Ezber Bozanlar


Kimi başarılı, kimi başarısız oldu ama onlar sıradanlığın ötesine geçerek, bizi üzerinde düşünmeye, konuşmaya iten taktiklerle tanıştırdılar. Futbolun farklı bir penceresinden bakmamızı sağladılar

 
ADNAN SÜVARİ
İzmir’de total futbol esintileri
 
“Futbolu bırakıp da antrenör olduktan sonra ne kadar büyük bir teknik direktör olduğunu daha iyi gördüm. O yıllarda bize öğrettiklerini, aradan 15 yıl geçtikten sonra antrenörlük kurslarında ‘modern futbol’ diye öğrettiler.” Göztepe’nin efsane santrforu Fevzi Zemzem böyle diyordu hocası Adnan Süvari için. UEFA Kupası’nın Fuar Şehirleri Kupası adıyla oynandığı turnuvada yarı final, bir sonraki sezon Kupa Galipleri Kupası’nda çeyrek final oynayan, İzmir şehrine bir düş yaşatan Göztepe’nin asıl muhteşemliği, o başarıların yenilikçi bir sistemle gerçekleşmiş olmasıydı. 1999 yılında FIFA tarafından “Yüzyılın Teknik Direktörü” seçilen Rinus Michels’in 70’li yıllarda Ajax’la temellerini atıp, kuşaktan kuşağa bugünlerin Barcelona’sına varıncaya dek dünya futboluna damga vuracak olan “total futbol” felsefesiyle bezenmiş 4-3-3 sistemi, Adnan Süvari’nin Göztepe’sinde yıllar önce görülmüştü.
 
Futbolu robotlaşma sınırlarından çıkararak, her oyuncusuna mevkiler ötesinde görevler ısmarlamış şekilde, hareketli ve kolektif oynayan bir takım yaratmıştı Adnan Süvari. Daha kaleci Ali Artuner’in topu eliyle, orta sahanın pasörü Gürsel’i görmesi bile bugünlerde Pirlo gibi oyuncuların kullanımına işaret eden, çağ ötesi bir anlayışın göstergesiydi. Adnan Süvari’nin Göztepe takımı, o harika başarıları elde etmeseydi bile yaşattığı bu futbol devrimiyle hafızalarda silinmez bir yer edinecekti.


FATİH TERİM
3-5-2’yi tersten oynamak
 
Fatih Terim, 1993 yılındaki bir demecinde şöyle diyordu: “Bir hayalim var. Takımım 3-5-2 oynuyor ama aslında tersten! Yani iki savunmacı, beş orta saha, üç forvet…” Bu hayalin gerçekleşmesi fazla uzun sürmedi. Fatih hoca 1996 yılında başına geçtiği Galatasaray’la birlikte, rakip kim olursa olsun korkusuzca hücum eden, önde baskı uygulayan bir takım yarattı. O dönemin efsane bek oyuncularından Hakan Ünsal şöyle demişti bir keresinde: “Top rakipteyken Hakan Şükür’ün prese başladığını görünce ‘Tamam’ diyorduk, ‘Başlıyoruz!’… Ve hep birlikte, takımca o prese destek çıkıyorduk.” Topun kaybedildiği yerde tam saha baskı uygulama felsefesi, daha o günlerde bir Türk takımında görülüyordu.
 
Ancak asıl dikkat çekici olan Galatasaray’ın topa sahip olduğu anda Fatih Terim’in yıllar önceki hayalini sahaya yansıtıyor olmasıydı. Sol bek Hakan Ünsal ya da Ergün Penbe, sağ bek Ümit Davala; takım hücuma geçtiğinde orta çizginin ötelerine taşıyor ve birer kanat oyuncusu gibi bindirmeler yapıyordu. Zaten Popescu gibi oyun kurucu bir stoper varken, beklerin kaleciden top alması çok da elzem değildi. Hücumda ise Arif-Hakan Şükür ikilisinin etrafında dolanan, şut açısı yakaladığında kaleyi bombalayan, ancak çoğunlukla o ikiliyi besleyen bir Hagi söz konusuydu. Galatasaray, sadece Popescu ve Bülent ikilisini geride bırakarak, takımca rakip kale etrafını sarmalıyor ve aslında beş orta saha üç forvetle hücum ediyordu. Bu felsefe, rakip takımın arması ne kadar büyük olursa olsun hiç değişmeyecekti. Diyarbakır’da Türkiye Kupası’nı kaldırırken de, Kopenhag’da UEFA Kupası’na uzanırken de plan aynıydı. Ve bu, Fatih Terim’in en büyük farkıydı.



ZDENEK ZEMAN
Santrada yedi adam
 
Zeman, 1989 yılında iki sezon aradan sonra tekrardan başına geçtiği Foggia’yı Serie C’den, Serie A’ya kadar çıkarıyor ve burada da daha ilk sezonunda takımını dokuzuncu sıraya kadar tırmandırıyordu. Ancak İtalya futbolunda unutulmaz izler bırakması ve bırakacak olmasındaki detay bu muhteşem başarıda değil, Foggia’nın o sezon attığı ve yediği gol sayılarında saklıydı. 58 gol atan Foggia, sezonu şampiyon bitiren efsane Milan’ın ardından en golcü ikinci takım olmuştu. Aynı zamanda 58 gol yiyerek, sonuncu Atalanta’dan sonra en fazla gol yiyen ikinci takımdı! Zeman, Oyunu çok geniş alanda oynayan, tempolu ve hızlı şekilde kaleye gitmeyi hedefleyen bir 4-3-3 sistemine aşıktı. Bazen çok eleştirilse de, teknik adamlık kariyerinde atabileceği daha büyük adımlardan mahrum kalmasına rağmen egzotik felsefesinden vazgeçmedi.
 
1999 yılında MTK’ya sürpriz şekilde elenerek erkenden Avrupa’ya veda eden Fenerbahçe’de Rıdvan Dilmen dönemi sona erdi. Aziz Yıldırım, takımına iyi antrenman yaptıracak, arzulanan hücum futbolunu oynatacak yeni bir teknik adam bulmak için yola koyuldu ve Zeman’ı takımın başına getirdi. Daha santra yapılırken orta çizgide yedi adamını prese başlaması için bekleten, kazanmak için gol yemeyi dert etmeden, yenilenden daha fazlasını atmayı hedefleyen bir oyun felsefesiyle yani “Zemanlandi’yla” tanışma vakti gelmişti.
 
Daha ilk basın toplantısında 4-3-3 oynayacaklarını açıklıyordu Zeman. Oyuncu tercihlerindeki ilk bombasını da Sergen’i sol kanada yazarak patlatıyordu. Ancak onun oyun felsefesinde kenarlara yazılan isim, aslında kaleyi daha fazla tehdit eden bir oyuncuya dönüşüyordu. Zira Guiseppe Signori, Frencesco Totti gibi büyük yıldızları daha genç bir oyuncuyken o bölgede parlatmıştı.
Ancak Fenerbahçe’de işler pek de iyi gitmedi. Oyuncularıyla yaşadığı kopukluk, alınan üst üste kötü sonuçlar ve Pendik faciası sonrası gelen istifa açıklamasıya Zeman devri sona erdi.


Mustafa Doğan: “Çapraza uzun top atmamızı isterdi”

Zeman’la çalışmak zor muydu? Ortaya koyduğu felsefe yeterince gerçekçi miydi? Zemanlandia çemberinden geçen Mustafa Doğan anlatıyor

Zeman daha gelir gelmez ilk toplantıda tahtaya dizilişi yazdı ve dedi ki; ‘Arkadaşlar biz 4-3-3 oynayacağız. İster sevin, ister sevmeyin bizim sistemimiz artık bu!” Oysa bu işlerde doğru yöntem, ya yönetim kadrosunu göz önünde bulundurup bir hoca seçimine gider ya da gelen hoca öncelikle elindeki malzemeye bakar ve ona göre bir sistem belirler. Ancak Zeman fazlasıyla sabit fikirliydi. Belki de şöyle düşündü; ‘Bütün dünya benim değişmez sistemimin 4-3-3 olduğunu biliyor. Herhalde siz de beni bu sistemi oynatmam için aldınız.’ Bazı mevki tercihlerinde problem yaşadık. Örneğin Sergen’i hemen hücum üçlüsünün solunda oynatmaya başlaması… Onun dışında savunmadan topla çıkarken, çapraz bölgeye uzun toplar atmamızı istiyordu. Orada bir adam olup, olmaması fark etmezdi. Bunun bizim için bir ezber olmasını istemişti. Biz de diyorduk ki ‘Eee hocam, orada adam yok?’ Bu, onun için bahane değildi. ‘Olsun, orada kimsenin olmaması onların problemi. Sizin işiniz oraya topu atmak!’ derdi. Yani fazlasıyla şablon futboluna odaklıydı.
 
Aslında başka problemler de vardı. Mesela iletişimi pek iyi değildi, oldukça mesafeliydi. Konuşma tarzı da ağırdı, hele de toplantılarda bu durum daha da sıkıntı doğuruyordu. Çünkü çok fazla yabancı oyuncu vardı ve çok çeşitli bölgelerdendi. Hoca konuşurdu, önce yabancılara çevrilirdi Yugoslavca, Portekizce vesaire… En son sıra bize gelirdi. Vaktimizin çoğunun toplantılarda geçtiğini söyleyebilirim, kimse bu nedenle toplantılardan hoşlanmıyordu. Antrenmanları da oldukça ağır ve zorluydu. Ben yurt dışında da oynadım, çok farklı teknik direktörlerle çalıştım ama Zeman’ın antrenmanları kadar ağırını görmedim. Zaten benim adale sakatlıkları yaşamam Zeman’ın antrenmanlarıyla başlamıştı.”

JEAN TIGANA
Savunma, orta sahaya...
 
Jürgen Klopp, Borussia Dortmund’un savunma anlayışını şu sözlerle özetliyordu; “Aslında biz alışılageldik bir savunma yapmıyoruz. Rakibi kaleden uzakta tutmayı hedefliyoruz. Çünkü rakibini kalene yaklaştırmazsan, zaten savunma yapmana gerek kalmaz.” Bu felsefe günümüzde artık oldukça moda... Ancak o önde basan savunmayı ülkemizle tanıştıranlar, sağanak şekilde eleştiri yağmurlarına tutulmuştu. En çok ıslanansa, Beşiktaş’ı 2005-2007 yılları arasında çalıştıran Fransız teknik adam Jean Tigana. O günlerde Beşiktaş savunması orta sahanın önlerine kadar o kadar çok geliyordu ki rakip hücumcular ofsayda düşmemek için yan hakemin hizasını takip etme yolunu seçiyorlardı. Tigana “Ofsayt taktiği mi kaldı hoca, kaçıncı çağdayız!” seslerine maruz kalsa da asıl olarak farklı bir yolu amaçlamıştı.


Baki Mercimek: “Bu bir ofsayt taktiği değildi!”

Tigana savunmasının kahramanlarından Baki Mercimek, o döneme ışık tutuyor

“Aslında özellikle çalıştığımız bir taktik değildi. Geriye gömülmemek için öne çıkıyorduk. Futbolun gerektiği gibi oynuyorduk. Rakibe vakit tanımamak için, onlara sürekli yakın oynamanız gerekiyor. Dörtlü savunmayı bir bütün olarak düşünürseniz, bugünün futbolunda aynı şeyler yapılıyor. Bazen an gelir, rakip orta sahanın önliberosuna kadar baskıya çıkarsınız. Bazen de forvet top almaya giderken, peşini bırakmazsınız ve 10 metre onunla gidersiniz. Belki bu ofsayt taktiği olarak algılanıyor ama yanlış bir algılamadır bu. Arkanızdaki geriye kalan üç defans oyuncusu birbirine yanaşır ve birazcık derinlik verir. Böylelikle arkaya atılan toplarda eğer savunma oyuncuları birbirine çok yakınsa forvet genellikle kendiliğinden ofsayta düşer. Yani bu kesinlikle ofsayt taktiği değildi, savunma anlayışımızdan ileri gelen bir şeydi.
 
Elbette bazı riskleri de vardı. Özellikle karşı tarafta hızlı kanat oyuncuları varsa… Örneğin sağda Yattara gibi, solda Tita gibi oyuncular olduğu zaman arkaya atılan toplar çok tehlike yaratıyordu. Ama artıları çok daha fazladır bu felsefenin. En başta orta sahanın görevini daha kolay yapmasını sağlıyor. Zaten o baskıyı blok halinde uyguladığınız zaman, takım halinde topu kapmış oluyorsunuz, bireysel olarak değil. Takım halinde topu kaptığınız zaman da daha kolay hücuma çıkıyorsunuz. Çünkü zaten önde olduğunuz için hücuma geçmek daha kolay oluyor. Tabii savunmaya çok fazla yük biniyor. Kendimden örnek vermem gerekirse, o dönemde sahada en çok koşan oyuncular arasında ben ve diğer stoper arkadaşımın adı yazılırdı. Aslında bu tuhaf, alışılmadık bir durumdu. Hem rakibe önde basmak için, hem de arkaya atılan topları kovalamak için sahada sürekli koşmak gerekiyordu.
 

Biz bunu Gençlerbirliği’nde de çalışıyorduk bazı hocalarımızla. Sadece Tigana’ya özgü bir şey değildi aslında. Tigana’ya asıl özgü olan şey, kornerlerde, yan toplarda çizgi halinde kalmamız, kimsenin adam adama almaması ve topun düştüğü aralıktaki kişilerin sorumlu olmasıydı. Rakibin araya girmemesi için herkes birbirinin açısını kapatmaya çalışırdı. Ancak bunu da yanlış bulan insanlar var. Çünkü rahat bir şekilde koşup, sıçramayı isteyenler olabilir.  Ama bunu doğru çalışırsanız, araya girme imkânı zaten vermezsiniz. Çok detay var, herkesin kendine özgü bir planı var. Bazıları uyum sağlar, bazıları sağlayamaz. Ben o dönemde uyum sağlayanlar arasında olduğumu düşünüyorum ve benim için o günler kolay geçiyordu. Zaten o dönemde başarısız sayılamazdık. Fenerbahçe maçına kadar şampiyonluk şansımız vardı. Sonra ikinci olduk, Türkiye Kupası’nı, Süper Kupa’yı kazandık.”


VE DİĞERLERİ...
“Ezber bozan” demişken şu isimlerden bahsetmeden olmaz!

Ersun Yanal / Direkt hücumlar
Gençlerbirliği, 2003-04 sezonunda ligde adından söz ettirirken, UEFA Kupası 4. turunda Valencia’ya aşık atarken, gelecekte Mourinho’nun takımlarına has bir özellik olacak olan “direkt hücum takımı” resmine benzer örnekler sunmuştu. Kapılan toplarla hızlı şekilde kaleye gitme planı iyi işlemişti.

Mircea Lucescu / Modern üçlü savunma
O günlerde herkes dörtlü savunmaya geçiş yapmışken Lucescu, Beşiktaş’ın 100’üncü yılında Zago-Ronaldo-Ahmet’ten oluşan savunmayı üçlü oynatıyordu. Ancak demode değil, 2002’in Brezilya’sına benzer modern bir üçlü savunmaydı bu. Bütün stoperleri oyunun akışında hücumda görebiliyorduk.

Yılmaz Vural / Türkiye’nin Zeman’ı!
Zdenek Zeman’dan bahsedilir de, o hiç es geçilir mi! Yılmaz Vural, gittiği her takımda oyuncu grubunun gücü ne olursa olsun, önde basan çizgi savunmayı tercih etti. Hiçbir zaman kale önüne otobüsü park etmedi. Bazen onun takımlarında da santrada yedi kişiyi pres için hazır kıta görmemiz mümkündü.

Vicente Del Bosque / Santrfor nerede hocam?
Carew’den yoksun olan Beşiktaş, UEFA Kupası’nda Parma deplasmanına santrforsuz bir sistemle çıkıyordu. Del Bosque, her ne kadar bu tercihiyle bilhassa Reha Muhtar’ın baskılarıyla kovulma radarına girmiş olsa da aslında Tümer, Sergen, Okan Buruk onun gizli forvetleriydi. 4-6-0’la tanışmamızı sağlamıştı.

Eric Gerets / 4-Saidou-5
Herkes önliberosuna bir yancı daha ararken, Gerets için futbolun topsuz oyun hamallığında bir Saidou yeterdi. Tek defansif orta sahanın önünde, ofansif karakterli üç orta saha & kanat oyuncusu kullanan ve çift forvetle hücum eden bir 4-1-2-3 sistemiyle, oynanan hücum futboluyla damaklarda tat bırakıyordu. 

Mustafa Demirtaş / FourFourTwo Kasım 2013 Sayısı

4 yorum:

beagle dedi ki...

Galiba bir şekilde "başarılı" olan hocaların bütünü bir şekilde ezber dışı işler yapmıştı. Tabi gözlem ve tercihler kişilerde farklı tadlar bırakmıştır. Bu listede bir şekilde olabilir diye düşündüklerim:

Gordon Milne / Disiplin ve Sistem Futbolu
İdmanda oyuncuları gerçekten koşturması, kanat oyuncusunun işini bana bir maçta 25 orta yap diyerek sayısallaştırabilmesi, istikrarın sevinç ve üzüntüde aşırılıktan uzak durmada olduğunu bilmesi ile bir önceki 3. büyük olma tehlikemizi bertaraf eden adamdır. Şampiyon olduğu, olmadığı 5-6 yıllık bir dönem boyunca ülkenin en güçlü takımı kabul edilmişlik koşusu sonraki paragraftaki başka bir sıradışı adam ve GS'nin derin lobisince sona erdirilmiştir. Biraz etkin transfer networkü veya internet yılları olsa belki de bir 10 yıl durdurulamazdı.

Kalli Feldkamp / İlk 11'e kaç stoper sığar?

Hoca kalli ise ve maçı kazanmaya niyetliyse 11'e kadar yolu var. Türk futbolu'nda Beşiktaş'ın koşu ve İngiliz futbolu üstünlüğü ile Fb'nin yürüyen yıldızlarını "temas değirmeni" ile sona erdirmiştir. Sanırım mantığı bir stoper bir oyuncuya 5 faul yaparsa atılır ama sahaya çeşitli rollerle dağıtılmış 5-6 stoper rakibin tehlikeli oyuncularına adam başı 2-3 faul yaparsa hiç bir şey olmaz, maçı da knock out ile kazanırız idi. Başardı. Türkiye'de bugün oynanan futbolun mimarlarından biri olduğu tartışılabilir.

Christoph Daum / "Başına buyruk"

Aslında pek de sevilmeyecek bir adamdı. Kadıköy bizim için deplasmandır diyerek korkak futbolu Beşiktaş'a sokan ama yarma Alpay ile hücum yapıp, gol atıp maç kazanmayı becerebilen bir adamdı. Kötü bir 11 seçicisi ama iyi bir maç sonu kadrosu seçicisiydi. Etraftan etkilenmeyen karakteri ile kendi hatalarını kendi giderebiliyordu, zeki bir adam olduğu için de sonunda kazanmanın bir yolunu bulurdu.
Geriye dönüp bakıldığında BJk ve FB de 3 dönemi(sezon değil) %65 civarı maç kazanma oranı ile bitirmiş, belkide Türkiye ligi istatistik şampiyonudur. Belki sevilmemenin belki Aziz Ego'nun bir sonucu olarak futbol tarihimizin en başarılı serilerinden biri sonunda (2003-2006)FB'den gönderildi. Hala aramızda, hala inatçı bkz pablo batalla :)

Cartalete dedi ki...

Güzel eklemeler olmuiş, eyvallah :)

raison dedi ki...

Yazı genel olarak Türk futboluyla ilgili ve güzel bir yazı ama kafama takılan Beşiktaş ile ilgili bir soru.

98 yılında Valerenga maçında ilk yarısı 3-0 önde bitmişken ikinci yarı Valerenga baskısı sonucu takım halinde geriye çekilmiş ileriye çıkamıyorken, Tochack’ın kenardan futbolculara özellikle defansa ileriye çıkın ileriye çıkın diye işaret etmesi, alanı daraltın diye feryat etmesi ile Biliç in önde biten maçlardan sonra ikinci yarıda rakip takımın yoğun baskısı sonrası defansa ileriye çıkın ileriye çıkın diye işaret etmesi, alanı daraltın diye feryat etmesi arasında benzerlik var mıdır, varsa nedeni nedir, Beşiktaş futbol takımının yıllardır sayısız teknik adam değiştirmesinden daha önemlisi birbirlerinin ezberini bozan teknik adamları mı ardarda sıralamasıdır?

enorton dedi ki...

3 ayrı takımda 3 şampiyonluk yaşamış, Gs ile şampiyon kulupler kupasında yarı final oynamış, milli takımla avrupa şampiyonasında ilk kez çeyrek fial oynamış Mustafa Denizli ve onun tavşanlarını aradı gözlerim... O beğenilmeyen futboluyla bırakıp gideli 4 sene oldu Beşiktaşı, Beşiktaş o gittiğinden beri şampiyonluğa hatta kafaya oynamaya hasret...