Gel Siyahla Beyaz Olalım


Şu erken biten sezonlar en güzel tarafı, tribünlerde biraz da “tepki” amaçlı olarak nostaljik tezahüratların yapılması. Bugün çocukluğumda en sevdiğim tezahüratı duydum, bir tuhaf oldum; seninle şampiyonluklara koşalım, haydi bastır Kara Kartalım…
Golleriyle çok manidar bir maç oldu. “2 bin liraya sol bekte ben koşayım?” dediği için sürgün yiyen Emre, bu kez parayla alınan Gökhan Süzen’i sabrıyla kesiyor, ilk golde büyük katkı sağlıyor. Oğuzhan’a aldığı süre yetiyor, 2013’de ilk kez süre alan Erkan Kaş, 120 saniyelik oyunda asist yapabiliyor… Bunun karşılığında sezonun –kiralık olmasına rağmen- en pahalı transferi, halı sahada maçı eken adamın yerine kösele ayakkabıyla giren eleman gibi; maç var demişler gelmiş. Dentinho…

İlk golde Niang'a da parantez. Sanki adamı övmek için zorluyormuşum gibi olacak ama o golde bile keramet var. Çünkü eminim herkes ofsayt sandı, zaten gol sesi de zayıf çıktı. Böyle durumlarda pozisyon almasını bilmek önemli, zeka her şeyden hızlıdır. Gerçi daha sonra aradığımız kişiye ulaşılamadı...

Gerçi ortada hala bir takım yok, 1. haftada ne yapılamıyorsa, 31. hafta da o yapılamıyor. Üzerine Oğuzhan da kesik yiyince, orta saha sadece Veli'nin koşarak sağlık sporu yaptığı bir alana dönüşüyor. İlk yarıda o boşluk, uzun toplarla Almeida'nın kafasına doğru şişirilerek aşılıyordu. Şimdilerde ise plansızlık, apaçık ortada. "Şafak 3" demekten ve ummaktan başka çare, söz yok...

(Küme düşen takımı 3. yaptım mevzusunu lütfen açmayın, kaldıramıyorum.)

Hoca Ne Yapsın?

Hafta olmuş otuz, hala Beşiktaş savunması bir derin pasla, bir ters topla eriyip gidiyor. Biraz sezgileri iyi olan golcünün Beşiktaş’a karşı boş geçme şansı yok. Çünkü takım, takım olma açısından bir adım ilerlememiş. Hala birlikte hareket edilemiyor, bir bütün halde savunma çizgisi oluşturamıyor. Milli maç arasında bile kamplara girilirken, kpss’ye mi hazırlanıldı nedir? Zira ortada bir futbol öğretisinin olmadığı gerçek…
Bir savunma dörtlüsü hatırlatayım; Ali Tandoğan sağ bek, Koray Avcı ve Baki Mercimek tandemi, İbrahim Üzülmez sol bek… Beşiktaş, Tigana dönemindeyken bu savunmayla; Ümit Karan, Hakan Şükür, Sasa Ilic, Arda Turan’lı bir hücum hattına sahip Galatasaray derbisine çıkmıştı, üstelik deplasmanda. 1-0 kaybedildi, o da penaltıdan… Maç boyu çok az pozisyon vermişti Beşiktaş; hatta bir penaltısı güme gitmiş, Kleberson’un bir topu da direkten dönmüştü. O takım şampiyonluğa da oynadı ayrıca Fenerbahçe yenilgisine kadar.

Diyeceğim odur ki takımın başında bir hoca olunca, ne olursa olsun ortada bir adet “takım” gözükür; iyi veya kötü… Şimdilerde aklı FEDA’da kalan insanın “hoca ne yapsın?” dediği günlerde, ortada bir takım yok; özellikle savunma anlamında ki zaten bir teknik direktör, asıl topsuz oyunda takımına pozisyon almayı, hücum presini, çizgi savunmayı öğretmesiyle farkı yaratır. Yoksa biraz kaliteli ayaklar olunca, zaten hücumda iyi görünürsün bir şekilde…

Dün de Beşiktaş, yine hücumda iyi göründü zaten. Olcay, Oğuzhan, Pektemek üçlüsü yine gayet leziz verkaçlara girdi. Özellikle Pektemek, kendi kaderiyle olan maçını kazanmıştır dün akşam. İkinci kez ağır sakatlık ve böyle bir dönüş… Her haliyle Avrupai bir santrfor... Ancak çok fazla merkeze bağımlı kalıyor Beşiktaş, kanatlardan birine Navas etkisi yaratıp, genişliği sağlayacak ve ezber bozacak bir oyuncuya ihtiyacı var. Solda yine Olcay olacaksa, gelecek yıl sağ tarafa delici bir oyuncu gerekli gibi gözüküyor.

“Hoca ne yapsın?” mevzusuna gelirsek. Zaten fazla bir şey yapacağı çoktan ortaya çıkmıştı, dün de mağlubiyeti "isteksizliğe" bağladı... Artık sadece Beşiktaş’la gelecek planında dahil olmaması gerektiğini kabul ederek bir şey yapabilir. Aksi taktirde kalan 4 maçta o, “her şeye rağmen girdik!” denilen ilk 4’den de düşülebilir…

Oğuzhan’ı yeniden keşfetmek


Uzatma dakikaları oynanırken, Beşiktaş’ın sol kanadından, en sağ tarafa uzun bir pas uzandı. O pas, beraberlik golünü arayan Antalyaspor presini kırmış hatta Beşiktaş’a net bir pozisyon imkânı sağlamıştı. Sadece yetenekle atılacak bir pas değildi o… Öyle olsaydı, aynısı birkaç saniye önce Fernandes’in de ayağından çıkar, Beşiktaş kontraya çıkacakken kendi kalesinde bir kontra görmezdi…
Oğuzhan’ı yeniden keşfetmeye gerek yok… Bu sezon bazı dönemler farklı ve iyi bir Beşiktaş gördüysek, o sahnelerin başrolünde o vardı, bu akşam da öyle… O oyuna girdi, Beşiktaş tribünüyle, oyunu karşı alanda oynamasıyla ve “tesadüfler dışında” bir ara pasla golü aramasıyla yeniden Beşiktaş oldu. Asisti de dahil olmak üzere her şey bir kenara; sadece o 90+3’deki uzun paralel pası bile “neden Oğuzhan?” sorusuna bir sayfa dolusu cevap niteliğinde. 

Oyunun bir bölümünde Olcay, Oğuzhan ve Mustafa Pektemek’ten oluşan üçlüyle, nefis bir hücum aksiyonu izledik. Herkes nereye koşacağını ve nereye pas atacağını biliyordu… En genci 21, en yaşlısı 26 yaşında olan o üçlü; son beş maçta Beşiktaş’ı daha lezzetli kılmasının ötesinde, gelecek senelere devredilecek bir artı olabilir. Özellikle Mustafa Pektemek, o ağır sakatlıktan fazlasıyla diri dönmüş. Ancak sadece top şişirmeye odaklı bir takım, Pektemek’in yüzde 20’sinden faydalanır. Ancak o üçlü, bu oranı yüzde 70’lere çekebilir…
Daha ayağına top değmeden tribünlere “haydieaa!” hareketi çeken ve 1.5 yılın sonunda, bavulunu alıp giderken Beşiktaş’a 2.8 milyon Euro’luk gider yaratacak Dentinho ise, FEDA sezonunda “haftalığını cebinden düşüren öğrenci” kıvamında bir ekonomik trajedidir… Kayserispor Pablo Mouche’yi 2.5 milyona bonservisiyle aldı; kenar forvetin tanımını yapıyor şu haftalar.

Il Fenomeno


Çocuksanız, biraz hayalperestseniz ve futbolu da seviyorsanız, ikinci bir şansınız yoktur. Uyumadan önce, yolda yürürken, hatta bir yandan yemek yerken; ister istemez hayallere dalarsınız. Hatta bardakta içtiğiniz suyu bile kendinizi kaybedip, kafaya diktikten sonra futbolcu edasında ‘olmayan’ malzemecilere doğru atarsınız. Senaryo bellidir, muhteşem bir futbolcunuzdur ve o güne kadar görülmemiş hareketlerle gol atıp, takımınıza maç kazandırıyorsunuzdur.
90’lı yılların ortasında Ronaldo adıyla çıkan bir adam, o günün çocukları için hayalleri yıkan ama bir o kadar da gerçek dünyadaki futbolu sevdiren bir figür oluyordu. Çünkü yaptıkları şeyler, hayal bile edilemezdi. O zamanın FIFA serilerinde işi hile hurdaya döküp, her özelliğini “99” yaptığımız adamlar bile o kadar ‘saçmalamıyordu’. En az hayaller kadar, sanal zekâ da bir Ronaldo olamamıştı.

Yukarıdan torpilli

O kadar iyi plase vuruşu yapıyordu ki bazen kaleciyle birebir kalsa bile, yaklaşmaya tenezzül etmeden yayın oradan vuruşunu yapar, alt doksandan toz kaldırırdı. Bazen de o, koleksiyonunda Rüştü’yü de barındıran “pis burun” dokunuşuyla kaleci avlamaları… Bunları her iki ayağıyla da yapıyordu Ronaldo ve tek olayı “golcülük” değildi.

1996’da yılın golü seçilecek, Compostela savunmasına yaptığı şey; Ronaldo’nun ne demek olduğunu tanımlıyordu. Normal bir slalom golü değildi o, başka bir şeydi… Formasına asılmışlardı, ama o düşmek yerine topu da geriye çekerek, hem ayakta kalıyor hem de topa sahip olmaya devam ediyordu. Ve kurtulduğu anda “zafere kaçış” edasındaki top sürüşü… Finali golle yapmadan önce, bir anda cepheye doğru manevra yapışı, zaten tamamıyla Ronaldo’ya özgü bir şeydi. Luxemburgo’nun dediği gibi; Tanrı tarafından en iyi olması için özenle yaratılmıştı, farklıydı, yukarıdan torpilliydi.

Dünya Kupası alsın!

Annesinin söylediğine göre, henüz bebek yaştayken “pas ver pas!” diye sayıklayan, havalara tekmeler savuran o dişlek çocuk, bir gün çok iyi bir futbolcu olacağını daha yürümeye başladığı an belli eder. Fazla da gecikmez. Genç takımlarda “bir maça iki gol” ortalamasını tutturan Ronaldo, 18’indeyken bir Arjantin maçıyla ilk kez milli olur. Ve elbette hemen akabinde her yetenekli Brezilyalının karşılaştığı yakıştırmayla tanışır: Yeni Pele!

Pele’nin de cevabı klasiktir; “Bir bekleyin, önce Dünya Kupası alsın”. Ronaldo, o fırsat için çok beklemez, çünkü 1994 Dünya Kupası’nda kadrodadır ve Brezilya kupayı almıştır. Ancak Romario ve Bebeto’lu takımda, Perreira 18 yaşındaki bu çocuğun yüzüne pek bakmaz, süre alamaz… Dört yıl sonra, o fırsat daha güçlü şekilde tekrar doğar. Artık Barcelona ve Inter’de kendini kanıtlamış ve döneminin en iyisi bir Ronaldo söz konusudur. Takımını da finale de taşır zira… Artık o adı tarihe kazıma vakti gelmiştir.
Ancak Fransa karşısındaki o “hayalet” Ronaldo, sanki bunun farkında değildi. Hiç alışık olunmadık derecede silik ve tehlikesizdi… Zaten gelecek şampiyonluğun da baş etkeni olacak o Fransa savunması, onu yutmakta pek zorluk çekmemişti. Bir şeyler ters gidiyordu… Dramatik gerçeğin ortaya çıkması, pek de uzun sürmedi. Ronaldo, final öncesinde epilepsi krizi geçirmişti. Hatta yıllar sonra aslında onun bir kalp krizi olduğu ortaya çıkacaktı. Ronaldo, ölümden dönmüştü.

Fernando Couto’nun duyduğu ses
Dünya futboluna çok nadiren düşen o parıltılı yıldızın, bir de “tarihin en iyisi” olma yolundan dönüş hikâyesi vardır. Kimilerine göre kendisini daha sert savunmalara karşı ispatlama derdiyle giydiği Inter formasıyla, tam 6 ay sonra sahalara geri dönüş yapar. Topla buluşur buluşmaz “Ronaldo ölmedi’” dercesine kendini belli eder, yine tatlı tatlı topla akmaya başlar, o klasik feyk hareketleriyle… Ancak dizi döner o yeniden futbola dönüş heyecanını yaşayan çocuğun… Öyle kötü bir sakatlanmadır ki bu, karşısında onu savunmaya çalışan Couto bile dönen o dizin “küt” sesini duyar, hatta çıktığını görür.
Sahadaki herkesin dolu gözlerle, yerde dizini tutarak acı içinde kıvranırken gördüğü o çocuk, dünya futbolunun gördüğü en özel yeteneğinin sonudur. Zira artık o Ronaldo, eski Ronaldo olmayacak; göreceği tedaviler, alacağı ilaçlar ve günbegün artacağı kilolarıyla başka bir oyuncu olacaktır. O hızlı, büyüleyici derecede teknik, kısacası “eksiksiz” oyuncuyu tekrar izlemek, pek mümkün değildir artık.

Sadece golcü

Scolari der ki; “Ronaldo yaşadığı o sakatlık sonrası artık yüzde 100 Ronaldo olmayacaktı, ama bize yüzde 80’i yetti…” Aslında yüzde 80 bile değildi o Ronaldo’dan kalan, ama yine de çok farklıydı. Hani bazı oyuncular için “ölüsü yeter” denir ya… O nam-ı diğer “Şişko Ronaldo”, bu deyimin tam karşılığıydı. Elinde avucunda kalan o sezgileri, pozisyon alışları, elbette tekniği ve gol vuruşuyla bile yine “en iyiler” arasındaydı. Zira Pele’nin ısmarladığı o Dünya Kupası’nı sadece “golcü Ronaldo” vasfıyla, üstelik gol rekorlarını kırarak kaldıracak, beş yıl boyunca da Real Madrid için Los Galacticos ürünü olacaktı. Aslında artık doktorların “bu kiloyla futbol oynayarak hayatını riske atıyorsun” telkinleriyle futbolunu noktaladığı Corinthians günlerinde bile hala farklıydı… Kilolarından iyice ‘kıyafetsiz astronot’ gibi görünmeye başlamasına rağmen, futbol topuyla buluştuğunda, onu hiç tanımayan birine bile yeteneklerini fark ettirebilirdi. Zaten onu tanıyanlar, hele de o kara sakatlık öncesini bilenler için durum çok daha farklıydı. Il Fenomeno (Fenomen) demek Ronaldo demekti. Lakabı değil, direkt sözlük karşılığı. Ve o, aslında tüm zamanların en iyisiydi…


Hayatım Futbol Dergisi; Sayı 77

500K Buradan Geçiyor Mu?


Öne çıkan tek özellikleri, rakibe basmak ve top kazanmak olan –ki o konuda da vasat sayılırlar- Veli ve Mehmet Akgün orta sahası var, ancak ortada prese dayalı bir oyun yok; Beşiktaş geride bekliyor… Geriden top alıp, sorumluluk alacak adamlardan biri ikinci forvet gibi oynuyor, diğer sağ kanatta… Sol kanattaki Olcay’ın top taşıma özelliği sıfıra yakın. Erkan Kaş diye bir çocuk vardı, böyle ortamlarda en azından topu alıp, rakip kaleye götürme özelliğine sahipti; 2013 yılına herhalde evinde girdi ve öyle geçiyor. Henüz sahada göremedik…

Geride kabullenen bir oyun, pres yok… Fernandes ve Oğuzhan’ın ikisi birden merkezde değil… Oğuzhan dışında top taşıyacak oyuncun yok… Beşiktaş’ın dün akşam Bursaspor kalesine gitme planı neydi gerçekten? Ya da öyle bir plan var mıydı? Takım, ola ki Bursaspor kalesinden geçecek 500K numaralı bir belediye otobüsünü bekliyordu sanki…
 
Bursaspor teknik direktörünün bir planı vardı ama… Orta sahada kompakt halde bekliyorlardı ve -maçı kazanmayı kafaya koymuş her takım gibi- pres de yapılıyordu. Beşiktaş iyi hücum etmediği gibi, iyi savunma da yapamayınca; doğrusunu söylemek gerekirse bir Batalla galibiyete yetecekti. 3-0’dan sonra sahada maç bitsin diye bekleyen takım utanç vericiydi; ancak Trabzonspor deplasmanındaki kadar değil…

Aslında her şey Fenerbahçe galibiyeti sonrası başladı. Liderle farkı 2’ye indirme fırsatı varken “1 puana oynamak” birçok şeyi işaret ediyordu: Ya takım ya teknik direktör ya da ikisi birden, zirveye oynamaya korkmuştu. Zaten bugünlerdeki sinik takım görüntüsü, o günün artçı şoklarıdır. Beşiktaş, sezonun adını ne koyarsa koysun, eğer yaklaştıysa o zirveyi dener. Gerekirse yine olmaz, ama dener…

Bu sezon iyi bir maaş dengesi sağlandığı ve ekonomik olarak biraz kıpırdanma yaşandığı bir gerçek. Ancak Beşiktaş’ın bu fırsat sezonunda saha içinde herhangi bir atılım yapamadığı da gerçek. Takım zaman zaman iştahı yerindeyken iyi hücum etti ama aslında ne hücum etmeyi öğrendi, ne savunma yapmayı... Ne de oyuncular, bireysel olarak gelişim kat edebildi… 
Zaten dün sahada Necip yerine Akgün orta saha oynuyorsa, Beşiktaş puan dışında başka şeyleri de kazanamıyor demektir. Necip isterse bir önceki maç kendi kalesine hat-trick yapmış olsun; yine de bu tercih sezonun adına ve amacına terstir… 

Keza sezon başından bu yana olumsuz anlamda Beşiktaş teknik direktörünce en çok adı geçen Oğuzhan’ın, bu seneki tek “kazanımcık” olması, yine bir şeylerin ters gittiğine işaret. Aslında bu sezonun en büyük kazanımı Samet Aybaba devrinin yaşanmış ve (görünen o ki) bitmiş olması. “Artık teknik direktörlük Samet Aybaba’nın hakkıdır” diyen çıkmaz herhalde bundan sonra. Ki o hak da neyle kazanılıyorsa… Artık Beşiktaş’ın “evlat kontenjanı” dışında, akıl ve vizyonla yönetilmesi dileğiyle…

Fabregas Sokağı


Beşiktaş’ın hala unutulmayan ve unutulacak gibi de durmayan 100. yıl şampiyonluğunda Lucescu’nun yaptığı bir şey vardı: Kadro içinde keşfe çıkmak… Savunmanın Zago ve Ronaldo’nun tarzına uygun olarak üçlüye çevrilmesi; santrfor gelen Pancu’nun bugünlerde Marchisio gibi oyunculardan izlediğimiz ‘her şeyi yapan orta saha’ya devşirilmesi; forvet Kaan Dobra’nın, yedek akciğerlerinden faydalanılarak beşli orta sahanın sağında oynatılması ve Sergen Yalçın’ın ikinci, hatta bazen merkez forvet rolü…
Lucescu; “Burada senden daha iyi bir forvet göremiyorum”
Sergen: “Ben de göremiyorum, yemeğe çıkmışlar herhalde…”

Lucescu’nun, özellikle bir sonraki yılda sıklıkça Sergen’i forvet hattında oynatma sebebini böyle açıklıyor ve Sergence bir cevapla karşılaşıyordu. Yokluktan da olsa sapılan bir yoldu, ancak günden güne daha da moda olacak ve Fabregas’ın Barça, İspanya’daki rolüyle iyice vitrine çıkacaktı. 

“Sahte 9” tanımıyla çok iyi özetlenen bu mevki, her takıma uygun değildir elbet; topa çok iyi sahip olmak gerekir ki zaten bu seçim onu amaçlar… Ancak ‘santrfor yetmezliği’ne yakalanan takımlar için müthiş bir günü kurtarma kılavuzudur; bugünlerdeki Beşiktaş’ın da ihtiyacı olan şey gibi…
Almeida sezonun finalini yaptı, Niang da az çok öyle… Pektemek, sakatlıktan dönen adamların halini gördükçe “ben düz koşularda iyiyim abi…” dese yeridir. Haliyle elde iki seçenek kalıyor; ya işin kolayına kaçıp, santrfor bölgesinde nadiren parlayan ve son haftalarda epey de formsuz olan Holosko’yu oraya çekmek, ya da bir zamanlar Lucescu’nun yaptığı gibi “kadro içinde keşfe çıkmak”… Ki, bir “teknik direktör” farkı tam da burada yaratmalıdır. Zira teknik direktörlük, biraz da elini taşın altına sokup, oradan ekmeği çıkartmaktır…
Fernandes’in Mersin’e attığı gol, santrfor konusunda çıkmaza giren Beşiktaş’ı “Fabregas Sokağı’na” götürecek bir ışıktı aslında: Top kontrolü, birleşik hareket ve son vuruş… Niang dışında Beşiktaş’ta bunu yapabilecek bir forvet görebiliyor muyuz? Canı sıkıldıkça ağırlık idmanı yapan Fernandes, sırtı dönük oyunda da o bölgede çok fark yaratır ki orta sahada da en çok yaptığı şey budur. Hatta o, ‘rakibe sırtı dayamadan pas, şut atmama’ alışkanlığı, ileri uç bölgesi için daha gerekli bir şeydir…
Oğuzhan gibi iki ceza sahası arasında bağlantı kuracak bir yeteneği kulübede oturtmak yerine, Fernandes’i sahte 9 bölgesinde kaydırıp; Oğuzhan’la Necip, Veli orta sahasına “oyun görüşü” katmak, Beşiktaş’ı daha ‘eli ayağı düzgün’ takıma çevirebilir, oyuna daha fazla hükmetme şansı verebilir. Fernandes, o bölgede yeteneklerini daha kaleye yakın sergileyip, tabelaya direkt etki sağlayabilir… 

Unutmamak gerekir ki futbol, 22 adamın peşinden koştuğu ve sonunda bu meseleye daha çok kafa yoranın, konsantre olanın kazandığı bir oyundur. Almanların yaptığı şey de budur…

Futbol dilinde her şey: Luiz Suarez

Olayları, sıklıkla abarttığı agresif halleri sebebiyle sevmeyeni fazladır elbet… Ancak Luis Suarez’in futbol topuyla buluşan hali, bu oyunu çok güzelleştiren emarelerin başını çekiyor son günlerde. Özellikle de o telaşı, ‘çok şey yapmak isteyen’ heyecanı… Hani futbol oyununda, joystickin başında işi bilmeyen birinin yönettiği sanal oyuncu sanırsınız en başta… Ama çok geçmeden de sanki bir usta tarafından yönlendirildiğini anlarsınız!
Doğru tarafa çalım, doğru şekilde ve doğru yere şut… Heyecanın, büyük bir yetenekle karıştığı Luis Suarez’in Liverpool’daki özet şöyledir aslında; “ver topu şu 7 numaralı çocuğa, gerisini o halleder…”

    Eğer Luis Suarez bu sezon herhangi bir ödül kazanamazsa, tarihin ödül kazanamamış en iyi oyuncusu olur. -Steven Gerrard

Her iki ayağıyla net gol vuruşları ve o açıyı sağlamak için bolca teknik… Arada bir kafa şutu, konusundaki uzmanları bile kıskandıracak frikikler… En önemlisi de hırsı, enerjisi ve bitmeyen arzusu… Luis Suarez’i Premier Lig’in krallığına götürecek birçok sebebi var. Ancak onun meselesi sadece gol atmak değil. O, hiç gol atamadığı maçlarda bile yine Liverpool’un her şeyi… Zaten yukarıdaki sözü sarf eden Gerrard da, galiba bunu farkında.
“Gol uğuruna her şey yapmak, yapabilmek”… İşte Suarez’i net şekilde tanımlayacak deyim, hatta ‘Zlatanera’ gibi adını deyimler sözlüğüne kazıtsa da yeridir; “suareze bağlamak”… Newcastle United maçında, uzun gelen topu önce omzuyla kontrol edip, hemen ardından kaleciyi çalımlayışı; “suareze bağlamaktı” mesela… Kurbanlardan biri olmasına rağmen Coloccini’nin yerinde olup, o gole daha yakından tanık olmayı kim istemezdi ki?


Çok özel bir yetenek, hatta Barcelona, Real Madrid seviyesine çoktan ulaşan, zaten oralarda olduğu vakit Messi ve Cristiano’yu “en iyiler” klasmanında pek de yalnız bırakmayacak bir yetenek… Ama olsun, böylesi daha iyi… Luis Suarez gibi oyuncuları, çok iyi takımın bir parçası olarak görmektense, ‘bir takımın her şeyi’ olarak izlemeye devam etmek, çok daha keyifli…

Hakan Çalhanoğlu

Bazen havada süzülen bir uzun top görürsünüz… Gittiği yönde biri olup, olmadığını bilemezsiniz bulunduğunuz açıdan. Ancak o top, ‘güvenilir’ bir ayaktan çıktıysa; mutlaka belli bir adresinin olduğunu bilirsiniz… 90’lı yılların başında Almanya’ya göç eden Bayburtlu bir ailenin “gurbette” dünyaya gelen oğulları Hakan Çalhanoğlu da o ‘ayağına güvenilir’ orta sahalardan biri…
Sezon başında Hamburg’a transfer olan ancak eski kulübü Karlsruher’de kiralık olarak bırakılan Hakan, buradaki 12 gol, 12 asistlik performansıyla adını daha gür duyurmaya başladı. Hakan, U-20 Milli Takımımızın bu yaz oynanacak turnuvada en kilit isimlerinden biri olacak. Ancak, yeteneklerinden artık iyice emin olan Almanya da onun peşini kolay kolay bırakacağa benzemiyor. Zira milli takım seçimi için üzerindeki yoğun baskılar sürmekte…

Kendi kulübünde sağ kanat veya forvet arkası, U-20’de ise orta saha oynayan Hakan, mevkisel bazdaki ‘çok yönlülüğünü’ oyun stiline de yansıtmış durumda. Kendisinin bir Barcelona hayranı olması, bunda en büyük etkenlerden biridir elbet… Oradaki ‘topu almadan önce doğru karar alma ve uygulama’ felsefesini benimsemiş görünüyor. Elbette bu yolda ona yardımcı olacak doğuştan gelme bir yetenek olduğu da bir gerçek…


Hayatım Futbol 75. sayısından: Hakan Çalhanoğlu

Not: Sene başında Beşiktaş'a gelme ihtimali vardı, artık imkansız oldu.

Niang ve Pres


Milli maç aralarında fizik olarak geriye giden oyunculara alışkınızdır. Bu oyuncular, nüfus kâğıdındaki bilgilere göre gençtirler ayrıca… Bu kısacık arada, kendini iki yıl öncesine geri yükleyen, o müthiş patlama gücünü bir nebze yakalayan, oyunun sürekli içinde olan, her hücumda mutlaka bir ayağı topa dokunan Mamadou Niang, yaşlı mı oluyor şimdi?
Sadece, top rakibe geçtiğinde pas yollarını nasıl tıkayışını izlemek bile ayrı ders niteliğinde. Topsuz oyundaki doğru koşuları; topu aldığı anda aldığı kararlar, verdiği paslar… Futbola bakışı hala çok genç Mamadou Niang’ın. Biraz parayı bulunca 23 yaşında “hobi olarak” futbol oynamaya devam edenlerden çok daha makbuldür. Zaten böyle giderse –sakatlık falan çıkmazsa- seneye de kalması, hiç maceraya girmeden bir açığı kapatmak demek olabilir Beşiktaş adına. Çünkü bu adam, net şekilde fark yaratıyor…


Beşiktaş’ın Mersin karşısında yaptığı en güzel iş, topu kaptırdığı anda “haydi beyler kaptırdık, geri koşuyoruz!” demek yerine, aniden karşı preslere kalkmasıydı… Sürekli yapılmamasına rağmen, o hamleler Mersin’i kaleden uzak tuttu. Zaten bu felsefe, kafaya oynamak isteyen takımların en az renkleri kadar değişilmezi olmalıdır. 

Tabii içersine Oğuzhan gibi yetenekleri de serpiştirerek… Oğuzhan’ın pres gücü eksiği varsa, kazanması adına “sahada” zaman vermek gerekir. Zira hiç kimse oturarak gelişemez, öğrenemez… Beşiktaş gelecek sene yeniden üçüncülüğe oynamak istemiyorsa, elindeki yeteneklerinin üzerine gitmek zorunda. Oğuzhan, yerli oyuncular arasında bu takıma birkaç kalite gömleği giydirecek başlıca adam olduğuna göre…

Niang ve pres, bu akşamın ardından tat bırakan şeyler... Yine hastane çift forvet olmasaydı, iyiydi... Bu kadar sakatlık şanssızlık olamaz herhalde.