Biraz “spor yazarı ağzı” yapayım; bu aralar karşılaştığım her insan “ne olacak bu Beşiktaş’ın hali” diye soruyor… Beşiktaşlı olan berberimin koltuğuna oturuyorum, adamın “nasıl bi’şey yapıyoruz?” demeden önce söylediği şey; “Schuster’i ne zaman kovuyoruz?”. Beşiktaş’ın hali böyle giderse, bir dahaki sefer “Puyol gibi yapıyoruz hafız…” diyip koltuktan kalkabilir, bir daha uğramaya bilirim…
Tabi bu sorular tanıdıklardan geliyor ve daha kısa, net cevaplar alabiliyorlar o anlık spontane laflarla… Ancak blogda ve twitterda gelen “Schuster kalsın mı, gitsin mi?” sorusu ciddi şekilde beni sıkıştırıyor diyebilirim. Çünkü içimdeki ses, net bir cevap veremiyor; olsa bile, mutlaka birkaç konuda kendimle çelişiyorum kafamda “neden” sorusunu sorarken…

Derken; yine erken kalkmam gereken bir gün için erken uyumaya çalışma, başaramama ve sabahlama kararı almış durumdayım. Uyumaya çalışırken dönüp durdum, bir yandan da düşündüm tabi havadan sudan… Konu istemsiz bir şekilde Beşiktaş’a geldi ve “Schuster kalsın” sonucu çıktı… Nedenlerini açıklayayım.
Kendime ilk sorduğum soru şu oldu; “Schuster giderse, kalan bölümde daha iyi ‘skorlar’ alınması muhtemel. Ama gelecek sezon için daha iyi olacağı kesin mi?”
Şimdi burada durum tamamen yönetimsel… Ve konu yönetime gelince tamamen “sürpriz yumurta” durumu mevcuttur. Tarza göre mi, yine isme göre mi hoca aranacak? Öyle olursa Benitez gibi kendi futbol doğrusuna ağırlık veren bir hoca mı, yoksa elindeki kadroyu baz alıp, sistem belirleyen ve yönetimin “hücum futbolu” arzusunu geri çevirmeyecek bir hoca mı gelecek?
Şimdi Benitez geldi diyelim; ilk icraatı, topsuz oyunda alanına geri koşmayan Quaresma’yı çift kale maçlarında bile oynatmamak olurdu. “Başka kanat yok mu sizde?" derdi, “Eeaa ya Quaresma işte?!?” diye ter dökülür; oradan saçları Kuyt’a benzer bir çocuğu sorar, “Hasan Türk” derler, bakar ki çocuk cayır-cayır iki yönlü oynuyor, topsuz oyunda var, takım oyununda var, top sürmede var… Alır onu 11’e koyardı ve seyrederdik cümbüşü… Quaresma kesik yemişken, gelen kötü bir sonucu gözünüzün önüne getirin…

Bir de öteki türlü seçim var tabi “Dünya bizi izliyor, şu adamları oynat” diye verilecek bazı isimli futbolcular ve aynı zamanda hücum futbolu. O zaman, o gelecek adamın yapacağı şeyler Schuster’den ne kadar farklı olurdu, “Değiştirmeye gerek var mıydı?” diye düşündürebilir bizleri…
Bir de “denenmişi denemek” adlı bir tehlike var her teknik direktör değişimi sonrası. Örneğin her gelen, bildiğin 2. forvet Delgado’yu “bir de ben ortasahada göreyim” dedi, sonunda adam Arabistan’a gitti… Bir de “kimsenin vazgeçemediği İbrahim Üzülmez” efsanesi var tabi. Bir sonraki yıl “vazgeçilmeyen” teknik direktörlerden, hangisi Üzülmez’le A Planı’nı yapmış bir bakmak gerekir derdim o zamanlar… 2. sezonuna başlayanlardan; Rıza Çalımbay döneminde zaten bek kavramı ortadan kalktı, 3-5-2'ye dönülürken Adem Dursun ilk planda tutuldu... Tigana, bağır çağır solbek istemiş fakat Ricardinho gelmişti. Tek muhalefeti Baki olan Üzülmez’in formayı alması kaçınılmaz oldu. Ertuğrul Sağlam ikinci döneminde Tello’yu beke çekerek sezona başladı, üzerine Seric’i aldı. 6 hafta sonra Denizli geldi ve yine her şey değişti…
Schuster’in takım adına koyduğu bazı normlar vardır artık ve bir dahaki sezonda “denenmiş, olmamış” hamleleri görme şansımız daha düşük sanki yeni bir teknik direktöre nazaran… Tamamen “his” olarak söyleyebilirim ki; bana Schuster’le gelecek 2. sezon, “olası bir değişim” sonrasındaki sezondan daha kötü olamaz gibi geliyor… En azından hangi yabancıyla, hangi gençlerle gelecek planlaması yapılabileceğini, olası yeni teknik direktörden daha iyi test etmiş, görmüş ve direkt yaşamıştır… Mesela Nobre'nin orta forvette olmadığını görmüş, oynatsa bile değişik roller vermiştir... Bir dahaki hoca "Nobre'yi bir de ben göreyim" derken, biz istediğimiz kadar buradan "biz çok gördük hoca!" diye bağıralım, sonuç değişmez... Hatta, geçenlerde 35 metreden yapıştıran Tabata'yı, muhtemelen o kalecilere daha bu tarz 10 gol attıktan sonra, 4 milyon euro satış opsiyonunu kullandırmayıp, takımında görmek isteyebilir mustakbel hoca...
Bir de tamamen futbol sınırları içersinde, “sevdiğim Schuster” ve “sevmediğim Schuster” tanımlamalarını yapıp, alt alta koyuyorum. Hangisi ağır basıyor diye düşünüyorum…

Sevdiğim Schuster;
Gençlere bakış açısı, benim özlemimi çektiğim bir konuydu özellikle. Sene başında sadece Necip için bile kabul göreceğim “Fink’ten, Uğur İnceman’dan önce görme” tutumunu, Onur Bayramoğlu’na da gösterdi… Fatih Tekke’ye bir yanlışından dolayı kapıyı gösterip, en kritik dönemde Ali Kuçik’i oynattı. Cenk, Ersan, İsmail, Necip gibi genç yerliler, direk 11 oynayacak düzeye geldi…
Bir de oyun felsefesi var tabi; kaleden uzakta savunma, rakip kim olursa olsun planlarda mutlaka “gol atmayı” barındırma başlıca özellikleri bu felsefenin. Açıkçası, Kiev’den 4’er adet yerken sadece üzüldüm. Kaldı ki hiç biri oyun şablonun getirdiği yan etkilerin sonucu değildi. Belki 2. Kiev maçındaki 2. gol… Orada da direk olarak “set savunması” yapamama durumu vardı, moralsizlikten olabilir.
Ertuğrul Sağlam döneminde 2-0 kaybedilen Marsilya maçı sonrası üzerimden tren geçmiş gibiydi. Bakın Liverpool bile demiyorum… Sadece üzülmemiş, futboldan nefret etmiştim. Beşiktaş’ın tek planı “gol yememekti”, resmen rakibin golü ne zaman gelecek diye maçı seyretmiştik… Aynı düzen, seyircisiz Ali SamiYen deplasmanında da devam edince filmi koparmıştım.
Sevmediğim Schuster;
Devre arasından sonra kendi bulduğu doğruları yeniden yok sayması. 50 dakikalık ömrü olan ortasahayla, tamamen “koşu maçları” oynaması. Olmadığını görmesi ve buna rağmen hedeften tamamen kopana kadar devam etmesi… Dinamo Kiev maçlarında 4’er gollü yenilgilere rağmen en az hatalı Schuster’di belki de. Ancak bu maçı tek hedef, olmazsa olmaz haline getirip, oyuncuları fazlasıyla geren etken de ligdeki gereksiz puan kayıplarıydı…
Takımın skor olarak geriye düştüğü ve özellikle de 1 kişi eksik kaldığı anlardaki hamle yetersizliği, hatta bazen daha da çıldırtıcı olan “hamlesizliği”… Bir diğer sevmediğim Schuster özelliğidir. Bunlardan başka çok ön plana çıkan bir şey yok, ya da şuan aklıma gelmiyor…
Hem bu karşılaştırma; hem de “gelen gideni aratma” korkumdan dolayı şuanda “Schuster kalsın” diyorum. Fikir değiştirme hakkım saklıdır… Gelecek haftalarda göreceğiz, “denenmiş mi deneniyor?”, yoksa gelecek adına umut saçan takım yapısına geri mi dönülüyor bakalım… Aksini düşünene çok da karşı çıkamam, benim de kalbim bu aralar çokçana kırıldı Schuster tarafından... Ayrıca son derece başarısız olduğunu da kabul ediyorum.
Schuster Açılımı yazı dizisinin ilkini yazarken, tamamen Schsuter tarafındaydım. Ve 2. yazının böyle bir konu altında olacağı hiç aklıma gelmezdi… İlk yazıda, kadroyu “iyi kadro” yapan oyunculardan fazlasıyla yoksun kalındığını, aksi halde Guti, Quaresma, Bobo 3’lüsünden ikisiyle çıkılan maçlarda iyi sonuçlar alındığından bahsetmiştim…
İkinci yarıya girerken bu oyuncular iyileşti, üzerine 3 Portekizli geldi… Ama fazla şeker, çayı şerbet yaptı. “Herkes oynasın, Dünya izlesin” derken yine ana plandan kopuldu… Belki onların yerine daha az isimli, tamamen alternatif olması açısından alınmış, yaşı da geçmemiş oyuncular transfer edilse; hem beklentiler böyle büyütülmeyecekti, hem de belli planın üzerinden yoğrulmaya devam edilecekti…
Bana kalsa spor gazetelerinin 3. sayfasına geri dönelim derim… Çünkü dönüp dolaşıp “Necip Beşiktaş’tır”da, "Bobo çok babasın"da buluşuyoruz…