Mustafa Pektemek, “Çözüm” Demek

Yarın için birçok plan yapmış, bu sebeple her zamankinden daha erken uyumaya çalışmıştım. Kaçan uykuyu getirme yolum ise bellidir; koyun saymak yerine, Beşiktaş’ın varsa önündeki maçı için, yoksa da gelecek planları için 11’ler kurarım…

Sabah uyandığımda ise, bahsi geçen 11’lerin esas oğlanı Beşiktaş’a gelmiş, hatta direk borsaya açılanmıştı. Mustafa Pektemek Beşiktaş’taydı, bu birçok konuda aslında çözüm demekti… Kendisi, “en çok sevindiğim yerli transferler” listeme 3. sıradan giriş yaptı. O liste; 1- Ertuğrul, 2- Tümer, 3 Pektemek, 4- İlhan, 5- Köybaşı, 6-Toraman şeklinde uzar…Beşiktaş’ın birincil ihtiyacı sağbektir bana göre; hem savunma hem de hücum anlamında. Günümüzde beklerin hücum katkıları sadece çizgiye inip, orta yapmasıyla açıklanamıyor. Bir takımın savunmadan dengeli çıkmasında, ortasahada sıkışan topların kenarlara açılarak rahatlamasında beklerin rolü önemlidir. Özellikle genelde iki ortasahayla oynayacak takımlar için (muhtemelen Beşiktaş da öyle olacak) ayağı ortasaha kadar düzgün top yapan bekler gereklidir her iki tarafa. Aksi takdirde oyunun açılımı sadece ortasaha oyuncularına kalır ve iş bir noktadan sonra tıkanır. Neyse, konumuz bek değil…

Ancak Pektemek transferi, dolaylı olarak Beşiktaş’ın sağbek sorununu da çözüyor. Çünkü hücumda yerli bir oyuncu kullanımı demek, sağbekte rahatlıkla yabancı bek oynatmak demektir bir yerde.

Mustafa; bilindiği üzere ülkemizin en “temiz” golcülerinden biridir. Ama onun asıl farkı, sadece “golcü” olarak sınırlanmamasında yatıyor… Mustafa aynı zamanda “etrafını oynatacak” kadar oyun zekâsına sahiptir. Mustafa, kendisine gol açısı yaratmak amacıyla çok rahat adam eksiltebilir, hatta bazen bu eksilen adamlar aynı pozisyon içerinde 1-2 ile sınırlı kalmaz… Mustafa, çabuk bir oyuncu olmasıyla; golcülük ve teknik özelliklerine daha da anlam katar. Mustafa, çok uzun boylu olmamasına rağmen; “sezgi” ve iyi sıçrama özellikleriyle kafa toplarında da etkilidir…

Bu özellikler onu; Beşiktaş’ın oynayabileceği her iki sistem için de (4-2-3-1, 4-3-3) değerli kılıyor…Beşiktaş’ın son dönemdeki sistemi budur. Kırmızı renkli stoper bölgesine yerli bir isim oturacak; umarım bu Ersan olur, alternatifi Egemen. Kiralanmazsa 3. seçenek Sezer. Mavi renkli stoper bölgesine ise, yabancı bir isim… Sivok’a çok itiraz etmem, ama Ferrari’nin sakatlanmayanını bulmak daha iyi olur. Miranda sanki bu uğurda ideal bir isim gibi… Sağbeke çok iyi bir yabancı (Maicon, Bosingwa, Srna, Fucile), çok şey değiştirir. Normal bir bek alınacaksa, Hilbert oynasın yine kabulümdür…

Bu sistemde Guti ıskarta kalıyor… Çünkü her iki kanat oyuncusu da, Almeida’nın uzağında kaldığından; mutlaka bir 2. forvet gereksinimi duyuluyor. Pektemek, bu bağlamda çok ideal bir isim oldu. Dediğimiz gibi, kendisi golcü olduğu kadar etrafını da yönlendiren, harika bir 2. forvettir aynı zamanda… Top taşır, kanatlara yönlendirir, içeri hareketlenir, şut atar, Almeida’nın indirdiği toplara hamle yapar vesaire… Alternatifi ise belli bu sistemde: Veli Kavlak…

Diyelim kanatlardan biri yok, ya da dinlendiriliyor. (Örnekte Quaresma yok varsayılıyor) Alternatif yerli kanatlardan birini sürmek yerine; B Planı’nı devreye sokup, Guti ile 4-3-3’e dönülebilir. Rahatlıkla…

Ama asıl, Necip’in yokluğunda böyle bir dönüşüm söz konusu olacak. Şuan 4-2-3-1 sisteminde belki de alternatifsiz tek adam Necip’tir… Necip olmadan, 4-2-3-1 yürümez, hemen 4-3-3’e geçilmelidir bana göre. Böyle bir durumda derindeki oyuncu Furkan ya da Aurelio olabilir.Beşiktaş, Porto’ya karşı bile (üstelik deplasmanda) Guti – Aurelio – Ernst ortasahasıyla oynadı. Savunma ve hücumun kopuk hareket etmediği sürece, Guti 4-3-3 içersinde iş yapabilecek bir oyuncudur her zaman. Zaten orada yaptığı asistler, forvet arkasında oynadığı dönemlerden daha fazladır. Üstelik bu kez sadece santraforu değil, ters bir derin topla; uzak forvetteki Pektemek’i de kaleciyle burun buruna bırakabilir… Aynı zamanda; Pektemek’li 4-3-3’le, kenardan yapılan ortalara sadece Almeida karşılık vermez. Pektemek, iyi pozisyon alışı ve iyi zamanlamasıyla; bu konuda bir Müller vazifesi görebilir…

Bir de C Planı söz konusu. Geçen sezon dönem dönem sahne alan ve özellikle içerideki Bursa ve Ankaragücü maçlarıyla harika bir takım oyunu sergilenen 4-3-1-2 sistemi… Her iki kanat oyuncusunun olmadığı bir anda, şayet yedekleri de iyi performans vermesi beklenmiyorsa; böyle bir plan hayata geçebilir… Burada Pektemek, yine kendisine gayet uygun bir pozisyon bulabiliyor…Sonuç olarak, Pektemek sistem ne olursa olsun uyumluluk gösterecek, haliyle savunmadaki yabancı sayısında herhangi bir artışa-düşüşe imkan vermeyecektir. Beşiktaş savunmasındaki 4’lüyü bozmadan, rahatlıkla farklı planlar uygulayabilecektir… O yüzden Pektemek, Beşiktaş için sadece gol demek değil; müthiş bir “çözüm” demektir…

Bir de işin Ali Kuçik tarafı var. İlhan Cavcav, 4 milyon + Ali diye duyurdu transferi. Orhan Şam’ın takassız değeri 3.5’sa, Pektemek rahatlıkla 6 milyonu bulurdu. Demek ki, Kuçik burada -2 milyonluk bir fayda sağlamış… Kuçik sevdiğim, gelecek gördüğüm bir isimdi. Ancak gelen adam yine hücumcu, çok daha potansiyel ve hemen hemen aynı yaşlarda bir isim olunca; çok da itiraz edemedim bu takasa. Mesela İbrahim Öztürk’e, Atınç ya da Sezer gibi bir isim verilse, gezegeni yakma sebebidir… Öyle bir şey yok da, örnek olarak söylüyorum.

Ali Kuçik, tıpkı Kenan Özer gibi unutulabilirdi kiralık yollarda. Onun için de daha iyi olmuştur, Pektemek’in gidişi; Gençlerbirliği’nin 11 kapılarını açabilir ona. Alttan bu tipten oyuncular geliyor zaten; Ali İhsan var, Kadir Ari var vesaire… Ama Pektemek gibi, hemen yarından itibaren Beşiktaş’ın çehresini, planlarını etkileyecek bir isim şarttı.

Herkes için hayırlısı olsun, ki öyle olduğunu düşünüyorum.

Ekoko ve Çetesi

Beşiktaş’ın yerli transfer atağı tam gaz devam ediyor. Hani bakkala gidip gelme süresi içersinde bile, borsaya yeni bir ismin düşme ihtimali var şu aralar… Daha çok alternatif bazında, özellikle gurbetçi oyunculara yönelik hareketler var. Zaten yerli alternatif aranıyorsa mantıklısı da budur; önce alt yapına, sonra gurbete bakmak, en son çare olarak yurt içi transferlere yönelmek gerekiyor… Zaten Veli Kavlak ve Burak Kaplan gibi oyuncuları Süper Lig’den almaya kalkışan kulüp, cebinden toplam olarak en az bi' 5-6 milyon Euro'yu unutması gerekir… O da en iyi ihtimalle yani...

Kanat oyuncusu bazında Beşiktaş’ın ciddi bir alternatif sıkıntısı vardı. Yeri geldi, burada Nobre’den kanat-forvet olur mu diye tartıştık. Burak Kaplan ve Veli Kavlak, bu sorunu gidereceğe benzer. Muhtemelen seneye de 4-2-3-1 sistemi üzerinden devam edilecek. Bütün sezonu Simao ve Quaresma’nın üzerine yıkmak olmazdı. O bakımdan ben bu transferleri olumlu buluyorum…Özellikle Veli Kavlak’tan çok ümitliyim. 88 doğumlu (ülkemiz kriterlerine göre A2 yaşı neredeyse) olmasına rağmen, çok uzun süredir adından söz ettiriyor. İki ayağıyla net şutlar atan, adam eksiltmede de başarılı bir oyuncu. Aston Villa maçındaki asistiyle, kanat akınlarında da başarılı olduğunu göstermişti. Bunun yanında duran topları da iyidir. Tam bir Simao alternatifi diyebiliriz kendisine… Bir de böyle oyuncular, daha iyi takımlarda performansını katlar genelde. Çünkü etrafında birçok yetenekli oyuncu olacak bu sefer, sahada “unutulduğu” anlar çok olur o nedenle. Üstelik ligimizde ceza sahası içersinde gol yapmak zorlaşsa da, ortasaha – savunma kopukluğu nedeniyle 18 çevresi boş kalıyor genelde. Veli buraları şutlarıyla doldurabilir. Bu özelliğiyle (kalırsa) Almeida’nın etrafında dolanıp, 4-2-3-1’in ortasında da oynar yeri geldiği vakit…

Ancak bu transfer “Ekoko ve Çetesi” tanımlaması için yeterli değildi elbet, Tanju Kayhan ismiyle beraber bu söylem trend oldu. Şayet Orhan Şam gibi, çok yetenekli olmamasına rağmen, “sağbek yoksulluğu” sebebiyle ülkede adı fazla geçtiği için değeri gereksizce yükselmiş bir oyuncu yerine, Tanju’yla alternatif açığı kapatılmak istendiyse güzel… Gruptaki iki maçta da Beşiktaş’a karşı oynadı aslında ama Rapid Wien’in aşırı öne çıkan çizgi savunması sebebiyle, çok fazla hakkında fikir sahibi olamadık. Daha da açıkçası, “Quaresma acaba kimi bayıltacak?” gözüyle o maçları (özellikle İnönü’deki, zaten ilk maçta sakatlandı) izlediğimiz için, pek de dikkat etmemiş olabiliriz… Ama tipten Güney Amerikalı edası var, umarım ayağı da öyledir…Çete reyisi Ekrem de sözleşme yeniledi zaten. Umarım sağbekte düşünülmüyordur 1. seçenek olarak. Balıklama girdiği ters kademeleri bir sene daha çekemem açıkçası. Kanat alternatifi olarak tutulabilir, orada da çok içime sinmese de; şampiyonlukla sonlanan sezonda, Ankara’da 80 metre götürdüğü topu, Bobo’nun kafasına kesmesinin hatırı var… Aslında mevki itibariyle de, kullandığı ayağa benzer bir durum söz konusu Ekoko’da… Sorsan iki ayağını da kullanır, ama ikisi de vasat. Mevkilerde de öyle. Her yerde oynar, FM’de “hangi pozisyonda oynar” diye bakıyorsun, saha karpuz tarlası gibi her yer yeşil… Ama net bir şekilde öne çıktığı pozisyon yok, “şurada olsa, takıma çok katkısı olur” diyemiyoruz. Neyse, sonuç olarak alternatif bazında tutulacaktır…

Burak Kaplan, gurbetçi taarruzunda en dikkat çekici isim. Genel olarak söylenen iyi futbolcu olduğu hususunda. Ben Ümit Milli Takımı içersinde bir kez izledim, Romanya ile oynanan hazırlık maçı. Burak da iki ayağını kullanıyor gibiydi… Raşit Hoca’nın takımı biraz hücum fakiriydi o maçta, o yüzden tam olarak değerlendiremiyorum. Ama topla ilişkiler konusunda iyi gibi… Ayağından fazla açmadan hızlıca driplingler yapabiliyor. Biraz Stoch model diyebiliriz, hem stil hem de oynadığı mevkiler itibariyle. Şutlarını tam test edemedim, ama frikiklerin başına geçtiğine göre vardır bir şeyler. O maçta kontrpiyeyle karışık gol de atmıştı duran toptan…Resim EkleBir de Egemen olayı var tabii. Genel olarak pek içe sinmediğini biliyorum. Ben de Guti’ye girdiği taban yüzünden kızgınım. Ancak, Egemen’in Beşiktaş maçına özel bir sertliği yoktu. Zaten genel olarak oyuncunun modeli bu… O yüzden sırf sert oynuyor diye siyah bayrak çekemem kendisine. Zamanında bizde de, kafası bozulunca rakibe çift dalan Takoz Recep vardı. Böyle oyuncuları ancak kendi takımının taraftarı sever zaten. Ama böylesi de lazımdır… Özellikle bu ligde, biraz sert mizaçlı oyuncular gerekli. İşin kuralı bu maalesef…

Benim tereddütlerim daha çok taktik savunmacılığı açısından. Tam ideal bir stoper olarak göremiyorum kendisini. 11 adamı olup, olamayacağı Ersan'ın durumuna bağlı gibi… Ama alternatif olarak iyidir, solbek de oynuyor olması önemli. Yeri gelir, İsmail’in yokluğunda solbeke geçer. Önünde de Quaresma oynar; fazla hücuma katılmaz. Quaresma’ya vereceği destek, ona sert giren sağbekin kendi üzerine bindirdiğinde taca atması olur herhalde… Gözdağı hesabı… Hayırlısı olsun. Ayağı düzgün savunmacıları severim ama. Mesela son Karabük maçında attığı gol var, "ben forvetim" diyen adam atamayabilir, o şekilde soğukkanlı vuramayabilirdi topa… Söylenene göre çocukluktan Beşiktaşlılık da varmış.

Sonuç olarak şuana kadarki transferler, pek fazla A Planı’nı etkileyecek cinsten değil. Geçen sene 58 maç yapıldı, bu senede en az 50 olur rahat. O yüzden bench de önemlidir bir yerde… Ve bu yapılırken cepten de pek para çıktı sayılmaz. A Takım’a yakın gözüken gençlerin (Erkan Kaş, Ali Kuçik, Oğuz Ceylan, Rıdvan, Sezer Özmen, Atınç vs) yolu Anadolu’ya düşecekmiş gibi gözüküyor… Bu kadar kalabalık kadroda, Antep maçında bile lütfen şans gelmişken pek fırsat doğacağını sanmam gençlere. Bu konuda da bir “hayırlısı olsun” temennisi ekleyip, kapatalım şimdilik. Sonuç olarak Ekoko ve Çetesi daha çok kulübe eşrafından harcını toplayacak. Esas mevzu, A Planı yani Portekizlilerin konseyi için yapılacak transferlerle kopacaktır. Bir yabancı sağbek (bir rüya gerçek olursa Maicon, olmadı Bosingwa) bir de Pektemek rica edebilirim… Detayını başka bir konuda değerlendiririz.

E.C. Napoli

Çok değil, 5 yıl öncesine kadar; “sempati duyduğunuz kulüp” sorusuna Napoli diyenlere marjinal gözüyle bakılıyordu. Artık Maradonalı zamanları, hatta Serie A günleri, etkileyici San Paolo atmosferi anılarda kalmıştı… Çünkü mali kriz sebebiyle, artık Serie C’ye kadar düşürülmüş bir takımdı Napoli…

Birçok Serie A maçında “topun sesini duyacak kadar” boş tribünler görüyorken; halen Napoli’nin Serie C’de bile 50 bin kişiye oynadığını öğreniyorduk… Bizim gibi İtalyan futbolundan vazgeçemeyenler için üzücü bir durumdu bu, Napoli Serie A’da olmalıydı… Aynı şeyleri düşünen bir isim daha vardı; o da Palermo'da doğmuş, zamanla alt liglerin klas golcüleri arasında girmiş Emanuel Calaio'ydu. Napoli'nin yeni kurtarıcısı belliydi, Calaio'nun attığı her gol Napoliler için umut ışığı vazifesini görüyor, yıllardır biriktirdikleri enerjiyi; mutlulukla SanPaola'da yaymalarını sağlıyordu… Napoli 2005-2006 sezonunda Serie C1 şampiyonu olurken, Calaio 18 gol atıyordu. Hemen bir sonraki sezonda da 14 gol atarak, takımının Serie B’de “bekleme yapmadan” Serie A’ya yükselmesini sağlayacaktı…Napoli yeniden bir Serie A takımıydı ve artık aynı kötü rüyaları görmemek için bilinçli, akılcı politikalar izleyerek, kadro istikrarını sağlayacaktı. Lavezzi, Hamsik, Gargano, Pazienza gibi, şimdilerde bile takımın iskeletini oluşturan isimler; daha Serie A’daki ilk yılda kazandırılmış oldu. Kaptan Cannavaro ise zaten kadrodaydı… Calaio ise, Lavezzi – Zalayeta çekişmesinin içinde olmak istememiş ve Siena’ya transfer olmuştu. Serie A’daki ilk yılında 8. olan Napoli, bir sonraki sezon Maggio, Aronica’yı, 2010’da ise Campagnaro, Zuniga, Quagliarella ve kaleci De Sanctis’i alarak; kadronun çekirdeği bozmadan, yıllardır süre gelen 3-4-2-1 sistemine uygun olarak tamamlayıcı transferler yapıyordu…

Ama Napoli adına gerçek bir “geri dönüşten” bahsetmek için, şehri yeniden şampiyonluk havasına sokacak bir yolun bulunması gerekiyordu. Takım “takım” olarak güzeldi, iskelet kurulmuş; birer ikişer yapılan takviyeler fazla zaman geçmeden dişli vazifesini görüyordu… Ama bir eksik vardı. Ve bence o eksik; takımda net bir santraforun olamayışıydı… Zalayeta, German Denis gibi oyuncular bu yolda yeterli değillerdi…Napoli’nin takım oyununu, Maggio’nun ortalarını, Hamsik’in ara paslarını, Lavezzi’nin driplinglerle taşıdığı topları süsleyecek; tartışılmaz bir santrafor şarttı artık. Ancak böylesini bulmak da zordu… Neyse ki, imdada Sicilya çeteleri yetişecekti…

Uruguay’ın Danubio takımından bir yetenek bulmuştu Palermo… En başta, topla müthiş ilişkisi ve kolay dripling yapabilme özellikleriyle bazen sağ kanat, bazen forvet arkası gibi kullanıldı. Dönem dönem Amauri’nin yamacında 2. forvet gibi oynatıldı. Çok geçmeden takımının hedef, aynı zamanda tek santraforu oldu…

Fizik olarak rahatlıkla pivot ya da hedef santrafor; topla yetenekleri konusunda “delici”; ortasahaya yanaşıp, takımını yönlendirmesi açısından sahte 9; gol vuruşları anlamında “klasik golcü” diyebileceğimiz, inanılmaz bir santrafor olma yoluna girmişti Cavani… Ama kendisine Sicilya’da “silah çekilmişti” ve ayrılık vakti gelmişti… Napoli için kaçınılmaz bir fırsattı, aradığı santrafor çok uzakta değildi; yine Güney İtalya’da, camia olarak dost olduğu bir yerdeydi…

Cavani, eksik olan bir çok şeyi tamamladı Napoli’de. Şehir yeniden futbol anlamında tapacak birini bulmuştu; taktiksel anlamda bir çok şey tamamlanmıştı Napoli’de. Aynı zamanda gol rakamı da Cavani ile beraber belirgin şekilde yükseliyordu… Napoli sezon sonunda 59 gole ulaşacak, bunun 26’sında Cavani adı yazacaktı…

Cavani önderliğinde, “Napolilerin tabiriyle” bir şehir rüya görüyordu… Yeniden zirve coşkusu, Napoli taraftarını “Serie A ortalamasının üzerinde” seyirci topluluklarıyla deplasmanlara götürüyordu. Napoli son haftalara kadar şampiyonluk yarışının içinde kaldı. Milan mağlubiyetiyle bu rüya sonlansa da, uyandıklarında kendilerini güzel bir "gerçek" bekliyordu: Şampiyonlar Ligi.Üstelik eleme olmayacak, direk gruplara kalacak Napoli; rüya değil, tamamen gerçek… Bu da, akılcı planlamalarla bu noktaya kadar gelen stratejileri için, harika bir finansal destek anlamını taşıyor. Bir de yeniden kazandıkları “büyük takım Napoli” sıfatı var tabii... Bu durum, onları birçok konuda ferahlanacak. Artık oyuncular, Napoli’yi fırsat bilecekler ve transferler daha da kolaylaşacak…

Ben önümüzdeki yıl, Napoli’nin transfer politikasını şimdiden merak ediyorum. Cavani’nin satın alma opsiyonu kullanıldı elbette, ve sözleşmesi uzatıldı… Miktar, hemen hemen Nobre’nin maaşıyla aynı… Buralarda halen “Türk futbolu kurtulsun” adı altında, sınırlamalarla vasıfsız yerlileri ihya edelim…

İlk transfer, Groningen’de bu sezon 16 gol atan, fizik ve oyun yapısı açısından Cavani’yi andıran Matavz. 22 yaşında, 188 boyunda bir oyuncu. Gollerine bakılırsa, boyuna rağmen tıpkı Cavani gibi statik olmayan, sürekli kanalları zorlayan ve hatta dripling yapabilen bir yetenek… Muhtemelen Cavani’ye alternatif olması açısından transfer edildi. Bakalım gerisi nasıl gelecek? Belki aksayan bölgelere direkt oynayan isimler de gelir; ama genelde iskelet bozulmadan, Matavz transferinde olduğu gibi "sıkı" alternatiflerin peşinde olacaklardır. Şüphesiz artık “şampiyonluktan” başka bir hedef akıllardan geçmiyordur. Çünkü yıllar evvel Emanuel Calaio’nun alıp, Serie A’ya kadar taşıdığı meşale; bugünlerde Edinson Cavani'nin ellerinde zirveye çıkmıştır artık. Geri indirmek olmaz...

Neme Lazımcılık

Herkes gibi benim de suratım asıldı kadro açıklandığında… Zaten puan, oyun olarak herhangi bir beklentimiz yokken; karşımızda yeniden “denenmişleri” görmek hayal kırıklığı yarattı. Sahaya çıkan 11’de “yeni” bir şey göremeyecek; denenmiş ve olmamışları tekrar test edecektik…

En başka Erhan tercihi can sıktı. Muhtemelen Beşiktaş’taki son maçıydı… Ne manayla oynatıldı pek anlayamadım; eğer “tedbir” amaçlıysa bence Furkan’ı oynatmaktan daha riski bir seçimdi… Furkan belki çok ideal bir stoper olamaz ileride, boyundan dolayı daha çok süpürücü ortasaha olarak oynatılması daha uygundur, doğrudur. Zaten boyu da yerinde olsa; şuan ya Braga ya da Porto (örnek olarak değil, cidden oranın scoutlarına takıldı) formasını giyiyordu… Ancak Erhan da Furkan’ın yanında Mertesacker sayılmaz. Arada öyle bir handikap da yok. Bunun yanında Erhan daha çok “topa güdümlü” bir savunmacı iken, Furkan’ın taktik savunması kademe ve pozisyon anlamında kesinlikle daha üst düzeydir. Ayrıca Atınç’la yaklaşık 40 maç oynamışlığı var yanana, öyle bir alışkanlık da söz konusuydu. Sözü özü, Furkan’ı oynatmak daha az riskti…Bu maçta Rıdvan’ın yeniden sağbekte olması, bugünkü “genç akımın” sadece göstermelik olduğunu kanıtlıyordu bence… Zira, Rıdvan’ın bir sağ bek olamayacağı; daha A2 maçlarından belliydi. Bugün de çok alakasız yerlerde, gereksiz topla sevişmeleri sonucu rakibe kontra atak şansları sundu. Ters kademelerde, fizik olarak yetersiz kaldı; iki net ortanın ikisinde de Popov ve Olcan kafaları vurdu. Son 10 dakika Hilbert beke geçmese, Popov’un golüyle maç 1-0 bitebilirdi…

Rıdvan’dan verim alınmak isteniyorsa, açıkta yani ortasahanın kenarında kullanılmalı. Ki, orası için de çok ideal bir oyuncuymuş gibi gelmiyor bana; gelişime açık görünse de, zihin olarak kapalı sanki… İkinci hayal kırıklığım, Oğuz Ceylan gibi sadece benim değil, bir adet bile olsa A2 maçı izleyebilmiş hemen herkesin gözünde tüttüğü bir sağbekin, süre alamadan sezonu kapatması oldu.

Bir de Cumali seçimini beklerdim Aurelio'nun yerine, 5 yemezdik herhalde… Cumali, defansif ortasaha olarak önümüzdeki sezonun alternatifleri arasında kalabilecek düzeyde mi, en azından bir görür, test ederdik… Atınç’ı ettik mesela 2 maçtır; şu haliyle bile “Egemen’lere falan gerek yok” dedirtiyor. Yani, A Takım için erken olduğunu düşünen bana bile dedirtiyor… Bugün Erhan’la nüfus kağıtlarını değiştirseler, inanırdım. Atınç; 82 doğumlu, tecrübeli, yerini, pozisyonunu biliyor… Yanındaki çocuğun açıklarını kapatıyor… “Akıl her şeyden hızlıdır” prensibiyle, kolay kolay çalım yemiyor, oyundan düşmüyor… Erhan ise 93’lü, daha genç… İleride belki olur…Onur’un oynatılmasına bir şey diyemem; bana göre vasat üstüydü. Kopuk ve hatları her zamanki gibi uzak olan takım içersinde sivrilemedi… Zaten bir tek Necip sivriliyordu oyunun başlarında; hem Vieira, hem de Iniestası gibiydi Beşiktaş’ın. Ama tekme linçine maruz kaldı, ve haklı olarak biraz saklanarak oynamaya başladı… Bugün Volkan da daha fazla süreyi hak edenlerdendi. Şampiyon Galatasaray A2 takımını neredeyse tek başına sürklase eden adamdı, ancak 7 dakika görünebildi… Zaten oyuncu değişiklikleriyle giren oyuncular, “genç dediniz, alın oynatıyoruz” mantığından başka bir şey değildi. Kesinlikle bir plan, gelecek için denemeler yoktu. Tamamen “neme lazımcılık”la 0-0’a maç bağlandı…

Bu neme lazımcılık politikasının üzerine çok fazla transfer yapmamak, para harcamamak gerek. O nedenle, umarım Lig TV’de geçen “Forlan yalan oldu” haberi doğrudur… Eldeki kadroya maliyetsiz birkaç yerli; Ferrari’nin sakatlanmayanından bir stoper, yeterli. Sağbekten de vazgeçtim, Hilbert iyidir. Zaten öndeki kontenjandan dolayı yine yerli oynatılacak orada çoğunlukla… Sonrasında ne olacağına bakılır. Yoksa işler daha da karmaşık bir hal alacak. Yeni yıldızlarla birlikte hedef çıtasını tavana koymaya hiç gerek yok...

G.Antep Maçı Öncesi Beşiktaş A1.5

Bursa maçında böyle başlık atmıştık ama kısmet olmadı… Ancak bu seferki “gençleri görme” umudumuz daha bir kesinlik kazanarak hayata geçecek. Malum, zaten doğru dürüst futbolcu kalmadı takımda; ya maça çıkılmayacak, ya da genç oyuncu ağırlıklı olacak mecburen…

Sivok da hafta boyunca antrenmanlara katılmadı, muhtemelen A2 defansını olduğu gibi göreceğiz bu maçla… Keşke biraz daha düşük kalitede ve hedefsiz bir takım denk gelseydi son haftaya. En iyi hücum yapan Anadolu takımlarından birine, ellerinde 3.lük hedefi varken genç ağırlı oynamak riskli olacak… Benim için skorun hiçbir önemi yok da, hayatında ilk resmi maçını Porto’ya karşı oynayıp; daha Süper Lig beki görmeden, Dünya Kupası’nda yarı final oynamış Alvaro Pereira’nın karşısında 10 dakikada fırsat bulan Ali Kuçik’e ‘topçu değil’ muamelesi yapabilen bir camiayız genel olarak. Tek korkum, bu oyuncuların kendilerini yanlış ifade etmeleri, o kadar…Geçen hafta Atınç ve Rıdvan’ın kullanıldığı gibi; genel olarak takım yapısı bozulmadan, birer-ikişer genç yerleştirip, ne yapabileceklerini görmek daha sağlıklıdır aslında. Hedeften uzaklaşıldığı anda, lig maçlarını bu şekilde geçiştirmeliydik; ama son iki haftaya sıkıştı her şey… Olsun, fırsat fırsattır. Ben yine de böyle bir takımın başa baş oynayacağını tahmin ediyorum…

Dediğim gibi; defans A2 defansı olacak muhtemelen. Ama madem İsmail idmanlara katılıyor, onu solbeke koyup; Doğukan’ı önde oynatmak daha akıllıca olurdu. Doğukan’ın geleceğini, 4-4-2, 4-2-3-1 gibi sistemlerinin sol kanadında daha parlak görüyorum. Galatasaray’la oynanan A2 derbisinde de o bölgedeydi ve maçı koparan isimlerden biriydi. Penaltı yaptırdı vesaire… Topla çabuk süratlenen, ve ceza sahasına “pas atan” bir isimdir kendisi. Aslında Caner’i solbekte görmek isterdim ama antrenmanlarda gözükmüyor…

Bobo oynar diyordum ama evini taşımaya başlamış, son idmanlarda da yer almamış zaten. Bu durumda elde A2 seçimleri dışında forvet de kalmıyor… Mertcan da Volkan da orjin olarak santrafor değiller ama orada oynadıkları oldu sezon içersinde. Mertcan sırtı dönük oynamada Volkan’a nazaran daha başarılı bir isim. Ama burada sırtını döneceği stoperler Emre Güngör, Yalçın, Dany gibi adamlar olacak… O yüzden, onun sırtı dönük oyunu şimdilik sökmez gibi. Volkan daha akıcı oynayan, aralara koşu yapan ve ayağı düzgün bir isim. Normalde forvet arkası ya da kanattır ama, en uçta da oynar…Sağ forvete Hilbert’i koydum, adam halen çalışıyor antrenmanlarda… Ayıp olur oynatılmaza. Hem, biraz daha denge unsuru olur hem de Doğukan’ın ortalarına cevap oluşturur arka direkten. Ortasaha, Sergen Yalçın’ın A2 ortasahası… Orhan Gülle, Onur’un yerinde daha sık oynuyordu ama; bu oyuncular da birbirini tanıyor. Özellikle Cumali-Necip ikilisinin, epey bi' uzun süre kol kola yardırmışlığı vardır…

Oğuz – Furkan – Atınç, beraber herhalde 50 maça yakın oynamışlardır. Bu alt yaş kategorisi için fazlasıyla uçuk bir rakam… Böyle olağanüstü durumlarda da önem arz ediyor; tecrübe açıklarını “alışkanlıklarıyla” bir nebze kapatacaklardır. Sene başından bu yana sağbekte değerlendirilmesini beklediğim Oğuz’u, Olcan’ın karşısında sıkı ve güzel bir sınav bekliyor. Büyük sınavların ödülü de büyük olur…

Cenk de sakatmış, kalede yine Rüştü olur herhalde. Anladığım kadarıyla Hakan gönderiliyor; tıpkı Erhan gibi o da göstermelik olarak kadroda, oynatılmaz gibi geliyor... Muhammed (Onur), Rıdvan (Doğukan), Mertcan (Volkan) değişiklikleri olur maçın ilerleyen dakikalarında… ‘Hadi hayırlısı’ diyoruz bakalım. Ne olursa olsun, benim için sezonun en ilgi çeken maçıdır…


20 Mayıs 2011

İyisiyle Kötüsüyle

Kurtuluş Savaşı zamanında değişmesi gereken çok şey vardı. Hem işgalden kurtulmak, hem de kalıplaşmış bazı şeylerde devrim yapmak gerekiyordu… Halkın kafasını karıştırmamak için, çok iyi bir stratejiyle önce birlik beraberlik kurulup; işgalden kafa kaldırıldı, sonra devrimler yapıldı…

Şöyle sezona ufak bir dönüş yapıyorum; Beşiktaş en başta bu sıralamayı doğru yapamadı galiba… Her şeye rağmen Schuster güzel tercihti, oynatmak istediği oyunu sevdik; geldi diye de pişman değilim. Ancak bunun yanında “isimli” transferler, aynı zamanda hedef çıtasını da yükseltti; hem Beşiktaşlı’nın, hem de takımın kafasını karıştırdı… Raul'ların, Robinho'ların havada uçuştuğu dönemde, Beşiktaşlı'nın Bobo'ya küfretmeye başladığı daha ilk günlerden bu tehlike çanları çalınıyordu aslında. Buna hem yöneticiler, hem de medya dur demedi; aksine işler daha da körüklendi. Hem taarruz, hem devrim aynı anda gitmedi sanki...Beşiktaş’ın iç sahada çok başarılı olduğu sezonlara bakın; kadro olarak bir beklentisi bulunmayan, ancak taraftarın takımıyla birlikte “zoru başarma” güdümlemesiyle hareket ettiği, “gel bu sene son verelim dertlere” dediği günlerdi… Mustafa Denizli’nin ilk yılında, Tigana’nın Kezman’ın golüyle şampiyonluğu kaçırdığı sezonda olduğu gibi.

Sanki sene başında beklenti yükseltilemese; yabancı transferinde de genç ve takım oyuncularına yönelip, hem alt yapıdan hem de gurbetten gelen yerlilerle bir karma yapılsa; “yakın zamanda geliyoruz, ama şimdi değil…” gibi bir akımla, Schuster’in yerleştirmeye çalıştığı devrimler gerçekleşseydi ve bugün eksik kalan yerlere, hedefi büyültecek isimler alınmaya başlansaydı daha güzel olurdu sanki…

Sonuç olarak durum garip bir yere gitti. Bugün de, ilk günlerin coşkusunda bir maçla sezon resmi olarak sonlandı; Beşiktaş 5.liğe sabitlendi… İyisiyle, kötüyle bir sezon daha geçti. Gündüz saatlerinde takımda kalacağı kesinleşen Tayfur Hoca için “seneye şöyle oynatma” diyebileceğimiz bir veri de yok elde. Bekleyip görelim, hayırlısı olsun… Ama bana bu seneye de iyi bir planlamayla giriliyormuş gibi gelmiyor. Yine de “bekleyelim”, karamsarlık bir şey kazandırmaz insana sonuçta…

Maçla ilgili söylenecek çok şey bulamıyorum. Geçmişte söylenenlerle aynı; Fernandes bu takımın bünyesinde kalmalı düşüncesindeyim. Görülüyor ki, “sen bu takımın adamısın!” havasını yiyince daha da iyi oynamaya ve işini sıkı tutmaya başlıyor. Beşiktaş tarihinde her hangi bir ortasaha oyuncusundan (net ortasahalardan ama; Sergen falan demeyin) böyle bir slalom golü görmüş müdür?

Necip, benim için takımın en değerli, iyi oyununu en normal karşılayacağım oyunculardan biri… O yüzden ona, bu maçın özelinde de söyleyecek söz bulamıyorum. Hemen her maç net ve istikrarlı oynuyor. Hücuma bindirmelerine de yavaş yavaş ısınıyor, yakında “al-ver”ler sonucu gol bulacaktır mutlaka…Henüz bu kategori için çok genç ve tecrübesiz olmasına rağmen, “A2’den oyuncu yazarken, elinizi korkak alıştırmayın” dedi Atınç performansıyla… Diyelim bu Atınç değildi de, gelecek sene için transfer edilmiş, özel bir izinle bu maçta oynatılmasına izin verilmiş bir yerliydi… Ne denir? Nokta transfer…

Rıdvan benim için bir sağbek değildir, zaten sakatlığından sonra o bölgede 1 dk oynamadı… Bugün yine (direkten dönen pozisyon başta olmak üzere) kademe hataları yaptı. Gereksiz şekilde önde pres uyguladı, zamanı olmasına rağmen alanına dönmedi vesaire… Dikkat çektiği konular sabit; topla güzel driplingleri… O yüzden, oynarsa kanat oynamalıdır bence. Alttan bir sağbek çıkacaksa o da Oğuz’dur. Antep’te oynarsa farklı görür, daha detaylı konuşuruz… Bugün yine sık sık yere kapaklanan Ekrem'i değil de, Caner' Turp'u sol bekte görsek; küme falan düşmezdik herhalde?

Guti kafasındaki belirsizliği atmış belli ki… Bugün, ilk yarıdaki performansına yakın bir oyun; ya da yakın bir “arzu” ile oynadı diyebiliriz. Ancak kendisi ideal bir 4-2-3-1 on numarası değildir. Kalacaksa (ki öyle görünüyor) sezon başında olduğu gibi, hatları birbirine yakın olan 4-3-3’ün içersinde kullanabilinir. Keza Fernandes de, gelecekse Forlan da; bu yapıya daha uygun oyunculardır…

“Simao – Quaresma ne olacak?” şeklindeki sorulara, ben de “58 resmi maç!” diye cevap verebilirim… Aşağı yukarı yine bu rakamı bulacak Beşiktaş gelecek yıl da. 25’i Quaresma’ya, 33’ü Simao’ya yazılır… Zaten gelecek yıl ideal bir takım düşünülüyorsa; mutlaka sağbeke ve stopere yabancı yazılmalıdır en başta. Bu da, Necip haricinde ilerideki 6’lıda bir yerli gereksinimini daha ortaya koyuyor. Yani bir tarafta Quaresma ya da Simao varken; diğer bölgede yerli bir uzak forvet şart. Pektemek güzel olur… “Holosko karşılığında bir miktar parayla birlikte İskender’i versinler” önerim de sürmekte. Ali Kuçik’le buradaki rotasyon tamamlanır…

Neyse, sezon öncesi plan yazma hevesim kabardı; onu ayrı bir konuda toparlarız…


17 Mayıs 2011

Lecce’nin Çocuğu Fabrizio Miccoli

Birkaç hafta önce; Lecce’ye attığı harika frikik sonrası, dünya üzerinde gole sevinmeyen tek Palermolu Miccoli’ydi herhalde… Lecce’de doğmuş, büyümüş ve halen evini o memleketten ayırmamış, damardan bir Lecceli’ydi kendisi… Biz taktiksel anlamda sansak da, o maçın ikinci yarısına başlayamamasının sebebi de; ağlamaktan top oynayacak halinin kalmamasıymış.

Dün, kendince diyet ödeyeceği bir fırsat vardı elinde. Lecce ile küme düşme mücadelesi veren Sampdoria, evinde Palermo’yu ağırlıyordu. Palermo hafta içinde finale çıkmış, ligde kontağı iyice kapatmıştı… Ancak Miccoli için bu maçın yeri ayırdı; “Lecce için, Sampdoria karşısında elimden geleni yapacağım” demişti öncesindeki demeçlerle…Sözünü tuttu, dün Sampdoria’ya atılan ilk golün sahibiydi. Sonrasında Biabiany faulle karışık bir gol atsa da, Pinilla fişi çekti; Sampdoria düştü… Bununla beraber Lecce, Cesena ve Parma için mini şampiyonluk kutlamaları başladı.

Sampdoria, Şampiyonlar Ligi elemeleriyle başladığı sezonda küme düştü… Geçen yıl bu dönemler, bu kez Sampdoria Sicilya’ya gidiyor ve “Şampiyonlar Ligi’nin son vizesini alma” maçına çıkıyordu. O maçı kaybeden Palermo, bir bakıma rövanşı da almış oldu…

Juventus çok büyük ihtimalle (düşen Sampdoria gidip, Roma’yı yenmezse) seneye Avrupa’da olamayacak… Yine harcanan paralar, yine hüsranla biten bir sezon daha. Napoli ise bu hafta Şampiyonlar Ligi’ne direkt katılmayı garantiledi, onlarda da mini şampiyonluk havası vardı… Son bilet; Udinese – Lazio arasında olacak. Son hafta evinde şampiyon Milan’la oynayacak Udinese için beraberlik yeterli sonuç… Genel olarak, herkes hak ettiği yerde diyebiliriz sanki bu sezon Serie A için…

Mete Düzgün

Evet, bu da oldu. Hakkında satırlar karalamadığımız bir U13 kategorisi kalmıştı… Dünya Kupası Finali’nde, Zidane kafaları Brezilya’ya atarken; maç öncesinde sara krizi geçirdiğini ancak yıllar sonra belgesellerde öğrendiğimiz Ronaldo için “bugün top, mop oynamadın be reis…” sitemlerini ederken, bu çocuklar daha yeni doğmuştu muhtemelen. Şimdi ise içlerinden, büyümüş de futbolcu olmuş birini analiz ediyoruz, zaman işte…
Fizik ve taktik futbola önem verme işi, Beşiktaş Alt Yapısı’nın iliklerine kadar işlemiş; harika bir devrim sayılır esasında bu durum… Nitekim Beşiktaş U13 takımından bazı belli başlı oyuncuları, alıp bir U17 takımına koysan dikkat çekmezler. Mete Düzgün de onlardan biri…Aslında takım olarak, bu kategori içersinde uzaylı kalmış gibiler. Bugün futbol ekranındaki boşluktan istifade edip, Beşiktaş – Tepecik maçını izledim BJK TV’den. Rakibin de zayıf olmasıyla, bizimkiler işi iyice Alman kaleye çevirmişti; rakip yarı sahasından ayrılmıyorlardı… Belki 20 olacak maç, 7-0’da kalmış. Biz bu maçı izlerken, onlar yine Fulya’da Güngören BLD’ ye 4 gol atmakla meşgullermiş; onu da sonradan resmi sitede gördüm…

Abdullah Karaduman gibi, dikkat çekilecek birçok oyuncu var. Ama benim radarım daha çok Mete Düzgün tarafına kaydı gibi… Daha önce de birkaç maçına denk geldim, bugün sakatlanıp 2. yarıya çıkmasa da emin oldum; evet evet! U13’deki mirim Mete’dir…

Erkutgillerden; sarı saçlı, solak, 10 numara, kanat, forvet karışımı bir çocuk. Ama, blogun sağlam yorumcularından “rivaldo’nun” da dikkat çektiği üzere; Mete’nin belirgin bir farkı mevcut… O da; direk kaleye yönelmesi ve sonuç odaklı oynamasıdır.

Gayet yetenekli olmasına rağmen topla sevişmiyor, direkt olarak önünü açmaya yeltenip; kaleyi bulmaya çalışıyor… Ronaldo’nun, Ferguson’la birlikte yaşadığı evrimi; bu çocuk 13’ünde bulmuş yani bir bakıma… Yeteneğini, skor gücüne yansıtıyor. Zaten kendi yaş kategorisinde “krallığı” varmış…

Yine yaşına rağmen çok güçlü fiziği ve iyi şutları var. Yine yorumcu rivaldo onu C.Ronaldo’ya benzetse de (birebir değil tabi, futbol karakteri bakımından kafanızda bir şekil belirsin diye) ben daha bir sol ayaklısını ve tip olarak benzeyenini buldum; korkmayın soldaki değil, o kadar uçmuyorum. Sağdaki, yani Yeste… Aslında, yine yukarıda belirtilen özellikleriyle soldakine de benzemiyor değil...

Erken, çok erken tabi… Ama benim için futbolu konuşmanın, yazmanının zamanı yok. Hissetmem yeter; bu çocuk normal şarlarda önemli bir futbolcu olacak, hissediyorum. Allah yolunu açık etsin…

İstikbal Göklerde: Atınç Nukan

13 yaşından beri Beşiktaş bünyesinde olan Atınç; A2 kategorisinde bile yeniyken Mustafa Denizli döneminde A Takım’a çıkma başarısı göstermiş, hatta Rıdvan’ın sakatlığı sonrası Manisaspor karşısında şans bulmuştu… Hem o performansını, hem de yine aynı dönemde İnönü’de oynanan bir A2 maçını canlı izleme fırsatını yakalamış biri olaraktan; Atınç’ın o dönemden, bu zamana kadar “kendini en hızlı geliştiren” oyuncuların başını çektiğini söyleyebilirim…

Herkes gibi, benim de ilk dikkatimi çeken 2 metreye yakın (sanırım 1.96 tam olarak) olan boyuydu. Boyuna ve daha çok genç sayılacak yaşına rağmen; vücut anatomisi de asla dengesiz durmuyordu. Gelişmeye ve zamanla van Buyten olmaya elverişli sanki… Zaten bu konu da, “yol aldığı” özellikleri arasındadır geçen seneye göre.

Ancak asıl üzerinde durulması gereken özellikleri; sakinlik, önsezi ve harika pozisyon alışlarıdır bana göre… Bunların yanında topu oyuna sokma konusunda başarılı. Belki en yakına oynuyor genellikle, ama hatasız oluyor… Mesela Sivok’ta en sevmediğim özelliktir; fantezi uzun top denemeleri. Bana göre bir stoper; beklerine veya geriye yanaşan ortasahaya topu aktarmalı, bunu prensip edinmelidir. Atınç doğruyu yapıyor…

Atınç’ın eksik olduğu konu, açık alanda birebirde zorlanacak derecede “ağır” oluşudur belki… Ama sağlıklı bir takım savunmasında; hem birebir kalma şansı düşer, hem de böyle durumlarda yine pozisyonunu savunup, ayakta kalarak arkadaşları için zaman kazandırır. Günümüzde “çabukluk” sadece bir “ek değerdir” stoperler için, ana değerler ise yukarıda saydığımız şeyler; fizik, önsezi, pozisyon (ve kademe) alma, sakinlik… Yukarıda adı geçen van Buyten veya Vidic gibi isimler de çabuk sayılmaz… Ama iyi bir alan savunmasının içersinde, korkulu rüya olabiliyorlar. “Savunma artık adamlara değil, alanlara göre yapılır” lafını sık sık duymaya başladık. Belki de Türk futbolu için en faydalı klişe cümle bu olacaktır… Geç oldu ama nihayet artık bu konuda yol alıyoruz.

Hatırlanacağı üzere, bir aralar Beşiktaş savunmasında Erman Güraçar ve Ümit Bozkurt vardı aynı anda. Bıraksan, 100 metreyi 10 saniyeye yakın koşarlardı. Ama iş futbola gelince, her Şampiyonlar Ligi deplasmanları hentbol maçına dönmüştü hatırlanacağı üzere… O zamanlar bizde halen “adamı savunan” stoperler iş görüyordu, Avrupa ise çoktan alan savunmasına geçmişti…

Yine Boliç’in bir anısı vardır. İlk Valencia deplasmanı şöyle anlatır: “Maça başladı, bir baktım etrafımda hiç beni marke eden adam yok… Sürekli boş kalıyorum. ‘Oh ne güzelmiş burası yaa” diye düşünmeye başladım. Derken top geldi, bir baktım önümde 3-4 adam… Her topu alışımda aynı şekilde, süreli önümdeki alanı kapatıyor; nefes aldırmıyorlar. Kâbus gibi bir maçtı…”

Bu sene BJK TV’nin de maçları vermesiyle, daha sık A2 maçı izler olduk. A2’deki çocuklar, ideal kadrosuyla sahadayken; gayet ortasahaya yakın derecede önde ve mevkileri birbirine yakın tutarak oynuyorlardı. Atınç da bu takım savunmasının içersinde çok önemli bir dişli vazifesini görüyordu… Rakibe adam akıllı şut attırmadıkları maçlar bile vardır. Özellikle tesislerde oynanan, iyi zemin üzerindeki maçlarda…Yaşı henüz 18, üst düzeyde “kalıcı şekilde” düşünülmesi için zamanı var elbette. Artık savunmacıların üst düzey futbola girmesi de çıkması da geç oluyor… Ancak şuana kadarki görüntüsü çok çok iyi… Yaşına göre fizik ve taktik savunma açısından çok gelişmiş durumda. Zaten o fiziğiyle bile, mutlaka gelecekte iyi yerlere gelmesi muhtemelken; buna pozisyon bilgisini de eklerse “stoper” denince akla düşecek, önemli isimlerin arasına girer.

Biliyorsunuz, belki Atınç’ın şuan ki hali kadar bile “taktik savunmadan” bihaber olan Gökhan Zan, yıllarca fiziği ve sakinliğiyle ekmek yedi, halen daha yemeye devam ediyor... Özellikle ligimizin daha çok uzun topa ve kenar ortalara bağlı bir yapıda olduğunu düşürsek; savunma için genellikle istikbal göklerde oluyor… Bu bağlamda da Atınç, hava kuvvetlerinde zamanla rütbe alarak gelecektir diye düşünüyorum. Cezası bitti, Eskişehir maçında şans bulması fazlasıyla muhtemel… Performansı ne olursa olsun, net yargılar koymaktan kaçınmak lazım. Sadece bu çocukları izleyelim, tat alalım, gelecek için umutlanalım...

Kupa Reyisi Fernandes

Canavar gibi final oldu… Simao son penaltıyı gol yapınca; üstümden tren geçmiş fakat sağ kurtulmuş gibi hissettim kendimi. En son bu duyguyu, Çukurca’dan teskereyi alınca hissetmiştim sanırım… Hararetli bir maç oldu; o hararet hepimize yansımıştır eminim. Hatta bu enerjiden elektronik ahalisi de etkilenmiş olacak ki; odamda da garip bir yanık kokusu var, maç anında başladı hala gitmedi. Hangi aletten geliyor çözemedim, neyse…


Beklenen bir 11 sahadaydı ancak, aynı ölçüde beklenti duyduğumuz Beşiktaş baskısını pek göremedik başlarda… Yine 3’lü gruplar halinde dağılmıştı takım; savunmacılar, orta sahacılar, hücumcular şeklinde. Öndeki grup arkaya, ne de arkadaki grup öne yaklaşıyordu. Bek bindirmelerini bile nadiren gördük… Aslında Schuster zamanındaki öne çıkan çizgi savunma bu bağlamda iyi oluyordu. Çünkü arkayı öne çekmek, öndeki oyunculara savunma adabını öğretmekten daha kolaydı… Her zaman yinelemişimdir, o dönemdeki hatalar ortasaha tercihleriydi…

Bugün ortasaha tercihleri yerinde olmasına rağmen kopukluk sürüyordu. Yukarıda bahsedilen nedenlerin yanında; Guti’nin bu maçta da fizik olarak hiç iyi bir görüntü vermemesi etken oldu… Onun geriye yanaşıp pas trafiğine katılması, birçok şeyi değiştirebilirdi. Bugün 105 dakika sahada kalmasına rağmen, topa en az dokunduğu maçı geride bırakmış olabilir…

Guti’den beklediği performansı alamayan Beşiktaş, Fernandes’le ayakta kaldı… Bugün Fernandes’in harika oyunu “denge” unsuru oldu. Savunma önünden aldığı topları yönlendirmesi dışında, bulunan iki golün de asisti ondan geldi… İlkinde, nadiren topsuz oyun koşuşu yapan Quaresma’yı harika gördü; görmekle kalmadı, topu ağzının içine attı… Ama o ağzına atılan topu, nefis bir göğüs kontrolüyle gol yapmak da ayrı marifettir. Zaten gol, vuruştan önce o göğüs kontrolüyle geldi diyebilirim…

İskender Alın’ın yarattığı sıkıntılar (sayılmayan gol dahil olmak üzere) dışında, çok fazla pozisyon vermedi Beşiktaş ilk yarıda. Yeri gelmişken İskender’e değineyim; bu adamın yedek kalmasını pek anlayamıyorum. Bana göre Burak’tan sonra, ligin en iyi yerli uzak forveti… Belli ki Holosko’yu sevdiler. Kupadan da finale çıkarak yaklaşık 2.5 milyon Euro gibi bir gelir elde etmişler. O parayı + İskender’i rica edelim, Holosko’yu verelim derim… Mimlendikten sonra tekrar kendini ispat etmesi zor olabilir Holosko’nun buralarda…


İkinci yarıda, Guti başta olmak üzere fiziki bir düşüş yaşandı. Bununla beraber İBB oldukça baskın olmaya başladı… Penaltı, sonrasında Rüştü’nün koltuk altından topu geçirme “tecrübesiyle” durum 2-1’e geldi… Sanırım her neyi yaktıysak, bu dakika olmuştur… Beşiktaş’ta ciddi bir çöküş yaşanıyor, bu gole cevap verme umudu pek taşınmıyordu. Neyse ki bir duran top kazanıldı; Fernandes öldürücü yere kesti ve Sivok; “en sevindiğim goller listesine” adını ekledi…

Tayfur Hoca’nın bu dakikadan sonra “fişi çekmesi” gerekirdi diye düşünüyorum. Hilbert – Ekrem, Guti – Onur değişiklikleriyle takım dinamizm kazanabilir; Onur Almeida’nın indirdiği toplara daha yakın olabilir, Hilbert’le de hem savunma daha güvence altına alınır; hem de İBB’nin çok kötü savunduğu sol tarafı daha sık geçilebilirdi… Ama o hamleler çok geç kaldı, hatta yapılmadı bile kabul edilebilinir…

İBB’nin maçı çevirme adına gösterdiği eforun yan etkileri, uzatma dakikalarında kendini göstermeye başladı. Israrla oyundan alınmayan Guti’yi ekranda bile göremememize rağmen; Beşiktaş yeniden bir baskı kuruyordu… Daha ilk 5 dakikada, 3 adet gollük şut çıktı. İkisinde Hasagiç inanılmaz çıkardı… Diğer uzatmada ise her iki takım da penaltılara razı gibiydi; bir tek Fernandes’in işi bitirme niyeti vardı ama yeterli olmadı…

Penaltılar; Almeida vurmuş gol olmuş, ben topu görmedim –şahitlerim var-. İkinci penaltıda Fernandes topu tavana takınca, “kupa reyisi” apoletini takmıştı benim için… Aurelio, eminim Hasagiç’le birlikte “kaçırır lan bu!!” diyenleri de terse yatırmıştır… 4. penaltıda ise halen avantaj Beşiktaş’tayken Hilbert topun başına geldi. En iyi penaltıcının 5. sırada olmasını pek anlamam. Simao 4.’yü atsa, iş 5. atışlara kalmayacaktı belki de… Neyse, rakibin direkten dönen topu yerine; Simao’nun golüyle çıldırmış olduk, o bakımdan iyi oldu…

Cigano çetesinin penaltı golleriyle kupanın gelmesi manidar oldu. Almeida’nın sevinci muazzamdı… Takımı kısa sürede bu kadar benimsemeleri güzel. Seneye umarım daha iyi bir takım yapısı kurulur da; bu ağabeylerimizden daha etkin bir verim elde ederiz… Bu yapıyı oluştururken, Guti’yi artık düşünmemek lazım. Bu maç performansı ya da bir önceki maçta stadı terk edişinden bağımsız olarak; Los Angeles teklifi herkes için fırsattır. Guti’yle bir yıl daha gitmez, ayrıca hiçbir sisteme gözü kapalı yazılamaz şu haliyle maalesef…

Bobo da gideceğini açıklamış. Malumun ilanı oldu, ama yine de insanın içini hüzün kaplıyor… Çok uzun bir süredir vardı, çok da temiz adamdı, başarısını söylemeye gerek yok sanırım. Nitekim çocuk twitterda paylaştığı soldaki fotoğrafla başarısını gözümüze sokuyor, altına “bu 4. oldu!!!” diye not düşerek. Belki de en az katkısının olduğu kupa budur, Mersin maçı dışında pek gözükmedi. Olsun ruhu yeter, öncekilere sayarız…. Kazara da olsa, Beşiktaş’ın scout modeli kokan tek transferiydi belki de. Ve tutmuştu… Yolu açık olsun.

Finali başarıyla atlattık, yoksa ligin son iki haftasında bütünlemeye kalıyorduk malum… İşin yoksa Antep’i yen, ondan önce puan kaybetmesini bekle… Moral çöküntüsü yaşayacak bir takımın bunu başarması çok zordu. Şimdi kalan 2 maçta bizim çocukları göreceğiz, Tayfur Hoca da teyit etti; “zaman bu zamandır, düşündüğüm bütün gençleri oynayacağım” dedi, bakalım…

Belki bazı insanlar Avrupa Ligi’ni dış kapının mandalı olarak görebilir, ama benim için çok önemliydi. Beşiktaş’ın bir seneyi boş geçmesi demek; 5 sene süreyle o puansız yılının acısını “UEFA sıralamasında” çekmesi demek olacaktı… Hem gruplarda, hem de elemelerde işler zorlaşacaktı. Ayrıca; “vermedi İtalyan!!!” falan demeden bir sezon geçmez…

Teşekkürler Beşiktaş.


Not: Blogspot'tan kaynaklanan bir sorun nedeniyle son yazılar silindi; tekrar ekledim. Ancak yorum kısımları geri gelmemiş oldu. Bizden kaynaklanmayan (hep bunu yapmak istemişimdir, Alman rejisi yüzünden hep bunlar : ) sorun nedeniyle özür dileriz...

Bir Zamanlar Mağlup Ama Gururlu

Palermo her zaman için eksantrik bir takımdır ancak bu sene başına gelenler, önceki yıllarını kesinlikle gölgede bırakmıştır… Şüphesiz en tuhaf olay; sezon içinde kovulan bir hocanın, yeniden “aynı sezon içersinde” takımın başına geçmesiydi… Hatırlanacağı üzere, Udinese’nin klasik deplasman sapkınlarına maruz kalan Palermo; Sicilya’da 7 gol yemiş ve maçın hemen ardından başkan “bu akşam hocayla görüşeceğim, takımda kalması için bana Meryem Ana’nın gözükmesi lazım…” demiş, ardından Meryem Ana teşrif etmemiş olacak ki; Delio Rossi’nin görevine son verilmişti…Ara ara burada Palermo analizleri sunmuş; stoperlerin (özellikle Kjaer’in yerine alınan Arjantinli Munoz’un) arızalı olduğunu ve şuan için herhangi bir hocanın bu sorunu gideremeyeceğini savunmuştuk… Delio Rossi, bu sorunu “gol atarak” gidermeye çalışıyor; en azından Palermolular’a lezzetli bir takım sunuyordu. Ancak Cassani başta olmak üzere, eli yüzü düzgün adamların da Udinese maçında olmaması, kaçınılmaz sonu getirmişti.

Rossi’nin yerine gelen Cosmi’nin yaptığı ilk iş; savunmayı 5’lemek oluyor ve Palermo artık hücumda da etkisiz bir takım halini alıyordu… Sonuç olarak, yine Palermo genelde kaybediyor; kaybederken belki eskisi kadar fark yemiyor ama kazanma şansı da çok düşük oluyordu… Derken, bir de Sicilya Derbisi'nde Catania tokadı geliyor ve eski hoca Rossi “hacı sen iyiydin yine yaa!” mantığıyla yeniden takımın başına geçiriliyordu…Palermo, eski hocası Delio Rossi’ye yine bir saçmalıkla “hoş geldin” partisi sunuyor, 2-0 götürdüğü Cesena maçını 90+larda yediği 2 golle berabere sonlandırıyordu… Bir önceki Palermo hayatından dersler çıkaran Rossi’nin, ilk icraatı Munoz’u kesmek ve Goian – Bovo tandemini sabitlemek oluyordu. Goian’ın etkileyici performansıyla, Palermo yeniden kazanan takıma dönüşüyor ve Palermo’ya artık kazanmak için sadece iki (!) gol yetiyordu…

Dün akşam da onlardan biri oldu. 2-2’nin rövanşında Palermo’ya golsüz beraberliğin yaraması ve Milan’ın yemeden atacağı bir gole ihtiyaç duyması nedeniyle; maç 63. dakikaya kadar kilitlendi. Migliaccio’nun golüyle maçta dengeler karıştı, Milan Ibrahimovic’i sahaya sürerek yüklenmeye başladı…Çok geçmeden, “kontra ve Pastore” unsurları birleşince harika bir ara pası çıktı ve Van Bommel son adamı ceza sahasında düşürdüğü için penaltı-kırmızı kart ile cezalandırıldı. Duran toplar konusunda "Hierro model" bir stoper olan Bovo kaleciyi terse yatırdığında, sanki sahadaki takım Palermo değilmişçesine “bu iş bitti!” dedik… Ama aynı Bovo, bir dakika sonra kırmızı görerek sahadaki oyuncu adedini eşitledi. Bu çok sorun değildi belki ama; asıl sorun Bovo’nun yerine oyuna girecek olan isimdeydi: Munoz.

Munoz yine “sadece” omuz, kol, kalça koyarak hiç yerinden sıçramadan savunma yapmaya kalktı. Neyse ki Goian bu aralar çok formdaydı ve her hava topunu karşıladı… Ibrahimovic’in bağıra bağıra gelen golünde, dakikalar 90+2’yi gösteriyordu. Maç 5 dakika uzamıştı ve bu süre, Palermo’nun maçı geri vermesi için yeterli bir zamandı… Nitekim, ceza sahasına doldurulan bir topta Munoz, Ibra’nın beline hafif dokundu; Ibra uçtu… Hakem penaltı çalabilirdi, neyse ki Renzo Barbera’da Sicilya’nın yarısı toplanmıştı… Maç 2-1 sonlandı ve Palermo 32 yıl sonra Coppa İtalia finaline çıktı… Kim bilir; belki de bir zamanların mağlup ama gurulu hocası Delio Rossi, Palermo tarihindeki “ilk” Coppa İtalia’yı kazandırarak; bu sezonun hikayesini daha da masalsı şekilde sonlandıracak…

Son notlar:
Stoperler belki yalan ama Palermo’nun iki beki de İtalya Milli Takımı’nda 11 oynamayı hak ediyor: Cassani ve Balzaretti…
Milan 2011 yılında 3 kez mağlup oldu; biri Tottenham, ikisi Palermo'ya...
Finalde, ligdeki sıralamasıyla zaten Şampiyonlar Ligi potasında olan Inter'in rakip olacağını düşünürsek; Palermo'nun önümüzdeki sezon Avrupa Ligi'nde olacağını söyleyebiliriz...

Eski Finaller Sonrası, Yeni Final Öncesi Beşiktaş

Hatırladığım ve Beşiktaş’ın taraflardan biri olduğu ilk final heyecanımı 93 yılında yaşadığımı söyleyebilirim… 1-0’ın rövanşında Beşiktaş, 2-0’dan 2-2 yapmış ama elenmişti. “Küçük Büyük Anlamlar” yazısında bahsi geçen “Feyyaz’ın gol yaptıktan sonra, top filelerden alıp santraya yürümesi” bu maçta yaşanmıştı… Lig TV’nin Quiz programında söylediğine göre; o golün Feyyaz için de anlamı farklıymış. Bülent’in dirseklerine çare olarak kickbox hocasından ders alıp, faydasını o gol öncesinde “gardını alarak” görmüş…

Onun dışında yine Galatasaray ve Kocaeli’ne karşı kaybedilen finaller olmak üzere, iki kez daha kupanın son anda gittiğine şahit oldum… Ancak, yaklaşık son 20 yıla baktığımızda; Beşiktaş’ın finale çıktığı vakit yüksek ihtimalle kupayı kazandığını görüyoruz. Benim şahit olduğum 5 kupa var, kronolojik sırayla;93/94: Alpay’ın golüyle kazanılan kupa. O yıl Beşiktaş çok kötü bir sezon geçirmişti. Bu o dönemin Beşiktaş’ı için alışılmışın dışında bir şeydi. Hem bu durum, hem de o dönemler alevli geçen Galatasaray rekabeti; bu kupayı çok değerli kılmıştı…

97/98: Şifo’nun röveşatayla gol attığı; Fevzi’nin kollarını açarak Hagi’nin penaltısını önlediği ve Beşiktaş’ın hiç penaltı kaçırmadan kazandığı kupa. İlk maç Beşiktaş çok iyi oynamış, 1-1 sonlanmıştı. Hatta Ertuğrul’un direkten dönen frikiğine İlker Yasin’in “direğin sesi Taksim’den duydu!” tepkisi vardır… Rövanşta aynı skorla bitmiş ve penaltılara kalınmıştı… Yine Beşiktaş’ın normal sezonda kötü gidip, Galatasaray’ın uçtuğu bir dönemdi. O nedenle değeri çok büyüktü…

05/06: Son kazanılan kupa sonrası iki kez final oynasa da, 8 senelik bir hasreti vardı Beşiktaş’ın. Ancak rakibinin hasreti daha büyüktü: Fenerbahçe… Normal süresi 2-2 bitmiş ve uzatmalarda Tümer’in güzel golüyle kupa kazanılmıştı. Tümer’in Beşiktaş formasıyla en çarpıcı performansı bu maçtır…

06/07: Hemen bir yıl sonra, yine takımın başında Tigana var ve yine kupa Beşiktaş’ın… Bu kez rakip, küme düşen Erciyes’ti. Normalde Fransa’da falan bu tip eşleşmeleri görürdük, o nedenle ilginçti… Uzatmalarda; Serdar Kurtuluş’un ortasına Bobo’nun cevabıyla, kupa Beşiktaş’ın olmuştu.

08/09: Bir hafta önce, bilindik yanlışlarla kaybedilen Fenerbahçe maçı sonrası; Mustafa Denizli ödevini çok iyi yapmış ve olabilecek en ideal takımla sahaya çıkmıştı. Sonuç 4-2… Holosko, Beşiktaş’taki en iyi uzak forvet oyununu sergilemiş, Bobo reyisliğini tescillemişti. Bu sonucun morali lige de yansıdı ve Beşiktaş çifte kupayla sezonu bitirdi…Bu kez rakip İBB… Şu ana kadar İBB ile oynanan 8 lig maçından, yalnızca 2’sinden galip ayrıldı Beşiktaş. Ama Noat Samisa’nın da blogda gayet detaylı değindiği üzere, hemen hemen hepsinde Beşiktaş’ın yanlış oyuncu seçimi ve dizilişlerle maça çıktığını hatırlarız… Ertuğrul Sağlam’ın Serdar Özkan’ı bildiğiniz “önlibero” oynattığı maçla bu hikâye başladı, şuan son sayfasında “Schuster’in Aurelio – Guti ortasahası ve bir erken hüzün daha…” yazıyor.

Bu 8 maçlık seride bir tek 2-0 kazanılan maçta Beşiktaş “ideal bir takımla” sahadaydı ve çok rahat, neredeyse pozisyon vermeden bir galibiyet almıştı… O takımı ve dizilişi hatırlarsak;Necip, henüz toy dönemlerinde yeni yeni takıma giriyordu. Ancak Fink’le birlikte ortasahada ciddi bir baskı unsuru olmuştu… Bununla beraber takım, Ekrem ve Holosko’nun da savunma bilinciyle ortasahada 5’li oluyor ve rakibe set baskı uyguluyordu… İBB’nin normalde Beşiktaş’a yaptığını, bu kez Beşiktaş İBB’ye yapıyor; ortasahada rakibini döndürmeden kazandığı topları, “kendi hücumu” olarak geri çeviriyordu…

Tayfur Hoca’nın döneminde bildiğimiz bir şey var; takımın 11’i ve sistemi belli, her hangi bir eksiklik durumunda yerine oynayacak oyuncularda… Stoperlerden biri yoksa Aurelio geçer, Ernst yoksa Fernandes; Almeida yoksa Bobo oynar… Yani yarınki kadro %99 ihtimalle şu şekilde olacak;Sistem olarak, Mustafa Denizli döneminde 2-0 kazanan takıma oldukça benziyor Beşiktaş. Oyuncu karakterleri olarak bazı bölgelerde farklılıklar var.

Olumlu farklılıklar;
Kanat oyuncuları (Quaresma – Simao) ilk takıma göre çok daha delici… İBB beklerinin de, “delici oyunculara” karşı sorun yaşadığına bu sezon birçok maçta tanık olduk. En son örneğini, içeri kat edip köşeyi bulan Stoch sunmuştu… Bu maçta hem Simao’nun, hem de Quaresma’nın çok etkili olacağını düşünüyorum.

Necip; artık daha olgun, daha güçlü ve daha futbolcu… Bununla beraber; bu kez yanında daha teknik, top dağıtımında başarılı bir isim olan Fernandes oynayacak. Yine Guti’nin, Tello’ya nazaran oyunun içinde daha fazla olan ve pas alışverişi konusunda ortasahada ciddi katkısı olan bir oyuncu olduğunu biliyoruz…

Olumsuz farklılıklar;
İlk takım, “takım savunması” anlamında daha dengeli olabileceğini görüyoruz, ki öyle de oldu… Ancak şimdilerde öndeki kanat oyuncularından yeterli geri koşuları, alan daraltmaları göremiyoruz… Stoperler, o dönemde daha güçlü ve formdaydı; şimdi o konuda da bir sıkıntı olacak. En önemli farklılık ise sağbek mevzusu… İlk takımda bekte Toraman’ı görüyoruz, bu kez Ekrem olacak… İBB ise, sol kanadında “santrafor karakterli” bir oyuncu bulunduruyor mutlaka (Gökhan Ünal ya da İskender Alın). Bu da Beşiktaş için ciddi sıkıntılar yaratabilir…

İBB için o günden bu güne değişen çok şey yok, isimler değişse de takım anlamında bir uçurum olmadı; Holmen dışında… Holmen, Türkiye standartlarına göre çok iyi bir ortasaha oyuncusu, sene başından bu yana İBB’nin çehresini değiştirdi diyebiliriz.

Sonuç olarak, en azından bu kez kadroyu görünce “1-0 mağlup” duruma düşmeyeceğimi biliyor; ve Beşiktaşlı oyuncuların bu maçı çok ciddiye alacaklarını hissediyorum. Bu bağlamda, sezonda iki kez kaybedilen bir takımın rakip olması da aslında “olumlu” oldu… Galiba yukarıdaki “kazanılmış kupalar” listesine “10/11” sezonunu da ekleyeceğim. Peki bu final nasıl hatırlanacak? Onu maçı izleyip yaşayacağız artık… Ama tahminen, o hikayenin içinde bol bol "Necip ve Simao" isimlerini kullanacağız. Bobo'nun da "kendini yeniden Beşiktaş'a kanıtlaması vol.bilmemkaç" maçı olabilir...

Serie A’ya Birimiz Fazla

Luigi Ferraris’de Genova derbisi oynandı dün akşam… Aslında bu şehrin iki takımı da zirve hedefleri yaparak sezona girmişlerdi. Zaten Sampdoria, bir öncesi sezonu da zirvede tamamlamış; Palermo’yla uğruna savaştığı Şampiyonlar Ligi vizesini kapmıştı…

Sezon sonunda Del Neri Juventus’a geçti ve artık Sampdoria 4-4-2’si eskisi kadar etkili olamayacaktı. Çünkü bir zamanların basit sistemini, bugünün futbolunda işlevli hale getirmek; baya uğraş ve futbol aklı isterdi… Markus Rosenberg, son dakikada attığı golle Sampdoria’nın Şampiyonlar Ligi hayallerini “gerçeğe” taşımasını engelleyince; Sampdoria iyice havasını kaybediyor ve zihin olarak sezona moralsiz başlıyordu…İkinci devre başlarken; arıza çıkaran Cassano Milan’a, artık “büyük forma” fırsatını kaçırmak istemeyen Pazzini ise Inter’e geçiyordu… Biabiany, Macheda ve Maccarone ile oluşan hücumsal açık kapatılmak istense de, aşı tutmadı ve çöküş başladı. Cesena’nın gelip, Genova’da 3 atmasıyla; bu çöküş yerini iyiden iyiye “düşme korkusuna” çevirmişti…

Rafinha ve Veloso başta olmak üzere, çarpıcı transferlerle sezona giren Genoa’dan da, daha iyi bir derece bekleniyordu şüphesiz… Gasperini; yenilenmiş takımıyla önce klasik 3-4-3’ünü oynamaya çalıştı, daha sonra 4’lü savunmaya geçti. Bu denemeler yapılırken iyi sonuçlar gelmedi ve görevine son verildi… Genoa’yı dünya futboluna yeniden hatırlatan adamın gidişiyle, takım sıradanlaştı… Yine iyi sonuçlar gelmiyor, bununla beraber güzel ve sürekli golü arayan futbolun da yerinde yeller esiyordu… Aradaki 4-3’lük Roma maçıyla, Gasperini’nin “çılgın futbolunu” hatırladık, ama bir anlık seraptı bu… Genoa istikrarsız skorlar almaya devam etti, bir konu hariç.Genoa’nın evinde oynadığı son üç maç, Bari’den sonra küme düşecek diğer iki takımı belirlemede etkin bir rol oynayacaktı. Lecce, Brescia ve Sampdoria’dan oluşan bu grubu, Luigi Ferraris’den çıkarmadılar… Üç maçı da kazanan Genoa, bu konuda bir “eşitlik ilkesi” sergiledi… Tabi bu halkanın son maçı olan Sampdoria karşılaşmasının yeri ayrıydı. Bir derbiydi, maçın kazanılması ezeli rakiplerinin büyük ölçüde düşmesi demekti. Haliyle tribünlerde “şampiyonluk” havası, 90+6’da atılan golün ayrı bir coşkusu vardı… Onu izleyin en iyisi, son golden sonra başkanın hallerine dikiz… Klasik bir soru olacak ama; Türkiye’de olsa?..

Bu arada, tesadüf bakın ki; Genoa son hafta, şimdilik potadan uzaklaşmış olsa da halen düşme ihtimali olan Cesena’yı ağırlayacak… “Düşme yolu Luigi Ferraris’den geçer!”

Bursaspor Maçı Öncesi Beşiktaş A1.5

Direk kestirmeden söyleyeyim; sonuç açısından Beşiktaş’ın çok fazla ciddiye almaması, final için as oyuncularını kulübede tutması gereken bir maçtır bu… Elbette sahaya çıkacak takımın, elindeki avucundakini ortaya dökmesini isterim. Zaten biraz da bu yüzden A2’den, A1.5’luk bir takım çıksın istiyorum… Hem final riske atılmaz, hem de genç oyuncuların performansını görürüz.Öncelikle finalde yedek kalması muhtemel yabancıları yazmak gerek 11’e; Fernandes ve Hilbert… Quaresma, kendini sakatlamada gayet başarılı bir ağabeyimiz. O nedenle bu maçlık Hilbert’in önde oynamasını yeğlerim… Sağbekte ise sakatlıktan dönen Ekoko riske edilmez, finale saklanır düşüncesindeyim. Bu durumda, mantık olarak sağbek kapıları bizim Oğuz Ceylan’a açılıyor... Bakmayın Erhan Güven isminin yine var olduğuna, kadrolu o... Eğer 18’e alınmazsa 3 puanı silinir Beşiktaş’ın.

Toraman zaten finalde yok, bu maçta oynayabilir. Yanındaki isim soru işareti… Sivok, japon kale oynarken bile kırmızı görme potansiyeline sahip bir adam; onu mutlaka bu maçta oynatmamak gerek… Eğer Aurelio kupada stoper düşünülüyorsa, Toraman’ın yanına yazılıp, test edilebilir. Ama ben o testi Furkan üzerinde denemek isterim. Kısa bir savunma olur ama; yine de Toraman – Furkan’ı denemeye değer… Bu gözler, bir Sami Yen deplasmanında Koray - Baki tandemini bile gördü... Belki duran toplarda kısa kalınır, ama alan savunmasıyla bu dert daha aza iner. Bilmiyorlarsa, A2 takımı oyuncularına sorsun ağabeyleri. Onlar öyle savunuyorlar...

Ernst’in finale yetişmeme olasılığı var anladığım kadarıyla. O yüzden uyumlarına bakmak adına Necip’i Fernandes’in yanına yazmak gerek… 60’da falan çıkarılması şartıyla, finalde 11’de olacak oyunculardan; Bursa karşısında da “oynatılsın” diyeceğim isimlerden biri Necip’tir. Diğerleri Bobo ve Simao…Bobo, oynadıkça açılan bir oyuncu. Finale daha form tutmuş bir şekilde çıkması için, bu maçta oynamalı; zaten başka forvet de yok. Simao da Quaresma’ya göre daha akıllı bu konuda, finali düşünüp kendini heder etmez… Ama onunda belli bir dakikadan sonra Rıdvan’la değişmesi şarttır.

Bu kadroda olmayı son performansıyla hak edenlerden Volkan Ekici ismini maalesef göremedik. Sanıyorum ki, forvet arkası bölgesinde Onur oynatılacak. Ancak Volkan kanatlar için de alternatif olabilirdi… Neyse buna da şükür diyelim…

Biliyorum, böyle bir kadronun kötü sonuç alma ihtimali var. Ve sırf bu sonuca bakıp, sahadaki genç oyuncular için “cacık olmaz…” diyecek bir kitle de çıkabilir. Ama bu yüzden paranoyak olmaya gerek yok. Malum, Guti’nin ayağına küfreden bir toplumuz… Kim ne der diye düşünmemek, cesaretli olmak lazım. Herkes için en iyisi, bu maça A1.5 tadında bir kadroyla çıkmak olacaktır…

Emre Can’la Alman Kale

Belli bir dakikadan sonra maç olmaktan çıkıp, Çek kalecisi Lukas Zima’nın Almanya’ya karşı durma savaşına dönen oyun; Samed Yeşil’in son dakika golüyle 1-1 sonlandı. Gole kadar ikisi penaltı olmak üzere, toplam 12 kaleyi bulan şutu vardı Almanya’nın; hepsi de gollük şutlardı… Eleme grubunda Türkiye’den 6 gol yiyen Zima; yine Türkiye’ye 2 kere gelip, 2 gol bulan ve Elit Tur’dan lider çıkan Almanya karşısında geçit vermedi. Bir gol yese de, Almanya’nın 2.lik şansını kendi takımının ellerine bıraktı…

Son maçta grup liderliğini garantileyen Hollanda’yı yenmeleri halinde, Çekler 2. olarak yarı finale çıkacak. Almanya ise Romanya önünde kazanıp, Hollanda’nın Çekler’e kaybetmemesini bekleyecek… Şayet Almanya yarı finale çıkarsa büyük ihtimalle Danimarka’yla eşleşecek ve bizler harika bir maç izleyeceğiz…
Yediği golden, 80+1’de Samed’le bulduğu gole kadar; rakip ceza sahası çevresinde resmen “Alman Kale” oynadı Türk usulü Panzerler… Evet, Almanya’nın etkili hücum hattını oluşturan 5’li grubun 4’ü Türk oyunculardan kuruluydu… Ortasahada Robin Yalçın ve Emre Can, hemen önlerinde Levent Ayçiçek; kanatlarda Okan Aydın ve Schnellhardt; en uçta da Samed Yeşil…

Aralarındaki en vasat oyuncu has Alman olan Schnellhardt’dı, en etkilisi ise bir önceki maçta olduğu gibi Emre Can… Kendisi Ballack model bir ortasahadır, iki yönlüdür ve harika fiziğe sahiptir. Uzun boyuyla ve iyi pozisyon almasıyla, savunmasının önünde sıklıkla top kazanıyor. Topla da oldukça yetenekli; pasla veya driplinglerle rakip yarı alanını kat edebiliyor… Ballack’tan kendisini ayıran özelliği, aynı zamanda atletik yapıda olması… Hani kanatlara koysan, yine harika işler yapabilir diye düşünüyordum ki; maçın son bölümünde “sol forvet” bölgesine geçti ve Çeklere karşı oynanan Alman Kale’nin başrol oyuncusu oldu…94 doğumlu, ama fiziğine bakılırsa 84 doğumluyum dese inandırır. Türkiye’ye gelse, hemen Pazartesi herhangi bir büyük kulüpte 11’de başlar. Beşiktaş’ta Ernst’i, Fenerbahçe’de Baroni’yi, Trabzon’da Colman’ı keser; Galatasaray’da Mustafa Sarp diyeceğim ama çocuk gidip mahkemeye “bana küfrettiler” diye hakkımda suç duyurusunda bulunabilir…

Ama röportajlarına bakılırsa, Bayern Munich’de şimdiden üzerine titrenen bir oyuncu olmuş. Zaten öyle olması da gerekiyor açıkçası…

Samed Yeşil de, yetenek olarak Emre Can’dan sonra en dikkat çeken isim. Bazı oyuncular vardır, dripling yaparken top her zaman önünde kalır; tam kaptıracak derken bir bakarsın ki köşeyi bulmuş… Çek savunmasının da katkısı vardır elbet, ama Samed bana bu tip bir oyuncuymuş gibi geldi. Dar ve kalabalık alanlarda kendisine vuruş imkanı sağlıyor ve son hareketlerinde soğukkanlı davranıyor… Bu ikisini Milli Takım’a kazandırsak yeter, hatta sadece Emre Can’a bile razıyım ama zor görünüyor…

Sezer Özmen Beşiktaş’ta!

Dün Serdal Adalı’nın konuk olduğu bir program vardı. Yöneticiler bu tip programlarda kesin haber vermezler; zaten bildiğimizi söylerler… Bir transfer haberi yalanlanmıyorsa gerçektir, imza atılırsa olmuştur. Diğer konularda da durum budur; aradaki söylemler sadece klişedir. O yüzden tamamını izlemek pek anlamlı gelmedi, fakat Adanaspor başkanının telefonla bağlanıp “ayar çektiği” bölüme denk geldim…

Kulağıma ilişen ses tonu; beni geçmişteki transfer çıkmazlarına götürdü, bunalıma soktu diyebilirim… Yine bir Anadolu takımı yöneticisinin, bir futbolcusu nedeniyle eli güçlü olmuş, sesi gür çıkıyordu. Belki haklı olduğu konularda vardır, maddi olarak Ersan kurtuluş olarak görülüyordur, bilemem. Ancak sebebi ne olursa olsun, Beşiktaş’ı bu tip para tuzaklarında görmek beni her zaman üzmüştür. Evet, bu bir para tuzağıdır… Zamanında çokça düşmüştür, ya da kendisi atlamıştır bu tuzaklara Beşiktaş ve zararlı çıkmıştır…Serdal Adalı “burada konuşulacak işler değil bunlar” diyerek nezaket gösterdi ve bir kavga usulü tartışma başlatmadı. Ama çıkıp da “bu saatten sonra Ersan defteri Beşiktaş için kapanmıştır!” deseydi de, hiç itirazım olmazdı açıkçası… Çünkü bu yolun sonunda belli ki; Beşiktaş maddi olarak, Ersan da beklenti olarak dara düşecektir…

Burada “özkaynak!” diye ağlayınca; zaman zaman “acaba abartıyor musun?” , “popülist misin?” gibi söylemlerle karşılaşabiliyorum. Burada özkaynak düzeninin üstünde durmamın ana nedeni, o çocukların “bizim” olmasıdır. Aslında anne-babaların, kendi çocuklarını diğerlerinden üstün görmesi kadar doğal bir şeydir…

Zaten asıl amaç, özkaynak düzeyindeki oyuncuları “dünyanın en iyileri” göstermek değil, en azından Anadolu takımlarının kapısında Beşiktaş’ı yatırmayacak kadar kötü olmadıklarını göstermektir… Örneğin Koray Şanlı; A Takım’da doğru dürüst süre almadan Adanaspor’a verildi. Ersan’ın Beşiktaş transferiyle banko oynamaya başladı… Stoperlerin çıkış yapması, içinde bulunduğu takıma bağlıdır. Takımının kötü gitmesine rağmen, bir stoperi farklı görmek; iyi bir “futbol gözü” ister… Nitekim Roma’dan kiralanan Rosi; küme düşen ve Serie A’da kamyon dolusu gol yiyen Siena’nın savunma bölgesindeydi. Bu yıl Roma’da kaldı ve kayda değer şekilde oynama şansı da buldu… Takımının küme düşmesine rağmen, performansı çok etkileyiciydi çünkü.

Ersan da, Beşiktaş formasıyla bir iki maça çıkana kadar kimsenin umurunda değildi. Ama birbirine yakın oynayan, ortasaha hattının defans ile bütünleşik hareket ettiği bir takımda sivrildi… Belki Koray Şanlı’ya bu fırsat verilse; o da parlayacaktı, bilemeyiz…

Bir de Sezer Özmen var hatırlarsanız… Tıpkı Ersan gibi alt ligde oynayarak gerçek çıkışını gerçekleştirdi diyebiliriz. 18 yaşına rağmen, Bank Asya’da zirve mücadelesi veren Rizespor’da 13 kez forma şansı buldu… İki maçını 90 dakika izledim, 4-4-2 gibi bir sistemde oynayan ve ortasahanın, defanstan kopuk olduğu bir takımın içersinde oynuyor Sezer… İşi her zamankinden bir kat daha zor.

Tıpkı Ersan’ın da bu tip kopuk savunmalarda zorlandığı günler gibi, Sezer de zorlanıyor ve birebirlerde hata yapabiliyor… Ama yaşına rağmen iyi fiziğiyle, taktik savunması, pozisyon bilgisiyle oldukça sağlam duruyor; izlediğim iki maçında da “sahadakiler arasında, futbolu en iyi bilen oyuncu” olarak göze çarpıyordu.

Belki Ersan’da olduğu kadar fiziğe, tecrübeye erişmesi için biraz daha zamanı vardır; ama arada “satmıyoruz gardaşım!” ya da “parayı veren düdüğü çalar” mantığındaki yöneticiler yoktur… Ersan oynasın diye, zamanında bu blogda kan, ter, mürekkep dökmüşüzdür. Ama maalesef arada harici barikatlar vardır, ama Sezer “bizimdir”… Bilmiyorum farkında mıyız ama; 16 yaşından beri “geliyorum” diyen, alt yaş kategoriyi takip eden taraflı-tarafsız insanların, “en potansiyel yerli stoper” olarak gördüğü Sezer Özmen Beşiktaş’tadır…Dün Serdal Adalı’dan sezinlediğim kadarıyla Egemen transferi de büyük ölçüde sonlanmış. “Hayır” demediğine göre, şuan için etik olması açısından “evet bizde” demiyormuş gibi geldi bana… Toraman var, Sivok var; Ferrari de başka bir yabancı stoperle değişecek büyük ihtimalle… Diyeceğim odur ki; Ersan gelse bile 3. hatta 4. alternatif olarak geri planda kalabilir. Bunun için “uçuk rakamlar döküleceğine, Sezer Özmen'e bakmak gerek” derim açıkçası… Hatta daha geriden Atınç var, yine sol ayaklı bir stoper… Her ne kadar defansif ortasaha olarak geleceğini daha parlak görsek de, stoper de oynayabilecek Furkan Şeker var…

Türk oynatma zorunluluğu, bu ülkeye sadece zarar getiriyor… Ersan ve Ersan gibiler, bu sebeple henüz ilk transferlerinde kendilerine baskı oluşturacak spekülasyonlarla karşılaşıyorlar ve ceplerini de erkenden dolduruyorlar… Bu onlara doymuşluk, baskı gibi psikolojik olarak kendilerini futboldan uzaklaştıran etmenler olarak geri dönüyor… Neyse bu konu bitmeyecek gibi; Baba Hakkı model, “bizim de Sezer’imiz, Atınç'ımız var” diyerek sonlandırayım…

Viktor Fischer ve Vojno Jesic

U17 şampiyonasında dün ilk maçlar geride kaldı… Hatırlayacağınız üzere, Kadir Ari, Erkut Şentürk, Recep Niyaz, Okay Yokuşlu gibi isimleri barındıran Türkiye U17 takımı; Elit Tur’da Almanya’ya kaybederek, grupta liderlik şansını büyük ölçüde yitirmiş ve bu turnuvada yer alamamıştı…

Dün ev sahibi Sırbistan ile Danimarka’nın karşı karşıya geldiği maçla gün açıldı. Bazı maçlar vardır, öncesinde büyük hevesle beklenir; bazı maçlar vardır, zamanla seni içine çeker… Ben de bu maçı “öylesine” izliyor gibiydim. Ancak ilk dakikalardan itibaren; her iki takımın gol arzusu, önemli yeteneklerin varlığı ve yüksek tempo, maçı oldukça çekici hale getiriyordu…Her iki takımda da, hem liderlik vasıfları hem de ayırt edici teknik özellikleriyle öne çıkan oyuncular vardı: Danimarka’da Fischer, Sırbistan’da ise Jesic…

Fischer, giydiği “10 numaranın” gereksinim duyduğu hemen her özelliği sahipti. Takımının hücum kapısıydı; hem geriden aldığı toplarla dripling yapabiliyor, hem de çok önemli derin toplar bırakabiliyordu. Maçın henüz başlarında Danimarka’nın bir başka dikkat çeken yeteneği olan Zohore’yi; nefis bir ara pasıyla, çaprazdan kaleciyle birebir kalacak şekilde kaçırdı… Zohore zor açıya rağmen Suker model bir aşırtma vuruş çıkarttı fakat top paralel gitti…

Vakti zamanında İbrahimoviç’in U21 hallerini görmüştük İzmit İsmet Paşa’da. Fizik olarak çok farklı duruyordu, buna rağmen hiç de ağır değil; bilakis defansın arkasına atılan her topu yakalıyordu… Zohore de o model bir çocuk. Çok güçlü, uzun ve aynı zamanda hareketli… Geleceği parlak olabilir. Yine Danimarka'nın siyahi oyuncularından Amankwaa da, oyuna girdikten sonra çok ciddi katkılar yaptı. Trend 4-3-3'ün kenar forvet bölgesi için ideal gözüküyordu...

Jesic ise Sırbistan U17 takımının lideri gibiydi. Giydiği forma numarasına (9) “buçuk” eklercesine bir oyun tarzına sahipti; tıpkı Forlan’ın Uruguay takımının içindeki rolü gibi… Oyunun her zaman içindeydi, ortasahaya kadar gelip atakları yönlendiriyor; daha sonra hemen cezasahası içersinde yerini alıyordu... Özellikle de duran toplarda söz sahibiydi, zaten açılış golü de ondan geldi. U17 seviyesinde, uzaktan etkili şut görmek pek mümkün olmuyor aslında. Ancak bu turnuvada tabu yıkılmışa benzer… Özellikle ilk maçta çok etkili şutlar gördük. Bunlardan birinde Jesic, 25 metreden belki de biraz daha uzak bir mesafeden harika bir frikik golüne imza attı… Diğer genç lider Fischer ise, sol ayağıyla uzak mesafeden çatalı gördü fakat direkten döndü…

Hem bu yetenekleri, hem de karşılıklı golleri izlemek oldukça zevkliydi. Son sözü Fischer söyledi ve Danimarka “bana göre” hak ettiği bir galibiyet aldı… Bu maç “neden u17 maçları 40’ar dakika oynanır ki…” diye düşündürmüştü, ancak Almanya – Hollanda maçına sıra geldiğinde “15’er dakikada yeter aslında…” demeye başlamıştım.Her şeyiyle ilk maçı aratıyordu bu karşılaşma. Ama yine de Almanya’da oynayan 5 Türk asıllı oyuncunun hatırına izlemeye devam ettim. Aslında bu grubun en parlak Türk asıllı oyuncusu Samed Yeşil’di, fakat bu maçta cezalıydı. Geriye kalan oyuncular arasında bir tek Emre Can’ı beğendim diyebilirim. Ortasahanın ortasında oynayan bu oyuncu; fizik olarak oldukça iyi görünüyor, bununla beraber topla da akıcı oynuyordu. Bir iki tane etkili şutu vardı… Hani her şeyiyle tipik, komple bir Alman ortasahasıydı. İleride “gel Türk Milli Takımı’nı seç gözünü seveyim!” diye ağlayabileceğim tek isim de Emre’ydi açıkçası bu oyuncular arasında, Samed’i izlemedik tabii henüz…

Hollanda kolay bir galibiyet elde etti Almanya'ya karşı. Ancak bizim Almanya'ya yenilmemiz sürpriz değilmiş... Maçın devre arasında Almanya'nın turnuvaya hazırlık görüntüleri verildi. Bundesliga sezonunu açacaklarmış gibi bir hava vardı, antrenmanlar sürekli fizik ağırlıklı... Yukarıda zaten, aynı yaşta olan iki oyuncuyu (Erkut - Emre Can) aynı karede görüyor ve aradaki fiziki farklılığı test edebiliyoruz. Maçın genelinde Türkiye baskın oynasa dahi, böyle bir fiziki farkın ortaya çıktığı maçlarda sonuç kaçınılmaz maalesef. Biz Okay'ın fiziğini överken, rakip milli takımların hemen hemen 11'lerinin tamamında Okay düzeyinde oyuncular görüyoruz...

Son dönemde Türkiye'de de, özellikle Beşiktaş alt yapısında; fizik ve mental özelliklerin üzerinde durulmaya başlandı. U15, U16 kategorilerinde bu farkılılık göze çarpıyor artık, hayırlısı bakalım...

Bkz: Danimarka - Sırbistan maçının golleri (Youtube'dan)