Geçse De Yıllar


Zaten çabuk bir santrafor sayılmazdı, golcülüğünü güçlü fiziğine, sezgilerine ve her iki ayak, kafa fark etmeksizin etkili son vuruşlarına borçluydu. Dünya futboluna vurduğu damga geç ve kısa olsa da; o zirve döneminde yaşattığı etki sayesinde hala üst seviyeden kopmuyor ve hala golleriyle adından söz ettiriyor Luca Toni. Eski krallarına kapılarını açan Fiorentina’nın; Jovetic, Ljajic, El Hamdaoui’li hücum hattına eski ve tanıdık bir lezzet kattığı kesin…

Geçen yıllarla birlikte artık eskisinden daha da ağır bir oyuncu Luca. Ama her zamanki gibi çok güçlü ve ayağına aldığı topu nasıl, ne şekilde üç direk arasından geçireceğini çok iyi biliyor. Lazio’a attığı golle bunu kanıtlıyordu nitekim. Taze tuttuğu “golcülük heyecanıyla” ön direğe koşu yapmaları bile başlı başına özgüvenlik eseri; stoperi sırtına alıp, dönerek vuruşu ise ustalık…

En az o gol vuruşu kadar; Migliaggio başta olmak üzere Fiorentina orta sahasının kaybedilen topta tekrar karşı prese kalkması ve yeni bir atak imkanı sağlaması da derslik. Hemen hemen her yazıda bahsettiğimiz konuya güzel bir örnek olmuş. Geriye kaçıp rakibin ne yapacağını bekleyeceğine, sen baskı yap onlar düşünsün…

Kafa Vole


Ersan’ın direkt olarak Almeida’ya “yerden pas” attığı birkaç anın yaşandığı bir akşamdı. Aslında o sahne, “Beşiktaş neden pozisyon vermeyerek, rakibini maça ortak etmeyerek kazandı?” sorusunun bir özetiydi…  Stoperin, santrafora bir pas kadar yakın olduğu; hücumda ve savunmada takım boyunun kısa tutulduğu bir Beşiktaş söz konusuydu… Trabzon maçına kadar yaşanan kayıp seride böyle bir şey yoktu mesela çoğunlukla; stoperden çıkan topların santraforla buluşması için bir adet akbil’e ihtiyacı vardı.

Mutluluğun sırrını merak eden her Beşiktaşlının, bir ay boyunca günde üç öğün tok karna izlemesi gereken ikinci gol de; o “yakın oyunun” bir getirisiydi nitekim. Zira gol öncesi sonlanan ve Kasımpaşa’nın kontraya çıkması muhtemel bir atak vardı. Ancak orta saha ve savunmanın da olay yerine yakın oluşu ve Almeida başta olmak üzere top kaybı yapan hücumcuların karşı prese kalkarak topu geri kazanması; o muhteşem golü sağladı. Fernandes’in minyatür kale oynarcasına, çizgide kalan tek adamı da oyundan düşürerek boş kaleye vurması; olabilecek en güzel finaldi.

Ama ilk gol de, en az ikinci gol kadar övgüyü hak ediyor. En başta Holosko’nun ortası ve Almeida’nın o topa yetişip, voleyi vurması… Ben vole sadece ayakla olur sanırdım ama öğrenmenin yaşı yok. Topun gelişine kafayla da sert ve düzgün vurulup, filelerden ses çıkartılırmış meğer…  “Fernandes orta, Sivok kafa” içerikli son gol için söylenecek şey yok zaten. Malum, bu ikilinin bir duran topta buluşması, Almeida’nın kaleciyle birebir kaldığı pozisyonlardan daha fazla gol şansı vaat ediyor. Hani savunmacılar; kaleci geri pasta topu eline alabilsin diye son anda topu kaldırıp kafayla vururlar ya… Almeida da onu hücum ettiği kaleye mi yapsa ne yapsa? Ama genel olarak çok faydalı oynadı, orası kesin.

Trabzon maçındaki ikinci yarı elbette beni de mutlu etmişti ama aradığım şey tam olarak o değildi. “Ne yaptığını bilen” bir takım olmak, her zaman daha makul bir yoldu. Kasımpaşa karşısındaki Beşiktaş, ne yaptığını çok iyi biliyordu… O nedenle herhangi bir “geri dönüşe” gerek kalmadı. Maça en başından beri sıkı sıkı tutundu ve aldı…
Ersan’ın dönüşü ve Toraman’ın yeni mevkisi; Beşiktaş’ın iki maçtır daha dengeli ve yakın savunma yapmasında en büyük etken. Bunun hücuma yansımasında ise ana sebep Oğuzhan’ın takıma katılması… Sene başında “TopsuzKarar” adlı yazıda da bahsettiğimiz üzere; onun gibi bir futbol aklının daha orta sahaya eklenmesi hem takımı hem de Fernandes’i değiştirecekti. Öyle de oldu… Oğuzhan gibi bir opsiyon daha açılınca, Fernandes her maç linç edilmekten kurtuldu. Onunla Beşiktaş’ın açık kartları daha fazla. Ve rakip bunu görse de pek çözüm bulamıyor…

Sivok’un gol attığı anda oluşan yumak ve Kaptan Necip… Bundan daha ala tabloyu Picasso resmetmekte zorlanırdı herhalde.

İyi bayramlar.

İlk Goller ve Di Vaio


Her şeyin ilki özeldir derler ya, söz konusu goller ve golcüler olunca da durum öyledir. Bir takımın ilk golü bulma şekli çok şey anlatır bazen. Mesela Beşiktaş; bu sezon oynadığı 8 lig maçının 5’inde puan alırken; bunlardan 4’ünde ilk golünü duran toplarla buldu. Yani oyun disiplini anlamında şartlar eşitken veya daha dezavantajlı durumdayken; belirgin şekilde tek çözüm yolu var: Duran top. Bu durum, Beşiktaş’ın ekstra bir silaha sahip olduğunu ortaya koyduğu kadar, aynı zamanda hücum anlamında yeterince iyi saha içi organizasyonuna, planına sahip olmadığını da gösterebilir.  


Aynı şey golcüler için de geçerlidir. Kimisi 2-0’ları 4-0’a taşır, krallığa yürür… Kiminin ise belki krallık listesinde esamesi okunmaz; ama attığı gollerin büyük bir çoğunluğu takımın ‘ilk golü’dür. Marco Di Vaio mesela… Bologna ile Serie A’daki son iki sezonunda 29 gol atmıştı ve bunların 20’si takımı adına ilk goldü. Eksi puanlarla başladıkları ve vasat bir takıma sahip oldukları dönemde onun varlığı; birçok puanı yoktan var ediyordu… 
Bir de “golcü değil ama güzel adam” yakıştırması yapılan santraforlar vardır. Golcü değillerdir sahiden, zira yakaladıkları pozisyon ne kadar net olursa olsun; topu filelerde görmeden önce bir hareketlenme yaşatmazlar. Ama atılan bir dolu serseri uzun toplara kafa vururlar, sırtı dönük oynarlar, sağa sola hareketlenirler ve iyi oynuyor gözükürler. Almeida gibi…

Ama aslında o iyi oyunun skora dönüşmesi için; söz konusu takımın sürekli rakibi zorlayan, ceza sahasına sık ve kalabalık adam sokan bir yapıya sahip olması gerekir. Aksi halde maçın kaderini birkaç pozisyonla sınırlayan bir takımsan ve onlardan da eli boş dönüyorsan; bol bol “iyi oynadık ama kazanamadık!” maçları yaşanır. Şu sıralar Beşiktaş'ta olduğu gibi…

“Feda derken yarışta da kalalım” düşüncesiyle ne olursa olsun satılmayacağı söylenen iki oyuncu: Fernandes ve Almeida…  4-2-3-1 sisteminin tek santraforu ve serbest roldeki oyuncusu… Her ikisi de normal oyun akışı içersinde ‘tabela değiştirmede’ eksik kalıyor. Oysaki bu sistemde santrafor sadece güzel adamsa; onun arkasındaki veya kenarındaki oyunculardan "skor katkısı vermekten kaçınmayacak" birileri çıkmalıdır. Ama ne Fernandes bir trequartista (Batalla, Alex, Jaja), ne de Holosko 2008-2009’daki Holosko… Ondan sonra ihale; normal şarlarda golü bulma opsiyonlarında 4. sırada olması gereken garibim Olcay’a kalıyor… 
Gayet açıkça kendimi ifade ederek sözlerimi noktalayayım. Her maçın yıldızı seçilen Fernandes, muhtemelen maç başına ortalama 38 adam geçiyordur. Ama “direkt etki” anlamında yeterince verimli değil ya da kullanılamıyor. Takımın 9 numarası; işler kötü gidiyorken gerekiyorsa fırsatı kendisi yaratan ve bulduğunda da gole dönüştüren yapıda bir oyuncu değil. Yani, bir Di Vaio değil… O yüzden Beşiktaş’ın mevcut sistemiyle iyi değil, çok iyi oynaması gerekiyor galibiyet için ve öncelikle bir adet duran top golüne ihtiyaç duyuyor...

Şu durumda oyuncular değiştirilemez ama sistem değiştirilebilir. Yeterki bir arayış, kadro içersinde "kaşiflik" olsun; elbet bir sonuç çıkacaktır. Beşiktaş'ın söylenildiği kadar acz içinde bir kadrosu yok. En azından zig-zaglı peformans sergilemeyen, "ne oynadığını bilen" bir takım olabilir.

Son not: Yarım dönem oynayan Ailton’u, biraz da Bobo’yu saymazsak; bu formanın gördüğü Son Leblebici Oktay Derelioğlu’ydu… İlk Şampiyonlar Ligi galibiyetlerinde o vardı nitekim: PSG, Göteborg… Şu sıralar Ferrari’nin takım arkadaşı olup, MLS Ligi’nde yazmaya devam eden ve “keşke 1 sezon Beşiktaş’ta oynasa…” dediğim Marco Di Vaio, Oktay’dan sadece 7 ay küçük...


Devre Yakmak


Almeida’nın Podolski rolüyle sahaya sürülmesi, maç sonunda hoca tarafından yapıldığı gibi açıklanabilir bir şey aslında: Tersten gelecek ortalara tamamlayıcı olmak… Lakin tersteki Holosko da aynı beklentiler içinde olabilecek bir oyuncuydu. Ayrıca bir sistem kurgulanırken sadece rakip kale alanında gelişecek şeyleri değil; topun oraya nasıl ve ne şekilde gelebileceğini düşünmek gerekiyor.


Hal böyle olunca; ilk yarıdaki Beşiktaş’ın hücum hattı sadece “beklemeye” odaklıydı. O nedenle Oğuzhan’ın topu her aldığında sahada kartpostal resmettiği muhteşem oyunu heba oldu. Çünkü ne araya koşu atacak, ne de kanattan topa kendini gösterecek birilerini bulamıyordu merkezdeki hücum aksiyonlarında… Ortada Fernandes ve Oğuzhan olmasına rağmen, tüm plan “orta ve kafa”ya kurgulanmıştı… 
Cüneyt Çakır işgüzarlığı, Fernandes’in asabiyeti, Uğur Boral’ın klasik kendi kendini oyundan düşürmesi, Sapara’nın zeka ve teknik kokan gol vuruşu zinciriyle Beşiktaş içeriye mağlup girdi. Olcay hamlesiyle ise ‘futbolun doğrusu’ adına galip çıktı ikinci yarıya…  Çünkü en azından sahaya daha doğru şekilde dağılım gösterecekti Beşiktaş. Daha fazla pas opsiyonu olacak, hücum çeşitliliği yaşanacaktı. Evet, tek bir oyuncu değişimiyle bu yaşanabilirdi; yaşandı da…

46-93 arasındaki Beşiktaş’ın lezzetli oyunu, Olcay’ın ayağı titremeseydi galibiyetle sonlanabilirdi. Her şeye rağmen gol kaçırmak, “45 dakika kaçırmak”tan daha iyidir… Samet Hoca bugün A Planıyla hem Beşiktaş’ın hem de Beşiktaşlının bir devresini yakmıştır. Hatta ve hatta, ikinci yarıda “gol geldi gelecek” dakikalarında Holosko – Akyüz değişikliği de bana göre en az ilk yarıdaki 11 tercihi kadar tuhaftı. İyi oynamaya başlayan, “zorlayan” bir oyuncu; topu verildiğinde geri alınmayacak formsuz bir oyuncuyla değiştirildi… Hazır Trabzon orta sahayı teslim etmişken; yorgun düşen Oğuzhan'ın (sahanın en çok koşan oyuncusuymuş) yerine, Hasan Türk hamlesi yapılsaydı daha sağlıklı olabilirdi.
Orta sahadaki Toraman’la, stoperdeki Toraman arasında Peter Parker – Spiderman farkı var net bir şekilde. Bugün sahada herkesin yardımına yetişti. İlginç olan şey ise savunma önü değil, direkt 2’li orta sahadan biri olarak oynaması ve topla oyunda da sırıtmamasıydı; bugün iki adet "asist öncesi pas"a sahip olabilirdi. Ersan da oldukça diri gözüktü; bugün savunma az biraz önde basabildiyse bu, onun sayesindeydi.


Beşiktaş yine kazanamadı ama bu kez alamadığı şey sadece ekstra 2 puan oldu sanıyorum. Son dakikaya kadar galibiyet ısrarı; “canınız sağ olsun” dedirtmiştir Beşiktaşlıya… Aynı şeyi ben son dakikanın kahramanı olan Olcay için de söyleyebiliyorum; Kabataş’tan gelen topu önüne indirişi de yeter… Ama maalesef Samet Hoca için elde öyle bir emarem yok. Şu maçtan sonra manşetlere çıkmayacaksa, her seferinde seçmece olarak ortaya attığı futbolcularına duacı olmalı… Kaldı ki her zaman oyuna, bugünkü gibi "gazla" ortak olunmaz. Ne yaptığını bilen bir takım olmak, çoğu zaman daha makbuldür...

Maç Öncesi: Beşiktaş – Trabzonspor



Beşiktaş gayet kritik bir maça çıkıyor. Sonucunda birçok şeyin değişeceği belli; bunlar ya olumlu ya da olumsuz olacak… Böyle bir maç öncesinde hem Veli’nin, hem de Necip’in kaybı hiç iyi olmadı. Veli zaten yoktu bari Necip sakatlanmasaydı… Necip sakatlanmamış olsaydı yine dirençli bir orta saha çıkarılabilirdi... Ama şimdi gelin görün ki oraya Toraman’ı çekmekten başka çare gözükmüyor. Gerçi, bu durumun tek olumlu tarafı Toraman’ı stoper bölgesinden uzaklaştırmasıdır herhalde…

Samet Hoca, çivi çiviyi söker diyerekten “Allah Allah Allah Saldır Beşiktaş!” formasyonuyla sahaya çıkabilirmiş gelen haberlere göre… Hem Almeida’nın, hem Batuhan’ın, hatta Holosko’nun sahada olacağı bir sistemle. Şayet topu kenardan alıp, içeriye net paslar atabilen kanat oyuncularına sahip olunmuş olsa; tehditkar bir takım olabilirdi bu düzenle Beşiktaş. Ama öyle bir oyuncunun yokluğunda çift uzunlu formasyon, zaten kopuk takımı iyice birbirinden uzaklaştırmak dışında bir vasfa sahip olamayacaktır.

4-2-4’ye çalan 4-4-2 formasyonlarına karşı değilim; aksiyon, gerilim, fantastik tadında bir sistemdir nihayetinde, maçların nispeten daha seyredilir olacağı kesin olur. Lakin –şekilde görüldüğü gibi- ileri uçta çift uzun yerine tek uzun + ikinci forvet; kanatlarda ise sahte 7 görünümlü orta saha oyuncuları kullanılırsa daha makbul olunur.  Geçen sene şampiyon Galatasaray böyle oynuyordu nitekim…

Holosko ve Batuhan resimdeki kadar olmasa da birbirine yakın oynadıkları takdirde, Beşiktaş’ın hücum çeşitliğini yakalayabileceğini düşünüyorum. Çünkü birbirlerinin rolünü çalacak tipte oyuncu değiller… Fernandes’i neden orada oynattığımı daha detaylı şekilde şu yazıda açıklamıştım. Ama Samet Hoca yüksek ihtimal yine Fernandes’i ortada, Almeida’yı sol; Holosko’yu sağ forvette oynatacak; sistemde sadece bazı isimler değişecektir…

Öyle bir formasyon, Trabzonspor gibi en azından kompakt oynamayı beceren bir takıma karşı bile bile lades olabilir. Geçen seneki son maçın, ikinci yarısına dönebilir sahadaki görüntü… Ayrıca Alanzinho’nun yokluğunda, son hazırlık maçlarında oldukça dikkat çeken Emre Güral’ın oynamasını bekliyorum. Şayet yine savunma derinde takılır, orta saha ile arasında bir boşluk oluşturulursa; tam ona göre bir maç olabilir.
Ajanslardan değil, gönülden geçen 11
(Ajanstan değil, gönülden geçen 11)
Benim ilk tanıdığım Beşiktaş; ummadık anda, ummadık performanslar gösterebilen bir takımdı, özellikle de derbi maçlarında… Geçtiğimiz Fenerbahçe derbisinde bu durumun da iyice kaybolduğunu gördüm ve kırıldım... Bu akşam en azından o hissi geri vermeleri dileğiyle… Ayrıca Emre Özkan ve Hasan Türk, insanlardaki algıyı değiştirmeleri adına çok büyük fırsat yakaladılar, umarım değerlendirirler.