Şener Şen’in “Namuslu” adlı bir filmi vardır,
izlemişsinizdir mutlaka. İzlemediyseniz izleyin ya da Quaresma meselesini
başından beri aklınızdan bir geçirin, o filmin farklı bir sürümünü izlemiş
kadar olursunuz. Çevrenin bir karakter yaratması ve kendi yarattığı karakterle
çatışması durumu… Konu ne olursa olsun, memleketin her köşesinde
rastlayabileceğiniz bir şeydir.
Bugün Quaresma istenmiyor. Bence de istenmeme nedenleri,
istenme nedenlerinden daha fazladır. En başta maddi olarak Beşiktaş onu
karşılayacak durumda değil. Daha birkaç ay önce Avrupa’dan men nedenlerini
hatırlamak bile olayı büyütmemeye yeterlidir aslında. Simao’nun 1 milyon Euro’sunu,
8273 eşit taksite bölmek zorunda kalan bir Beşiktaş söz konusu.
Bir de “sahadaki Quaresma, aldığı para kadar fark yaratıyor
mu?” sorusu var ki, onun cevabı da negatif. Zaten genelde senenin yarısında
olmuyor. Olsa da taktiksel olarak doğru kullanılmıyor. Quaresma gibi
oyuncuların doğru kullanımı, radikal taktisyenlerin işidir ki; onların da memleket
futbolunda ömürleri kısadır. Schuster gibi…
Elde kalan, gerçekçi ve bilindik senaryo da şöyle işler;
Quaresma sezonu iyi açar, Kasım ayı gibi zirve yapar, o sıra sakatlanır ve
sakatlık süresi üç ile çarpılır. Çünkü tedavi oluyorum der ve ülkesine gider,
dönmek bilmez, ne yaptığı da bilinmez… Döndüğünde fizik olarak takımın
gerisinde kalır. Tekrar form tutana
kadar iş işten geçer…
Canı sıkılır; kırmızı yer, en kritik maçta 1.7 km koşar, üzerine
oyundan çıkarılınca hocaya bildiği tüm küfürleri dışından okur. Kaptanlık bandını
istediğine (Simao’ya) ‘nişan kurdelesini kesen ailenin değerli büyüğü’ edasında
takar… Bu ayrımcılık, takımın geri kalanında havayı bozar ve her şey sarpa
sarar…
Ama Quaresma’yı böyle tanımlamak, doğru olduğu kadar
yüzeyseldir; tam olarak gerçeği yansıtmaz. Çünkü bu karakteri yaratan yine
bizleriz… Sonrasında o karakterle çatışan da bizleriz… O yaratılan karakterin
ışığında “taraftarlık algısı” ile oynanan, yine bizleriz…
Filmi başa saralım. Quaresma, Beşiktaş ‘ı “en son gol atmıştım,
ama güzel taraftarı vardı” cümlesiyle özetleyebilecek kadar tanırken;
Beşiktaşlı şampiyonluk kutlamasında onun adını inletti ve 1 yıl boyunca
bekledi. Quaresma’yı tuttuğun takımın forması
altında izlemek; mantık penceresinin biraz dışına bakıp, futbol romantizminin
kokusunu alan herkesin isteyebileceği bir şeydi. Ben de istedim ve bekledim de…
Blogun ilk günleriydi o zamanlar, kendisiyle alakalı dilenme
makaleleri de hala mevcuttur. Borsaya bildirildiği gün çocuk gibi şen olmuştum.
Askerden yeni gelmiş, çarşı izninin dahi olmadığı bir yerden sıyrılmanın
etkisiyle olanı biteni yemiş, neticesinde “tersoluğun” sözlük karşılığı halini
almış olmama rağmen; Q7 baskılı tişörtün de beyaz olanını alarak, imza törenine de
gitmişimdir. Maksadım o katkıyla vicdanımı rahatlatmaktı… Çünkü mantıklı
tarafımda biliyordu ki; “Quaresma gibi oyuncuyu alıyorsan, gelirinin üzerinde
transfer yapıyorsun demektir.”
Beşiktaş’taki ilk günlerinde, adıyla yaşattığı etki kadar,
aldığı para kadar; sahada fark da yaratıyordu aslında… Çünkü doğru
kullanılıyordu en başta. Quaresma’ya “geri gel” demek yerine, savunmaya “ileride
bas!” diyen bir mantalite söz konusuydu. Böylece hem takım savunmasında
kopmalar yaşanmıyor, hem de Quaresma topu kaleye yakın alıyor ve ezber
bozuyordu. Kısacası; sistem Quaresma’yı kaldırmakla beraber, lezzetleniyordu…

Sonrasında ise malum “uzay takımı” olma yolu ve Q7 Çetesi’nin
oluşumu…
Quaresma’yı, Beşiktaş isminin
de üstüne çıkarılma eylemi tam da o zamanlar başladı. Quaresma artık sade bir
Beşiktaş futbolcusu değil, Beşiktaş acentesi olmuştu. Onun paralelinde, onun
dilinden anlayacağı ön görülen futbolcular getiriliyordu. Hatta ve hatta
gelecek sezon takımın başına, yine aynı mantıkla Portekizli, “söz dinleyen”,
Quaresma isminin üzerine çıkmayacak bir hoca ile anlaşılıyordu.
Tüm bunları yaşayan Quaresma değil de Ekrem Dağ olsa; o da
bir müddet sonra sapıtırdı. Quaresma’ya da maalesef bu oldu; o büyü bozuldu… Neticesinde;
Rapid Wien maçında sakat sakat sahada kalmaya çalışan, zaman kaybetmemek adına sahada martı kovalayan, formasına sadakat gösteren
Quaresma’nın; bir derbi maçı öncesinde manasızca kırmızı kart gören, en önemli
Avrupa maçında 1.7 km koşan bir Quaresma’ya dönüşünü seyreyledik...
Oysa bizlerin yıldız manyaklığı, sahadan belli bir obje
seçip putlaştırma yolumuz olmasaydı; Quaresma hala daha Beşiktaş’ın başarılı
bir “futbolcusu” olarak kadrosuna duruyor olabilirdi… Şimdi gelinen noktada, meseleyi
iki tarafın en kesin noktasından bakan; net şekilde ayrılmış iki taraf var.
En başta, yönetim tarafında bu konu tutarlı şekilde
yönetilemedi. “Quaresma neden kadro dışında?” sorusu, gayet net şekilde
cevaplanabilirdi. Bunun net cevabı, en başından da dediğim gibi; maddiyat… Ama
hala sorumluluk Samet Aybaba’nın sırtından alınmış değil. O nedenle taraftara, “Quaresma’yı
isteyen, maaşını versin madem öyle” diyen Toraman; düşman ilan edilebiliyor.
Çünkü insanlar, hala Beşiktaş’ın Quaresma’ya ödeyecek parasının olmadığını
anlamış değil.
Toraman’ın sözü doğru oysaki; ama bunu diyecek olan kişi o
değil. Zira kendisinin de maç başılarla 3 milyon TL’nin üzerine çıkan yıllık
maaşı da; yerliler bazında, en az Quaresma’nın yabancılar bazında olduğu kadar “denge
bozuyor”. Tabi, Toraman 300 bin alsa da o lafı etmemeli. Ama etmesi gereken de
etmiyor, çünkü ortada bir tutarlılık yok. Çünkü diğer tarafta yine yüksek maaş
alan Almeida, “hoca istiyor” maksadıyla kadroda kalabiliyor… En baştan
denecekti; “Yabancı oyuncularda yıllık
maaş sınırımız 1.5 milyon Euro’dur. Çıkardığımız
bilanço sonucunda tek çözüm yolu budur. Adı ne olursa olsun; fazlasını alan
oyuncuyla yollarımız ayrılacak. Talibi olan bonservisiyle, olmayan fesihle…”
“Hiç bir şeyle değişilmez!”den,
Quaresmanizm’e…
Bu mesele elbet çözülecek. Hatta bana göre yolun sonunda
Quaresma tekrar İnönü’ye çıkacak… Yine bana göre Almeida’nın satılması
durumunda; Batuhan, Pektemek gibi santraforlar varken, Quaresma’nın ‘serbest forvet’
rolüyle onların etrafında dolanacağı bir hücum hattı, bugünden iyi olabilir,
bir başka santrafora ihtiyaç duyulmayabilir.
Ama konu kapansa da iz bırakacaktır bu yaşananlar… Quaresma,
yine o büyü bozan sebeplerle birlikte dönmüş olacak en başta; bu kez taraftar
sayesinde... Taktik veren hocasına, “ne konuşuyorsun, zaten beni taraftar
döndürdü!” gözüyle bakabilecek. Yine bir oyuncu, kendini Beşiktaş üzerinde
hissedebilecek. Çünkü daha ilk lig maçında Quaresma dendi, derbi maçı öncesi
tesislere gidildi; yine Quaresma dendi…
Bir Beşiktaş vardı oysa eksiden, taraftarın derbi maçları
öncesi tesislere gidip baklava yedirdiği, meşale ile uğurladığı… Hiçbir futbolcusunu
ayırmadan, gözetmeden; sadece “Beşiktaş!” diye seslendiği, ne oldu ona? Hani “hiç
bir şeyle değişilmez!”di? Bana Quaresma ile değiştiriliyormuş gibi geldi…
Kızma… O gün tesislerde olan ya da olana saygı, sevgi
gösteren arkadaşım. Sana “Quaresmasporlu” demeyeceğim, bu bence de ağır ve
konuyu iyice bataklığa sürükleyen bir yaklaşım. Senin Beşiktaşlı olduğunu
biliyorum. Zaten orada olanların üzerinde FEDA tişörtü olanı da vardı, küçücük
formasını giymiş çocuğunu omzuna alıp gideni de vardı… Belliydi ki Beşiktaş
gönüllerinde hala mevcuttu ama bunu unutmuşlardı. Çünkü algısıyla oynanmıştı…
Bunu kabul edelim artık, taraftarlık algımızla oynandı. Bunu
en son Beşiktaşlı yaşar diye düşünüyordum bundan yıllar evvel, ama oldu…
Quaresma bir sembol, ikon… Asıl mesele; “Quaresmanizm” diye bir akımın ortaya
çıkmış olması. 2000’ler sonrası başlayan üçüncü sayfadan çıkma
operasyonlarıyla, yıldızcı politikalarla…
Quaresmanizm akımı şöyledir kısaca; “Ben mecbur muyum Mehmet
Akyüz gibi kazmaları izlemeye, Quaresma gibi adamlar varken!?” Evet, Güntekin
Onay gibi insanların da destek vermeye başladığı akım böyle özetlenebilir
sanırım…
Artık taraftarı mutlu etmek kolay olmuyor. Sahada Beşiktaş’ın
var oluyor oluşu, mutlu olmaya yetmiyor… O yüzden; 19 yaşında Hasan Türk ilk
maçına çıkmış, Giuinti’den sonra orta saha bölgesi; her iki sanatı da icra
etmeye çalışan (savunma – hücum), pasını attıktan sonra yerinde durmayan bir solak görmüş; kimsenin umurunda değil… O
yüzden Necipler, Veliler “koşan kazma”, Pektemek en fazla leblebici çırağı,
yetersiz… Onların "takım" olmasını beklemek, bireylerin değil takımın öne çıkmasını arzulamak; manasız...
Üstündeki forma değil, tozluğun altındaki ayakların ne kadar
görsel efekt yaptığıdır artık önemli olan. O yüzden Quaresmanizm’e göre; “Quaresma
çıksın oynasın, en azından iki trivela yapar; şenleniriz. Yoksa bu Beşiktaş
izlenmez…”
Neyse çok uzattık. Ama ne yapalım; sussam olmuyor, susmasam
olmaz… Dil dursa Hakim Bey…