Pancu Gibi Vur

Sezonun ilk yarısında oynanan futbol, alınan puanlar ve son 5-3’lük Rizespor maçındaki Sergen resitali… Beşiktaşlı kendisini şimdiden ilan etmiş durumda, spor programlarında klişeleşen bir yorum dönmekte: “Ligin tadı kaçtı…” Ancak 24 Ocak 2004’de sahne alan maç, o ligin tadına ekşilik katacaktı Beşiktaşlı için. Evet, meşhur Samsunspor maçı… 

Herkesin gözü çıkan 5 kırmızı kartın doğru olup, olmadığındaydı. Kurallar kitabı, Gözlüklü Şirin bilgiçliğiyle incelendiğinde o kırmızı kartların birçoğu “daha önce pek rastlanmasa bile” doğru kabul edilebilirdi. Ancak işin iç yüzü, Beşiktaşlı oyuncuların neden delirdiğinde saklıydı. Kartların dışında… Beşiktaşlıların yediği tekmelere ısrarla faul çalınmaması ve onlardan birinin dönüp gol olması gibi…
Ancak o maçtan benim aklımda silinmez yer edinen şey, bunların ötesinde bir şeydi aslında. Pancu’nun alt köşeye yapıştırdığı füzesi, her şeye rağmen… O gol kayıtlara resmi olarak geçmedi. Benim için dünyanın en güzel hayalet golüydü. Sahada sinir harbi yaşanıyor, gol yeniyor, üzerine ilk kırmızı kart geliyor ama Pancu kaleyi bombalamaktan vazgeçmiyordu. Bir golden ötesiydi o hem Pancu hem de o ana tanık olan Beşiktaşlılar için. “Yeter be!” haykırışının şut almış haliydi…

Buraya tıklayınca, golü izleyebiliyorsunuz.

Nereden çıktı değil mi bu şimdi? Son Rizespor maçında, ceza sahası çevresinde dolanılmasına rağmen bir türlü cezalandırıcı şut çıkaramayan takımı gördükçe, Pancu’yu özlediğimi hatırladım da oradan… Böyle olunca, kötü skordan canı sıkılıp nostaljik tezahüratlara başlayan taraftar gibi oluyorum, farkındayım. Ama arada bir Pancu aşeriyorum böyle, yapacak bir şey yok. Çok şey değil istediğim yahu… Adam gibi topa vurun! Yani, Pancu gibi…

Örümcek Korkusu: Mehmet Topal


Eğer çok üst düzey bir takım değilseniz, Mehmet Topal ve benzerleri orta sahalar takımınızın mutlaka vazgeçilmez oyuncularıdan bir tanesidir. Çünkü maçta uygulayacağınız her plan, evvela topu nasıl geri kazanacağınızla başlar. Topu bir şekilde geri alamıyorsanız, hücumda ne kadar yetenekli oyuncularınız olursa olsun, pek fazla anlam taşımazlar. O nedenle, defansif orta sahalar topla olan yeteneksizlikleriyle, “sahaya en yakışmayan adam” konumunda gözükseler de, aslında dolaylı yoldan sizin hücum gücünüzün de çok önemli bir parçasıdır.

Ancak, bu oyuncuların en güzeli, tek başına o “orta sahanın defansif yükünü” çekebilenleri. Eğer bu uğurda yanına bir ikinci defansif orta saha daha ihtiyaç göreni varsa, işte o zaman “sahaya yakışmayışını” hakeder.  Çünkü takımın hücum gücünü arttıracak bir oyuncu eksik oynamak demektir bu durum ve sahada kolay tahmin edilir bir takıma dönüş yaparsınız. Mehmet Topal, geçtiğimiz sezonun çoğunluğunda bu seviyeye düşmüştü. Kendisine dar bir alan belirliyor ve sadece o alan içersinde düşen toplara “örümcelik” yapıyordu. Bu durum, hem Fenerbahçe’yi hem de milli takımı daha hareketsiz, dönen topları almakta güçlük çeken ve haliyle “direkt hücum” şansını düşüren bir etkendi.

Bi’ sakin ol Mehmet!

Mehmet  Topal, aslında o huyunu İspanya’da edinmiş. Valencia’daki ilk dönemlerinde tıpkı o eski günlerinde olduğu gibi enerjisi yüksek şekilde, “her tarafa koşayım!” düşüncesindeydi. Ancak hocası Unai Emery bir gün kendisini kenara çekip, “Mehmet, bizim sistemde o kadar koşmana gerek yok. Kendi alanını kaybetme yeter!” diye telkinde bulunmuş. O dönemde 4-1-4-1 gibi bir sistemle sahne alan Valencia için aslında ideal bir Mehmet Topal yoluydu bu. Ama Türkiye’ye o düşünceyle birlikte gelmesi, sahadaki asıl fark yaratan özelliklerini yok sayması demek olacaktı.



 Bu sezon ise ciddi şekilde oyununa tekrar hareket katan, hücuma katılan ve en önemlisi sadece belirli bir alanda değil, agresif şekilde topun düşebileceği her bölgeye baskı yapan bir Mehmet Topal izliyoruz. “Top hırzılığı” sayesinde kazandığı “Örümcek” lakabına tekrar yakışıyor... Hatta vasat korku filmlerin Türkçe çevirisinde olduğu gibi “Örümcek Korkusu” saçabiliyor. Fenerbahçe’nin Ersun Yanal’la birlikte önde basan, topa sahip olunduğunda 5 orta saha 3 forvetle hücum eden takım yapısında çok değerli bir role büründü. Zaman zaman Busquets’in Barça ve İspanya’da yaptığı gibi, hem defansif orta saha rolünü üstlenebiliyor hem de bek oyuncuları öne çıktığında stoperlerin arasına girip, libero vazifesi görebiliyor.

Fatih Terim’le birlitke tekrar 4-4-2’ye dönen milli takımdaki rolü de aynı derecede kritik. Geçtiğimiz yılda sergilediği performansla, o ikili orta sahanın enerji yükünü kaldırabilecek bir oyuncu gibi gözükmüyordu. Ancak bugünlerde hücuma kıvrılarak oynayacak olan Selçuk’u pekala tamamlayabilecek, hatta bu konuda tekrardan memlekette tek geçilebilecek bir isim. Arda, Gökhan Töre, Umut, Burak’lı hatta biraz da Selçuk destekli hücum girişimlerinde, rakibin uzaklaştırdığı, sektirdiği topları her geri alışında, takımına yeni bir hücum şansı daha sunabilir. Ve Romanya maçında olduğu gibi alan savunmasına geçildiği anda, stoperlerinin arasına girerek savunma göbeğini üçleyebilir.

Dost Tavsiyesi: Oumar Niasse

Geçtiğimiz sezon attığı gollerle Akhisar’ın mütevazı takımını ligde tutan Gekas’ın eli fazlasıyla güçlenmiştir. Gelecek yıl da rakip fileleri sarsmaya devam etmesi için bazı şartları vardır. Maaşını, neredeyse İstanbul büyüklerinin forvetlerine ödediği miktara yaklaştırmak ister. Hamza Hoca ve Akhisar yönetimi, bu tutum karşısındaki kabullenmenin, takımın ahengini ve dengesini bozacağına inanır. Adına besteler uyarlanan Gekas, artık Akhisar formasını giyemeyecektir.
Vakit, harıl harıl yeni bir golcü arama vaktiydi artık. Ama maç başına neredeyse bir gol ortalaması tutturan Theofanis Gekas kadar fark yaratacak oyuncu kolay bulunur muydu ki? Böyle durumlarda, fırsatçı menajerlerin kucağına düşüp ‘tavsiye’ istemek kaçınılmazdır. Ama Akhisar’da bambaşka bir olay yaşanır. Takımın stoperi Sonko, “Bizim memlekette bir çocuk var, çok yetenekli. İsterseniz bir görün?” der.

 Hamza Hoca, belki de oyuncusunu kıramamak için itiraz etmez. Yaklaşık iki yıldır aradaki üç maçlık Brann macerası haricinde doğru dürüst profesyonel maça çıkmayan, 1990 doğumlu Oumar Niasse apar topar Akhisar kampına katılır. Kısa zamanda kendisini kanıtlar ve sözleşmeye imza atar. Gekas’dan doğan o koca meteor boşluğu, bir dost tavsiyesiyle doldurulacaktır. Sonko, Galatasaray maçından sonra şöyle övgü karışımlı bir itirafta bulunur; “Ben onun 10 gole ulaşacağını tahmin ediyordum ama çok daha fazlasını atacak gibi görünüyor!”.

Oumar Niasse, güçlü ve atletik yapısıyla aslında Gekas’tan fazlası. Sezgileri ve her santrforda olması gereken ‘gol şansıyla’ vücuda atılan topları bir şekilde kaleye göndermeyi başarabiliyor. Çok çeşitli vuruş stillerine sahip, Bursa deplasmanında havadan uçarak topukla gol atmaya çalışması buna işaretti. Ama onun asıl farkı, kaleden uzak olduğunda da vücuda atılan topu yakalayıp, direkt kaleye kadar inebilmesi. Böylelikle karşımıza hem atletik hem de golcü kumaşına sahip bir santrfor modeli çıkıyor ve izlemeye doyum olmuyor.

Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol

Hızlı Düşün, İyi Uygula... Bilal Kısa

Hamza Hamzaoğlu’nun Akhisar’ı, ligimizde en çok “takım gibi” hareket eden ekiplerinden biri. O takımın bir de hem görünür hem de görünmez kahramanı var: Bilal Kısa!
Bugünün futbolunda 10 numaralar, ya rakip kaleye ya da kendi kalesine doğru yaklaştıkça çok daha fazla fark yaratmaktalar. Ya Alex de Souza olup, daha bir forvete evirildiler, ya ayaklarına ters kanatta kenar forvet olup, direkt tabelaya etki etki ettiler, ya da biraz daha orta sahanın gerisinde mevkilenerek, Andrea Pirlo geçtiği yola düşüp, gol girişimlerinin ilk yaratıcı pası atanı oldular. Bir dönemin “yetenekli ama bir tülü olmayan” 10 numarası Bilal Kısa, olgunluk kazandıkça, oyuna daha geriden hükmetmesiyle ve hatta kendiliğinden ciddileşen surat ifadesiyle Pirlolaşanlardan...

Akhisar, Hamza Hamzaoğlu döneminde çok da iddialı olmayan kadrosuyla ciddi şekilde renk saçmaya başladı. Bunun en büyük nedeni, takım halinde hareket etmeleri, hiçbir hücum girişimlerinin tesadüflere bağlı olmayışı. Ancak, orta sahadaki Bilal Kısa’nın “öngörülemezliği” asıl farkı yaratan etken. Ligimizde en son Guti Hernandez’in sol ayağından çıktığı görülen o nefis lob uzun toplarıyla daha çok “asist öncesi pasların” adamı. Sonko’nun “bizim mahallede bir çocuk var, gelsin 10 gol atar” diyerek getirdiği ve şimdiden çok daha fazlasını yapacağını kanıtlayan Oumar Niasse’yi de dolaylı yoldan parlatan adam. Tabii bazen bunu direkt olarak da yapıyor, tıpkı Galatasaray’a atılan ikinci golde olduğu gibi.

Bilal, herkesten önce hızlıca düşünüp, yetenekleriyle iyi uyguladığı o yaratıcı hamlelerinden bir kesit sunuştu o gol öncesinde. Daha topun geriye sektiği andan itibaren, o topu Niasse’nin önüne bırakacağını biliyordu. Öyle olmasaydı, zaten ya o açık kaybolacak ya da Niasse ofsayta düşecekti. (Golü hareketli halde izlemek için buraya tıklayınız)

Akhisar takımı başlı başına seyirlik, orası ayrı. 16 yaşındayken yolu Bakırköy’ün Yücespor’una düşen Bilal Kısa’nın bugünlerde "büyük oyuncu" havasını verdiğini görmek, özellikle de benim gibi Yücespor’un Yücetarla sahasında amatör olarak top tepmiş biri için de ayrıca keyif.

Baresi’ye Kulak Ver! Pedro Franco

Henüz sahneye çıkmadı belki ama gelecek planlarında özellikle Önder Özen tarafından umutla ve koyu tonlarda adı yazılı. Belki bugün, belki yarın... Pedro Franco'yla tanışacağız, eğer aşama kaydeder ve Baresi'ye de kulak verirse; onunla tanışanlar sadece biz olmayacağız...

Takvimlerden 2001 yılının Ağustos yaprağını koparırken Beşiktaş, Ronaldo isminde bir Brezilyalıyı transfer ediyordu. Bu, elbette yaşadığı sakatlıklara rağmen Real Madrid’de tekrar dünyanın en iyisi olacak olan Il Fenomeno Ronaldo değildi. O günkü espri gündemine göre “Tahtakale’den yürütme” bir Ronaldo’ydu bu… Ancak öyle bir boşluk dolduracak ve Beşiktaş’ın 100. yılında sekiz yıl aradan sonra kaldıracağı şampiyonluk kupasında öylesine etkin rol oynayacaktı ki, artık Beşiktaşlı “Ronaldo” denince ilk onu hatırlayacaktı. Otuz, kırk metrelere isabetli pas atan, bazen verkaçlara girip bugünün Beşiktaş forvetlerinden beklenen hareketleri sunan ‘Stoperlerin Ronaldo’sunu…

Tiki-taka değil, bama-güme

Beşiktaş’ın ve elbette Beşiktaşlının gözleri o Ronaldo’yu yıllardır çok aradı. En çok da baskı altında olmamasına rağmen hiç riske girmeyip topu taca vuran, ya da Almeidasına şişiren stoperleri görünce… Özellikle geçtiğimiz sezon kendisinden güçsüz konumdaki takımlara karşı bile ayağında top tutamayan, bu nedenle bir noktadan sonra baskı yiyen ve son dakikalarda fazlaca puan kaybı yaşatan bir Beşiktaş vardı. O yenen gollerin sebebi, en az defansın top rakipteyken kötü savunma yapışı kadar, top kendisindeyken de ne yapacağını bilemiyor oluşuydu. Oysaki Beşiktaş, topa hakim oldukça Beşiktaş kalır; 2-0 öne geçtiği maçlarda dahi rakibine cesaret vermezdi. Önder Özen, belki de bu sebeple ilk iş olarak okyanusları aşıyor ve Pedro Franco’yu Beşiktaş’a kazandırıyordu. Çünkü bir stoperin topa olan hakimiyeti, içinde bulunduğu takımın çehresini pekala değiştirebilirdi.

 “Topu iyi kullanmak bir savunma oyuncusu için son derece önemlidir, çünkü artık hücumlar savunmada başlıyor. İster driplingle hücuma çıkarsınız, ister orta saha oyuncularınıza kısa pas verirsiniz, isterseniz de forvetlerinize uzun top atarsınız. İyi takımlar genelde dar alanda oynar ve bloklar arasında fazla boşluk olmaz. Top rakibe geçtiğinde pres başlar ve top geri kazanılır. Barcelona’ya baktığınızda ne demek istediğimi daha iyi anlarsınız. Kaptırdıkları topu pres yaparak geri alırlar ve rakibe sorun yaratırlar. Bu yüzden geri çekilmek yerine hücum etmelisiniz.”

Böyle diyordu Franco Baresi FourFourTwo’ya ve sanki Beşiktaş’ın bugünlerde uygulamaya çalıştığı felsefeden bahsediyordu. Bu sezon kazanılan maçların ortak özelliğini arayacak olursak, Beşiktaş’ın tıpkı Baresi’nin bahsettiği “bloklar arasında boşluk bırakmadığını ve topun kaybedildiği yerde geri kazanıldığını” görebiliriz. Zaten elinizde maçı yoktan kazanacak çok fazla “yaratıcı” oyuncunuz yoksa işin sırrı daha çok takım olarak hareket etmekte yatar. Bu durum, savunma yapmanızı da kolaylaştırır ve stoperlerinize düşen yükün ağırlığını hafifletir. Baresi de bundan bahseder…

“Ne kadar hızlı olduğunuz nasıl hareket ettiğinize bağlı bir durum. Bire birlerde rakibinize üstünlük sağlamak istiyorsanız dönüşleriniz çok keskin olmalı. Takım halinde hızlı olmak, tek başınıza hızlı olmaktan önemlidir. Milan’da oynarken sahada tek bir vücut gibiydik; aynı çizgide, aynı anda, aynı yöne hareket ederdik. Antrenmanlarda bire bir, ikiye iki, altıya dört ve sekize dört çalışmaları yapardık. Sekiz kişiye karşı dört kişiyle oynamak, rakibi nasıl durduracağımızı öğretti.”

Pedro Franco, topla ne kadar yetenekli bir oyuncu olduğunu daha hazırlık maçlarında kanıtladı. Yüzü kendi kalesine dönükken ve arkasından baskı yerken, topun üstünden pas atar gibi yaparak atlayıp, rakibini arafa düşürmüş ve yüzünü rakip kaleye dönerek, topu sakince takımda tutmuşluğu vardı mesela. Tam da Beşiktaş’ın savunmada sıklıkça ihtiyaç duyduğu o sakinlik… Ayrıca sürekli pres ve koş koş futbolu oynanmayacağından topun belirli zamanlarda Beşiktaş’ta kalıp, aktif dinlenmeye geçilmesi gerek. Bu bağlamda Pedro Franco’nun gelecekteki varlığı çok kritik.


O “geleceğin” daha da yaklaşması yani, Pedro’nun yakın zamanda “Beşiktaş’ın stoperi” olabilmesi için fizik olarak gelişmesi gerekmekte. Hatta kendisini bizzat dünyanın öteki ucuna getiren Önder Özen de bunun farkındadır: “Atletik departmanı, Türkiye’de ciddiye alınan bir konu değil. Oysa ki 2002-03 Gençlerbirliği’nden bu yana fizik olarak fark yaratan bir takım yok. Tembel hocalar, “Herkes 15 km koşuyor zaten! Fenerbahçe ve Beşiktaş’ın koştuğu kadar Karsspor da koşuyor” diyorlar. Ama öyle değil işte... Fizik olarak bir fark yaratmalı. Biz bunu yaratacak departmanı kurduk. Bakın, Beşiktaş Pedro Franco ile 5 yıllık kantrat yaptı. Neden 5 yıl? Çünkü şu anda Franco, top kendisindeyken çok yetenekli ama top rakipteyken vasat, top ortadayken kötü. Atletik departmana “1.5 senede Lugona yapın” diye direktif verdik. Yapacaklar! 1.5 sene sonra üç noktada da kusursuz olacak ve sonra da İspanya’ya satacağız. Almeida çok sakatlanıyor. Neden? Darbe aldı. Peki, neden darbe alırsın? Çabuk ve kuvvetli olmadığın için...”

Aslında Önder Hoca’nın o röportajında özellikle “1.5 yılda Lugano yapın!” meselesinde kısmen abartılma söz konusu. Evet, Pedro Franco Atletik Performans konusunda büyük bir uzman olan Dolu Arslan yönetimi altında fiziki gelişimini sürdürecek. Ama bu konuda bir tarih verilmiyor; belki 1.5 yıl belki daha fazlası ama belki de 1.5 ay sonra oynar…

Pedro Franco’nun işin savunma tarafında bolca eksikleri mevcut. Yeterince atletik değil, açık alanda kolay geçilebilir izlenimini sunmakta. Fizik olarak güçlü olmadığından caydırıcı da değil, hatta rakip santrforların rüyalarını süsleyecek nitelikte… Ancak çok uzun bir stoper olmamasına rağmen (1.83) sıçrama zamanlaması çok iyi, hava toplarında fark yaratabiliyor. Aynı farklı yerden de, rakibinden bir tık önce düşünerek yaratabilir. Zira bu konuda da 1.76’lık boyuna rağmen döneminde ‘yok edici stoper’ olmayı başaran Franco Baresi’ye bir kulak vermek gerek, kim bilir belki de biraz kısa olmak avantajdır!

“Savunma oyuncusu cesur olmalı ve rakip ne kadar iyi olursa olsun gerektiğinde kayarak müdahale yapmayı göze almalı. İkili mücadelelerdeki etkinliğinizi antrenmanlarda bire bir çalışmalar yaparak geliştirebilirsiniz. Bir savunmacı olarak agresif ve kararlı olmalısınız ancak müdahalede bulunurken faul yapmaktan kaçınmalısınız. Rakip, topu daima sizden saklamak isteyecektir; hamlenizi yapmak için onun hamle yapmasını bekleyin. Zamanlamayı doğru yaparsanız başarılı olma ihtimaliniz artar.

Alan savunması çok fazla ön plana çıktığı için artık adam markajı değerini yitirmeye başladı ancak bence bir oyuncunun oyun disiplinine sahip olması açısından bu çok önemli. Alan savunması yaparken rakibe dikkat etmezsiniz ama orta geldiğinde bunu yapmak zorundasınız. Aksi takdirde topu kalenizden çıkarırsınız. Bu yüzden yeri geldiğinde adamınızı marke etmelisiniz. Ayrıca şunu unutmayın: Bir oyuncu sizden uzun boylu ve hava toplarına hâkimse, teknik olarak yerden durdurulması çok daha kolaydır.

Pedro Franco bir projedir, başarılması halinde memleketimiz için muhteşem derecede örnek olacak bir proje. Scout sistemi, ya da Önder Özen’in tabiriyle “kartal gözüyle” bulunmuştur. Sahip olduğu özellikler, bir futbolcunun çalışarak, tecrübe ederek kazanamayacağı, ancak yaratılışla var olacak özelliklerdir. Fizik, denge, çabukluk gibi eksiklikleri ise atletik departmanı sayesinde pekâlâ düzeltilebilir bu projeye göre… Ve mental anlamda da biraz Franco Baresi’ye kulak verecek olursa; işin sonunda, kalitesi ülke sınırlarını taşacak, hakikaten de La Liga'da -şu haliyle bile- ilgisini çektiği Rayo Vallecano'nun çok daha üzerindeki takımların gözde transfer seçeneği haline gelebilecektir.

İsminiz? Ömer Şişmanoğlu!



Kimi maçlar vardır, daha ilk 5 dakikasıyla rengini belli eder. Beşiktaş, yeniden presiyle rakibini önde ısıran görüntüsüyle, bu maça ağırlığını koyacağını hissettiriyordu…

Gol pozisyonları az olan, ama sürekli aksiyon halinde seyreden bir maç izledik. Bunun da ana nedeni her iki takımın da karşı prese dayanan oyun anlayışıydı. Ancak bunu daha takım halinde uygulayan ve çok daha tehlikeli bölgelerde top kazanan taraf Beşiktaş’tı. Normal şartlarda Beşiktaş’ın bu pres gücünü skora daha çabuk çevirmesi gerekir. O normal şartın ana karakteri ise Oğuzhan Özyakup. Çünkü ani kazanılan toplarda “ne yapacağını bilmek” çok önemli... Hakkını teslim etmek gerek, Necip Uysal bugün “Oğuzhan’ı aratmama” görevini en azından taşıdığı toplarla gayet iyi uyguladı. Ayrıca top kazanma gücü de yüksekti, kazandığı topları sakince etrafına paslama ortalaması da… Bu performans, ara ara cama yapışan tribündeki Slaven Bilic’in aklında yer edecektir.

Eneramo tehdidi

Eksiklerden dolayı Beşiktaş’ta birkaç taş yerinde oynadı. O taşlardan biri, masanın sabit okeyi, siyah 13 Atiba Hutchinson… Haliyle, onu farklı mevkide oynatmak yine performansından bir şey almadı. Sezgileriyle ön presten kaçan topları yakaladı, hücuma çıkışlarda neredeyse hatasızdı. Her şeyden evvel zeki bir oyuncu… Yetenek sınırlarının farkında, o sınırını dibine kadar kullanıyor ama asla fazlasına kaçmıyor. Keşke aynı şey Fernandes’te de olabilirse, tabi biraz daha farklı anlamda. O yeteneklerini, bugün olduğu gibi daha fazla tabelaya yansıtabilir. Bugün yaptığı asistle, bir zamanlar aklımı kurcalayan “Fernandes’i sol kanat yapma projesi”ni yeniden alevlendirdi.

Bugün fiziğiyle fark yaratma açısından Almeida’yı aratmayan, hatta üzerine bir iki kere topla süratlice kaleye inmeleriyle tehdit unsuru olan Eneramo, maçın “ortada” olduğu zamanlarda takımına ciddi katkılar sağladı. “Ne yaptı ki?” diye soracak olursanız; bu ciddi bir haksızlık olur, ertesi gün dışarıda Pazar dolanması yaparken altı su dolu kaldırıp taşına basabilirsiniz. Geçen sene 2-0’dan 2-2’ye gelen Eskişehirspor maçını hatırlarsınız. İkinci golü Nuhiu atarken, golün asistini stoper Diego yapmıştı. Hatta o gol gelmeden önce de oralarda dolanmaya başlamıştı. Bugün pek hücum çıkışları gerçekleşmedi kendisinden. Zira Eneramo, hiç hazır olamayan kilolu fiziğiyle bile; iki pozisyonda topu yanından atıp, esti… O tehdidi bile çok şeyi değiştirmeyi yetti aslında. Çünkü biraz da Eskişehirspor santrforunda o tehdidi sunacak (bkz. geçen haftaki Diarra) birileri olmadığı için Beşiktaş rahatça önde baskı uygulayabildi.

Bir rezervasyonumuz vardı?

Sonlardaki karambol pozisyonlar haricinde Eskişehirspor hücumda pek fazla etkili olamadı. Bir tek 93 doğumlu Aytaç Kara’nın şutu var. Aytaç ve Eskişehirspor için işin güzel tarafı, o şutun tesadüfen çıkmamış olması. Zira aynı sol ayak, iki hafta önce 20 metre öteden maç kazandırmıştı. Biraz daha fazla oyunun içinde gözüken bir oyuncuya dönüşürse, Eskişehir’den yeni ve parlak bir orta saha daha doğuyor demektir. Sırf o şut yeteneğiyle bile birçok kez denge bozabilir.

Beşiktaş, yerli oyuncularla zenginleştirdiği kulübesinden ilk vurgununu yaptı. Bu tip pozisyonlarda, topun düşeceği yeri çok önceden rezervasyonla ayırtıp, zamanını bekleyen Ömer Şişmanoğlu’nun kafası ve çok çok ekstra bir üç puan… Orada elbette uyuya kalan Eskişehir savunmasının da payı büyük. Ama hatalar, ancak onu değerlendirebilen birileri çıkarsa ortaya çıkar ve anlamlı olur. Ömer, her zaman uyanık oluşuyla bu tip farkları yaratacaktır. Bugün santrfor oynadı, yarın soldaki kenar forvet rolünü alır; Almeida’yı, Eneramo’yu paralel geçen toplar, onu pek fazla ıskalamaz…
Milli maç arasının, Beşiktaş’a iyi geldiğini daha önce görmüştük. Çünkü arkasında, gözleri kan çanağı tutacak kadar çalışan (tesislerde gittim, gördüm, şahidim) bir teknik ekibi var. Ayrıca bu 2 haftalık ara, Oğuzhan’ın dönüşünü de 2 hafta hızlandırmak demek olacak. Beşiktaş için asıl güzel taraf o.


 

İyi Gün Dostu Savunma


Sezon başından bu yana güçlü sinyaller veren Beşiktaş’ın farklı ve iyi yaptığı şeyler başlıca: Yakın oyun, yardımlaşma ve önde baskı… Bugün sahada bunlardan hiçbiri yoktu. Özellikle stoperler ve Almeida arasında geçen seneyi hatırlatan mesafe, mağlubiyeti getiren ana etkendi. Sivok ve Escude, araları orta sahayla açık olduğu zaman birebirlerde sorun yaşayan stoperlerdir. O boşlukları bugün Diarra baya baya doldurdu… Doğrusunu söylemek gerekirse Beşiktaş stoperleri ne sertlik açısından fark yaratıyorlar ne de çabukluk. Takım bütün halde hareket ettiği zaman idare ediyorlar sadece. Ya da şöyle söyleyeyim; Beşiktaş savunması, kötü günde takımı ayakta tutamaz. Oysa şampiyonluk yolundaki bir takımın savunması, kötü maçları da bir şekilde getirmelidir.

Biraz Motta…

Bugün Beşiktaş’ta kötü oynayanları bulmak zor değil. Biraz iyiye kaçan oyuncu varsa o da Ramon Motta’ydı. İlk yarıda yaşanan hücumların hepsinde adı vardı, savunmada da çabukluğunu sıklıkla konuşturdu. İlker Meral, ikinci sarı kartı vermemek için klasik “eyyam kuralı yaratma” eylemine girmemiş olsaydı, rakibi de eksik bırakmıştı aslında… Onun dışında Muhammed, oyuna girdikten sonra o ana kadar kimsenin yapamadığı bir şeyi denedi; savunmadan top alıp, orta sahadan driplinglerle çıkmak… Bazı anlarda başarılı da oldu. Keşke hafif sağ çaprazdaki frikikte topun başına, barajdaki 88 kişiyi delerek gol atmaya çalışan Almeida değil de o geçseydi. Zira o bölgeden yakaladığı zaman kolay kolay affetmiyor. Gaziantepspor maçındaki direğin içinden dönen frikiğinde bunu ispatlamıştı…

Belki bu maçla direkt alakalı değil ama Beşiktaş’ı gerçek anlamda “başka takım” kılan etken Oğuzhan Özyakup. Top, o orta sahadayken hücuma gül bahçesinden giderken, yokken bazen taşlı yollara düşebiliyor. Haliyle Beşiktaş hücumu, birden rakip atağa dönüşüyor. Onun yokluğunda Beşiktaş’ın daha fazla pres takımı olması gerekmekte. Zira geriden, sıfırdan oyun kurmak mümkün olmuyorsa; topu rakip savunma dengesizken kazanıp, geçiş hücumları yapmak gerekir. Gerçi yakalanan ani toplarla da kaleye dikine gidecek pek fazla hücumcu da yok elde. Öyle durumlarda, Fernandes’in daha öldürücü olması gerekir. Böylesine yetenekli bir adamın, topla kat edip, şutlarıyla denge bozduğu anların çok az olması garip…

Beşiktaş’ın durgunluğu, savunma hataları bir yana… Diarra, onca efora rağmen çıkardığı net şutlarla maça damgasını vurdu. Tipik bir siyahi yırtıcı forvet performansı…