Mustafa Denizli'yi Çözmece

Ferrari, Nihat ve 10.5 numaralar sakat bilindiği üzere. Yusuf ve Kaş da son maçta 18' alınmayarak inceden "silindi" Denizli'nin gözünde. Beşiktaş'ın bu eksiklerle nasıl bir oluşum içine gireceği merak konusu. Kaldı ki, herkesin hazır olduğu bir ortamda da "Mustafa Denizli faktörü" sebebiyle yine her 11 merak konusu olabiliyordu. Bunu da Denizli'nin "kararsızlığına" bağlıyorum ben. İsim benzerliğinin yanında, bu kararsızlık özelliğiyle de kendisiyle adaş oluyorum. O nedenle iyi anlarım bu durumu. Bir tarafta gerçekler, diğer tarafta kendi prensibin, kendi teorin... Gerçek: 4-3-3'lü Beşiktaş'ın 3 ortasahayla oynaması, beklerinden en azından birinin savunmacı olması. Denizli'nin teorisi ve prensibi: 10.5'lu 4-3-3 ve iki ofansif bek.

10.5 numara olarak tabir edilen Tabata ve Tello'nun sakat olmasıyla, en azından ortasahada Denizli'nin hamle yönü "gerçekçiliğe" kayacaktır. Beşiktaş'ın bu saatten sonra, Fink ve Ernst'in üzerine Necip'in sırıtmaması, Uğur'un hazır gözükmesiyle, 3 ortasahayla oynamasından başka çaresi kalmamıştır. Ferrari'nin sakatlığı sonucu, Toraman'ın stoper mevkisinde sabit kalacağı da bir gerçek. O zaman kara yavaş yavaş gözükmeye başlıyor...

Eskişehir maçındaki takımın son halini gözümüzün önüne getirip, Tello'nun yerine kadrodan bir "sol forvet" bakarak bir sonuca varabiliriz, önümüzdeki Beşiktaş'ın maçlara nasıl çıkacağı konusunda... Ekrem ve Serdar Özkan'dan başka kenar forvet kalmamıştır elde. İbrahim Kaş'ın silinmesinden sonra, Ekrem'in sağbekte "banko" gibi durduğunu düşünürsek, en mantıklı kadro şu şekilde çıkıyor;

İşte Beşiktaş'ın geçen sene Türkiye Kupası'nın büyük bölümünde oynadığı "gerçek 4-3-3" dizilişi. Bu tarz bir takımın ben beraberlik dahi aldığını hatırlamıyorum. Sakatlıklara hayrolsun denemez ama, eğrisi doğrusuna gelecek gibi duruyor Mustafa Denizli adına... Takım çok eksik gözükürken, aslında tam rayına oturmak üzere...

Ama tabi bir de işin "Mustafa Denizli'nin tuhaf hikayesi" bölümü var. Taktik ve oyuncu seçimi meselesine düz mantıkla yaklaşmak fazla gerçekçi olmuyor hocamız sayesinde. Ben işin o tarafını da düşünerek bir "Denizli jimnastiği" yaptım...

Mustafa Denizli'nin, geçen sene bir çok maçta Nobre'yi oynatmak uğruna, Bobo'yu sol forvette oynattığını görmüştük. Bu kez birini oynatmak için değil ama "Serdar Özkan'ı oynatmamak" bâbında bir Bobo - Nobre - Holosko üçlüsü görebiliriz ileride...

Bu durumda tıpkı geçen sezon bir kaç maçta olduğu gibi hem Bobo'nun performasını, hem de takımın topsuz oyun balansını bozacaktır...

Bir diğer hamle de şöyle olabilir; "Ekrem'i sol forvet oynatsak, kimi sağ bek yapıcam bu sefer?" diye düşünür hoca...İbrahim Kaş dediği anda, Kasımpaşa gözünün önüne gelir, giden iki puanın havada durduğuna şahit olur... O anda bir ışık yanar : RIDVAN!!
"Madem 3 ortasahayla oynuyorum, Rıdvan gibi bir sağ bekin bağlarını koparır salarım sahaya" diyebilir... Böylelikle Ekrem'i hep görmek istediği sol forvet bölgesine monte eder...;

Bu 11'e de itirazım olmamakla birlikte, "Serdar'ın kaybettiği öz güvenine rağmen" oyumu ilk kadroya atıyorum... Bobo'nun sol forvet olduğu kadroyu "aman hocam!!" dercesine hazırladım...

Farkındaysanız Yusuf'u hiç değerlendirmeye almadım. Kasımpaşa maçında yine 11'de başlama ve sonunu getirememe olayından sonra "yeter" demiştir Denizli ve son maçta 18'e almamıştır. Bunun paralelinde, yarın yapılacak tecrübelilerin imza törerinde de kadro dışıdır kendisi...

Hiç değerlendirmeye girmemiş, küçük bir ihtimal daha var... O da İsmail Köybaşı'nın sol önde oynaması mı dersiniz?... O da olabilir...

Ama bildiğim bir şey var; "Beşiktaş daha doğru oynayacak" dedirten eksiklerin toplam bonservis bedeli 20 milyon Euro. Yine bir yerlerde yanlış mı yaptık acaba??

Beşiktaş 3 (ama ne üç...) - Eskişehirspor 2


Yazıya Ferrari'ye sallayarak giriş yapmaktan kendimi alamayacağım. "Kendini geriye atma" sendromu bu maçta Beşiktaş'a 1 gole maloldu. Ve yine bu sebepten, Rüştü'nün insan üstü çabası olmasa neredeyse fark da açılıyordu. Ferrari'nin önde basmama "tembelliği" (tembellik diyorum çünkü , Genoa'dan da bildiğim oyuncunun kesinlikle stilinin bu olmadığını, gerektiği zaman takımıyla beraber önde de bastığnı biliyorum) Beşiktaş'ın skorda geriye düşmesinden ziyade, skoru geri getirecek baskısına da sekte vurdu. Forvet ve ortasaha önde basarken, Ferrari rakip ataklarda sürekli geriye adımlıyor ve forvetle ortasaha arasında 10 metre fark varken, defansın ortasaha ile arasını yaklaşık 30 metre açmış oluyor. Bu da hem takımının baskıyı sürdürememesini, hem de rakibi kendi cezasahasına kadar "buyur etmesini" sağlıyor. Sergen bir yazısında; Ferrari'nin kendine güvenemeyip kendini geriye atmasını, geceleri İstanbul aleminde gezmesine bağlamıştı... Futbolcuların özel yaşantılarıyla pek alakam olmamıştır ama Ferrari'nin stili dışındaki bu durumu farklı etkenlere bağlıyorum ben de.

Maça 4-2-3-1 gibi başlayan Beşiktaş, Toraman'ı ortasahaya çekerek 4-3-1-2 gibi bir düzene döndü. Maçı getiren baskı bu dakikadan sonra başladı. Bunu hem Toraman'ın ortasahaya geçmesine hem de Ekrem'le sağ bekin daha da ofansifleşmesine bağlayabiliriz. Ama bana göre asıl etken "ortasahayı 3'leme" durumu oldu. Fiziğiyle adam döven Eskişehir'e ancak bu şekilde bir hamleyle karşılık verilebilirdi. Toraman'ın ortasaha geçişiyle, Almanlar yine çift yönlü ortasaha özelliklerini konuşturdu. Özellikle Fink, bu düzen içinde Cisse ile arasındaki en bariz farkı ortaya koyuyor: -cezasahası içine girecek kadar ataklara destek verme-. Son dakikalarda Serdar'ın getirdiği topta, yerden çektiği şut alt köşeye girseydi çok yakışırdı...

Ferrari'nin oyundan çıkıp, oyuna Uğur'un girmesi iki şeyi değiştirdi. Birincisi; Toraman, Ferrari'ye nazaran kontralarda daha çabuk cevap vermesi ve en önemlisi, takımla beraber önde basmasıyla daha etkili bir savunma oldu. İlk yarı neredeyse Beşiktaş'ı 4lük yapabilecek Eskişehir, değişen defans düzenine karşılık tek pozisyonunu Sezer'in şutuyla buldu.
Değişen ikinci şey ise; Uğur'un, Fink ve Ernst'in yanına ofansif olarak da katkılar sağlayabilecek 3. bir ortasaha olarak oyuna dahil olmasıydı... Bu etkenlere sadece "maçı getiren enstanteler" olarak bakılmayıp, geleceğe dair ışık tutması gereken birer fikir olmalı Mustafa Denizli adına. Yani en azından artık şu 3'lü ortasahadan vazgeçmemesi gibi... Geçen sene Erns-Cisse ortasahasında karar verene kadar kurdeşen döktürmüştü, bu yıl da bir benzer sernaryo ortada. Beşiktaş ne zaman 3'lü ortasahayla oynuyorsa, rakibe direnç olarak karşılık veriyor ve 3 puanı alıyor. Ama nedense bunu bir türlü klasik şablon olarak kabullenmiyor Mustafa Hoca...

Ortasaha 3'lü olunca, takım beklerini ileri çıkarmada tölerans sahibi oluyor. Beklerin ileride kaldığı karşı ataklara daha bir güvenli bakabiliyor. Zaten Avrupa'nın kelle takımlarına bakılırsa, en "oynanmayan" noktası 3'lü ortasahaları olduğunu görürüz. Farkı, kenar forvetleriyle ve bekleriyle yaratıyorlar. Beşiktaş'ın da izleyeceği yöntem bu olmalı. 3'lü ortasaha sabit, rakibe göre kenar forvetler Holosko, Nihat, Serdar, Tello ya da Ekrem. Aynı şekilde bekler için de öyle. Direnç aranıyorsa Toraman, İbrahim gibi bekler. Kapanan takımlara ise yine 3'lü ortasaha sabit, fakat İsmail ve Rıdvan gibi daha ofansif bekler kullanılabilir mesela...

Mustafa Denizli'nin dün yaptığı son değişiklik çok yerine olmakla birlikte geç kalınmıştı. Serdar - Tello değişikliğiyle Beşiktaş, o hep söylenen ama sahada çok az gözüken 4-3-3'e döndü. Serdar ve 4-3-3 konusuna daha önce değinmiştik... Bu sistem içersinde en değerli kenar forveti belkide. Zaten girdiği pozisyonlar bunu kanıtlıyor, o pozisyonları kaçırması ise kaybettiği öz güvenini... Skoru rahatlatmasından çok, Serdar'ı rahatlatması adına o toplardan birinin girmesini çok istedim. Ama olmadı... Malesef "mimli Serdar" yine öyle kaldı.

Beşiktaş geçen yıl bir çok "geri dönüş hikayeleri" göstermişti bize. Ama bu seferki çok çok zordu. Eskişehir'e 2-0'den gelmek hiç kolay iş değil. Üstelik atılan kadar kaçtı da... Çok anlamlı bir galibiyet oldu. Yarın oynanacak derbiden sonra Beşiktaş ya 2. olacak, ya da Fenerbahçe'den iyice uzaklaşacak...

Kısa kısa;
Sen neymişsin Fink! Annesini kaybetmiş çocuk gibi sahanın her tarafını dolaştı adam...
Taçsız kral Bobo,
Hoş geldin Nihat - Uğur,
İbo Scala döneminde zaman makinesine binip, 10 yıl sonrasına mı gitmiş nedir? Ama yine de sormadan edemiyorum "İsmail nerde?"...

Novara ! Novara !

Serie A'nın gelmiş geçmiş en golcü oyuncusu Silvio Piola'nın son durağı, bir dönem Serie A'nın köklü takımlarından biri olmasına rağmen, 1977 yılından beri Serie B'ye dahi yükselemeyen, İtalya'nın en kuzeyinden bir takımdan bahsedeceğiz...


Novara, hemen her liginde belirsizlik yaşanan İtalya'da, hedefine en hızlı ulaşan takım görüntüsünde bu sene. Serie C'nin (aslında yeni adıyla Lega Pro 1 olan lige, İtalyanlar hala Serie C demeyi tercih ediyor. Tıpkı bizim Bank Asya 1. Lige "ikinci lig" dememiz gibi. O nedenle yazıda ben de Serie C olarak bahsedeğim) A grubunda en yakın rakibine 10 puan fark yapmış ve namağlup durumda bulunuyorlar.

Serie B yolundaki Novara, bu seneki başarısının tesadüften daha çok, iyi yapılanma ve takım olmanın getirisi olduğunu Coppa Italia'da da kanıtladı...
Önce Serie A takımlarından Siena'yı, deplasmanda 0-2'lik skorla eleyen Novara, San Siro'da Milan karşısında oyunda tutunan bir futbol sergileyip 2-1 mağlup olmuştur. San Siro'ya, bir Serie A takım taraftarından daha güçlü şekilde konuk gelen Novara taraftarları, kupaya damgasını vuran takımlarını "grazie ragazzi" tezahuratıyla selamlamıştır...




Bu sezonki hedeflerinin mutlak Serie B olduğunu kanıtlarcasına, Nicola Ventola transferiyle sezona giren Novara, bir zamanlar Inter forması da giyen yıldız oyuncudan pek verim alamamış, fakat Bertani - Motta forvetlerinin etkileyici gol performansıyla bu noktaya gelmiştir. Bu ikiliye, kritik maçlarda golleriye katkı yapan 85 doğumlu Arjantinli Pablo Gonzalez, Serie A takımlarının listesine girmiş bulunmaktadır. Siena'ya karşı iki gol bulan Gonzalez, San Siro'da da takımının beraberlik golünü kaydetmiş ve Curvanord'u dolduran Novaralıları çıldırtmıştır...



Efsanevi golcü Silvio Piola'nın adı verilmiş 8.800 kişilik stadyumuyla Novara artık Serie B'de diyebiliriz. Grubunda bu denli fark yaratacak takım yaratmış olmalarıyla, Serie B'de de ciddi bir çıkış bekleyebiliriz gelecek sezon. Kim bilir, belki de Silvio Piola'nın futbolu bırakmasından 2 sezon sonra (1956) Serie A'ya veda eden Novara'yı, yakın bir zamanda tekrar Serie A'da görebiliriz. Bu sezon Sassuolo örneğinde ve daha önce de Napoli'nin Serie C'den Serie A'ya yükselişinden görüleceği gibi, İtalya'nın alt liglerinde iyi bir takım kurduysanız, kısa sürede hiç beklenmedik pozisyonda olabilirsiniz.

Belki de yakın zamanda yine San Siro'ya gelecek olan o kalabalık, "gururla Coppa Italia'dan elenme" nedeniyle değil de, Milan'dan puan alma başarısına karşılık "grazie ragazzi!" diyecekler... Formasıyla Azzurri kokan Novara'yı takibimiz sürecektir.

Messi Türk Olsaydı ?


Enterasan bir çocukluk dönemi geçirirdi... Futbolda yetenekli ama derslerde kötü öğrenci kısmına girerdi muhtemelen. Okul binası içinde; velisi "bu çocuk çok tembel!" bahanesiyle öğretmeni tarafından davet edilenlerden, fakat okul bahçesinde futboluyla bambaşka gözle bakılan bir çocuk olurdu... Sırf bu karizmasıyla boynu 30 derece eğik ve yaklaşık bir buçuk metre boyuna rağmen sınıfta kızların ilgi odağı olur, derslerini de kendisine hayran olan sınıfın "ineklerinden" aldığı kopyalarla bir şekilde geçerdi...

O'nun olduğu bir ortamda ortada sıçan oynamak, kilo vermek için bire bir olurdu... Mahalle maçlarda adımlamayı iyi hesaplayan, takımına O'nu alırdı. Daha diğer adam almalar tamamlanmadan rakip hemen "Oooo çok güçlü oldunuz!" serzenişinde bulunurdu. Bir çok golü taş üstü diye sayılmazdı. Penaltıda arkadaşları burun vurmayı tercih ederken o hep teknik vururdu. Eğer rakip takım içinde reis* diye tabir edilen bir adam yoksa, bütün takımı çalımlar, kale çizgisi üstünden eğilip bir çok kafa golü atardı... Fakat "reisss"lerden biri rakip takımdaysa, 3. çalımı üst üste yapamaz, bir çelmeyle yerde kalıp dizi açılır bir de üzerine "efendi gibi oyna len!" diye azar işitirdi...

* Mahallede "reis" diye tabir edilen adam: kavgaların olmazsa olmazı, okeyde çiftin kralını koyan ama futboldan zerre çakmayan fakat ya korkudan ya da saygıdan bir şekilde kendine takımda yer bulan insan... Bu tipler litaratüre "at abinin kıllı göğsüne!" terimini getirmiştir. Maç öncesi yazı tura atar gibi topu sebepsizce havaya diken, sonrasında o hışımla ayağından uçan kösele ayakkabasını ve bahçeye giden topu alması için iki ezik çocuğu görevlendiren fenomendir bunlar. Maçlarda futbol olarak hiç bir katkı yapmamasına rağmen, sürekli bağırıp-çağırdığı, takım arkadaşlarına motive edici laflar sıkmasıyla izleyenlerde "vay be adam tek başına oynuyo" izlenimini bırakmışlardır hep...

Derken, çevresinin ve ailesinin gazıyla işi profesyonele dökmek için amatör bir kulüpte lisansını alırdı ufak yaşta. Büyük takımların alt yapısına geçişi ise uzun sürmezdi. Burada mental ve fizik olarak çok fazla "geliştirilmemesine" rağmen çocuk yaşta A takıma çıkarılırdı, olağan üstü yetenekleri sebebiyle... Fakat burada attığı 2 çalım sonrası pas verecek adam bulamaz "top eziyor" damgası yerdi, araya attığı toplar gol olmaz istatistiklere geçemez, rakipte kalan pasları için ise hemen "top kaybı" istatistik hanesine yazılırdı. Avrupa'dan gelen profesyonellik tekliflerine rağmen, ilk sözleşmesini burada yapar, yaşına rağmen iyi bir para kazanırdı. Akabinde hemen gazetelerde aldığı parayla ilgili olarak "5 tane yat, 15 tane kat, 230 tane ticari taksi alınır" gibi örneklemeler sunulur, insanlara "aldığı paraya bak oynadığı topa bak!" eleştrileri için zemin hazırlanırdı. Daha sonra 21 yaşına kadar "pişmesi" için sağa sola kiralanırdı. Ama fizik olarak en gelişme göstereceği çağlar atlanır, yetişkin bir futbolcu yaşına geldiğinde zayıf kalırdı. Bu sebeple futbol olarak yeteri kadar patlama yapamaz, az biraz formda gittiği sıralar kız arkadaşıyla çekilmiş bir fotoğrafı haber sitelerinde gezer "doğru yaşamıyor, o yüzden sahada yerden kalkmıyor" denirdi...

Ve bugün kıyaslandığı adam Maradona değil, Sergen olurdu...

Ama neyseki Messi, Arjantin'de doğdu, İspanya'da büyüdü. Ve biz Maradona'yı kaçırmış 90 kuşağı olarak, bugünlerde belki de önümüzdeki yüzyılda da bahsedilecek bir büyük yıldızın kariyerini izlemekteyiz. İyi ki varsın Messi...

Serie A'yı Kesss!

Farklı bir ligi takip etmede bağlayıcı unsurdur; "merak"... Serie A'nın altı, üstü, ortası merak uyandırıyor son haftalarda. Siena'nın ligte kalma çabası sonuç verecek mi? Palermo tarihinde ilk kez Şampiyonlar Ligi şansı yakalayacak mı? "7 kız kardeş"den Lazio küme düşebilir mi? Ve tabi ki şampiyon Inter mi Milan mı? Yoksa en dış kulvardan Roma mı? Sorularını soruyoruz...

Bu hafta hem Inter'in hem de Milan'ın maçlarını izleme şansı bulduk. Milan, liderlik fırsatını yakaladığı maçta Napoli'den 1 puan aldı diyebilirim aslında. Leonardo tanıdık yüzlerle çıkmıştı maça. Favalli, Zambrotta, Oddo, Inzaghi gibi, baskıyı kaldıracak oyuncularla riskten uzak kaçmaya çalıştı. Ama bu oyunculardan özellikle bek oynayan Zambrotta ve Oddo "maçsızlık" sebebiyle Napoli'nin temposuna ayak uyduramadı. Oddo maç boyunca hiç gözükmezken, yenilen golde de "görünmez" bir şekilde baş rol oynadı. Önce ofsaytı bozdu, ardından Abbiati'yi...
Süper Pippo Inzaghi ise, klasik gollerinden birini atarak görevini yaptı. Milan şayet şampiyonluk yarışında varoluşunu sürdürecekse, bu Ronaldinho'nun hırs ve formunun devamına bağlı olacak... Çünkü Milan'ın oynadığı sistemin iyi işlemesi için, beklerin ofansa çok fazla katkı yapması gerekiyor. Fakat gelin görün ki, varlık içinde yokluk çekilen bek bölgesinde, defansif olarak bile fayda sağlanılmıyor.

Milan'ın kalan maçları;

Parma (D)
Lazio
Cagliari (D)
Catania
Sampdoria (D)
Palermo (D)
Fiorentina
Genoa (D)
Juventus (D)

"Şu maçtan kesin 3 puan alır" diyebileceğimiz bir eşleşme yok. Puan durumu arap saçı olduğundan, gittiği her deplasmanda iddiası olan takımları bulacaklar. Kalabalık fakat geniş olmayan kadrosuyla bu yarışı pek fazla götüremeyeceklerini tahmin ediyorum.

Inter ise bu hafta yine Sicilya'daydı. Ve yine puan kaybıyla döndü. Chesela'yi elemenin gururu ve mutluluğun içersindeki Inter, esasında 1 puana pek itiraz etmeyecek bir oyun ortaya koydu. Maç uzun süre 1-1 gitmesine rağmen, tam bir İtalyan 4-3-1-2'si oynayan Palermo'ya mağlup olmamak için temkinli oynayıp, galibiyet golünü "oluruna" bıraktılar. Aynı durum Palermo için de geçerliydi, bu hafta 4.lük için kapışan iki rakibinin karşılıklı maç yapmasıyla, en azından puan farkında pek oynama olmayacağını bilen Rosanero, lider karşısında giden 2 puanı kayıp görmedi. Palermo oynadığı sisteme uygun olarak bir çok ortasaha oyuncusu bulunduruyor elinde. Forvet arkası olarak da, henüz Serie A'da ilk yılı olmasına rağmen "Yeni Kaka" umutlarını pek boşa çıkartmayan Pastore fark yaratıyor. Zaten kendisi Kaka'nın boşluğunda ilk transfer adayı Milan için...

Inter'in kalan maçları;

Livorno
Roma (D)
Bologna
Fiorentina (D)
Juventus
Atalanta
Lazio (D)
Chievo
Siena (D)

Inter'in iç sahada oynayacağı maçlar, Milan'ınkilere göre daha kolay geçecek türden. Ama deplasman maçları aynı zorlukta Milan'la... Özellikle Roma maçı çok enterasan. Inter o maçı alırsa, büyük ihtimalle işi bitirir. Roma alırsa, Roma da iyice potaya girer. Berabere kalır da, Milan maçlarını kazanırsa bu lig "arena"da biter...

Bekleyip görelim.

Mide Spazmı


Sivok'un karnını tutup, kenara değiştirin işareti yapmasıyla, aynı sorunun yani "mide spazmının" bende de olduğunu farkettim. -Geçmişte ne olmuştu da, yine başıma gelmişti- diye düşündüğümde ise bir kaç neden kesişiyordu. Birincisi Ekrem'in sağ bek oynaması. Bildiğin üzere Deli kod adlı beki kesmek pek mümkün olmuyor. Hiç gerçek bir bek savunmacısı olamayan İbrahim'in üzerine, bir de Ekrem veya geçmişte Ali Tandoğan gibi bir sağ bek eklenince insana mide spazmı geçirtiyor. Pozisyon almayı bilmez, ters kademeyi bilmez, fizik olarak zayıf iki bekle birden oynanınca, işte böyle halı saha golleri yemiş olunuyor ve adına "basit gol" konuluyor...

Futbolda basit gol atmak ve basit gol yememek işlerin iyiye gittiğine işarettir. Bu işlerden ikisini yapmak içinse ortasaha baş nedendir Mustafa Hoca.... Sana son haftalarda maç kazandıran ortasahandı velhasıl Fink'di. Necip'in de dahil olacağı, Ernst - Fink'li bir ortasaha bozulmaması gereken ilk olgudur. Böyle bir 3'lü ortasaha rakibi önde karşılar ve sen zaten kazandığın "yersiz" toplarla rakibi zor duruma düşürürsün. Kontenjandan kenarda kalacak yabancın ise forvetlerden biri olmalı. Ortasahan yoksa, forvetin bir işe yaramaz. Ama ortasahan varsa, takım forvetini kendi içinden çıkarır...

Yine 2'li bir ortasaha önünde Tello ve kenar forveti Yusuf... Bir mide spazmı nedeni daha. Yusuf, 11'de sol forvet olarak başlar başlamasına da, bu ortasahanın, bu beklerin önünde başlamaz. Her bölgede yapılan tercih hatalarıyla sahada "zigzaglı" bir takım savunması gördük. Böyle bir görüntüde Beşiktaş yine, rastgele bir futbolla sonuca gitmeye çalıştı. İbrahim Kaş, sadece sağ bek için oynaması gerektiğini kanıtladı. Ekrem'de olmayan bazı şeyler Kaş'da var bek adına. Fizik, ters kademe gibi. Ama iş stoperde oynamaya gelince daha farklı şeyler gerekiyor. Rakibi önde karşıyalıp top aldırmama, pozisyon bilgisi gibi. O zaman dönüp soruyorum tekrar; ne bek, ne başkası sadece ve sadece iyi bir stoper olabilecek Koray Şanlı neden afaroz edilir?

Mustafa Denizli için -hiç bir zaman "futbol takımı" yaratamayacak- kanımı tekrar hatırladım malesef bu maçla... Çünkü geçen sezona baktığımda bu takımın "futbol takımına" dönmesi için bazı tabularını yıkması gerektiğini düşünüyordum. Modern bir futbol takımında: Ekrem, İbrahim Üzülmez stilindeki oyuncular "bek" olmaz; Tello 4-3-3 ortasahasında oynayamaz belki 3 ortasahanın önünde forvet arkası veya sağ-sol forvet olur; Yusuf 90 dakika modern bir sistemde yer almaz ancak rakibin gömüldüğü anlarda oyuna girer; sağlıklı bir 4-3-3 için 3 ortasahanın da ortasaha olması gerekir... Ee bu seneye bakıyoruz, hepsi aynı...

Kasımpaşa 2 - Beşiktaş 2
19 Mart 2010

Catenaccio Kırıldı...

İngiltere ile İtalya futbolunun arasındaki uçurumun resmidir. 3-1 gibi avantajlı bir skorun ardından, bir büyük İtalyan takımı deplasmanda da 1-0 öne geçmesine rağmen eleniyor. Üstelik İngiltere'nin orta sıra takımına. Oysa ki, catenaccio için elverişli bir takım da var sahada. Zebina - Cannavaro - Chiellini - Grosso kalbur üstü bir savunma dörtlüsü. Önlerinde de fizik olarak dirençli Sissoko - Melo. Ama Fulham temposuyla Juventus'u boğuyor. Bu da demek oluyor ki, artık günümüzde sadece catenaccio yetmiyor. Savunma bilgisinin yanına tempoyu da eklemeli...
İşte bunu yapan, modern catenaccioyu yaratan Morinho sayesinde tek bir İtalyan takım yoluna devam edebiliyor.

Fulham, müthiş temposuyla "acaba" mı sorusunu getirdi, attığı ilk golle. Cannavaro'nun atılışıyla da, maç henüz 1-1 olmasına rağmen tur geliyorum dedi, gayet "yakışıklı" bir golle de tescillendi. Dempsey'in golünü arka çekimden alıp, spor haberlerinin introsuna koymalı...



Esasında Juve, para harcama konusunda çok da cimri değil, güzel de kadroları var. Ama gelin görün ki, biraz fantazi antrenör seçimlerine gidiyor. Tekrar Capello sikletinde, Juventus'a yeniden bir ekol katacak teknik direktör getirmeleri gerekiyor bana göre. Aksi takdirde yıllar geçtikçe Juve, "Forza Juve!" olmaktan çıkacak...

Dip not: Trezegeyle mrezegeyle olmaz bu işler...

4-1-1-1-3

Denizlispor 0 - Beşiktaş 1


Gün geçmiyor ki, Mustafa Denizli yaptığı doğru bir işin tesadüf olduğunu kanıtlamasın... "Önde basan Beşiktaş" hayallerini, Toraman'ı standard bir ortasaha zannetme "tavşanıyla" bitirdi dünkü maçta. Toraman, iki gerçek ortasahanın arkasında "sarkık" olarak oynayabilir. Ama Toraman'ı gerçek bir ortasaha sanıp, 2 ortasahadan biri yaparsanız yine bomboş bir alanı rakibe bırakıp, hiç bir şekilde baskı kuramayan bir takıma dönersiniz.
Beşiktaş'ın söylenen taktiği 4-3-3 deniyor ama, bunu oyuncu tercihleri her zaman farklı bir sisteme çeviriyor. Örneğin Tello ya da Tabata ortasahadaysa, o ortasahaya 3'lü ortasaha diyemeyiz. Üzerine bir de, geçen yıl Sivok - Ernst - Delgado ortasahası gibi, Toraman (sarkık), Fink (ortasaha), Tello (forvete yakın ortasaha) tipinde bir takım, 4-3-3'ün yanından geçmeyip, tamaman 4-1-1-3'e dönmüş oluyor.
Geçen sezon Sivok, iki ortasahanın arkasında sarkık oynayabiliyordu, Toraman da Kayseri maçında olduğu gibi bu tip bir düzen içinde sırıtmaz. Ama işin içine Toraman'ı gerçek bir ortasaha gibi oynatmak girerse, sahadaki şeye "tavşan" demekten başka çaremiz kalmaz, çünkü buna denecek son şey "futbol takımı" olur...
Geçen sezon ısrarla Cisse Ernst'İ oynatmayışı, Sivok tavşanında ısrar edişi İnönü'deki Fenerbahçe mağlubiyetine kadar sürmüştü. Ama bu sezon Beşiktaş 2 takımın arkasında, ve rakibi geçen sezon olduğu kadar zayıf değil. O nedenle bu haftalar tavşan falan affetmez...

Toraman bu takımın idealinde sağ bek oynar. Ernst yoksa Necip oynar, Ernst varsa ve bu takım ortasahayı öne çıkarıp, baskıyla, güle oynaya gol atmak istiyorsa Necip'i Ernst ve Fink'in yanına dahil eder...

Büyükşehir maçında önde basan bir ortasaha vardı. Goller de, rakibin çıkmaya çalıştığı anda kapılan toplarla geldi. Bir çok pozisyon da, "basit eforlarla" bulundu. Ama dünkü Beşiktaş, hiç bir zaman ortasahada topu kapıp hızlı çıkan olmadı. Gol atmak için iki seçeneği vardı; ya kaleden 80 metre uzakta, stoperlerin topu şişirmesi ya da oyuna başlatmasıyla bulunacak ki bu çok zordu, ya da duran top...
Duran topla gol geldi, Beşiktaş iyi takım savunmasıyla değil, iyi savunmacılarıyla bu skoru korudu.

Son günlerde, Denizli'nin tavşanından korkar vaziyette umut dolmuştuk. Şimdi tekrar, tavşan korkusu umudun önüne geçti...

Massimo Maccarone


Türkiye'nin 1 takımla Şampiyonlar Ligi'ne gitme korkusunu yaşadığı sezon tanıdık kendisini. Basel'in, Boro deplasmanında beraberlik halinde dahi, İsviçre'nin ülke puanı sıralamasında Türkiye'yi geride bırakabileceği karşılaşmada bizlere "oh" çektirmiştir... Daha sonra Bükreş'e de aynı tarifeyi uygulayıp "nöbetçi golcü" kavramının tillâhını yazarak, Middlesbrough'yu UEFA finaline taşımıştır.

Son dönemlerinde ise kendisi "Siena'yı kurtarmak" adlı İtalyan dizisinde sahne alıyor... Rolünde son derece başarılı olan Massimo Maccarone için, bu sezon senaryonun sonu olabilir... Siena her ne kadar Juventus karşısında, 3-0'dan 3-3'ü getirecek dirence sahip olsa da, ligde tutunmaları için tam 3 takımı birden geçmesi gerekiyor son haftalarda.

Maccarone, "bir futbolcunun bir takıma ne kadar fazla itici güç olabilir" sorusunu cevaplıyor her hafta oynadığı futbolla. Milan alt yapısıyla başlamış futbol serüveninde ya forvet ya da kanat olarak izliyorduk kendisini. Son dönemde modern 4-3-3 oynayan Siena'da ise, tam bir "ideal sol forvet" görüntüsüne sahip Maccarone...

Siena küme düştüğü taktirde, 30 yaşında tekrar kalbür üstü takıma dönüş yapabilir kendisi. Bunu solforvetteki formuyla hakediyor. Hatta ve hatta, yine modern 4-3-3 oynayıp da, kenar forvetlerder "yaratıcılık" eksiği çeken Beşiktaş için, küme düşmüş bir takımdan taş gibi bir kelepir İtalyan takviyesi neden olmasın?


Yağmur bir günde...

Catania 3 - Inter 1




Mihajlovic, fizik gücü yüksek ve tempolu oyuncularla, tam bir İngiliz 4-3-3'ü oynayan bir Catania yaratmış. Inter karşısında maç boyunca sürekli atak girişimlerinde bulunan, oyunu karşı yarısahada kabul eden bir takım izledik. Böyle güçlü rakiplere karşı kendi oyununu hissettiren, klasik "kapan - hızlı çık" ikilemesinden farkı şeyler yapan akıl oyunlarını ve futbol mücadelesini izlemekten büyük haz duyuyorum. Sicilya'da, Güneyin ateşli taraftar senfonisi ve yağmur eşliğinde izlediğimiz maç da böyle bir şeydi...
Ortasahadan Ricchiuti destekli, Martinez - Mascara - Maxi Lopez 3'lü forvetiyle çok baskılı başladı maça Catania. Ricchiuti çalışkanlığına biraz da bitiricilik eklese ilk yarı çok farklı bitebilirdi. İkinci yarıda Inter, büyük takım gibi oynamaya başladı ve golü de buldu. Catania, ilk yarıda daha "ateşli" oynamasına rağmen 2. yarıda yediği gole 3 kere karşılık verdi...
Maxi Lopez, yıllar önce Barca formasıyla Morinholu Chelsea'ye attığı bir gole benzer bir golle skoru eşitledi. Cezasahasına sert gelen bir topun altını tikleyerek, tavana yolladı. Ardından, maç boyunca bekleneni veremeyen Mascara'nın "enfes" penaltı golü geldi. Hani şu, topun dibine girip de, süzüle süzüle aşırtma atılan penaltılardandı. Ama en güzel uygulanışlardan biriydi bu... Topa o kadar yumuşak vurdu ki, Cesar yattığı yerden tekrar kalktı o sürede... Ama top, Cesar ayağa kalktığı anda içeri girdi, müthiş bir görüntüydü.

Ve son gol. Torres endamında bütün maç takımın hücum yükünü çeken Jorge Martinez'den bireysel çaba sonucunu izledik. Yaşı 27 ama büyük bir transfer için geç değil. Son dönemde Uruguay, bol keseden kaliteli "komple forvetler" çıkıyor... Suarez, Forlan, Cavani gibi tıpkı Martinez de, fiziği, süratli stili ve tekniğiyle dikkat çekilesi bir oyuncu.

Milan için San Siro'da puan farkını 1'e indirme şansı doğdu. Inter'in kötü oyunu sürüyor. Sicilya'nın Catania eşrafı, bugün uzun yıllar unutulmayacak bir galibiyet izlemiştir. Takım zaman gelir, kötü sonuçlar alır da, iyimserlik için bir referans gerekirse, bu maç çok akla gelecektir...
"Hani yağmurlu bir günde İnter'i ezmişti bu takım!" diye bu akşamı yâd edeceklerdir ...



"GÜLÇÜ" TIRMANIŞ

Beşiktaş 2 - İBB 0


Beşiktaş sonunda bir Belediye maçını "rahat" kazandı. Belediye takımının bu lige yükselmesiyle paralel olarak, Beşiktaş'ın da "yumuşakça" ortasaha hastalığının başlamasıyla "potansiyel puan kaybı" gözüyle bakılmıştır bu maçlara hep. Ancak bu kez farklı olan birşey vardı; Beşiktaş, İBB'nin hep oynayamaya çalıştığı oyun tarzını, kendilerinden daha iyi oynamıştı. Önde basan defans, sert ve kalabalık ortasaha, hücum oyuncuların topun gerisine geçmesi başlıca konularıdır bu oyun tarzının. Aslında bu oyun tarzıydı yine Kayserispor maçında maçı Beşiktaş'a getiren ve şampiyonluk iddiasında tutan. Mustafa Denizli'nin "tavşan" fetişizmi ayyuka çıkmazsa, yine bu oyun tarzı olacaktır belki de Beşiktaş'ı şampiyon yapacak neden.

Beşiktaş için "bir iki gömlek üstün" diyeceksek şu son haftalarda, o gömleklerden biri Bobo diğeri de Ferrari'dir. Adını kendi isimleriyle yazdırmış, futbol eylemleri vardır ya... Bobo sık sık yaptığı bu gollerle artık "Bobo dönüşü" ismini kazandırmıştır, bizim zihnimizdeki futbol litaratürüne. Ferrari'li bir savunma hattı; bırakın pozisyonu, hele bir de önde kurulursa şut bile yedirtmiyor... Tello kıpırdandı, Holosko'ya moral oldu, Fink'in yükselişi sürüyor, İbrahimler, Ekrem, Sivok standardını bozmadan yürüşüylerini sürdürüyor...


Ernst'in yerine "ortasaha direnişçisi" olarak konan Necip ise önemli katkı yaptı bu maçta. Necip, maça aslında ofansif olarak da katkı yapacağı bir dizilişin içinde oynadı. Toraman'ın sarkık gibi oynadığı 3'lü ortasahanın soliçinde. Lakin, kısa bir süre sonra Ekrem'in sol forvete, Tello'nun 10.5 numaraya, Toraman'ın da sağbeke geçmesiyle, statik bir ortasaha olarak kaldı. Çok dikkat çekici nüanslar sergilemese de, iyi pozisyonlar alarak rakibin pas yollarını tıkadı, hucüm prese tıpkı Ernst'in yaptığı gibi forvet tarzında bir önde basmayla destek verdi, İBB'ye karşı ortasahada direnç kapışmasında önemli katkıları oldu takımı adına.
Topla yapacağı işleri ise şimdilik saklı tutuyor... Ama yine de, topu her alışında "emanet teslim alır gibi" ayağı titrek şekilde değil, bir sonraki hamleyi düşünürerek, kararlı bir biçimde sahipleniyor. Ve çoğu kez, bir sonraki hamlesi kendisine pres yapan ortasahayı geçmek oluyor ve başarıyor..

Mustafa Denizli, gerçek bir 4-3-3 oynamak istiyorsa, Ernst'in dönüşüne rağmen Necip'le devam etmesi gerektiğini düşünüyorum. Necip oynadıkça, sorumluluk almaktan da kaçmayacak, ofansif olarak da ne kadar katkılar sağlayabilecek bir oyuncu olduğunu gün geçtikçe kanıtlayacaktır.
Beşiktaş, sahada kendisini "daha güçlü" gösteren doğru bir oyun tarzını, formuyla beraber buldu. Nihat dışında, kayıp oyuncular ortaya çıkmaya başladı, zaten formda olanlar da üstüne koymuş durumda. Tek formsuz olması gereken de Denizli'nin tavşanı...

İmrenmek yerine, Necip'le övünmeye başlamak


Şimdilerde Barcelona'nın sahne aldığı, "Dünya futbolunun başrolü"nde Arsenal var, sene 2004... Bir avuç Arsenalli övünüyor haklı olarak, biz geriye kalan kısım ise imreniyoruz. Cruyf'un "en güzel gol, boş kaleye atılan goldür." sözünden anlatmak istediği vurgu gibi; çok kolay goller atıyor Arsenal. Şanslı olduğu için değil, iyi takım olduğu için, gol atmayı kolaylaştırdığı için bunu yapabiliyor Arsenal... Her ne kadar, neredeyse bizlere "benchten" maçı izlettirecek olan, Highbury'deki tv kamera açısı da bunda etkin olsa da; "bu ne yahu, halısahada mı oynuyo mu adamlar?" dedirtiyor bize Arsenal... Pires soldan yuvarlıyor, arka direkte Henry'e dokunmak kalıyor; Henry sağdan yuvarlıyor bu kez Reyes'e kalıyor o "zor" görev...
Ama asıl imrendiren nokta, Viera ve Gilberto'nun sakatlıkları sebebiyle forma şansı bulmuş, 17'lik bir çocuk oluyor. Fabregas adındaki bu İspanyol velet adeta "ezber bozuyor". Nasıl oluyor da, fiziki mücadelenin, temponun en yüksek olduğu bir ligte, hem de karşısındaki her rakibin çok sert oynadığı bir takımda şans buluyor ve hiç sırıtmıyor? Nasıl oluyor da ezilmiyor, hatta bırakın ezilmeyi, takımda işleyen düzene daha da katkı yapıyordu bu çocuk?

Sakat "as" ortasaha oyuncularının dönüşüne rağmen, formayı vermeyen Fabregas, yavaş yavaş bu soruları yanıtlıyordu... Sık pas ve yardımlaşma konusunda o dönemin en dikkat çekici takımı olan Arsenal için, oyun tarzıyla biçilmiş bir kaftan oluyordu Fabregas. Sürekli hareketliydi, pas alır - boşa kaçar ve tekrar pas alırdı. Böylece rakip ortasahanın presinden, markajından da sıyrılmış olurdu. Aradaki fizik-yaş handikapı da, Fabregas'ın bu futbol aklıyla kapanıyordu... Sahadaki boşluklara hareket edip, kısa pas alıp vermelerine, bir de dikine paslarla "yaratıcılık" ekleyince, Arsenal için rakip kaleye yaklaşma notkasında önemli bir rol oynuyordu. Belki 2-3 kişiyi üst üste çalıma dizmiyordu ya da 30 metreden sert ve düzgün vuruşlarla "klasik İngiliz ortasahası" gollerini atmıyordu ama farklı birşey ortaya koyuyordu bu çocuk. Ortasahada "oyunun iki yönünü de" kullanmaktı bu farkı, yazının başında "ezber bozuyor" deyimiyle anlatılmak istenildiği gibi...
Fabregas; 2004'de 17 yaşındayken, Community Shield'de Manchester karşısında giydiği formayı bugün halâ bırakmış değildir. Üstelik Fabregas, günümüzde "Türk futbol mantığına" göre henüz "kiralanası, pişmesi gereken" bir genç futbolcu yaşındadır...

2008 yazı... Ertuğrul Sağlam, içinde bir çok genç oyuncunun da adının yazıldığı kamp listesini açıklıyor. Necip Uysal adıyla tanışmamız ve biz "ÖzBeşiktaşçılar" olarak takibe başlamamız da o yıl oluyor. Necip, bir kaç hazırlık maçına çıkarak o seneyi paf takımda geçiriyor. BJK TV, tek ama "Highbury" açısı çekimiyle, bizlere paf maçlarını sunuyor o dönem... Gün geçtikçe bu maçları ister istemez "Necip için" izlemeye alıyoruz. Çünkü, yine ortaya koyan "farklı" bir şeyler, bir çeşit "ezber bozma" yaşanıyor...

Necip tek birşey yapmıyor, çok şey yapmaya çalışıyordu. Kimi zaman top dağıtan defansif bir ortasaha, kimi zaman tamamen pas dağıtımına odaklanmış, sürekli hareket eden bir ofansif ortasaha, kimi zaman tekniğini konuşturan, sol çizgide adam eksilterek içeri kat eden, şut atan, penaltı yaptıran bir kanat-forvet karışımı görüyorduk Necip'e bakınca... Bugünlerde dünyanın tam da aradığı stildeki bir "ortasaha"ydı Necip. Defansif yönüyle, sezgisiyle, yardımlaşmacı oyun tarzıyla, pas trafiğiyle tam bir ortasaha...

Derken bu sene kendisini A Takım'da da görür olduk. Yeteneklerini kısa süre içinde, profesyonel futbol düzeyinde de sergileyecebileceği fikrini uyandıran izlenimler bırakıyordu, bu maçlarda aldığı kısa sürelerle... Sahanın hiç bir yerinde saklanmıyor, topsuz oyunda her zaman topun gerisinde, top takımındayken; topu ayağında tutan arkadaşına "pas opsiyonu" sağlayacak kadar yakınındaydı hep Necip...
Kanat bindirmesi yapan oyuncuyu kendi kaderine bırakan, ilerde çoğalamayan, ortasahada sık pas yapamadığı için uzun topa yönelen Beşiktaş için, tam bir "çare" değil mi aslında Necip'in "yardımlaşmacı ve hareketli futbolu"? Sahada ne kadar çok Necip mentalinde oyuncu olursa, takım bir o kadar bir birine yakın oynamaz mı? Her zaman pas opsiyonu bulan bir takım hucüm ederken, forvetlerine daha sağlıklı toplar taşımaz mı?
Kayserispor maçıyla birlikte, gerçek 4-3-3 ortasahasına geçiş yapmış olan Beşiktaş için; sadece genç oyuncu oynatmak için değil, takımın futboluna katkı yapacağı için ve "iyi futbolcu" olduğu için önemli bir tercih olmaz mı artık Necip?

Muhammed'in A2 formasını giymesiyle bir "hoş" olduğumuz şu günlerde; artık "imrenmek" yerine, imrenilecek oyuncuları göz önününe çıkarma zamanının geldiğini düşünüyorum. Takımın durumu ve kendi yükselişini baz alırsak, başlangıç için Necip derim...
Necip'le "hemen yarından itibaren" övünmeye başlamak istiyor Beşiktaşlı duygularım... Türk model, Avrupai bir ortasahayı izlemek istiyor futbolsever tarafım...
Bugün Ernst'in yokluğunda, yarın Ernst'le, Fink'le birlikte. Tıpkı Fabregas gibi...

EL LOCO

Ben küçüktüm, Palermo gençti...



Copa America'yla tanışmamız 99 yılının yazında olmuştu... Ufak ufak, lise dönemlerine adım attığımız yaşlarda, yaz tatillerini sabahlamalarla geçirmeler başlamıştı. NTV, biz futbol fetişistleri için biçilmiş bir kaftan olarak, o sabahlanan gece yarılarında canlı yayın maçlar atıyordu önümüze. Soğuk birşeyler alıp, uykudan önce futbol keyfini yaşamanın tarifi yoktu benim için...

Yıldızlarının gelmeyi kabul etmediği Arjantin (nam-ı diyar arcentina!) "gelecek vaadeden" oyuncularıyla gitmişti o turnuvaya. Bunların başını 2 Bocalı çekiyordu; Riquelme ve Batistuta'nın yokluğunda alternatif olarak düşünülen Martin Palermo.

Herkesin, Palermo'nun kaçırdığı aynı zamanda dünya rekoru olan bir maçta 3 penaltıyı hatırlar Copa America 99 denince. Lakin, maçların hemen hepsini izleyen benim için, aslında Palermo'nun futbol adına patlama yaptığı, kendini tanıttığı bir turnuvaydı o. Arjantin'in tüm gol yükünü çekmiş, "hırslı santrafor" endamını tümüyle bizlere vermişti. Palermo'nun kaçan 3 penaltısını da canlı izleyen biri olarak, o turnuvada Palermo adına asıl unutamadığım şey "morarmış gözüyle" attığı goldü...

Ortasahada gerçekleşen bir ikili mücadelede suratına kötü bir darbe almış, yerde kalmıştır Palermo... Ama atağın iyi gittiğini görerek, kalkmış ve arka direkteki pozisyonunu almak için hareketlenmiştir... Ve tam o esnada hareketlendiği bölgeye atılan topu, o müthiş sol ayağıyla sert bir şekilde tavana göndermiştir... Asıl ilgimi çeken ise, bağır-çağır koşuşuyla gelen gol sevincinde, yaklaşan kamerayla birlikte gördüğüm manzara; Palermo'nun bir gözü, görülmeyecek kadar kapanmıştır şişlikten, o kadar kısa sürede.. Ama "El Loco", o dayanılmaz darbeye rağmen golü düşünmüştür...

El Loco (Çılgın) lakabını o turnuvadan önce mi sonra mı aldı bilemiyorum ama, bu lakabını duyduğumda aklıma gelen ilk şey bu sahne oldu ve yakışır dedim.

Palermo için, o turnuvadaki etkileyici performansından sonra, üzerine 2000 kıtalar arası finalinde Real Madrid'e attığı 2 gol de tuzu biberi olmuştur, Avrupa'ya açılacak yol adına. Herkesin beklediği ama şaşırtıcı şekilde sonuçlanan Avrupa transferi gerçekleşmiştir. Şaşırtıcı olan şey, o dönem asansör takımı olarak hatırlanan, ama bu transferle birlikte "büyük takım olma" arzusuna bir başlangıç yapacak olan Villareal'e gitmesidir Palermo'nun.
Villareal'deki ilk maçında karşılama müthiş olmuştur El Madrigal'de... Kapağında Pelermo'nun resmi olan broşür, 25 kişinin eline sallanmaktadır oyuna girerken... Ama aynı muhteşemlik, Palermo'nun lige ve takıma uyumuna yansımamaktadır. Golden uzak maçlar seyretmektedir El Loco.
Uzun bir dönem sonra tam form tutmuşken çok kötü bir sakatlık geçirir. Attığı golü "bir avuç taraftarıyla" paylaşmak isteyen Palermo'nun ayağı kırılır...



Palermo artık La Liga'da dikiş tutturamaz hale gelir ve efsane olduğu yere, efsanesini büyütmek için geri döner.

Martin Palermo, bugün 37 yaşındadır ve Boca Juniors'da efsanesini büyütmüştür. Performansıyla "milli takıma girmeli mi?" tartışmasını yeniden başlatmıştır. 10 yıl öncesi kadar genç olmamasına ve tek rakibinin Batistuta olmayıp, Avrupa'nın en iyi santraforları arasında gösterilen Higuain, Aguero, Messi, Milito, Lavezzi, Tevez gibi oyuncuların içinde bulunduğu havuzda bulunmasına rağmen aday gösterilmektedir...

Roberto Chello'nun 218 golünü egale eden El Loco, bugünlerde efsanesini istatistiki bilgi olarak da kazımak üzeredir.

Kendisine bir videosuyla selam ediyoruz... 40 metreden, topun gelişine çıkarttığı şutla gelen gol. Yanlız kullandığı uzuv biraz enterasan...

Artık SAN SIRO'da da şampiyonluk havası var...



Leonardo, Ronaldinho ve Pato'yu doğru kullanmasından (4-3-3'ün kenar forvetleri) bu yana iyi bir çıkış içersinde. Hatta bu çıkış, Milan'ı öyle bir yere getirdiki, artık sadece o büyüleyici stadyumda Interliler değil Milanlılar da şampiyonluk hesaplarıyla seslenecekler takımlarına...

Ronaldinho'nun tıpkı Barcelona'daki 4-3-3'de olduğu gibi, serbest oynama opsiyonunu cebinde tutup, sol forvet oynamaya başlamasından bu yana "eski Ronaldinho'yu" izler olduk. Pato da artık yedek kulübesindeki "geleceğin starı" olmaktan çıkıp, sağ forvete geçerek "sahadaki star" oluverdi. Bu düzenden bu yana Milan önemli galibiyetler aldı, sadece arada Manchester'a mağlup oldu. O maçı da izleyenler çok rahatlıkla şunu söylebilir, bu skor ne Ronaldinho'nun ne de Milan'nın oynadığı oyunun karşılığıydı...



Leonardo'nun bu sistemde kafasına takılan bir kaç "kararsızlık" var. Bunlardan en önceliği orta forvette kimin olacağı. Elde Huntelaar, Boriello ve Inzaghi gibi seçenekler var. Son maçlarda bu seçim Boriello'dan yana kullanılıyor. Şahsen benim seçimim her zaman Huntelaar olur bu takımda. Huntelaar, son derece temiz bir golcüdür. Sahada hiç gözükmüyor dersin ama, gözüktüğü ilk fırsatta da rakibe santra yaptırır. Vuruş açısı, yerden veya havadan olması çok farketmiyor. Kafasıyla, her iki ayağıyla, yüzü kaleye dönük ve ya sırtı dönük hiç önemli değil.. Huntelaar gerçekten golün nasıl atılacağını çözmüş bir oyuncu. Topu cezasahasında aldığı zaman Huntelaar'ın bana "gol yapar" güvenini, Borielllo asla vermiyor...

Bir diğer kararsızlıklarını ise; sağbekte Abate mi, Bonera mı?, sağiç ortasahada Beckham mı, Seedorf mu?, solbek Antonini mi, Jankulovski mi? sorularında yaşıyor Leonardo. Bonera'nın, 2. golde Rooney'i çok rahat sırtına bindirip, golü yaptırması, esasında ilk kararsızlığı gidermiştir... Hem fizik olarak hem de ofansif katkı olarak Abate çok daha etkili bana göre sağbekte Bonera'ya nazaran. Zambrotta'yı silme nedenini ise anlayamadım..
Solbek ve sağiç seçimleri, rakibin zayıf veya dirençli olma ihtimaline karşı esnek olabilir...

Tandemde Nesta-Thiago Silva, ortasahada Kaptan Ambrossini, Pirlo, kenar forvetlerde Ronaldinho ve Pato'nun yerleri garanti gözüküyor. Önünde önemli bir Roma deplasmanı var Milan'ın. Bu yarışta gerçekten var mı, yok mu? Sorusuna ciddi bir cevap bulabiliriz bu maçtan sonra Milan için...

Kayserispor 1 - Beşiktaş 2

FLASH BACK...



Yine bir Kayseri deplasmanı, teknik direktör Ertuğrul Sağlam... İlk 11'de ortasahanın ortasında Serdar Özkan ve Ricardinho gözüküyor ve beni başka hiç birşey ilgilendirmiyor...
Böyle bir ortasahanın önünde Barcelona'nın ileri ucu Henry - İbrahimoviç - Messi de olsa, oyunu hiç bir şekilde ortasahada tutamayacağımızdan, rakibi karşılayamayacağımızdan, zaten ileriye sağlıklı top aktaramayacağımız için, "bu ortasahadan ötesi yalan" oluyordu benim için.
Velhasıl karamsar gözle baktığım maç, 2-0 güle oynaya bir Kayserispor galibiyetiyle sonuçlandı.



Günümüz Kayserispor maçında ise, kimine göre korkak, kimine göre "günümüz" futbol stiliydi Denizli'nin 11'i. Oysaki, tartışmalara meyal veren tek değişiklik Tabata gibi bir oyuncunun değil de, Toraman'ın oynamasıydı ortasahada.
Ama gelin görün ki, ortasahada Tabata'nın olup, ileri de tamamen forvet özellikli 3 oyuncunun da olduğu oyun anlayışıyla çıkılan bir çok maçtan daha fazla pozisyon buldu bu maçta Beşiktaş... Hem de gelişi güzel yakalanan pozisyonlar değil, "futbol takımı" gibi. Bilinçli ve akılcıl...
Kalede yaşanan tek pozisyon ise gol oldu.



O zaman demek oluyor ki; bir takımın galibiyete yakın olması için "mesele sahada hücum oyuncuları fazla bulundurmak değil kardeşşş...". Mesele; mücadelenle rakibe her an maçın içinde olduğunu kanıtlamak. Gol de, kalite farkını ortaya koyacak santraforunla, kenar forvetlerinle, hücuma destek veren ortasahalarınla, duran topla elbet bulunur zaten.

Mustafa Denizli'nin bu oluşum üzerinde durması ve maçına göre "omurgayı bozmayacak şekilde" ufak dokunuşlarla gitmesini umut ediyorum. Nedir o omurga? Ferrari - Sivok defansı ve önünde ikisinin Ernst ve Fink'ten oluştuğu 3'lü ortasaha. 3. ortasaha ise maçına göre Toraman, Necip, Uğur'dan biri seçilebilir. Benim burada tercihim, iki yönlü ve hareketli oyunuyla Necip Uysal... Genç olduğu için değil, takımın en iyi futbolculardan biri olduğu içindir tercihim.

Skoru daha kolay değiştirme açısından da, kenar forvetlerde tercih değişikliği yapılabilir. Daha zayıf ve kapanan bir takıma karşı sol forvette Yusuf veya Tabata mesela... Beklerde Rıdvan ve İsmail gibi ofansif olarak da ciddi katkılar yapabilecek oyuncular da bir başka seçenek olur bu uğurda.

Şimdi Denizli, bu oyun tarzını bir maçlık olarak mı yoksa önündeki kalan kısma vurduğu bir neşter olarak mı düşündü, bunu göreceğiz...Hemen ilk fırsatta, Kaş'ın cezalı olduğu Belediye maçında görebiliriz mesela... Şayet, Kaş'ın yokluğunda beke geçecek oyuncu Toraman olur da, ortasahada Necip'i görürsek Ernst ve Fink'in yanında, Beşiktaş futbol takımında önemli bir değişim başlangıcı diyebiliriz... Futbol takımına daha da yaklaştıran bir değişim, şampiyonluk şansını daha da arttıran bir değişim olurdu bu...

Alessandro MATRI

Nedendir bilinmez... İtalyan forvetlerin patlama yaşı 24-25'leri buluyor çoğunlukla. Bir nedeni, İtalyanların da tıpkı biz bir diğer Akdeniz ülkesi Türkler gibi, futbolda yeniliğe açık olmaması, çok farklı bir yetenek ortaya çıkmadıkça bilindik oyuncularla yola devam etme alışkanlığından olabilir...

Alessandro Matri'yi de bu kategoriye koyabiliriz aslında. Milan'ın alt yapısından ülke futboluna sunulmasına rağmen, ilk şanslarını Prato, Lumezzane gibi eski adıyla Serie C, yeni adıyla Lega Pro 1 liginin takımlarında yakalamıştır. 2006/2007 sezonunda ise, Serie B'nin ilk 3'ünü en ciddi şekilde zorladığı sezonunu yaşayan Rimini formasını giymiş, etkileyici bir performans göstermiştir... Belki de o yıl Rimini'nin ilk 3'e girememesindeki en büyük şansızlığı, o sezon Serie B'de Juventus'un ve artık Serie A'ya geri dönebilmek için, Serie B'nin çok üzerinde kadro kuran Napoli ve Genoa'nın olmasıydı...



Alessandro Matri, Rimini'deki performansından sonra Serie A'nın scout sistemi en iyi çalışan kulüplerden biri olan Cagliari'nin yolunu tutmuştur. Bu yıl Cagliari'de 3. sezonunu yaşayan 84 doğumlu Alessandro Matri, "patlama" diyebileceğimiz bir performans gösteriyor. Son yılların istikrarlı "ortasıra" takımı Cagliari, bu sezon UEFA'ya katılmayı hedefliyor. Bu hedefinde ciddi şekilde yürüyen Cagliari'de, Alessandro Matri 11 golle ciddi katkı yapmıştır şuana kadar. Krallık listesinde Barreto ve Gilardinho'yla birlikte 5. sırada olan Matri, attığı 11 golün 6'sını "ilk gol" oluşturuyor.
Forvetin gol sayısında önemli bir istatistiktir "ilk gol"... Rakibin "ya herro ya merro" dediği anlarda, maçı 2-0'ken 3-0'a getirmek var bir de, maç 0-1 aleyhteyken 1-1'e ya da 0-0 giden bir maçın dengesini bozan golü atmak var... Alessandro Matri attığı 11 golde bunu 6 kez başarmış gözüküyor. Ve bu 6 ilk golün, 4'ü deplasmanda ve takımın tek golünü oluşturuyor. Bu 4 gol sonucunda takımı deplasmanlarda 7 ekstra puan kazanmış...

Tüm bu istatisiki bilgilerden sonra oyucunun futbolcu yapısına girelim. 183 boyuyla ortama bir santrafor fiziğine sahip. Fakat çok uzun olmamasına rağmen, attığı kafa golleri hiç de küçümsenecek tarzda değil. Bu özelliğini Filippo İnzaghi'ye benzetiyorum, tıpkı bazı gol sevinçlerinde olduğu gibi...



Attığı gollerin dışında, yaratıcı asistlere de sahip. Özellikle tehlikeli bölgede adam eksiltip, ciddi gol pası ve ya gol öncesi pas çıkarabiliyor.

İtalya'da "varlık içinde yokluk" çekilen forvet bölgesinde, milli takım için de iyi bir alternatif olabileceği düşüncesindeyim...