Mükemmel karışım: Alper Potuk


Yetenek ya da ‘top tekniği’, çabukluk ve oyun görüşü… Her biri, tek başına sıradan bir oyuncu için “bu kadarı bana yeter!” dedirtecek özellikler. Ancak bazıları, o ‘bir oyuncuyu farklı kılacak’ özelliklerin birçoğuna sahiptirler. Onlar, çözüm üretme konusunda her zaman 1-0 önde başlayan, farlı frekansta oynayan isimlerdir. Tıpkı, Macaristan maçında tekrar keşfedilen Alper Potuk gibi…

Dünya üçüncüsü olan altın jenerasyonun en değerli silahlarından biri Yıldıray Baştürk’tü. Yıldıray, klasik 10 numaralar kadar iyi bir oyun görüşüne ve pas yeteneğine sahipti. Aynı zamanda topla uzayıp giden, yetenekli ve çabuk bir orta sahaydı… O, hem orta saha – forvet arasındaki pas bağlantısını sağlıyor, hem de ‘delici’ yapısıyla, topla da kat ederek ezber bozuyordu. Daha sonra 5’e gidecek Avusturya baraj maçındaki attığı ilk golde olduğu gibi… 
Alper Potuk da o topla yetenekli orta sahaların, modern futbolun gereksinimlerine uyarlanmış hali. Tek başına bir takıma tempo kazandıran, hatta düşük tempodayken bile anlık parlamalarla maçın kaderini değiştirebilecek ‘farklı’, haliyle özel bir oyuncudur. Zira milli takımın durağan oyununu değiştiren başlıca sebep olmuştu, ta ki sahadan çıkana kadar… 
Eskişehirspor’un da bu sezon seyre doyum olmaz takım hücumlarında mutlaka başrolde yer alan Alper Potuk; bazen o atakları başlatan, bazen de bitiren olabiliyor. Sırtı dönükken yüzünü rakip kaleye kolayca dönebilen, gerektiğinde topla uzayıp gidebilen (ki bu eylem merkezde yapıldığında, çok daha tehlikeli olmakta), şut atan, gol bölgesine koşu atan bu çocuk; bir orta saha için mükemmel karışım…


 

Borussia Dortmund ve Futbol…

Koş, koş, koş! Bu ay FFT’de kapak konusu olan Borussia Dortmund yazısının başlığıydı. İçinde bulunan Klopp röportajı ve onun yorumlanışı; indirgenmiş bir “futbolu öğreniyorum” kitabı kıvamında… Özellikle benim de kafayı çokça taktığım o “topun kaybedildiği yerde pres” konusunun işlenişi, muazzam.

“Önde pres yaparak topu kazanmak, en çok biz hücumculara yarıyor. Çünkü kaleye daha kolay şekilde varabiliyoruz” diyor Lewandowski… Aslında bu işin sadece savunma sanatı değil, en önemli hücum silahları oluğunu söylüyordu bir bakıma. Klopp’un “peki bu riskli değil mi?” sorusuna verdiği cevap da muazzam; “hiç de değil! Çünkü zaten rakibi hiç kaleye yaklaştırmamış oluyorsunuz”

Yine Klopp’un dikkat çektiği bir husus daha var, o da bu önde baskının sadece “hadi oğlum, şuraya bas” demekle olmayacağı… Bu konuda oldukça ağır idman yapıyorlar. Hatta bazen hücum dörtlüsü bazı çift kale maçlarında aynı şekilde savunmada oynayıp, pozisyon bilgilerini zenginleştiriyorlar. En önemlisi de bu işe yatkın bir kondisyonerleri var…
Yani Borussia Dortmund da koşuyor ama direkt sonuca yönelik, “öldürücü” şekilde; Arsene Wenger’in dediği gibi “sürekli ileriye giden bir tren gibi” koşuyor… “Haydi beyler, topu kaptırdık savunmaya gelin!” diye bir mantık yok. Atağın bittiği yere basıp, tekrar başlatmak var… 

Antrenörlerin futbola  katısı %7’dir diyen biri vardı, motto oldu… Onu bir bulmak ve Klopp’la, hatta Diego Simeone’yle tanıştırmak lazım. Teknik direktör, hatta ona bağlı yardımcı antrenörler çok önemlidir. Bir kulübün modern düşüncesini, direkt olarak sahaya yansıtacak adamlardır. Onlar olmadıktan sonra, yapılan tüm projeler tam anlamıyla vizyona çıkmayacak demektir.

Topa Koşan Olcay Şahan

Koşmak… Gün geçtikçe daha da hızlanan futbolun olmazsa olmazı… Ancak bizim algımızda daha çok savunma tarafıyla akla gelen bir kavramdır: mücadele, formayı ıslatma vesaire… Bunlar da önemlidir elbet, ama artık herkesin yaptığı bir şeydir. “İyi takımlar” ise farkı, topa sahipken de çok koşarak yaratırlar, aynı zamanda doğru koşarak. Bugünün milli takımında pek olmayan bir şeydir bu…
sahan
Avrupa standartlarında bir orta sahaya sahip olmamıza rağmen, Andorra’yı bile ancak duran topla açabilecek kadar pozisyon kısırlığı çekmemiz başka neden olabilir ki? Doğru yere koşan olmadıkça, kusursuz pas atmaya hazır orta sahanın ne anlamı var?

Burak Yılmaz dışında hücum oyuncuların, hatta orta sahaların hemen hepsi “topu ayağına isteyen” oyuncu modeline sahipler. Durum böyle olunca, tüm odak Burak’ın üstüne toplanıyor. Bir zamanlar Tuncay vardı, aynı zamanda ikinci forvet rolüyle Nihat Kahveci… Savunmayı meşgul edecek koşuları yapan adam çoktu, haliyle pozisyon zenginliği de…
selcuk_arda_burak_684512
Olcay Şahan, 7’si tek vuruş olmak üzere –santrfor olmamasına rağmen- ligde şuana kadar 9 gole imza atan, birçok pozisyonun da doğrudan veya dolaylı olarak yaratıcısı yeni nesil bir kanat oyuncusu… Aslında özellikle Burak ve Arda’yı tamamlayacak tipte bir “topa koşan” hücumcu. Arda’nın o bireysel yetenekleriyle yarattığı zamanı değerlendirecek, Burak’ı paralel geçen bazı topları gole çevirecek bir tamamlayıcı…  Sercan Sararer, topla daha yetenekli olabilir ama milli takımın şuan ki ihtiyacı topla değil, topla buluşacağı yeri bilme konusunda yetenekli olan bir isimdir. Galiba, o da Olcay’dan başkası değildir…

Takım Oyununun Yıldızı: Olcay Şahan

Üstat Kemal Sunal’ın günde üç öğün seyredilse de bıkılmayacak filmlerinden biri de Meraklı Köfteci’dir. Zühtü, filmin adından da anlaşılacağı üzere meraklı bir köfteci… Ama onun merakı, hep iyi niyetinden ileri gelir. Ama her zaman da işin sonunda başı derde girer… “Her halta maydanoz olmayacağım artık!” diye kendisine söz verse de vazgeçemez huyundan. Bir gün hayatından bezip, kendi mezarını bile kazar… “Zühtü, ne yapıyorsun evladım?” ; “Ooo amirim… Erken geldin ya, daha ölmedim ki…”

Beşiktaş’ın Almanya’da ithal “meraklı” sol kanadı Olcay Şahan da o iyi niyetinden çok çekti kimi zaman… Hep doğru yere koşu yaptı; kaçırdı… Ertesi pozisyon yine doğru yerdeydi; kaçırdı… Trabzonspor maçının son dakikasında, helikopterden düşen topu önüne nefis indirdi, ama yine kaçırdı… Bir Fenerbahçe maçında ise yine son dakikada 92 metrelik depara kalkıyordu Olcay. Yılmamıştı, hala meraklı ve iyi niyetliydi… Koştu ve mutlu sona ulaştı! Hak etmişti de… Tıpkı, zorla evlendiği kıza âşık olan ve yine son dakikada da olsa artık ‘rahat bırakılan’ Zühtü gibi…

Hayatım Futbol 74. sayısından: Takım Oyununun Yıldızı: Olcay Şahan

Kaybederken Kaybetmek


Maçtan sonra yazmaya pek elim gitmedi, donmuştu da zaten… Şimdi çözülmüşken bir iki şey dökeyim, fazla uzatmadan. Çünkü maça dair söylenecek çok şey yok. Aslında bu maçın ışığında genele dair söylenecek çok şey var ama o kadar halim yok…
Schuster zamanında da 3 gol yenerek kaybedilen bir Manisaspor maçı vardı, hatırlarsınız. Sonradan Onur Bayramoğlu falan girmişti oyuna, iyice yığılmıştı Beşiktaş rakip kaleye. O mağlubiyet beni ve birçok Beşiktaşlıyı hiç sarsmamış, aksine umuda sürüklemişti. Çünkü görüyorduk sahada olup biteni;  o takım bugün kaybediyordu ama uzun vadede kazanan taraftı. 

Öğreniyordu çünkü takım bir şeyleri… Önde oynamayı, savunmayla birlikte rakibe basıp alan daraltmayı, topu rakibe teslim ederek değil, hakimiyeti altına alarak oynamayı vesaire… Genç oyuncu desen, o da oynuyordu o dönemde. Santrfor yoksa Ali Kuçik oynuyordu mesela, öyle 38’de de değil; anca ciğeri yandığı zaman 70’den sonra falan alınıyordu oyundan: Bursa maçındaki gibi…

Bir de dün bir maç kaybedildi, aynı zaman da sezon da öyle… Ki benim için sezon geçen hafta bitmişti. O takım, psikolojik olarak ilk 2’ye giremeyeceğini o gün belli etti. Dün akşam da teknik olarak… Sene başındaki Almeida – Fernandes ısrarının da tam anlamıyla nedeni ortaya koyuldu artık. Beşiktaş ancak tesadüflerle pozisyon bulabilirdi. O tesadüflerin başlıca sebepleri; Almeida’ya uzun top, Fernandes’le duran top…

FEDA ile alakası yok bu işin, bir takım kendi sahasında –hele de bu soğukta full çeken tribünler önünde- en azından dönen topları alacak kadar biraz baskı kurması için, tesadüflerin dışında pozisyon yaratabilmesi için öyle muhteşem bir kadroya sahip olmasına gerek yok. Onlara “winner” havasını yansıtacak bir teknik direktör yeterlidir…

Mesele tam da bu zaten… Zirveye çok yakın değilken bu takım yine bir şeyler yapıyordu. Ne zaman ki Fenerbahçe maçı kazanıldı ve ortaya hedef konulur gibi oldu; takımın ve kenar yönetimin winner karakterden çok uzaklarda olduğu görülmeye başlandı… E Beşiktaş da her zaman 3.lüğe oynamayacağına göre…
Beşiktaş’ın kaybetmesi değil, kaybederken hiçbir şey kazanamaması acı veriyor. Üstelik; taraftarların ilgisini, 38’de otomatikman kenara alınan bir oyuncunun özgüvenini, “büyük takım” resmini de kaybediyor…

İbrahim "Medel" Toraman

Görünen köydü, istatistiksel bir de gerçek oldu; İbrahim Toraman orta sahaya geçince, hem o “farklılaşıyordu” hem de Beşiktaş…
2004’ün Ağustos’unda Real Madrid efsanesi Vicente Del Bosque, ilk kez bir resmi maçta İspanya dışından bir takımı sahaya sürüyordu. Ama kendi bildiği ve bizlere “yabancı gelen” bazı doğrularıyla… O takım Beşiktaş’tı, ama çok farklıydı. Formasından tutun da oyun şekline kadar; “başka bir Beşiktaş” izliyorduk sanki…

En şaşırtıcı farklılık, iki oyuncunun mevkileri oluyordu. Pancu santrfor gelmişti, bir zaman sonra orta sahaya geçmişti. Çok yönlüydü, jokerdi, iyiydi, güzeldi de; onu “sol kanatta” oynatmak da neyin nesiydi?
Ve İbrahim Toraman… Stoper olmasına rağmen ümit milli takımın en golcü oyuncularından biriydi; Gaziantepspor’da yaptıklarıyla, çok geçmeden üç büyükleri peşine takıyordu. Bir stoper transferine heyecan duymak nadir bir olaydı, ama Beşiktaşlılar onu siyah-beyazlı formayla görünce fazlasıyla heyecan ve mutluluk duyuyordu. Ama yine aynı maçta, geleceğin yıldız stoperi gözüyle bakılan İbrahim Toraman, orta sahada oynuyordu!

Hayatım Futbol 72. Sayısından: Zamorano'dan, Medel'e: İbrahim Toraman

Anlaşılacağı üzere, konu Toraman'ın orta sahadaki farkı. İstatistikler de bunu desteklemekte...

Ayrıca Kerem Akbaş'tan Beşiktaş'ın ekonomisiyle, dibe vurmanın başlıca sebebiyle alakalı değerli bir yazı;
Beşiktaş'ın 1 Puanı Kaç Para


Şampiyonluğa Oynayan Niang


Yan apartmandan “fazla ses yapmadan oynayın!” tepkisi gelmişçesine bir futbol vardı sahada. Maçı da tribünleri de hareketlendirecek en ufak girişim olmadı. Trabzonspor, başını daha fazla derde sokmamak; Beşiktaş ise yakaladığı havayı kaybetmemek için “mağlubiyetten uzak” durmak istiyordu, aynı şekilde galibiyetten de…
Beşiktaş, teknik direktöründen takımına kadar “bizden şampiyonluk beklemeyin” açıklamasını, böyle bir maçla yapmayı uygun görmüştü. Çünkü şampiyonluğa oynayan bir takım; hem karşısındaki en ufak baskıda hata yapmaya hazır olan rakibine, hem de daha sonraki fikstürüne baktığı zaman; en azından galibiyet için bir şeyler koyardı ortaya. Beşiktaş, işte o “galibiyet kokacak şeyleri” ortaya koymayı hiç denemedi; keşke “denedi, yapamadı” diyebilseydik…

Ama bir adamın aklından “kazanma fikri” geçiyordu. Çok mükemmel oynamıyordu, ama büyük düşünüyordu. Vücut diliyle, topu aldığında ve koşu attığında yapmak istedikleriyle “şampiyonluğa oynadığını” hissettiriyordu. O adam Niang’dı ve o büyük hedefi, maalesef takımın geri kalanıyla pek uyuşmadı. Zaten maç sonunda da gergin ve üzgün olan, sadece oydu…

Havadan, Sudan, Beşiktaş'tan... #1


Malum fenalar fenası bir derbi geride kaldı ve bazı şeyler öğrendik, öğrendim… Öncelikle maçın önemi, golün dakikası falan ne olursa olsun böğürmeyi abartmamak lazım. Olcay’ın golü sonrası bıraktığım ses telleri kayboldu gitti, 4-5 gün sonra bulabildim. Kısık bir sesle günlük işleriniz sakata gelebiliyor, bankayı falan arayınca müşteri hizmetlerini tedirgin edebiliyorsunuz…

Dün akşam da gözümde Beşiktaş'ın aldığı galibiyet daha da büyüdü. Çünkü Fenerbahçe her şey bir kenara; tam da hedef maçları için dizayn edilmiş. Plzen kıpırdayamadı bile...

Olcay ne olursa olsun oyundan çıkmaması lazım, 90+19’da da işe yarayabilir. Son yıllarda ben bu kadar “golü kovalayan adam” görmedim… Bu son golün getireceği özgüvenle daha da sık tabela değiştirecek sanki.

"Duran top" bu takımın yıldızı, 20 milyon Euro'luk yıldızı hatta... Marcelo Durantopinho. Detaylı şekilde bu sezon Beşiktaş'ta duran toplar ne kazandırmış, tıklayın ve okuyun....

Ve Emre Özkan, galiba artık Beşiktaş’ın sol beki oldu. Daha önce ondan bahsederken başka özelliklerine dem vurduk, ama o “ben savunma anlamında da bek gibi bekim” der gibi iki ters kademe aldı, maçın kırılma anlarıydı…

Gökhan Süzen’i de bir maç, bir hareketle çöpe atmamak lazım. Zaten bana göre asıl mevkisi soliç veya sol öndür. Özellikle sol içte yaptıkları 2010 yılı surlarında baya gözüme takılmıştı. Ki o zamanlar Beşiktaş’ta Guti vardı. Derin pas anlamında göz zevkimin çıtası çok büyümüştü aslında. Ona rağmen dikkat çekiyordu yani…

Niang’la kalitenin ne demek olduğunu da anladık; farklıydı… Alışkın değiliz öyle iki kere kalenin yakınında topla buluşup, 1 gol 1 asist yazan adama. Meğer ne kolaymış büyük maçları koparmak değil mi kalite olunca? Onun haricinde, adamın vücuduna attığın her top yapışıyor. Çok önemli özellik… Zaten Olcay’ın golünde, kornerden gelen topu sırtı dönükken alarak; atağı başlatan da oydu…

Trabzonspor şu sıralar güvenini ciddi şekilde kaybetmiş durumda, Beşiktaş ise tam tersi… Hele de ilk golü Beşiktaş bulursa, Trabzon’un pek geri dönüş yapacak enerjiyi bulamayacağını düşünüyorum. İlk 2 hedefi için çifte büyük maç galibiyeti çok önemli.

Her şey tamam da Pektemek ne alaka diyeceksiniz, bir alakası yok… Özledim bu kostakurtayı işte… Zıplarken de altına minder çekesim geldi. Yavaş, aman diyim…

Bir Derbi Anısı...


Sene 2013, aylardan Mart… Fener son yılların bırakın derbiyi, en rahat lig maçlarından birini oynuyor İnönü’de…  Topu dolaştırmalar, sayılmayan gol, “neyse, biraz sonra başkasını atarız” havası… Beşiktaş’tan pek umut da ışık da gözükmüyor. O “başka gol” de geliyordu zaten çok geçmeden…

Klasik Beşiktaş… Gol sonrası hafif bir kıpırdanmaya, daha tehditkâr olmaya başladı. Bir zaman sonra o hareketlenme gole dönüştü! Her zamanki yoldan, Fernandes’in duran topundan… O sezon o maça kadar 13 gol atılmıştı zaten duran toptan, çoğu da kritikti; bu 14.süydü…
Mamadou Niang… Fizik olarak hazır olamayan Niang… Yakaladığı ilk fırsat, tekten bir dokunuş, Volkan’a kıpırdama şansı tanımayacak şekilde… Sonrasında yine o klasik Beşiktaş. Hem beceremeyip, hem de savunmaya yerleşme refleksi… 100 saniye falan dayanabildiler. “Nefes tutma” yarışı yapsalar, daha uzun sürerdi yani…

Belliydi ki bu maçta kazanmak için “santrasız bir gole” ihtiyaç vardı. 3 dakika uzadıysa maç; 92 dk 20 sn surlarında bir atak başlayacak ve tam 93’de golle sonlanacaktı!

Mamadou Niang… O pas için yetenek gerekirdi elbet, ama bir derbide, öyle bir zamanda o pası verebilmek için; yeteneğin ötesinde “büyük oyuncu” olmak gerekirdi, o da galiba öyleydi… Öyle dokundu ki topa, tek avantajlı olan Olcay’dı. Sezon boyunca daha kolay pozisyonları kaçıran, o sebeple hakkı tam teslim olmayan, bu maçta da hücumda kötü oynayan Olcay, o santrasız golü attı; bu ona "yukarıdan" bir armağandı!  İnönü, tam da adına yakışır şekilde artık yıkılmaya hazırdı…

Bu nesil, 90’da Sergen’in frikiğini; 3-4’lük maçı da yaşamıştı; ama bu başkaydı… Beşiktaş, hala hedefi varken çok kritik bir derbi kazanıyordu, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı belki de...

* * *

Evet, Beşiktaşlının artık yeni ve taze bir anısı var. Anlat anlat eskimez, yıllarca sürer… O yüzden bu maçın ancak “santrasız golle kazanma” kısmı başta olmak üzere, derin teferruatları belli bir süre kenarda tutup; keyfini çıkarmak gerek. Ben öyle yapacağım…

Derbi Öncesi: Beşiktaş – Fenerbahçe


2009’un Kasım’ı; Fink gelişine vuruyor, sonrasında Bobo’nun sihirli dönüşü ve Uğur İnceman çileği… O galibiyet, Beşiktaş’ın “her iki tarafın da şampiyonluk hedefinin olduğu bir derbide” aldığı son galibiyet oluyordu. Memlekette derbiler taktikten öte psikolojiyle kazanılıyor; devri havasını kaldıran, hatta lehine çeviren kazanıyor. Beşiktaş’ın kaybederken yapamadığı şey buydu…

Ama elbette takım yapısı da önemli, kendini tanımak ve ona göre oynamak… Beşiktaş’ın iyi yaptığı şey; yüksek tempolarda rakip kalede daha etkili olması ve duran toplar (bu sene 13 gol atıldı). Kötü yaptığı şey; takım yerleşmesi, özellikle topsuz oyunda…

Fenerbahçe de tam aksine; takım yerleşmesini daha iyi yapıyor uzun zamandır. Ancak eksik olunan nokta; çabuk hücumlar. Genelde ağır ağır, takım olarak karşı kaleye yaklaşıp, pozisyona giriyorlar. O nedenle bu maçta “düşük tempo” Fenerbahçe’nin işine gelecektir. Çünkü yerleşik savunmaya hücum etmekte zorlanan, ancak kendisi yerleşik savunma yaptığında yine kolay pozisyon veren Beşiktaş var karşılarında…

Beşiktaş’ın bu maçta tempoyu mümkün olduğunda “sapıttırması” gerekiyor… Çünkü hızlı oyunda Beşiktaş hücumcuları, Fenerbahçe göre çok daha tehlikeli koşular atabiliyor sağa sola… Böylelikle İnönü atmosferi de o rüzgara ortak olacaktır. Zaten şöyle eski derbileri hatırladığımızda; Beşiktaş’ın (bilhassa Fener maçlarında) öne çıktığı, hatta gol bulduğu zamanlar; temponun arttığı dönemlere denk gelir.

Toraman, yine maçın kilit adamı… Oğuzhan oynayacak duruma gelse de yanında muhtemelen Veli olacak. Çok değerli maç… Puandan öte özgüven açısından. “Zirve takımı havasını yakalama” fırsatı Galatasaray deplasmanında tepildi, bugün sonuncusu…

Mustafa Doğan (2004), Nobre (2007), Yusuf (2009), Niang (2013)...