes ve yeni sezonla, yeniden heyecanını yakalayacağını umut ettiğimiz Guti… Merak edilenlerden biri de, bu ikilinin olumlu şartlarda buluşmasıydı. Kalede ise mantık aramadan Cenk'i yazarım ben, umut & eylem karışımı bir hareketle...

UEFA listesinde gözüm Muhammed’i aradı ama sanıyorum adı verilmemiş. Belki son anda bir değişiklik yapılır. 24 saat kalıncaya kadar, Beşiktaş’ta profesyonel olmuş 21 yaş altı bir oyuncunun adı verilebilir, daha doğrusu bir başkasıyla değiştirilebilir diye hatırlıyorum kuralı. Hem özlem, hem de birçok oyuncu üzerinde merak var. Her ne kadar futboldan soğumamız için yeterince şeyler yaşasak da, bir haftadan bu yana bu maç için saat saydığıma göre halen Beşiktaş’ın bana verdiği olumlu sebepler daha fazla. Toparlamaya üşendiğim bu eksantrik cümleyle, sezonun ilk maç önü yazısını noktalayalım. Hayırlı olsun.

Futbol Arafı

Öncelikle blogdaki yazılara ara verdiğim için özrü borç bilirim. Uzunca bir süredir güncel yazı bekleyip de, sürekli Kadir Ari ile karşılaşmışsınızdır sanıyorum. Ama pek elimde olan sebepler değildi; bir tatile gidelim dedik aynı anda operasyon bize de vurdu. Hatta İskender Alın’ın transferini isteyen biri olarak, arada ben de içeri atıldım gibi durmuş da olabilir. Neyse…

Sonrasında döndüm, ortada futbol yoktu. Üzerine can sıkan haberler yayılmaya devam ediliyordu. Zaten takımda bir belirsizlik varken, üzerine en potansiyel üç alt yapı oyuncusunun fona devredilişi, Bebe’nin dönen dizi vesaire. Futbola ısınmanın ötesinde, daha da soğutucu etkenlerdi bunlar. Bir tek yabancı kontenjanındaki ferahlama, bu günlerdeki en güzel gelişmeydi.Bebe benim için en dikkat çekici yabancı transferiydi. Hem yaşı, hem potansiyeli hem de takımda bir eşinin daha olmadığı oyun tarzı sebebiyle. Transfer olduğu vakit değinmiştik, santrafora destek verecek kanat oyuncusu olarak önemli bir eksikliği giderebilirdi. Söylenenlere göre hazırlık maçlarının da en iyisiydi. Ben sadece bir maçı 90 dakika izleyebildim ama orada da, tam da kafamda canlandırdığım bir oyuncu profili gördüm… Müller gibi, kendi kanadından gelişen atakta bile “top kendisinde değilse” hemen içeri topsuz bir koşu yapıyor ve santraforu ikiliyordu. Bildiğim kadarıyla opsiyon hakkında da makul bir fiyat belirlenmişti, yazık oldu… Şimdi ferahlayan kontenjanla yeniden Holosko zamanı.

Borsaya henüz detaylar düşmedi ama benim bu konuda para önceliğim değil. O nedenle, Necip, Muhammed ve Atınç’ın, bonservislerinin yarı hakkının fona devredilişi benim için bir fiyaskodur. Bu gibi işlemler genç yabancı futbolcularla rahatlıkla yapılabilir. Fakat halen 5 yerli oynatmanın zorunlu olduğu yerde, en potansiyel 3 gencini kullanmayı düşünmeden direk pazarlayamaya çalışmak işgüzarlık, hatta iş bilmezliktir. Bu durumu savunanların en önemli dayanak noktası, fona devredilen oyuncuların 10-20 milyon Euro gibi yüksek fiyatlarla satılma ihtimalidir herhalde. Ama şu var ki, bu tip sözleşmeler 2 yıldan daha uzun süreli olmuyor. Bu dönemde de, bu çocukların tavan fiyat yapması olanak dışı. Kafadan verilen 12 milyon Euro da tam olarak cebe girmiş sayılmaz zaten. İsterse 30 milyon versin fon, daha sonra satılmazsa parayı geri alma hakkı var, riski sıfır…Bana öyle geliyor ki, pek tatmin edilmeyecek rakamlarla bu çocuklar alıcı bulacak. Yönetim de, bu anlaşmayı yaparkenki aldığı peşinatı faiziyle geri ödememek için, o sıradan rakamlara razı olacak. Yani Beşiktaş’ın buradan pek karlı çıkacağını sanmıyorum. Belki çocuklar için iyi olur, erkenden Avrupa’da gözünü açarlar. Ama benim için oldukça heves kırıcı bir gelişme. 5 senedir beklediğimiz Muhammed’in, gelecek sezon nasıl 11 kurarsam kurayım, onsuz düşünemediğim Necip’in, son iki lig maçında beş yıldızlık performans gösteren Atınç’ın üzerinde artık sadece Beşiktaş’ın sözü geçmeyecek. Muhammed’in bir İnönü maçında araya salacağı zehri görmeden, fonla paylaşıldığını gördük… Benim bir taraftar olarak önceliklerim farklıdır, maddiyatla ölçülmeyecek şeyler vardır. Bu da onlardan biri… Zaten takımın gider-gelir tablosuna göre hareket estek, çoktan Beşiktaş’ı bırakmış Porto taraftarı olmuştuk.

Carvalhal’e ısındım.Bir kere adı güzel, Carlos Carvalhal… Daha gelmeden ismiyle ben 4-3-3 oynarım diyordu zaten, ki öyleymiş… Değişik planlar kuruyor, denemeler yapıyor. Anladığım kadarıyla gençlere eğilimli, çalışkan bir ağabeyimiz. Bir ara Simao Almeida Bebe üçlüsü denemişti. Sonra uzak forvette Mehmet Akyüz’ü gördü falan… Ve Muhammed’i de Messi bölgesinde oynattı. Bakalım, heyecan verici işler yapacak gibi duruyor. Ben de öylesini istiyorum zaten, ezberci olmasın da ne olursa olsun. Bir şeyleri değiştirmeye çabalasın…

Bu kontenjan olayı çok iyi oldu ama. Madem fonla ilişkiler var, yabancı genç oyuncuları Beşiktaş’a kazandırıp, oradan ortak gelir kapısı açsın. Öyle 9 milyon Euro satın alma opsiyonu olan yabancılarla değil tabi… Aslında tam da scout sistemine uygun bir kural oldu. Git izle, 200-300 bin dolara al bir Senegalli, kirala Anadolu’ya… Baktın eleman uçuyor, al kadroda ya da artan fiyatıyla sat. Bakalım, bu ferahlığı doğru kullanabilen kulüp kim olacak. Kayseri ve Gaziantep, Türkiye’nin Udinese ve Palermo’su olabilir…

Normalde 2. haftanın maç önü yazısını yazacağımız dönemde, halen tam olarak futbola odaklanamadık. Arafa düştük resmen, kendi adıma öyle söyleyeyim… Normalde tok karna günde 2 maç izleyeceğimiz dönemlerdi bunlar. Gerçi geçen hafta tam da iftar öncesi İtalya Süper Kupası iyi gitmişti. Neyse, havalar yağmurlu, tipik ilk ve orta öğretimin açılışı gibi… Blogla yeni sezona girmek için uygun ortam. Tekrardan merhabalar.