10’a 10 Pas Çalışması

Dün akşam bilindik bir senaryoyu izledik. İspanya, “agresif” olmayan bir rakibi yakalayınca yine topu evine götürdü. Tempoyu yükseltmeye gerek duymadı, “pasla işkence” yolunu seçti. Aslında o işkence durumu daha çok rakipler üzerinde etkili olsa da, bazen futbol izleyicisine de yansıyor. Ama bu İspanya’nın suçu değil. Onlara –tıpkı İtalya’nın yaptığı gibi- agresif oyunla, az biraz önde presle karışık veren; maçları hem dengeliyor hem de lezzetli hale getirebiliyor. Aksi halde İspanya, Almanya gibi tek başına “güzel maç” tadı verebilecek bir takım olamıyor ya da olmak istemiyorlar.
İspanya’nın maçları alenen “10’a 10 pas çalışması” haline getirebilmesini; genellikle “pas yeteneğine” bağlarlar. Oysa bir atak boyunca gerçekleştirdikleri 35 pasın, 33’ünü yapmak için (hariç tutulanlar: asist ve asist öncesi pas.) Xavi, Iniesta, Fabregas olmaya gerek yok. Çünkü takım halinde o kadar hareketli ve oyunun içindeler ki; pas yapmak çok kolaylaşıyor. Topu ayağına alan bir İspanyol, hele de rakip iyi pres yapamıyor ya da sıkı alan savunmasıyla pas yollarını tıkayamıyorsa; etrafında pas verebileceği en az üç arkadaşını bulabiliyor. Bazen Arbeloa gibi akıl tutulması yaşamadıktan sonra, o seçenekler sayesinde pas yapmak çok da güç olmuyor.

Del Bosque’nin Xabi Alonso, Xavi olmasına rağmen Busquets’e, kenarda safkan santraforlar olmasına rağmen Fabregas’a 11’de yer açması da; takımda o pas opsiyonlarını arttıracak oyuncuları görme isteğindendir.

Bir ara Türkiye de, Hiddink’le bu “topa sahip olan taraf olma” planını hayata geçirmişti hatırlarsanız. Selçuk Şahin, Selçuk İnan, Emre, Mehmet Ekici gibi oyuncular aynı anda sahaya sürülüyordu. Bu oyuncuların her biri, pas konusunda yetenekli oyunculardı. Ancak takım olarak İspanya’daki gibi hareketli ve değişken yapıya sahip olamadığımızdan ve de “topu ayağından çıkaran oyununun 5 dakikalık kafa iznine ayrılması” durumunun ortaya çıkmasından dolayı, plan tutmamıştı. Topa sadece rakibin atıl bıraktığı alanda sahip olabiliyorduk. Bunun üzerine klasikleşen agresif, “bilinmezli” yapımız da çöpe atılmıştı; tam bir kimlik kaybı yaşamıştık.
Nasri'nin tek çaresi: Ninja gibi sis bombası atıp, aradan sıyrılmak.
İspanya’nın topu eve götürmesinde bir diğer ana husus da; rakibin olası pas oyununu, orta saha dolaylarında gerçekleştirdiği baskılı alan savunmasıyla, pas yollarını tıkamalarıdır. Barcelona ile ayrıldıkları en belirgin özellikleri budur. Barça, hücum presi daha da abartarak, topun kaybedildiği yerde takımca baskı uyguluyor. Başkarı gibi topun iyice bir arkasına geçip, 3-5 dakika rakibin atağına odaklanma yerine; 10 saniyede kaybedilen yere odaklanıp, topu hemen geri alıyorlar. Hem zihinleri hem de güçleri taze kalıyor.

İtalya, İspanya’ya nasıl ters gelineceğinin ipuçlarını vermişti. Tıpkı onların yaptığı gibi, kendileri atak eğilimindeyken kapılacak toplarla, aniden hücuma çıkmak; İspanya’ya karşı gol bulmanın en ideal yolu. Aksi takdirde yerleşmelerine izin verilirse, orta sahada yaptıkları alan savunmasıyla; rakip santraforun ayağına top değdirmeden maçı bitirirler, dün akşam olduğu gibi.

Hem Portekiz, hem de olası Almanya finalinde, çok daha lezzetli maçlar izleyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü her iki takım da, İspanya’yı ön alanda da rahatsız edip, çok hızlı şekilde hücuma kalkabilen takımlardır. Bilhassa iki turnuvadır İspanya’ya takılan Almanya… Şeytanın bacağını kıracak gibi gözüküyorlar, yarı finalde bir kazaya uğramazlarsa tabi. Ki İtalya, yarı finallerde favori elemeyi sever.

Hiç yorum yok: