Röportaj: Roberto Carlos




Dünyanın en iyi oyuncularından biriydi, şimdilerde ise tekrardan dünyanın en iyilerinden biri olarak gösterilmek istiyor ama teknik direktör olarak!

O, dünyada frikik denince akla ilk gelecek isimlerden biriydi. Topa vurmadan önce karşısındaki barajın aklında iki şey olurdu; biri elbette gol yememek, diğeri de sakatlanmamak! Öyle ki onun sert şutları birçok reklam filmine konu olmuş, hatta futbolla ilgilenen insanlar arasında “Roberto Carlos gibi vurmak” deyimini ortaya çıkarmıştı. Umbro’nun, “Umbro Golaço” adıyla yürüttüğü kampanya ekseninde yapılacak frikik yarışmasında da birçok genç Roberto Carlos gibi vurmaya çalışacak. Peki, bu işin sırrı neydi, ne zaman bu yeteneğinin farkına varmıştı? Umbro’nun Türkiye distribütörü Sportive’in de katkılarıyla, Roberto Carlos’la Sivas’ta bir röportaj yaptık ve ondan frikik sanatının bazı inceliklerini aldık, en beğendiği gollerini sorduk. Ve elbette ki Sivas’taki hayatını, takımı, oynattığı alışılmışın dışındaki futbolu ve gelecek planlarını…

Sahi, birçoklarının dünya futbol tarihinin en iyi 11’inde onun adını rahatlıkla sol beke yazardı ve o, Anadolu’daki bir şehrimizde teknik direktördü. “Düğün Dernek” filimde Tüpçü Fikret’in dediği gibi; “Bu Sivas da çok acayip bir yer oldu, Roberto Carlos’la park kavgası yapıyoruz!” Ama o, öyle bir insandı ki daha ilk tanışmamızda –hiç de gerek olmamasına rağmen- elini uzatarak, “Roberto…” diye kendini tanıtmasıyla bile mütevazılığını konuşturuyordu. Hayran olunası bir insanın, bunun farkında değilmiş gibi yaşaması, daha da hayranlık duyma sebebi oluveriyor!

Daha önce hiç frikik çalışması yapmadığınızı ve bunun doğuştan gelen bir yetenek olduğunu söylemiştiniz. Peki, bunu ilk olarak nasıl fark ettiniz?
Çocukluğumda diyebilirim. Daha o zamanlar babam topa çok sert vurduğumu fark etmişti. Ben de o şekilde devam ettim, hiç özel çalışma yapmadım. Tamamen Tanrı’nın bahşettiği bir yetenek… “Avukatın zeki olması için Tanrı ona bir yetenek verir” diye bir söz vardır bizim oralarda. Bana da toplara bu şekilde vurmamı sağlayan bir yetenek verilmiş.

İlk frikik golünüzü hatırlıyor musunuz?
Hayır. Brezilyadaki günlerimde çok fazla frikik golü attım, sanırım o nedenle unuttum (gülüyor).

Topun başındayken, ilk olarak neye dikkat ederdiniz?
Her zaman kalenin yanlarından veya üstlerinden bir referans noktası seçerdim kendime. Topu ilk olarak oraya yönlendirmek ve sonrasında falso vermek için, öyle bir nokta belirlerdim.

Bir frikiğin gol olma şansını arttıran üç etken?
Vuruş beceriniz, konsantrasyon ve kaleyi görüş açınız.

Sizce kariyerinizde attığınız en güzel frikik golleri hangileriydi?
İki tanesinin yeri ayrıdır. Brezilya formasıyla Fransa’ya ve El Clasico’da Barcelona’ya attığım frikik golleri, en özelleridir.

Zaten Fransa’ya attığınız golün bir benzeri hala yok. O golü tekrar televizyondan izlediğinizde ne hissetmiştiniz?
Farklı bir goldü. Televizyondan izleyince, tabii daha da çok mutlu oldum (gülüyor).

Tekrar aynısını atmaya çalıştınız mı?
Birçok defa… Ama hiç başaramadım.

Şimdilerde teknik direktörsünüz, halile sahanın biraz dışında. Takımınız frikik kazandığında “Ah ben olacaktım orada!” diyor musunuz?
Kesinlikle, her defasında aklıma geliyor. Aslında sadece frikiklerde değil. Futbol benim hayatım. Futbolla yaşadım ve yaşamaya devam edeceğim. Antrenmanlarda da maçlarda da her zaman sahaya girip tekrar oynama isteğim var.

Yakın zaman önce “kendisini kanıtlamış” futbolcu Roberto Carlos’tunuz. Ancak artık sabahları “kendisini kanıtlamak zorunda olan” teknik direktör Roberto Carlos olarak uyanıyorsunuz. Bu hayatınızda neleri değiştirdi?
Öncelikle artık şimdi eskisinden daha çok çalışıyorum. Eskisinden çok daha fazla düşünüyorum. Oyuncuyken yapmış olduğum başarıları, teknik direktörken tekrarlamak istiyorum. Geçmişinde büyük futbolcu olan insanlar, aynı başarıyı teknik direktörken başaramayacağına inanıyorlar. Ben ise tam tersi düşüncedeyim ve doğru yolda olduğuma inanıyorum.

Sivasspor’a alışılmışın biraz dışında bir futbol oynatıyorsunuz. Sanki oyuncularınız belli bir şablona bağlı kalmıyor, herkes hücuma katılıyor… Bu oyun felsefenizi nasıl tanımlarsınız?
Birçok hocayla çalıştım, taktiksel ve sistem anlamında birçok şey öğrendim. Ben bir Brezilyalıyım ve futbolda taktiği, sistemi çok fazla göz önünde bulunduran biri değilim. Futbolcu, top ayağındayken coşkuyla oynaması gerekir. O yüzden sınırlamalar yapmıyorum. Ama çok önemli ve belirgin bir beklentim var, futbolcularıma da her zaman söylerim: Topu kaybettiğimiz zaman, hemen herkes yerini almalı ve takım halinde rakibe o topu geri kazanmak için basmalıyız.

Takımınız o şekilde kazandığı toplarla birçok gole imza attı. Bunun için antrenmanlarda da çok mesai harcıyor musunuz?
Zaten idmanlarda takımla birlikte en çok çalıştığımız şey bu: Topu hızlıca geri kazanmak… Hırsımızı, coşkumuzu, gücümüzü en çok bu antrenmanlara harcıyoruz.

Arrigo Sacchi felsefesine oldukça örtüşüyorsunuz. Peki siz de ileride “Roberto Carlos futbolu” diye hatırlanacak bir tarz yaratmak istiyor musunuz?
Sacchi, Capello, Hiddink gibi isimlerin yaptıklarından çok etkilendim ve ben de onlar gibi ortaya farklı bir şey koymak istiyorum, bunu da herkese göstermeye çalışacağım.

Oynattığınız futbol aslında çok da keyif verici. Keyifli futbol da sunabilmek sizin tercihiniz mi yoksa zaten tercih ettiğiniz tarzın, sistemin getirdiği bir şey mi?
Aslında yapmaya çalıştığımız şey çok basit. Bazen futbolun gereklilikleri ve bazen de futbolun keyfi… Antrenmanlarda hep aşılamaya çalıştığımız şey bu; futbolu keyif alarak, eğlenerek oynamak ve bunu yaparken oyunun gerekliliklerini de unutmamak. O çalışmaları maçlara da taşımaya çalışıyoruz.

Sol bekiniz Ziya, sizin döneminizde büyük bir çıkışa geçti. Onunla özel olarak ilgileniyor musunuz?
Ziya aslında Beşiktaş’ta da Fenerbahçe’de de Galatasaray’da da rahatlıkla oynayabilecek bir oyuncu. Evet, kendisini çok iyi geliştirdi ve geliştirmeye de devam edecek gibi görünüyor.

Diğer bek Cicinho… Bir zamanlar “Yeni Cafu” olarak bilinirdi. Onu ülkemize getirmek için telefonu açıp “Merhaba, ben Roberto Carlos” demeniz yeterli oldu mu?
Buraya gelmeden önce çok daha büyük liglerden teklifler alıyordu. Ama ben onu arayınca, hiç düşünmeden hepsini reddetti. Çok iyi bir arkadaşım olmasının yanında saha içinde de bana çok yardımcı olan bir oyuncu. Ve kendisi için de iyi şeyler yaşanıyor. Çünkü Sivasspor’da, Real Madrid’deki Cicinho’yu göstermeye başladı. Hücuma çıkıyor, geri geliyor, gerçekten her şeyiyle kusursuz oynuyor.

“Saha içinde çok yardımcı oluyor” dediniz, Cicinho için oyundaki asistanınız diyebilir miyiz?
Kesinlikle. Liderlik karakteri yüksek olan bir oyuncu… O varken, sahanın içine çok fazla bağırmam gerekmiyor (gülüyor).
  
Peki, Ziya’nın dışında ligimizde gözünüze çarpan bir sol bek var mı?
Benim aslında gözüm, odağım tamamen Ziya’da. Kendi oyuncum da olduğu için. Ama elbette birçok iyi sol bek var, özellikle büyük kulüplerde. Örneğin Ramon Motta çok iyi bir oyuncu. Ancak “Türk futbolu ve sol bek” denince benim aklıma her zaman Hakan Balta gelir. Bana kalırsa çok kaliteli bir sol bek.

Genel olarak Süper Lig’de en beğendiğiniz oyuncular kimler?
Kesinlikle Erkan Zengin! Çok çok iyi bir futbolcu, Brezilyalı gibi oynuyor. Onun dışında Konyaspor’dan Erdal’ı çok beğenirim. Ama gerçekten burada birçok iyi oyuncu var, Türk futbolu bu konuda epey adım attı. Fenerbahçe’deki dönemime nazaran, ligde çok daha fazla kendisini geliştirmiş, kaliteli oyuncularla karşılaşıyorum.

Brezilya’da artık “hücumcu kanat oyuncusu” kavramı pek kalmadı. Bekler, takımlarının savunmacısı ve aynı zamanda hücumundaki kanadı. Artık bek oyuncuları biraz Roberto Carlos olmak zorunda galiba?
Evet. Ben ve Cafu, Brezilya’da ve hatta dünyada bek anlayışını farklılaştırdık. Bizden önce bekler daha çok defansifti ama biz hücuma da çok çıkmaya başladık ve aynı zamanda savunmaya da geri gelebiliyorduk. Bunun yapılabilir olduğunu gösterdik, önemli bir ezberi bozduk ve herkes bek konusundaki mantalitesini değiştirdi.

Oynadığınız en iyi takımlar hangileriydi?
2002 Dünya Kupası’nı alan Brezilya. Ve 2000’lerin başındaki Zidane, Figo, Beckham gibi oyuncularla birlikte oynadığımız Real Madrid.

Futbolculuk dönemlerinizde muhteşem bir kariyeriniz var, her başarıyı tattınız. Yine de “Keşke şu da olsaydı!” dediğiniz bir eksik parça var mı?
1998 Dünya Kupası’na hala üzülüyorum. Finalde kötü futbol oynamıştık. Onun dışında her şey güzeldi. Real Madrid’den sonra Fenerbahçe, Anzhi günlerinin de ayrı tatları vardı. Yaşadığım her şey çok güzeldi ve gerçekten yeterince tatmin oldum.

Sizin de bir parçası olduğunuz Fenerbahçe, 2007 yılında Şampiyonlar Ligi’nde çok iyi giderken ağır bir sakatlık yaşadınız. Chelsea eşleşmesinde de yer alabilseydiniz, sonuç farklı olabilir miydi?
Tur atlar mıydık bilemiyorum ama önemli bir katkım olacağı kesindi. Ben 12 yıl boyunca Şampiyonlar Ligi’nde oynadım, büyük bir tecrübem vardı. O sezon, çok fazla Şampiyonlar Ligi deneyimi olamayan oyuncularla kuruluyduk. Chelsea maçında o deneyimimle bir fark yaratabilirdim ve belki de yarı finale kadar çıkabilirdik.

Unutamadığınız bir anınız var mı?
Özel bir şey yok, çünkü futbolculuk dönemimdeki her anım çok özeldi. En çok da kamp zamanlarını, büyük maçlara giderken otobüsteki hallerimizi hiç unutamıyorum.

Birlikte oynadığınız en muhteşem oyuncu kimdi?
Zinedine Zidane. Hiç kuşkusuz… Çok iyi bir oyuncu, çok iyi bir arkadaş, çok iyi bir lider, çok düzgün bir insan ve çok iyi bir aile babası… O tam bir fenomen!

Fenomen demişken… Il Fenonemo Ronaldo hakkında neler söylersiniz? Eğer ağır sakatlıkları yaşamasaydı, tarihin en iyisi olabilirdi diye düşünülür…
Zaten öyle! (gülüyor). Ronaldo’yla sürekli görüşüyoruz. O benim için öyle yakın bir insan ki, 18 yıllık kariyerimde ben ailemden çok onunla aynı odada uyudum. Uyandığımda şöyle yanıma doğru döndüğümde, karşımda hep o yatıyordu (gülüyor).

Peki, hiç takım arkadaşınız olmayan ama “Keşke birlikte oynasaydım!” dediğiniz bir oyuncu var mı?
Var… Francesco Totti! Onun liderlik özelliği beni her zaman çok etkilemiştir.

Kendiniz dışında beğendiğiniz frikik ustası?
Kesinlikle David Beckham.

Umbro’nun frikik yarışması için neler söylersiniz?
Çok güzel, farklı bir organizasyon… Ben de bir şekilde bu organizasyonun içinde olduğum için çok mutluyum. Zaten geçmişti de Umbro kullandığım zamanlar olmuştu. Onlarla tekrar çalıştığım için memnumum. İlk kez yapılan bir proje. Çocuklar, gençler için güzel bir fırsat, önemli bir aktivite.

Tenerife’ye inanılmaz bir golünüz vardı, nerdeyse sıfır açıdan bir şutla. Direkt kaleyi mi düşünmüştünüz sahiden?
Evet, direkt golü düşünmüştüm. Zaten şansa bir gol olsa söylerdim ama gerçekten bilinçli olarak kaleye vurmuştum. Top baya bir falso almıştı.

Sivas’ta günleriniz nasıl geçiyor?
Çoğunlukla çalışmakla… Genelde evimdeyim. Güzel yemekler yapıyoruz, bazen Melih (tercümanı) bize gitar çalıyor, eğleniyoruz (gülüyor).

Bu şehirde sizi hiç şaşırtan bir şey oldu mu?
Yok hayır. Zaten ben de çok küçük bir yerde büyüdüğüm için, beni şaşırtan bir şey olmadı.

Seçme şansınız olsaydı, takımınıza dünyadan kimleri almak isterdiniz?
Kaleye Buffon’u koyardım. Hücum hattına da Robinho ve Cristiano Ronaldo… E tabi Sivasspor’un imkanlarını düşünmeden saydığım isimlerdi bunlar.

Önceki röportajınızda FourFourTwo’ya “Eğer Sivasspor Avrupa kupalarına kalırsa, saçlarımı uzatacağım!” demiştiniz. Takımın yeri hiç de fena değil… Bir saç stili düşünmeye başladınız mı?
Ben unutmuştum onu! (gülüyor). Zaten pek stil yapılacak saçım yok, uzayınca çok kabarıyor. Böylesi iyi.

Röportaj: Mustafa Demirtaş (FourFourTwo Şubat 2014)

Kaydırılan Cevap Kâğıdı


Slaven Bilic, çıkabileceği en iyi 11, kurgulanabilecek en iyi oyun planıyla derbiye hazırlanmıştı. Beşiktaş, Lucescu döneminden beri belki de en sakin oynadığı ve sürekli bir plana sadık kaldığı derbi deplasmanlarından birini çıkarıyordu. Orta saha egemenliğiyle, Hugo Almeida’nın dahi dâhil oynadığı pas trafiğiyle Galatasaray’a önce fren yaptırdı, sonra da şoför koltuğuna geçti. Ve aslında o plana göre Beşiktaş maçı kazandı, ancak tabelada skor aleyhine işlemişti. Problemi doğru çözmesine rağmen, cevap kâğıdında kaydırma yapan öğrenci gibiydi.

Tabi ki o oyunun, skora yansımamasında bazı sebepler var. Maç öncesinde bahsettiğimiz gibi, Beşiktaş’ın topsuz oyunda Veli Kavlak, rakip alanda da biraz Şifo Mehmet olması gerekiyordu. Veli kısmı tamamdı, ancak Şifo’sunu bulamadı. Böyle maçlarda en uçtaki tek santrforun genellikle tuzak görevi üstlenir, asıl olarak etrafındaki oyuncular gole yakın olur. Buna rağmen Almeida iki buçuk adet gollük pozisyon yakaladı, ancak etrafındaki Şifo olması gereken hücumculardan Olcay bitikti, Oğuzhan ise sakatlıktan yeni çıkmıştı. Bu sebeple, Gökhan Töre’nin kenarlardaki adam eksiltmeleri de pek bir anlam taşımadı. Çünkü oralardaki her çalım, arkasında bir destek, “ceza sahası kalabalığı” ister…

Bir de Dany meselesi var tabi. Slaven Bilic, teknik direktör olarak bu maçtan mağlup çıkmadı, ama transfer dönemindeki Dany tercihinde yenildi. Artık Dany içinden 15 tane Nesta çıkarsa da çare yok, çünkü viraj maçında seni yaktı. Ve kendisinden beklenmesi pek de sürpriz olmayan bir hareketle yaktı. Stoperlerin yeteneksizi çekilir ama “mantık hatası” yapanı, çekilmez. Çünkü oradaki en ufak mantık hatası, gol demektir. Dany’nin orada yaptığı “riske girmek” de değil. Ortada kayarak müdahale yapacak kadar bir tehlikeli pozisyon yoktu.
Madem konuya sınavdan, öğrenciden girdik. Bugün öss niteliğinde bir sınavı hakkıyla geçen bir Pedro Franco vardı. Artık rahatlıkla arkadaşlarıyla gece dışarı çıkabilir, sabahlara kadar bilgisayar başında takılabilir... Yani gönül rahatlığıyla geleceğin 11’ine yazılabilir. Yan komşusu için de eğer Sivok uzun vadede planda yoksa –ki öyle gözüküyor- transfer listesinin en başına yazılacak birilerini şimdiden bulmak gerek.

“Her yer Atiba, her yer Hutchinson” lafının ne demek olduğunu en çok bu maçta anladım. Futbol hayatından sonra yaşam koçu olarak görev yapsın. Bir insanın her hamlesi, her tercihi bu kadar doğru mu olur… Tabi Veli Kavlak, maçın en iyi pası ondan geldi (Almeida'nın ilk yarıda bulduğu pozisyon. Emin olmamakla birlikte Olcay’ın maçın başlarında Oğuzhan’a pas çıkartmadığı pozisyonu da o hazırlamıştı). Ribaunt krallığında da Tim Duncan’la yarışmaya devam etti.  

Ama maçın yıldızı Semih Kaya. Savunmada Galatasaray defansını düzenini belirleyen adam olmasının yanında, yaptığı hareket… En güzel tarafı da “alem insanlık görsün” der gibi insanların gözünün içine sokarak değil, çaktırmadan hakemin yanına gidip “benden çıktı” demesiydi. Helal olsun. Cenk’e de geçmiş olsun. Onu o halede 10 dakika oynatan “ikinci gol riski” de olmaz olsun. Değer mi?

Bolca Veli Kavlak, Biraz Şifo Mehmet




Kimin şampiyonluk yolunda Fenerbahçe’nin peşine düşeceğini belirlemesinin yanında, “mini şampiyonluk” adına çok belirleyici bir derbi olacak. Fenerbahçe’nin ilk ikide bitireceğini varsayarsak, diğer takım direkt olarak Şampiyonlar Ligi’ne gidiyor. Ve bu durum, müzeye bir kupa konulmasa da şampiyonluk kadar değerli… Hele ki yeni stadına doğru koşan, finansal krizi yavaş yavaş atlatan Beşiktaş için çok daha değerli...

Galatasaray bu maçı kazanmak zorunda. Aksi halde, Fenerbahçe’yle makas açıldığı anda maçlara eskisi kadar konsantre çıkamayacak, ikincilik yolunda da geri düşecektir. Beşiktaş tarafından bakarsak, aynı mantıkla bu derbide en azından kaybetmediği takdirde ikincilik için ciddi bir avantaj sağlayacak. Puan durumu bir yana, moral ve özgüven açısından çok anlamlı. O derbiden çıkacak “başarabiliriz!” hissi, Beşiktaş’ı şampiyonluk yolunda dahi güçlü kılabilir.

Elbette ki Beşiktaş’ta Edin Terzic, gece gece icat çıkaran Graham Bell gibi derbi öncesinde sabahlar etmiş, çöp kovasını büzülmüş kağıtlarla doldurmuş ve en sonunda bir kazanma planı çıkarmıştır. Slaven Bilic ve Önder Özen, sigara paketi üzerinde yazan uyarıyı en çok bu hafta yok saymış, çalışma odalarındaki görüş mesafesini dumandan sıfır noktasına getirmiştir. Ama her şeyden önce derbi öncesinde ilk rapor Alex Telles’den gelmişti Antalyaspor maçı oynanırken: “Haftaya şaşırıp da karşıma Serdar Kurtuluş’u koymayın!”


Bruma geçtiğimiz derbideki ilk kıvılcımı yakan adamdı. Ancak Telles, Serdar gibi oyuncular için çok daha büyük tehlike. Çünkü sol ayaklı ve dışa doğru çalım atıyor. Yani topu Serdar’ın yanından atıp geçtiği anda, arada iki dakikalık zaman farkı bile doğar. Beşiktaş’ın güçlü, mücadeleci orta sahasından bir eksilme olmayacaksa, Galatasaray’ın en büyük kozu Telles’in kanadı olacak. Ve bu uğurda Beşiktaş’ın çaresi, ne gariptir ki kıyamet kopararak Florya’dan, Ümraniye’ye gelen Dany…

Ancak şöyle bir durum var ki, Dany’nin sağ beke kaydırılması durumunda Beşiktaş’ın elinde stoperi kalmıyor, devşirme Necip Uysal’ın dışında. Necip’in, Drogba ve Burak gibi kurt forvetlerin karşısına atmak elbette riskli. Ama Serdar – Telles riskiyle karşılaştırınca, daha az riskli. Çünkü şöyle bir şey de var; Drogba geçtiğimiz derbide Beşiktaş’ın fizik olarak en güçlü stoperlerine karşı oynadı ve yine her topa vurdu. Bu maçta da her topu indirecek, ona çare yok. Beşiktaş, Galatasaray’ı kendi kalesine çok fazla yaklaştırmadan savunma yapmak zorunda. Gaziantep’te yaptığı gibi, bazen şok preslerle önde basarak…

O yüzden Beşiktaş maçta ayakta kalacaksa,  orta sahadaki gücüyle kalacak ve takım halinde topsuz oyunda dil dışarı çıkana kadar mücadele vererek. Yani bir değil, bolca Veli Kavlak gerek… Atiba, o işi zekâsıyla yapıyor zaten. Dönen topların nereye düşeceğini bildiği için, çok fazla benzin yakmasına gerek kalmıyor. Ancak o ikiliye, bir güçlü orta saha gerekli. Hafta başından beri antrenmanlara dönen Jermaine Jones, olabilir mesela(!) Her ne kadar haberlere göre Jones’un risk edilmeyeceği yazılsa da ben Bilic’in bu kadar “risk almayarak riske gireceğini” sanmıyorum. Zira böylesine bir maça, bavulunu şimdiden toparlayıp haziranı bekleyen Fernandes’le çıkmak Beşiktaş’ı riske atmak olur. Ayağının tozuyla Beşiktaş basket maçına ve hatta stat inşaatına giden Jones’un varlığı dahi, çok daha etkili olabilir. Çünkü o akşam kendini daha çok Beşiktaşlı gibi hissederek sahaya çıkacaktır.

Oğuzhan’ın sakatlığı var, kaldı ki o sakatlık olmasa da bu maçta Jones’la başlamak daha mantıklı olurdu Beşiktaş adına. Çünkü o sadece mücadeleci bir orta saha değil, “hücuma yakın oyna” dediğinizde Marchisio’ya dönüşecek bir adam. Zaten bu maçta Galatasaray’a karşı orta sahada baskı yapıp, top kazanırsanız; gol pozisyona girmek için Oğuzhan’a her zaman olduğu kadar ihtiyacınız olmaz. 


Beşiktaş için hücumda Galatasaray’ı fiziğiyle (Hugo Almeida) ve temposuyla (Gökhan Töre) tehdit eden biri elbet pozisyonlar yaratacaktır. Geriye sadece, en umulmadık anda ortaya çıkıp, gol vuruşunu yapacak biri kalıyor. 90’lı yıllarda Şifo Mehmet’in özellikle Galatasaray derbilerinde ortaya çıktığı gibi. Evet, adresi doğru tahmin ettiniz: Olcay Şahan.

Derbilerin favorisi vardır. Aksini söylemek, klasikliğin ötesinde fazlasıyla popülist kaçıyor. Metin-Ali-Feyyaz’lı dönemlerde derbilerin baya baya favorisi vardı mesela, büyük ihtimalle Beşiktaş kazanırdı. Son zamanlarda da büyük ihtimalle kazanamıyor. Böyle maçlar, alışkanlık işidir. En başta psikolojik olarak kendi iç savaşında o derbiyi kazanıp ve sahiden “kazanırız bu maçı!” diyerek sahaya adım atmakla ayakta kalınır.  Metin Tekin, “Derbi önceleri en rahat günlerimizi geçiriyorduk, kampta sadece eğleniyorduk, gerilim olmuyordu. Çünkü kazanacağımızı biliyorduk” demişti bir keresinde.

Sahada ne kadar winner oyuncu, o kadar kazanma şansıdır. Hem bu etken, hem iç saha avantajı, hem de Beşiktaş’ın derbilerde hakemler tarafından takdir haklarının aleyhine kullanılması gibi sebeplerle favori elbette ki Galatasaray. Ancak Beşiktaş’ın favoriye karşı gelme gücü var ve hatta son yıllarda hiç bu kadar olmamıştı. En başta, her zaman harika bir başlangıç planı kurgulayan teknik ekibi… Sonra da o aklı yavaş yavaş sahaya yansıtmayı başaran oyuncular. Bir şeyleri kanıtlamak için iyi bir fırsat. Sıradan olmakla büyük oyuncu olmak arasında bir çizgi… Çünkü cumartesi akşamı, sıradan değil büyük bir derbi oynanacak. Ve bu uğurda Beşiktaş’ın ihtiyaç listesi özetle belli: Full konsantrasyon, gerektiği kadar isyan, bolca Veli Kavlak, biraz da Şifo Mehmet…



Sakin ve Kararlı


Eğer sahada 10 kişi kaldıysanız ve o karar da herkesin farkında olacağı kadar bariz bir hataysa, o dakikadan sonra sadece rakiple değil, kendi iç sesinizle de mücadele verirsiniz. İçinizdeki ses, daha fazla isyanınızı ister. Ancak bu, çoğunlukla kaosa dönüşür. Beşiktaş o isyanını, kararlılığıyla bastırdı ve bunu sakin bir mücadeleye çevirdi. En çok da Veli Kavlak ve Gökhan Töre ile.

Gökhan Töre bazen ortaya öyle bir çıkıyor ki, 17 yaşındayken Chelsea formasını tesadüfen giymediğini kanıtlıyor. Onu her gün kanıtlasa, o formayı tekrar giyecek düzeye gelir. Hem güçlü, hem çabuk, hem de baskı altındayken net paslar çıkarabiliyor. Kolay kolay bir araya gelmeyecek özelliklerdir bunlar. Beşiktaş, Oğuzhan’ı kenara alınca hücumda ezber bozması için sadece onun ayağına bağımlı kalmıştı. Onun sayesinde de Bursaspor’u eksik kalmasına rağmen sürekli tehdit etti, golü de buldu.

Özellikle Afrikalı oyuncular için ayrıca bir kemik yaşı istenir ya… Oysa bir de “tecrübe yaşı” diye bir şey var. Mesela Pedro Franco’nun tecrübe yaşını ölçsek, 36 gibi bir yaş çıkabilir. Oyunun her anında soğukkanlılığını koruyor, her karmaşada ortaya çıkabiliyor, zaten İngilizlerin sliding tackle dediği yatarak müdahale konusunda memleketinde master yapmış, öyle gelmiş.

İlk Bursaspor maçında Beşiktaş, taktiksel anlamda sezonun oyununu oynamıştı. Bu maçı da Hugo Almeida’nın plasesi görünümlü ama altında çok daha fazla anlamlar yatan golüyle, “karakteriyle” kazandı. Ve galiba bu, Beşiktaş için sezonun maçıydı.

Koku: Bir Golcünün Hikâyesi



Sokaklar, aslında her futbolcunun ilk alt yapısıdır, profesyonel futbolun da özkaynağı… Çakış taşlarıyla süslü boş arsalarda düşüp, dizi yarmamak için ayakta kalmak; adam alışmada ilk seçilen olmak için her zaman en iyisini istemek ve sorumluluk almak öğrenilir. Bugünün futbolcuların mahallerine gidilse, yine bugüne benzer birçok hikâyeyle karşılaşırlar. Ancak Ömer Şişmanoğlu’nun futbol topuyla ilk buluşması çok farklı. O, bu oyunun nasıl oynandığını bile tam olarak bilmeden; kulübe yazılan kuzeninin peşine takılıp futbola mahallenin çok ötesinde başlıyordu. Tabi, orası Almanya’ydı ve burasıyla en büyük fark da buydu.

Bir hevesle futbola atılan 4 yaşındaki Ömer’in bu oyuna dair tek bir fikri vardı: Topu kaleden geçirmesi gerektiğini biliyordu. Ama sadece o kadar… İlk maçına çıkınca gözü bir topta, bir de kaledeydi. Nihayet beklediği an da geldi, top onun öne düşmüştü ve karşısındaki kale de bomboştu! Topa vurdu ve hayatının ilk golünü attı. Deli gibi seviniyordu Ömer, ama bu biraz ıssız bir sevinçti. Çünkü arkadaşları ona sarılmak için koşmak yerine, ters ters bakmayı tercih etmişlerdi. Evet, Ömer golünü atmıştı ama o kale, kendi kalesiydi…

Daha sonra eski bir futbol antrenörü olan babası, oğlunun bu anlattıklarını duyunca kenara çekti, ona futbolu temelinden öğretti. Ancak Ömer için pek bir şey değişmeyecek, bu oyunun sadece gol atma kısmını sevecekti… “Ben aslında her pozisyonda oynadım. Defansta, orta sahada da oynadım hatta kalecilik bile yaptım. Ama forvet oynamayı ve gol atmayı çok sevdim” diyordu Ömer. Bugünlerde ise futbola başlama sebebini, Beşiktaş forması altında da sergiliyor.


Her 65 dakikada, 1 gol

Beyazperdeye de uyarlanan Patrick Süskind’in “Koku” romanında kahramanımız, diyarlarca ötedeki gölün üzerinde yüzen ağaç dalına konmuş bir kelebeğin kokusunu alabilirdi. Benzer bir özellik Ömer için de geçerli ama sadece gole duyarlı. Daha ortada pozisyon yokken, birazdan doğacak karmaşıklıktaki golün kokusunu alabiliyor. Vuruş yeteneği ayrı konu, ama onu asıl farkı o müthiş altıncı hissi. Ömer de bunun farkında. “Bence bir forvet oyuncusunun her şeyden önce ‘gözü’ olması lâzım. Yani zeki olmalı, oyunu iyi okumalı ve gücünü akıllıca, ekonomik kullanmayı bilmeli. Her yere deli gibi koşmanın bir anlamı var mı!”

Nam-ı diğer Kibar Feyzo ama Beşiktaşlılar için ebedi kral Feyyaz Uçar’a göre bencil bir forvet yoktur. Özgüveni yerinde olan golcü vardır… Ömer’in sezgileri dışında kendisini gole hep yakın tutan bir diğer önemli özelliği de o özgüveni. Her açıdan, her şekilde kaleyi düşünebiliyor ve bu uğurda gol vuruşlarını da sürekli geliştiren bir oyuncu. Hal böyle olunca, geçtiğimiz sezondan bu yana 65 dakikada 1 gol ortalaması tutturması sürpriz olmaktan çıkıyor.

Kenar forvet yolu

Önder Özen’le Beşiktaş üzerine sohbet etme imkânı bulduğumuzda ona “Ömer’i transfer ederken, kenar forvette de (Olcay Şahan bölgesi) oynatabiliriz düşüncesi var mıydı?” diye sormuştum. Ancak Önder hoca onu planında sadece santrfor yedeğine yazmıştı. Aslında çok haksızda değildi. Çünkü Ömer’in, birkaç yıl önce Tam Saha’ya verdiği röportajda kendisinin de belirttiği üzere taktik eksiklikleri var. Kenar forvet bölgesinde oyun zekasını sadece gole için değil, takım resmi için de kullanmak gerekiyor. Top rakibe geçince bek önündeki yerini almak, yeri geldiği zaman orta sahaya kayıp pas opsiyonu açmak gibi…

Ömer’de o bölge için yeterince çabukluk, teknik beceri mevcut. Biraz daha taktik zekâyla, hücumun her bölgesinde düşünülecek bir silaha düşünebilir. Sadece Almeida’nın alternatifi değil, Almeida sahadayken de kenardaki yerini alıp, onu es geçen ortalara, paslara arka direkte cevap verebilir. Yani, onun hayat felsefesi adına çok da bir şey değişmez, belki eskisinden de daha çok gol atar.
Bazen en iyi savunma, farkı birden ikiye çıkararak yapılır futbolda. Beşiktaş, bunu uzun zamandır beceremiyordu ama artık “acil telefonlar” listesine Ömer Şişmanoğlu’nu da yazmış durumda. Ona ihtiyaç duyulduğu anda bir kulübe kadar yakınlarda olacaktır. Nasıl olsa artık hangi kaleye gol atacağını da çok iyi biliyor…

Mustafa Demirtaş / Hayatım Futbol Sayı 117





Ezber Bozanlar


Kimi başarılı, kimi başarısız oldu ama onlar sıradanlığın ötesine geçerek, bizi üzerinde düşünmeye, konuşmaya iten taktiklerle tanıştırdılar. Futbolun farklı bir penceresinden bakmamızı sağladılar

 
ADNAN SÜVARİ
İzmir’de total futbol esintileri
 
“Futbolu bırakıp da antrenör olduktan sonra ne kadar büyük bir teknik direktör olduğunu daha iyi gördüm. O yıllarda bize öğrettiklerini, aradan 15 yıl geçtikten sonra antrenörlük kurslarında ‘modern futbol’ diye öğrettiler.” Göztepe’nin efsane santrforu Fevzi Zemzem böyle diyordu hocası Adnan Süvari için. UEFA Kupası’nın Fuar Şehirleri Kupası adıyla oynandığı turnuvada yarı final, bir sonraki sezon Kupa Galipleri Kupası’nda çeyrek final oynayan, İzmir şehrine bir düş yaşatan Göztepe’nin asıl muhteşemliği, o başarıların yenilikçi bir sistemle gerçekleşmiş olmasıydı. 1999 yılında FIFA tarafından “Yüzyılın Teknik Direktörü” seçilen Rinus Michels’in 70’li yıllarda Ajax’la temellerini atıp, kuşaktan kuşağa bugünlerin Barcelona’sına varıncaya dek dünya futboluna damga vuracak olan “total futbol” felsefesiyle bezenmiş 4-3-3 sistemi, Adnan Süvari’nin Göztepe’sinde yıllar önce görülmüştü.
 
Futbolu robotlaşma sınırlarından çıkararak, her oyuncusuna mevkiler ötesinde görevler ısmarlamış şekilde, hareketli ve kolektif oynayan bir takım yaratmıştı Adnan Süvari. Daha kaleci Ali Artuner’in topu eliyle, orta sahanın pasörü Gürsel’i görmesi bile bugünlerde Pirlo gibi oyuncuların kullanımına işaret eden, çağ ötesi bir anlayışın göstergesiydi. Adnan Süvari’nin Göztepe takımı, o harika başarıları elde etmeseydi bile yaşattığı bu futbol devrimiyle hafızalarda silinmez bir yer edinecekti.


FATİH TERİM
3-5-2’yi tersten oynamak
 
Fatih Terim, 1993 yılındaki bir demecinde şöyle diyordu: “Bir hayalim var. Takımım 3-5-2 oynuyor ama aslında tersten! Yani iki savunmacı, beş orta saha, üç forvet…” Bu hayalin gerçekleşmesi fazla uzun sürmedi. Fatih hoca 1996 yılında başına geçtiği Galatasaray’la birlikte, rakip kim olursa olsun korkusuzca hücum eden, önde baskı uygulayan bir takım yarattı. O dönemin efsane bek oyuncularından Hakan Ünsal şöyle demişti bir keresinde: “Top rakipteyken Hakan Şükür’ün prese başladığını görünce ‘Tamam’ diyorduk, ‘Başlıyoruz!’… Ve hep birlikte, takımca o prese destek çıkıyorduk.” Topun kaybedildiği yerde tam saha baskı uygulama felsefesi, daha o günlerde bir Türk takımında görülüyordu.
 
Ancak asıl dikkat çekici olan Galatasaray’ın topa sahip olduğu anda Fatih Terim’in yıllar önceki hayalini sahaya yansıtıyor olmasıydı. Sol bek Hakan Ünsal ya da Ergün Penbe, sağ bek Ümit Davala; takım hücuma geçtiğinde orta çizginin ötelerine taşıyor ve birer kanat oyuncusu gibi bindirmeler yapıyordu. Zaten Popescu gibi oyun kurucu bir stoper varken, beklerin kaleciden top alması çok da elzem değildi. Hücumda ise Arif-Hakan Şükür ikilisinin etrafında dolanan, şut açısı yakaladığında kaleyi bombalayan, ancak çoğunlukla o ikiliyi besleyen bir Hagi söz konusuydu. Galatasaray, sadece Popescu ve Bülent ikilisini geride bırakarak, takımca rakip kale etrafını sarmalıyor ve aslında beş orta saha üç forvetle hücum ediyordu. Bu felsefe, rakip takımın arması ne kadar büyük olursa olsun hiç değişmeyecekti. Diyarbakır’da Türkiye Kupası’nı kaldırırken de, Kopenhag’da UEFA Kupası’na uzanırken de plan aynıydı. Ve bu, Fatih Terim’in en büyük farkıydı.



ZDENEK ZEMAN
Santrada yedi adam
 
Zeman, 1989 yılında iki sezon aradan sonra tekrardan başına geçtiği Foggia’yı Serie C’den, Serie A’ya kadar çıkarıyor ve burada da daha ilk sezonunda takımını dokuzuncu sıraya kadar tırmandırıyordu. Ancak İtalya futbolunda unutulmaz izler bırakması ve bırakacak olmasındaki detay bu muhteşem başarıda değil, Foggia’nın o sezon attığı ve yediği gol sayılarında saklıydı. 58 gol atan Foggia, sezonu şampiyon bitiren efsane Milan’ın ardından en golcü ikinci takım olmuştu. Aynı zamanda 58 gol yiyerek, sonuncu Atalanta’dan sonra en fazla gol yiyen ikinci takımdı! Zeman, Oyunu çok geniş alanda oynayan, tempolu ve hızlı şekilde kaleye gitmeyi hedefleyen bir 4-3-3 sistemine aşıktı. Bazen çok eleştirilse de, teknik adamlık kariyerinde atabileceği daha büyük adımlardan mahrum kalmasına rağmen egzotik felsefesinden vazgeçmedi.
 
1999 yılında MTK’ya sürpriz şekilde elenerek erkenden Avrupa’ya veda eden Fenerbahçe’de Rıdvan Dilmen dönemi sona erdi. Aziz Yıldırım, takımına iyi antrenman yaptıracak, arzulanan hücum futbolunu oynatacak yeni bir teknik adam bulmak için yola koyuldu ve Zeman’ı takımın başına getirdi. Daha santra yapılırken orta çizgide yedi adamını prese başlaması için bekleten, kazanmak için gol yemeyi dert etmeden, yenilenden daha fazlasını atmayı hedefleyen bir oyun felsefesiyle yani “Zemanlandi’yla” tanışma vakti gelmişti.
 
Daha ilk basın toplantısında 4-3-3 oynayacaklarını açıklıyordu Zeman. Oyuncu tercihlerindeki ilk bombasını da Sergen’i sol kanada yazarak patlatıyordu. Ancak onun oyun felsefesinde kenarlara yazılan isim, aslında kaleyi daha fazla tehdit eden bir oyuncuya dönüşüyordu. Zira Guiseppe Signori, Frencesco Totti gibi büyük yıldızları daha genç bir oyuncuyken o bölgede parlatmıştı.
Ancak Fenerbahçe’de işler pek de iyi gitmedi. Oyuncularıyla yaşadığı kopukluk, alınan üst üste kötü sonuçlar ve Pendik faciası sonrası gelen istifa açıklamasıya Zeman devri sona erdi.


Mustafa Doğan: “Çapraza uzun top atmamızı isterdi”

Zeman’la çalışmak zor muydu? Ortaya koyduğu felsefe yeterince gerçekçi miydi? Zemanlandia çemberinden geçen Mustafa Doğan anlatıyor

Zeman daha gelir gelmez ilk toplantıda tahtaya dizilişi yazdı ve dedi ki; ‘Arkadaşlar biz 4-3-3 oynayacağız. İster sevin, ister sevmeyin bizim sistemimiz artık bu!” Oysa bu işlerde doğru yöntem, ya yönetim kadrosunu göz önünde bulundurup bir hoca seçimine gider ya da gelen hoca öncelikle elindeki malzemeye bakar ve ona göre bir sistem belirler. Ancak Zeman fazlasıyla sabit fikirliydi. Belki de şöyle düşündü; ‘Bütün dünya benim değişmez sistemimin 4-3-3 olduğunu biliyor. Herhalde siz de beni bu sistemi oynatmam için aldınız.’ Bazı mevki tercihlerinde problem yaşadık. Örneğin Sergen’i hemen hücum üçlüsünün solunda oynatmaya başlaması… Onun dışında savunmadan topla çıkarken, çapraz bölgeye uzun toplar atmamızı istiyordu. Orada bir adam olup, olmaması fark etmezdi. Bunun bizim için bir ezber olmasını istemişti. Biz de diyorduk ki ‘Eee hocam, orada adam yok?’ Bu, onun için bahane değildi. ‘Olsun, orada kimsenin olmaması onların problemi. Sizin işiniz oraya topu atmak!’ derdi. Yani fazlasıyla şablon futboluna odaklıydı.
 
Aslında başka problemler de vardı. Mesela iletişimi pek iyi değildi, oldukça mesafeliydi. Konuşma tarzı da ağırdı, hele de toplantılarda bu durum daha da sıkıntı doğuruyordu. Çünkü çok fazla yabancı oyuncu vardı ve çok çeşitli bölgelerdendi. Hoca konuşurdu, önce yabancılara çevrilirdi Yugoslavca, Portekizce vesaire… En son sıra bize gelirdi. Vaktimizin çoğunun toplantılarda geçtiğini söyleyebilirim, kimse bu nedenle toplantılardan hoşlanmıyordu. Antrenmanları da oldukça ağır ve zorluydu. Ben yurt dışında da oynadım, çok farklı teknik direktörlerle çalıştım ama Zeman’ın antrenmanları kadar ağırını görmedim. Zaten benim adale sakatlıkları yaşamam Zeman’ın antrenmanlarıyla başlamıştı.”

JEAN TIGANA
Savunma, orta sahaya...
 
Jürgen Klopp, Borussia Dortmund’un savunma anlayışını şu sözlerle özetliyordu; “Aslında biz alışılageldik bir savunma yapmıyoruz. Rakibi kaleden uzakta tutmayı hedefliyoruz. Çünkü rakibini kalene yaklaştırmazsan, zaten savunma yapmana gerek kalmaz.” Bu felsefe günümüzde artık oldukça moda... Ancak o önde basan savunmayı ülkemizle tanıştıranlar, sağanak şekilde eleştiri yağmurlarına tutulmuştu. En çok ıslanansa, Beşiktaş’ı 2005-2007 yılları arasında çalıştıran Fransız teknik adam Jean Tigana. O günlerde Beşiktaş savunması orta sahanın önlerine kadar o kadar çok geliyordu ki rakip hücumcular ofsayda düşmemek için yan hakemin hizasını takip etme yolunu seçiyorlardı. Tigana “Ofsayt taktiği mi kaldı hoca, kaçıncı çağdayız!” seslerine maruz kalsa da asıl olarak farklı bir yolu amaçlamıştı.


Baki Mercimek: “Bu bir ofsayt taktiği değildi!”

Tigana savunmasının kahramanlarından Baki Mercimek, o döneme ışık tutuyor

“Aslında özellikle çalıştığımız bir taktik değildi. Geriye gömülmemek için öne çıkıyorduk. Futbolun gerektiği gibi oynuyorduk. Rakibe vakit tanımamak için, onlara sürekli yakın oynamanız gerekiyor. Dörtlü savunmayı bir bütün olarak düşünürseniz, bugünün futbolunda aynı şeyler yapılıyor. Bazen an gelir, rakip orta sahanın önliberosuna kadar baskıya çıkarsınız. Bazen de forvet top almaya giderken, peşini bırakmazsınız ve 10 metre onunla gidersiniz. Belki bu ofsayt taktiği olarak algılanıyor ama yanlış bir algılamadır bu. Arkanızdaki geriye kalan üç defans oyuncusu birbirine yanaşır ve birazcık derinlik verir. Böylelikle arkaya atılan toplarda eğer savunma oyuncuları birbirine çok yakınsa forvet genellikle kendiliğinden ofsayta düşer. Yani bu kesinlikle ofsayt taktiği değildi, savunma anlayışımızdan ileri gelen bir şeydi.
 
Elbette bazı riskleri de vardı. Özellikle karşı tarafta hızlı kanat oyuncuları varsa… Örneğin sağda Yattara gibi, solda Tita gibi oyuncular olduğu zaman arkaya atılan toplar çok tehlike yaratıyordu. Ama artıları çok daha fazladır bu felsefenin. En başta orta sahanın görevini daha kolay yapmasını sağlıyor. Zaten o baskıyı blok halinde uyguladığınız zaman, takım halinde topu kapmış oluyorsunuz, bireysel olarak değil. Takım halinde topu kaptığınız zaman da daha kolay hücuma çıkıyorsunuz. Çünkü zaten önde olduğunuz için hücuma geçmek daha kolay oluyor. Tabii savunmaya çok fazla yük biniyor. Kendimden örnek vermem gerekirse, o dönemde sahada en çok koşan oyuncular arasında ben ve diğer stoper arkadaşımın adı yazılırdı. Aslında bu tuhaf, alışılmadık bir durumdu. Hem rakibe önde basmak için, hem de arkaya atılan topları kovalamak için sahada sürekli koşmak gerekiyordu.
 

Biz bunu Gençlerbirliği’nde de çalışıyorduk bazı hocalarımızla. Sadece Tigana’ya özgü bir şey değildi aslında. Tigana’ya asıl özgü olan şey, kornerlerde, yan toplarda çizgi halinde kalmamız, kimsenin adam adama almaması ve topun düştüğü aralıktaki kişilerin sorumlu olmasıydı. Rakibin araya girmemesi için herkes birbirinin açısını kapatmaya çalışırdı. Ancak bunu da yanlış bulan insanlar var. Çünkü rahat bir şekilde koşup, sıçramayı isteyenler olabilir.  Ama bunu doğru çalışırsanız, araya girme imkânı zaten vermezsiniz. Çok detay var, herkesin kendine özgü bir planı var. Bazıları uyum sağlar, bazıları sağlayamaz. Ben o dönemde uyum sağlayanlar arasında olduğumu düşünüyorum ve benim için o günler kolay geçiyordu. Zaten o dönemde başarısız sayılamazdık. Fenerbahçe maçına kadar şampiyonluk şansımız vardı. Sonra ikinci olduk, Türkiye Kupası’nı, Süper Kupa’yı kazandık.”


VE DİĞERLERİ...
“Ezber bozan” demişken şu isimlerden bahsetmeden olmaz!

Ersun Yanal / Direkt hücumlar
Gençlerbirliği, 2003-04 sezonunda ligde adından söz ettirirken, UEFA Kupası 4. turunda Valencia’ya aşık atarken, gelecekte Mourinho’nun takımlarına has bir özellik olacak olan “direkt hücum takımı” resmine benzer örnekler sunmuştu. Kapılan toplarla hızlı şekilde kaleye gitme planı iyi işlemişti.

Mircea Lucescu / Modern üçlü savunma
O günlerde herkes dörtlü savunmaya geçiş yapmışken Lucescu, Beşiktaş’ın 100’üncü yılında Zago-Ronaldo-Ahmet’ten oluşan savunmayı üçlü oynatıyordu. Ancak demode değil, 2002’in Brezilya’sına benzer modern bir üçlü savunmaydı bu. Bütün stoperleri oyunun akışında hücumda görebiliyorduk.

Yılmaz Vural / Türkiye’nin Zeman’ı!
Zdenek Zeman’dan bahsedilir de, o hiç es geçilir mi! Yılmaz Vural, gittiği her takımda oyuncu grubunun gücü ne olursa olsun, önde basan çizgi savunmayı tercih etti. Hiçbir zaman kale önüne otobüsü park etmedi. Bazen onun takımlarında da santrada yedi kişiyi pres için hazır kıta görmemiz mümkündü.

Vicente Del Bosque / Santrfor nerede hocam?
Carew’den yoksun olan Beşiktaş, UEFA Kupası’nda Parma deplasmanına santrforsuz bir sistemle çıkıyordu. Del Bosque, her ne kadar bu tercihiyle bilhassa Reha Muhtar’ın baskılarıyla kovulma radarına girmiş olsa da aslında Tümer, Sergen, Okan Buruk onun gizli forvetleriydi. 4-6-0’la tanışmamızı sağlamıştı.

Eric Gerets / 4-Saidou-5
Herkes önliberosuna bir yancı daha ararken, Gerets için futbolun topsuz oyun hamallığında bir Saidou yeterdi. Tek defansif orta sahanın önünde, ofansif karakterli üç orta saha & kanat oyuncusu kullanan ve çift forvetle hücum eden bir 4-1-2-3 sistemiyle, oynanan hücum futboluyla damaklarda tat bırakıyordu. 

Mustafa Demirtaş / FourFourTwo Kasım 2013 Sayısı