Conte Direnişi

Şampiyonlar Ligi maçı olmayan bir Salı akşamı izlenebilecek en ideal şey; daha dün Ali Kaptan’ın materazziliklerine maruz kalan Cemile’nin; önce holding başkanı, sonrasında en dış kulvardan reis-i cumhurluğa yürüyüşünü takip etmektir. O derece vahimdir durum… Neyse ki Napoli – Juventus maçı olabilecek en güzel tarihteydi ve yine neyse ki Ictimai TV canlı yayınlıyordu… Gerçi Chelsea - Liverpool seçeneği de vardı ama; Almeida'lı düzeni mecburen seyretmekten bıkmışken bir de Andy Carroll'u sahada görmem, beni zaten meyilli olduğum bu maça iten bir diğer etken oldu.Cavani ve Marchisio yoktu maçta. Tabi ilk akla gelen şey, Cavani’siz Napoli’nin çekeceği zorluklardır. Lakin bu durum sadece çok iyi bir forvetin, iyi bir forvetle (Pandev) değişmesi anlamını yaşıyordu Napoli için. Ancak Marchisio’nun yokluğu, Juventus adına sistem kaosu sebebiydi… Onun varlığıyla Juventus hem üçlü ortasaha gibi, hem de 3’lü forvet gibi gözükebiliyordu. 4-4-2’nin solunda oynadığı zaman, Marchisio’nun aldığı rol böyle bir şeydi… Onun yokluğunda 11 başlayan Estigarribia ise daha düz bir kanat oyuncusu. O nedenle Juventus, tamamen 4-4-2’ye bağımlı kaldı ilk yarıda… Bu da, Gargano – Gökhan Inler – Hamsik baskısı altında kalan Juventus ortasahasının, ciddi anlamda sallanacağına işaretti.

Öyle de oldu, Pirlo ve Vidal pek tutunamayınca; Napoli daha ilk yarıda skoru 2-0 yaptı, üstelik bir penaltı da kaçmıştı… O penaltı anında da bol bol enteresanlık yaşandı. Hamsik, önce penaltıyı gol yapmıştı; üzerine 'televolelik bir sevinç örneği sunayım' diyip, direk kale arkasındaki soyunma odası merdivenlerinden aşağıya koştu… Sonra, “gel bilader, atış tekrar” dediler; bu kez direk Curva’ya nişanladı, fena madara oldu… Neyse ki sonra karambol yüzüne güldü, uçarak bir kafa atmış ve bu kez golü resmi kayıtlara geçmişti. Ardından Napoli yine klasik ortasaha baskısını uygulayarak, Pandev’in kaleciyle birebir kalmasını sağladı; 2-0 oldu.

Yine San Paolo’nun çıkış yolları kapalı gibiydi Juventus için… Yenilmezlik, büyük ihtimalle son bulacaktı; ama Conte bu durumu pek kabul etmişe benzemiyordu. İkinci yarıya aynı 11’le çıkılsa da, çok farklı bir diziliş vardı sahada. Pepe, inceden Marchisio rolünü alarak soliç oynayacaktı. Estigarribia da sol forvet… Vucinic’e ise, belli ki “daha fazla geriden top al” talimatı verilmişti, geriye çıkarak atakları organize ediyordu sık sık. Lichtsteiner’e ise “öl!” emri almıştı resmen… Çünkü artık hem sağ bek, hem de sağ açık oynayacaktı.Hemen ikinci yarının başında Matri’nin golü geldi. Kale alanı önüne yaptığı koşudan, bir tek Vidal farkındaydı; inanılmaz bir ara pası attı… Bu konuda ilk 5’ime girebilir. Sonrasında Pandev, yine ekmeğini taştan çıkararak 3-1’e getirdi skoru. Daha anonsçu tribünlere “Pandev!” diye çığırtmayı yeni bırakmışken, Estigarribia klas bir golle karşılık verdi… Ancak asıl güzellik, Vucinic’in yönettiği atak ve arka direğe kestiği toptu. Ama ufaktan kafa dokunuşuyla, asist Matri’ye yazıldı… Esti’nin golü kolay gözüken, ama atılışı çok zor olan gollerdendi…

Son gol, buram buram Pancu koktu… Pepe, Ortasahadan aldığı topla yürüdü; pas vermek isterken Napoli savunmasıyla ver-kaç yaptı, daha net pozisyon yakalayarak plasesini yapıştırdı. Her ne kadar Lichtsteiner “beni değiştirin” harekini yapmakta bile zorlanacak hale gelse de, Conte forvet değiştirmeye devam etti bir ekmek daha çıkar mı diye, ama olmadı… O forvetlerden biri de il Reyissini Del Piero'ydu. 90+1’de oyuna girdi adam, resmen Mehmet Çakır muamelesi gördü, ama gık demedi... 20 yıllık Juventus’lu efsane, 90+1’de oyuna giriyor ses etmiyor; bizim şıh hazretleri 90+1’de alınınca taklalar atıyor. Neyse... Çok güzel bir maç oldu, zaten Napoli’nin evinde oynadığı her büyük maçın tadı ayrı oluyor. Sözle anlatmaya çalışsak da, görüntü de lazım. Yazının üzerine şuradan özetleri izleyin, cümleler daha bir anlam taşıyacaktır…

Saatlerimiz Hasan Türk’ü Gösterirken

Genç takımlar bazında, Galatasaray – Beşiktaş maçlarının yeri ayrıdır. Öyledir ki, zamanında Mehmet Sedef’e sağ ayağıyla frikik golü yaptıran; Kenan Özer’i kısa metrajlı Aguero’ya bağlatan bir derbi motivasyonu sağlamıştır bu maçlar. Yukarıya verilen oyuncu adedi ne olursa olsun, uzun zamandır her iki kulübün A2 takımları (yada eski adıyla PAF) mutlaka belli bir seviyenin üzerinde oluyorlar. Nitekim bahsi geçen Sedef ve Kenan, şu sıralar Süper Lig’de oynayan takımlarda bulunuyor… Sanırım bu derbiyi alevlendiren en büyük etken bu…

Florya’daki maçlar genelde Beşiktaş için sıkıntılı geçmiştir. Ancak, bugün sahada bariz bir Beşiktaş farkı vardı. Bunun en büyük nedeni orta sahada yatıyordu… Mertcan ve Hasan Türk harika bir ikili olmuşlar. İşin 'Mascherano’luk' tarafını gören Mertcan Demirer, enerjisiyle orta sahayı dolduruyor… Geçen sezon aldığı topları olumlu kullanamama sorunları vardı, ancak bu konuda da gelişmeler kaydetmiş gibi... Topu ayağından çıkarma zamanlaması gayet yerinde ve gelende isabetli oluyor. Hatta bu kategoriye göre çok tecrübeli olan Tanju’dan bile daha önde "doğru karar alma" konusunda… Tanju’nun topla çıkışları oldukça acemiceydi. Bu görüntüsüyle alternatif olması bile zor maalesef.

Bir diğer orta saha Hasan Türk ise, bildiğiniz Cambiasso… Topla yaptıkları zaten tanıdık; burada yazılmış birçok ayrı konuda bahsedildiği üzere, kesinlike takımın en yetenekli oyuncularından birisidir... Topla ilişkisi muazzam, adam eksiltmek onun için pek dert değil, aynı zamanda top sürmek de öyle… Zaten tekniğiyle Galatasaray’ın 10 kişi kalmasını sağladı. Bu işleri kanatta yapıyordu önceleri, ancak geçen sezondan itibaren yavaştan orta sahaya geçiş yaptı ve bu özellikleri daha anlamlı olmaya başladı. Şimdi bir de, nefis uzun toplar atmaya başlamış. Bugün attığı uzun pasların çoğu milimetrikti…

Topsuz oyunda ise Mertcan’ı aratmadı, hatta daha da iyiydi denebilir. Hava toplarını bile karşılıyordu; çok bariz bir gelişme vardı o konuda da… Ama artık yeter sanki, biraz yukarıya tırmanması lazım. Bu kategoride gelebileceği maksimum nokta bu, daha fazlası için; daha profesyonellerle oynayacağı maçlar, daha profesyonel bir kontrat, daha profesyonel yaşam imkanı ve daha profesyonel antrenmanlar görmesi gerekiyor. Bunun için de, öncelikle profesyonel sözleşmeye ihtiyacı var, ancak o konudaki trajikomedya sürmekte… Beşiktaş’ın A Takım’ında, ortasahada bariz şekilde alternatif eksikliği var. Hasan, bu eksikliği giderebilir. Hatta, son sistemde fazlasıyla iş yapar… Topu kazanıp, hızlı çıkmaya endeksli bir takımda bulunmaz bir fırsat… Kısacası, saatlerimiz Hasan Türk’ü gösteriyor artık, vaktidir.

***
Orta sahanın bu iyi oyunu, skora olumlu etki yapamadı. Bununda nedeni, Burak dışındaki hücum oyuncularının biraz sönük kalmasıydı. Galatasaray’ın çok iyi savunma yapması da önemli etken tabii… Özellikle Erkut’u yuttular resmen, o nedenle merkezden hücum bağlantısı kesildi. Ali İhsan’ın ayağına top değmedi… Genelde uzun şutla golü aradı Beşiktaş bu nedenle. Burak ve Mertcan’ın önemli şutları da vardı, ancak kaleci köşelerden çıkardı topları…

Burak ise, hem yetenek hem de takımın tek hücum opsiyonu olarak Quaresma’yı aratmıyordu. Yokuşa sürdüğü toplar da oldu, ama makul pozisyonlarda iyi paslar ve iyi şutlar da çıkardı gayet. Maçı gol veya asistle bitirememesi şanssızlığıydı. Hele de, son dakikada Furkan’a kestiği bir orta vardı ki; kalenin ağzına doğru nefis bir kavis verdi... O pastan önce ise rakibini geçişi muazzamdı, yetenek belirtisiydi… Quaresma’nın yokluğunda “delici kenar forvet” rolünü üstelenebilir. Özellikle sağda oynadığında, Robben vari içe kat edişlerini daha sık yapabilir…Kadir Ari için geçen sene ne dediysek, yine aynı şeyler geçerli. Süratli, gol bölgelerini sezişi güzel… Ancak şeytan taşlar gibi topa vurmaya devam ediyor, şu rastgele gol vuruşlarını düzeltmesi gerek; yoksa çok ciddi adayları var o pozisyonda… Mesela, şuan için en ideal hücum üçlüsü Burak – Ömer Faruk – Ali İhsan gibi duruyor…

Caner Turp dalgın gibiydi, A2’den sıkılmışa benzer. Gözlemlediğim düşüşün nedeni bu olabilir… Keşke oynayabileceği bir takıma kiralansaydı, lig fark etmeksizin. Atınç ise güven vermeye devam ediyor; ancak Ömer Arslan da yakında adından söz ettirebilir. Kaleci Umut için de test edici şutlar olmadı pek. Ancak, yer tutuşları ve kalesini terk etme zamanlamaları çok iyiydi.

Uzun zamandır boşlamıştık A2 yazılarını, böylece takımı hatırlamış olduk. Ama tek hatırladığımız şeyler, oyuncuların yetenekleri olmuyor maalesef… İlgisizlik, belirsizlik; hemen peşin sıra gelip, can sıkıyor.

Arka sayfalardan;
14.12.2010 Tarihli "Hasan Türk" Yazısı

Beşiktaş Seddi

Geçen yıl bu vakitler, savunmasını orta sahaya kadar kurmuş ve modern futbol sanatları sunmaya çalışan bir Beşiktaş izliyorduk. Aslında, zincirleme sakatlıklara kadar güzel skorlar da alınmıyor değildi… Lakin kötü skorlarda da, bu sistemin savunucusu olarak çok kötümser bakmıyordum olaylara; geleceği bu oyun tarzıyla daha parlak görüyordum. Daha doğrusu, Beşiktaş’ın güzel olan ama çok fazla tercih edilmeyen bir sistemi işletiyor olması hoşuma gidiyordu…

Bu dönem ise tam tersi bir oyun oynanıyor. Üstelik hemen hemen aynı oyuncularla… Aslında çok sevdiğim bir sistem değildir bu. Çünkü becerilemediği zaman büyük karın ağrısı yaratıyor, kontrollü oyun ‘teslimiyetçiliğe’ dönüşebiliyordu. Beşiktaş, bunu ilk kez Kiev maçında denedi; iş teslimiyetçilik gibi gözüktü. Ama Mersin maçından bu yana, fazlasıyla kabul edilebilir, hatta göze hoş gelen bir futbol oluştu sahada. Arada Kiev gibi klas bir galibiyet de alındı, şimdi de Trabzon…

Evet, “göze hoş gelen” terimini sıfır promil alkolle kullandım.Çünkü bazen, takım öyle oyun oynar ki taktik disiplini insana haz vermeye başlar… Top rakiptedir, ancak kalende zor pozisyon göreceğini bilirsin. Hatta kapılan bir topla rakip kaleye kadar gidebileceğini de… Dün akşam mahkum oynuyormuş gibi gözüken Beşiktaş’ın, Trabzon’dan 4 kat daha fazla kaleyi bulan şutu var. Yenilen net pozisyonlar ise, Beşiktaş’ın ceza sahası önüne insan örgüsünü kurduğu anlarda değil; ani ataklara geldi. Alanzinho’nun fırsatı, Fernandes’in takım karşı sahaya yerleşmişken kaptırdığı topla başladı mesela. Burak’ın pozisyonda da, savunma ofsayt çizgisinde ilk kez uykuda yakandı. Sayılmayan gol zaten duran top…

Bununla beraber Beşiktaş’ın hücumda etkin görünmesinin iki ana sebebi var. En önemlisi şu; takım derinde ve kalesine yakın savunmasına rağmen, kaptığı topları telaşla uzaklaştırmıyor. Sivok hariç tabi… Geriye kalan oyuncular, mutlaka belli bir mesafeyi topla kat ediyor. Beşiktaş’ın bu kadar fazla karşı atak yakalamasının ana nedeni budur. Özellikle bekler, Hilbert ve İsmail bu konuda mükemmeller. Hilbert, işi iyi sonlandırmada da mükemmele yakın. Ama İsmail’de o konuda halen eksikler var. Topu kaptığında, boş alana harika sürüyor ama ne yapacağına karar verene kadar, başkası onun yerine atağın kaderini çiziyor. Ya topu kaptırıyor, ya da faul alıyor. Eğer bu topları da olumlu kullanmaya başlarsa, Coentrao kıvamında bek olacak zaten…Diğer önemli husus Quaresma’daki değişim. Onu Karabük deplasmanından bu yana ilk kez bu kadar “direk kaleye eğilimli” gördüm… Almeida’yla, Alvarez vari yaptığı 2’ye 1’i görünce, maç öncesi yazısını sonlandırışım aklıma geldi; sesimizi duymuş gibiydi… Muhtemelen, Salı akşamı maçı seyreden Carlos Hoca’dan da aynı telkinler gelmiş. Klasik, kanatta çırpınan, bir beki 3 kere geçen Quaresma yoktu; çok tehlikeli bir ‘ikinci forvet’ vardı sahada… Hele de bahsi geçen atakta topu bir çekişi vardı ki; Serkan’ı Samsun’a, Glowacki’yi Rize’ye elçi olarak gönderdi.

Elbette onu, o bölgeye iten diğer etken Simao’nun olmaması… Bir diğer kanatta denge unsuru bir adam olunca, Quaresma kaleye daha yakın oynar ve etkili olur. Ama sadece bununla sınırlı değildi nedeni, yani saçı 2’ye vurup, pazubandı da çıkarınca futbolculuğunu hatırladı adam. Maça 3 dakika kala oyundan çıkarılışına tripleriyle, yeniden çiftlik sahibi olduğunu hatırladı maalesef… Biz ne hayaller kuruyormuşuz zamanında yahu? ‘İkinci yarıya Quaresma başlamamalıydı’ gibi şeyler… Öyle olsa, direk beylik tabancasını çıkarıp vuracak herhalde Carlos'u.

Pektemek, yine kokusunu aldı ve dolaylı yoldan maçı kazandıran golü getirdi. Zaten, yapılan değişiklikler sonrası maçın geleceğine emin gibiydim. Trabzon da oldukça yorgundu çünkü doğal olarak. Nitekim, Beşiktaş da yaşadı aynı şeyleri; o tecrübeye acıyla sahibiz. Dileğim, Orduspor maçıyla bir yenisinin eklenmemesi...

Velhasıl, Beşiktaş bu düzenle büyük maçlarda sıkı performanslar ortaya koymaya devam eder. Hatta adı Beşiktaş Seddi’ne çıkabilir bu sistemin… İlk 4’e kalındığı takdirde, her maç böyle taktik savaşlarıyla geçeceğinden Beşiktaş için önemli bir avantaj olacak. Ama arada Gençlerbirliği ayarındaki takımlara kaybı sürpriz olmaz. Çünkü tamamen konsantrasyon işidir bu formasyon... Karşındaki forma büyük değilse, gaflette bulunursun. O zaman o sed yıkılır, su almaya başlar; Hurşut gelir, maçın adamı olur... O nedenle, bazen bu savunmanın önde de basabildiğini hatırlamak gerek. Galatasaray maçında dönem dönem yapıldığı gibi… Necip ve Veli döndüğünde, ufak dokunuşlarla bu takım ‘baskı kuran taraf’ da olabilir rahatlıkla. Ki olmalıdır da... Bazen kaleden uzakta savunmak, takımı dinlendirmekle birlikte büyüklük hissi verir. B Planı hazırda olan takım güzeldir...

Maç Öncesi: Trabzonspor – Beşiktaş

Süpürücü ortasaha ihtiyacı için, camı kırınız! Evet, Toraman’ın orta sahaya geçiş hikayelerinden bir yenisi daha eklenecek yarın büyük ihtimalle. Nedense çoğunlukla büyük maçlara denk geliyor… Necip, koca sezonun belki de olması gereken en önemli 2 haftayı sakat geçirecek; buna çiçeği burnunda box to box Veli de eklendi maalesef. Tabi, orta sahaların üzerindeki salgın bununla da sınırlı değil, Aurelio da büyük ihtimalle oynayamayacak.

Bursa maçının sonlarında, spontane bir hamleyle boşalan orta sahayı dolduran bir stoper hatırlarım. Evet, yüzünü unuttuğumuz adamlardan biri: Sidnei… Pozisyon bilgisi iyidir, aynı zamanda ayağı da öyle. Onunda savunma önünde oynaması idealdir ancak Toraman’ın bu konudaki denenmiş tecrübesi ve daha atlet bir oyuncu oluşuyla ilk tercih olması doğal olacaktır…

Bir diğer sürpriz sakat Simao. Sakatlığı elbette yokluktur, üzüntüdür ancak yokluğu Beşiktaş sistemini daha ideal hale sokabilir. Trabzonspor savunması geçmiş maçlarda gösterdi ki; sürpriz koşu yapan, topla alıp kat eden forvetleri pek sevmez. Ancak Almeida tipi forvetlere bayılırlar, hem de her iki tarafında oynayan oyuncu ayrı çizgilere açılmışsa… Şimdi mecburen, iki forvet namzetli oyuncu 11’de olacak; bunlar keşke Holosko ve Pektemek olsaydı ama Almeida yine sahada olacağa benzer… Zaten artık polis bile Holosko’nun sıfatını tanımıyor, otobüse giderken taraftar sanılıp yaka-paça kenara atılmak istenmiş; Toraman araya girmiş. Aynı şey Fernandes, Sidnei için de geçerli ancak ten renginden yırtıyorlar.Fernandes, uzun bir ayrılığın ardından sert bir maçla yeniden 11 hatta forma yüzü görecek. Kendi performansından ziyade, takımın genel olarak nasıl bir ruh halinde, taktiksel planlamada olacağı önemli. İşler iyi giderse, Fernandes kendisi için “şimdiye kadar neredeydi?” diye sordurtur. Aksi halde, Guti’nin Kayseri maçına benzer…

Bir önceki Zokora – Colman adlı yazıda, Trabzonspor’un en etkin olduğu meseleyi yazdık, tartıştık. Tekrara lüzum yok sanıyorum… İki taraflı iyi oynayan bir orta sahaya sahiptir Trabzon. Böyle bir orta sahaya iki şekilde karşı koyulur; ya önde basılır top aldırılmaz, ya da derinde beklenir, atıl alanda pas yapılmasına izin verilir, kapılan toplarla hızlı ve planlı çıkılır. Necip ve Veli yokken ilk seçenek zor, mecburen top rakibe verilecek. Bu durumda, uzun zaman sonra oynayacak olan Fernandes’in topla değil de, topsuz oyunda ne kadar disiplinli olacağı önem taşıyacaktır.

Hücumlarda yine her zamanki gibi Quaresma ilk seçenek. Aynı beke, 4 kere çalım atmaya kalkarsa Trabzon savunması kademesini çabuk alır. Ancak, Inter’li Alverez’in yaptığı üzere; sahadaki herkesin, topu kendisinden alma amacında olmadığını ve kendisiyle aynı formayı giyen oyuncuların da var olduğunu idrak eder de, daha sık ikili oyunlar oynar, ideal pası, ideal olmayan şutlara tercih ederse, tabelayı değiştirebilir…

Zokora – Colman

Trabzonspor, ilk kez katıldığı ve 4. torbadan girdiği Şampiyonlar Ligi’nde, bir üst tura çıkmaya çok yakın. Daha önce Lucescu ile Galatasaray 2 kez, Fenerbahçe de Zico ile 1 kez bu başarıyı yakalamıştı… Gruptan çıkan ya da çok yaklaşan takımların ortak özelliği; topu en azından rakibi kadar paylaşmayı bilen, hatta daha fazla sahip olan, orta sahada hem topsuz oyunda başarı gösteren hem de topu dolaştırmada sorun çekmeyen, istediği zaman oyunu öldürebilen orta sahalara sahip olunmasıdır. Bugünkü Trabzonspor da öyledir…Zaten şöyle bir bakarsak; Trabzon’un 6 puanında kaleci Tolga hariç hangi mevki etkili oldu? Burak’ın yeni girdiği forvet hattı mı? Pek sayılmaz, zaten düne kadar forvet golü yoktu… Defans desen, önceden Doumbia’nın dün ise Alvarez’in attığı gol gösterdi ki o da pek değil. Yerleşik olmalarına rağmen, alan yerine adam adama oynamaya çalışınca; Alvarez basit bir 2’ye 1 yapıp, bomboş kaldı. Keza CSKA da, genelde rakibe verdikleri topu kaptıklarında, orta sahayı direkt geçtikleri her atakta kaleye kadar inmişlerdi.

Trabzon’a Inter’den 4 puan aldıran, mağlup duruma düşülmesine rağmen Lille maçındaki beraberlik golüne kadar oyunda tutan ana etken orta sahaydı, yani Zokora ve Colman. Müthiş bir ikili oldular. Hatta, Selçuk – Colman ikilisinden çok daha ideal olduğunu söyleyebiliriz… Geçen sezon Selçuk topu 3. bölgeye aktaran orta saha, Colman ise savunma önü süpürücüsü gibiydi. Bu sene ise, savunma önüne Avrupa’nın en iyilerinden biri geldi; Colman da, klasik 10.5’luk özelliğini gösterme fırsatı buldu. Öyle bir orta sahaki, önlerinde Alanzinho'yu kaldırabiliyor hala... Oysa 10 numaramsı bir adam yerine, haftasonu izlediğim bir Bellamy gibi ikinci forvet olsa Burak'ın arkasında; çok daha farklı takım olur Trabzonspor. Jaja biraz öyleydi işte, o açık kapanmadı pek...Şenol Güneş etkisi, daha çok Burak özelinde konuşulur. Ama bana göre Burak’a aşıladığı taktiksel doğrular, motivasyon ve güven olaylarından fazla değil. Asıl büyük etki Colman’da oldu, bambaşka bir futbolcu modeli çıktı çünkü ortaya… Delgado’ya, gelen her teknik direktörün uyguladığı mutasyon deneylerinin bir benzerine, Colman olumlu cevap verdi. Ortaya topla ilişkisi gayet iyi, oyun zekası olan, üstelik pozisyon bilgisine sahip bir orta saha çıktı; yani gerçek bir 10.5 numara… Futbol işiyle uğraşan her spor kulübüne lazım olan bir adam...

Şampiyonlar Ligi’nin, artık NtvSpor spikerlerinden aktarılıyor oluşundan oldukça memnumum. Hele ki Metin Tekin gibi, samimiyet abidesi bir yorumcu da cabası oldu. Evet, 50 mg’lik sakinleştirici edasında ses tonu dışında en büyük farkı bu: samimiyet. Konuşmak için yorum yapmıyor, her cümlesi dolu. Anlık tepkileri de son derece doğal ve güzel… Seneler oldu Güntekin’in anlatımıyla bir Beşiktaş maçı izlemeyeli. Sanırım Tel Aviv maçı da Star’da olacak, Güntekin anlatmazsa olay çıkarırım…

Maçta eksi birşey varsa, o da Trabzonspor taraftarıydı sanki. Dolu olmasına doluydu ama hiç bunu hissettiremediler. Hani, tezahurat bazında da söylemiyorum. Bir tribün hiç tezahurat da yapmayabilir ama o heyecanını, gerilimini sahaya hissettirir en azından. Mesela direkten dönen pozisyondan sonra bari, okkalı bir üçlü patlasa takım hareketlenebilirdi iyice... Bir de Ranocchia’yı görmedim maçta, o canımı sıktı. “Niye Samuel?” diye sorgularken, adam Burak’a bir omuz, daha doğrusu topla Burak arasına bir bariyer koydu ki, cevabımı aldım… Ranocchia da fizik olarak bu seviyeye ulaşırsa, görülmemiş bir stoper izleriz gelecekte.

Twitter’da gecenin mesajı ise okayadelen’den : “Ne biçim Şampiyonlar Ligi anlatımı bu, daha Alvarez’in kaç kardeşi var onu bilmiyorum…”

Necip’le 6 Dakika

Beklenildiği gibi bir maç oldu… Galatasaray, topa sahip ama gole uzak; Beşiktaş ise aksine, topa uzak ama gole daha yakın taraftı. Biraz Türkiye – Hırvatistan maçıyla benzerlikler taşıyordu bu yönüyle. Galatasaray, Türkiye oluyor bu örnekte… Zaten kesişen oyuncular da mevcut, geriye kalanlar ise stil olarak aynı. Tek, yalnız bir forvet; ayağına top isteyen kanatlar; Beşiktaş’ın öndeki baskısıyla, sadece atıl alanda top çevirebilen ortasaha oyuncuları…

Beşiktaş ise Hırvatistan gibi; topun arkasında iyi duran, aldığı zaman direkt olarak kaleye yönelen bir takımdı. Zaten bu durum Beşiktaşlılar için sürpriz değildi… O halde, pozisyonların da bulunmasına rağmen bu maç, örneğe nazaran neden skor olarak farklı bitti? Çünkü Beşiktaş’da bir Mandzukic yoktu; Pektemek ve Holosko gibi olabilecek oyuncular vardı, ama Portekiz kontenjanına takıldılar… İkincisi ise, Quaresma’nın az biraz Rakitic olamamasıydı. Sorsan, “takım arkadaşları ayak uyduramıyor”… Zaman zaman öyle oluyor evet; ama ben son haftalarda olduğu gibi, bugün de her opsiyonu kendine kullanan bir Quaresma gördüm. Etrafında boşta olan adamlar olmasına rağmen fantezimsi şut atmalar, takımda Simao olmasına rağmen her faule, kornere, taca atlamalar vesaire…

Eskiden bari Portekizlileri görürdü, şimdi o da tedavülden kalkmış. Mesela Necip’in kapıp, sola doğru Quaresma’ya açtığı top vardı, çok güzel bir fırsattı ve makul olan iki seçim şunlardı: ya boşta duran Almeida’ya tek top yapmalıydı, ya da topu biraz cepheye alıp şutlamalıydı… Seçimi, en kötüsüydü: topu sol çapraza doğru sürüp, cepheden bile gol yiyeceğe benzemeyen Muslera’yı çaprazdan ve de 3 günde bir varlığını fark ettiği sol ayağıyla avlamaya çalışmak… O pozisyonda Almeida, topun kendine gelmeyeceğine inanıp, “bari Ricardo’nun şut açısını kapatmayayım” diye son anda kendini yere atışı var ki, bomba ihbarı almış sanırsın…

Mrmic’ten sonra, Türkiye’ye gelmiş çeviklik, odaklılık kısacası “kedilik” anlamında en iyi kaleci Muslera. Bir ara kamera zoom yaptı, adamın bakışları bile bir tuhaf… Bugün maçın kaderini belirleyen baş aktördü. “X olmasa, y takımının hali nice olurdu…” gibi bir söylemde bulunmam ve sevmem de… İşte olsun diye alınmış sonuçta adam. Aylarca uğraşılıp, Serie A’nın en sıkı kalecilerinden birini getiriyorsan; böylesine kötü oynadığın bir maçta en azından yenilmemek, tesadüf olmaktan çıkar…Quaresma’nın maç boyu yaptığı en iyi hareket; faul atışıyla 1 metre kaldıramadığı topu tekrar alıp, Ayhan’a 3 kez üst üste çalım atıp“bırak bu işi, tekstile sektörüne atıl” göndermesi yaparak ve hemen akabinde, Egemen’in volesine doğru attığı “pas”tı… O Ayhan, ikinci yarıda Sabri ile değişti. Hemen sonra Sabri’nin sakatlanıp, Riera’nın oyuna girmesi, Galatasaray’ın takım olarak ikiye bölüneceğine işaretti…

Hemen sonra Carvalhal’den yarım doğru bir hamle geldi; çıkanın Veli olmaması gerekiyordu bence ama Necip çok acil lazım o dakikadan itibaren. Çünkü ortasahada pas opsiyonu azalmıştı Galatasaray adına ve bu Beşiktaş için, önde yapılacak baskılarda daha fazla top kazanma fırsatı demekti. Necip, 6 dakikada Melo’dan çaldığı 2 top ve başlattığı 2 atakla; “maçı alıyorum Beşiktaşlı!” mesajını veriyordu. Taa ki, cezasahasında hücuma katkı vereyim derken, dizinden oluşuna kadar…

Necip yerde uzun süre kalıyorsa (üstelik Beşiktaş halen atak yapıyorken), o sakatlık ciddi demektir… O yüzden “yerdeki umarım Necip değildir” diye dua ettim pozisyonu bırakıp. Ama oydu… Sadece kendisi değil, Beşiktaş’ın maçı kazanma şansı da sedyeyle kenara alındı o dakikadan sonra. Çünkü kenarda bir başka ortasaha oyuncusu yoktu, Beşiktaş da Galatasaray gibi ikiye bölünecek, bu avantajı kullanamayacaktı…

Schuster, bir adamı sildiğinde en azından yerine alt yapıdan birilerini çıkarıyordu. Mesela Fatih Tekke’yi bir maçla uçurdu, ama o boşlukta Ali Kuçik’i sahaya sürüyordu… Şahsım adıma, “neden böyle?” diyemiyordum. Şimdi Carvalhal, bana göre kolaya kaçıp Guti’yi sildi, Fernandes’i de silmek üzere. Ya da sildi, biz bilmiyoruz… Bir şey diyemem, sonuçta yetki onun. Belki bilmediğimiz, çok daha zor çözülecek sorunlar vardır aralarında… Ama madem öyle; alttan bir ortasaha çıkar yukarıya. Onur Bayramoğlu mesela… Necip sonrası, Onur dahi girse; yine maç Beşiktaş egemenliğinde sürebilirdi… Veya yarım porsiyon wonderkid Alves vardı mesela? Hiç olmadı Hasan Türk… Galatasaray’da, düne kadar A2 adamı gözüyle bakılan Semih oynadı, fena mıydı? Zaten İtalya – Türkiye ümit mili maçını seyreden, Semih’i maden olarak görmezdi; ben görmedim mesela…Oyuna mecburen Pektemek girdi, onun girmesi sorun değildi de; Beşiktaş’ın kurgusu bozuldu otomatikman… Zaten kalan süre, ufaktan kaos futbolu, uzun top, bam-güm şeklinde geçti. Arada, maç boyu girmeyen top mükemmel bir şekilde gol de oldu aslında… Almeida, şu topraklara adım attığından bu yana; en önemli özelliklerinden biri olan uzun şutunu iki kez kullandı, gol oldu, ikisi de sayılmadı… Gerçi, Muslera’nın düdüğü duyup uçmadığı şeklinde bir görüş de var. Ama bence pek öyle değildi… Düdük zaten şutla aynı anda gerçekleşti. Muslera gibi oyuna odaklı bir kalecinin, Rüştü’lük yapıp oyunu bırakacağını sanmıyorum. Zaten kale arkası açısı gösterdi ki, o şut pek çıkmazmış… Faul mü? Bence tartışma bile götürmez… Mustafa sadece topa çıkıyor, el & kol olması gereken yerde. Havada doğal bir şarj var sadece… Zaten Cüneyt Çakır, isterse Neptün – Uranüs maçını yönetip gelsin; bana bir derbi maçında Fırat Aydınus güvenini veremiyor, veremeyecek…

Velhasıl, maç ihtimali en yüksek şekilde bitti. Üzüntüm, girmeyen toptan çok Necip’in sakatlığınaydı… Zaten bu sıralar, maçtan, galibiyetten daha değerli saydığım şeyler var; Necip’i sahada görmek onlardan biri. Kaldı ki, takım için de ne kadar önemli olduğunu sırf o 6 dakikada bile gösterdi… Önce ilk yarıyı kapattı dediler, sonra neyse ki 2 haftaya indi. Ama o 2 haftada, hem Trabzon hem de Tel Aviv deplasmanı var… Vietnam’ın Ho Amca’ya duyduğu kadar, Beşiktaş’ın Necip’e ihtiyacı olacaktı bu maçlarda oysaki…

Maçın adamı: Muslera. Maçın hareketi: Veli’nin, dağları aşıp arka direkte Almeida’yı bulduğu ortası. Direkt olarak bilinçli ve adrese atılmış bir toptu… Maçın güzelliği: 66. dakika…

Fotoğraflar: DHA ve Bjk.com.tr

Derbi Öncesi: Beşiktaş – Galatasaray

Yeni nesil Beşiktaşlılara “derbi” dediğimiz vakit, akıllarına önce Fenerbahçe maçları düşer sanırım. Ancak 90’lı yıllarda çocuk olanlar için durum böyle değildir. Bizler, Şifo Mehmet’in Galatasaray’a olan direnişini izleyerek büyümüş bir kuşağız…

Şampiyonluk maçı olur, Şifo ile geri dönüş yapar 4-3 kazanırız... Pek bir numaramızın olmadığı, Şekerspor’un gelip İnönü’de gider yaptığı duraklama döneminde; tarihinin en iyi takımına sahip Hagi’li Galatasaray karşısında “fark yemesek iyi” deriz ama yine kalkar Şifo iki gol atar, 17’lik Emre’nin hayatının golüyle güç bela kaybederiz... “Ne zamandır bir kupa yok, şampiyonluğu alamıyoruz bari şu adamlardan bir Türkiye Kupası’nı alsak…” der, ama kendimiz pek inanmayız. İlk önce Şifo inanır yine, kalkar bir rövaşata atar, sonrasında yeriz maç uzar, penaltılar derken Beşiktaş hakikaten kupayı alır… Arada şampiyonluğa oynarız; Şifo Ertuğrul’la verkaça girer, topu çatala gönderir ama maç 1-1 biter, pek anlam taşımaz. Şifo, Taffarel’in önünde kafayı vurur, ama Fevzi ıska geçer maç 1-1 biter, yine işe yaramaz. Hatta veda sezonunda, meşhur Pascal golünün asistini yapar, maç kazanılır ama sene sonunda elde yine bir şey yoktur vesaire…

Bana derbi denice, aklıma ilk önce Galatasaray maçları gelir; hemen sonra ise Şifo Mehmet… Son dönemdeki Fenerbahçe ile olan rekabet, ara-ara şampiyonluğa oynandığında sürekli rakibin Fenerbahçe olması; bu derbiyi 90’lı yıllara nazaran daha sönük kılmaya başlamıştı. Ancak Fatih Terim’in gelişi, Galatasaray’ın en azından geçen seneye göre daha değerli toplu bir takım oluşu ve de maçın her iki taraf için de kritik oluşu, bu derbiyi yeniden alevlendirecektir. Yalnız o alevi, sadece Beşiktaş tribününün yaşayacak olması üzücü. Başlatılan “Lütfen! Futboldan artık soğuyalım” kampanyası son sürat devam etmekte…

Aslına bakarsanız, geçmiş derbilerin heyecanıyla birlikte “Şifo Mehmet” gibi, derbi kahramanlarını da özlemiyor değilim. Beşiktaş’ın büyük sorunlarından biri de budur, büyük maçları sırtlayacak gerçekten büyük bir oyuncunun olmayışı… Bu hissi Feyyaz, Şifo, Sergen, Pancu hatta Nouma, hatta Bobo, hatta ve hatta derbi golü bulunmamasına rağmen İlhan Mansız gibi adamlar veriyordu. Şimdilerde rabona yaparken topa basıp, sinirini rakibe tekmeyle çıkaran Quaresma için “ne isyankar adam!” denilebiliyor… Benim bildiğim isyankârlık bu değildi…

Peşinen Quaresma’ya salladığımın farkındayım, zaten yarınki maçında ya en zayıf halkası olacak ya da kahramanı… Tek hücum yönü oluşuyla, “normal” bir maçı geride bırakması imkansız, yani bunun ortası yok… Quaresma’nın tek hücum yolu olma konusu, sadece onun suçu da değil tabi ki. Geçen yılın ilk maçlarında, takımın daha bir parçası gibi oynuyordu; ama bunun için daha bir bütün takım olmak gerek. Bu da, diğer kanatta Holosko’nun oluşuyla bir nebze gerçekleşebilir… En azından Quaresma’nın topla oynamaları, daha bir sonuç verici olur. Trivela ortalar, kaleye daha az paralel gider vesaire… Bu konuyu derinlemesine “Üçüncü Gol” başlıklı yazıda değinmiştik, tekrar etmeyelim… Ayrıca, Galatasaray maçları referansı da iyidir Holosko’nun.Amma velâkin, Simao’nun yeniden form tutması; Quaresma – Simao’suz bir 11’i olanaksız kıldı. Ki zaten olanaksızdı… Sonuç olarak; ya bu iki oyuncu bireysel olarak yardırazi bir gol atacak; ya da 2 stoperin kucağında, nadiren ofsayttan çıktığı anda Almeida’yı bulacak… Duran toplar haricinde, gol şansının büyük bir bölümünü bu iki senaryo oluşturuyor. Diğeri ise; son dönemde şaşırtıcı bir şekilde gelişme kaydedilen, ortasahaların sürpriz forvet koşuları. Veli, oynadığı dönemden beri bunu yapıyor zaten. Son maçlarda bu furyaya Ernst de katıldı…

Pektemek, Gençlerbirliği maçında bu takımdaki tek “tek forvetin” kendisi olduğunu ispatladı. Sürekli oyunun içinde olmasıyla; sırtı dönük aldığı topları hızlıca ve isabetli şekilde kanatlara aktarmaları ve hemen içeri hareketlenmeleriyle; kendini ofsayttan sakınıp, devamlı gol bölgesinde uyanık kalmasıyla vesaire… Ama Almeida oynayacaktır yine… “Beşiktaş istikrarsız skorlar alıyor, ama çok büyük yıldızları var…” trend cümle budur. Keşke çok büyük yıldızlar olmasaydı, o zaman skorlar istikrarlı olurdu diye düşünmüyor değilim.

Bir Portekizlilerden soğutma yazısına daha son vermeden önce, biraz da Galatasaray cephesinden bakınalım. Bu maçta Riera’nın yerine bir ortasahanın daha oynatılması bekleniyor. Muhtemelen o da Ayhan olacak… Beşiktaş, Galatasaray’ın klasik Selçuk – Melo ve Engin ile 2-1 şeklindeki ortasahasına karşı baskın olabilirdi. Aurelio’nun Engin’i almasıyla, birçok şey zincirleme olarak Beşiktaş’ın lehine işlerdi. Ancak şimdi Ayhan – Melo ile daha bir dirençli olabilir Galatasaray ortasahada, Selçuk da; fiziki hengameden uzak ama Elmander’e yakın pozisyon alabilir. Bu durumda da, muhtemelen sola yakın oyuncuyla genelde birebir kalacak olan Hilbert, formsuz ve çalım yönü belli olan Riera yerine, daha bilinmezli bir adam olan Engin’i alacak… Yani Terim’in bu seçim, maçın seyrini değiştiren etken olur…

Seyri değişir ama yine de "maçın kaderi Beşiktaş’ın galibiyetidir" diye düşünüyorum. Nedenlerim; Beşiktaş’ın son dönemde büyük maçlarda, sıkı oynaması. Hemen herkesin ciddiyeti eline alması… Ve Galatasaray’ın, çabuk dağılabilen defans yapısı… En büyük nedenim de Beşiktaşlı olmam sanırım, sonuçta Real Madrid gelse; ucundan kıyısından bir yol bulur, yine umutlanacak emareler çıkarttırdık herhalde… Ama sadece his değil, mantık olarak da Beşiktaş kazanır gibi geliyor. Çıkacak kadronun, tam olarak doğru bir kadro olmayacak olmasına rağmen…

Yukarıdaki Şifo Mehmet hikayesinin bir benzeri, ters açıdan Hakan Şükür için değerlenebilir... Şüphesiz bizim için Şifo neyse, Galatasaraylılar için de Hakan Şükür odur. Özellikle söz konusu Beşiktaş - Galatasaray derbilerinde... Yenilsen De Yensen De'de Murat Sıcakkanlı hatırlattı, hakikaten son birkaç yıldır Hakan Şükür'süz bir Galatasaray'la maç oynamak güzel... Adam mesaiye taa Bako zamanından başlamıştı arkadaş...

Son olarak; Hırvatistan bizlere gösterdi ki, bu milli ara sadece Beşiktaş için anlamlıymış. Güzel bir dinlenme olmuştur umarım, tabi aynı şeyler Egemen ve de İsmail için pek geçerli değil... Ben de blogdaki yazılara biraz ara vermiştim milli maçlar dışında; ancak Son Kartallar Blog ile gerçekleştirdiğimiz muhabbette, bol bol Beşiktaş vardı... Zamanınız olur da okumak isterseniz;

Son Kartallar'la Sohbet 1. Bölüm ve 2. Bölüm

Alamanya! Ortasaha Günder…

Maçtan sonra pek takip etmedim basını, ama “şu kadro ilk maçta çıksa elerdik” diyenler çoğunluktadır muhtemelen. Bu biraz ütopya, sonuçta yine adamların ceza sahasına giremedik. Ama şurası kesin; bu mücadele, bu ciddiyet ilk maçta olsaydı, Hırvatlar bu kadar rahat geçemezdi… Çünkü aslında onların da gol bulma konusunda sıkıntıları var, o nedenle bu eleme öncesindeki görüşüm “turu geçeni, kelebek etkilerinin belirleyeceği” şeklindeydi… İkinci maç da, bu savımı kanıtladı aslında.Hırvatlar, İstanbul’da attıkları ilk gol kadar rahat edemedi mesela bugün hücum ederken. Ciddiyetleri, aynı ciddiyetti hâlbuki… Yine herkes hırs küpüydü gayet, Srna yine kendine sensör takmış, yanında insan hissettiği an yere doğru 3’lü salto atıyordu vesaire… Dün akşam duran toplardaki alan savunmasıyla olsun, kademelerdeki pür dikkat kesilmeleriyle olsun; savunma anlamında başarılı bir maç oynanmıştır.

Ömer – Egemen tandemi, gelecek için ideal. Şu savunmaya, gurbetçi takviyesi alamıyorduk hiç. Ömer Toprak ilaç oldu. Adamın topa yatışı bile "ben stoperim!" diye bağırıyor. Egemen zaten, Mandzukic’in gırtlağına dayadığı dirsekle bile “ulan ne oynuyor adam!” izlemini veren bir insandır… Ama iyi oynuyor gerçekten, Gattuso vari hareketleri de ekstrası. Hakan Balta aslında çok beğendiğim bir oyuncudur ama 2008 itibariyle futbolu bırakmaya başladı nedense. Savunmacı kimliğiyle forma bulmasına rağmen, geçen maçtaki ilk golde uyudu kademe yapması gereken yerde. İsmail ise her kademede vardı. Sorsan, savunmada sıfır bir bek… Kendimi zorluyorum acaba ben mi görmüyorum hatalarını diye ama çocuk hep orda yani. Olması gereken yerde… Bunun yanında hücuma katkıları da ekstrası. En kötü biten bindirmesi bile, yine de hiç bindirme yapamamaktan iyidir. Son zamanlarda şöyle bir şey de yapıyor İsmail; içerideki oyuncuyu boşta görmüyorsa, gelişi güzel orta yapmaktansa merkeze yöneliyor. Dün bulunan en net pozisyon da öyle geldi nitekim… Beşiktaş bir maç kaybediyor; taraftarın da, yazarının da ağzında hemen bir İsmail… Zaten Beşiktaşlı kendi oyuncusuna bu değeri vermiyor ki, adamlar kalkıp milli takımda oynatsın. Herhalde bundan sonra pek forma vermez. Beşiktaşlı oyuncunun genelde milli takım kaderi böyledir, alakasız bir maçla fırsat alır ve "neden oynamaz ki?" diye ancak o zaman sordurttur insana... Yanlış hatırlamıyorsam, İlhan Mansız kral olduğu sezonda ancak bir iddia bulunmayan son Moldova maçıyla milli olmuştu. O dönem yardır yardır akan Tümer'e hiç sıra gelmemişti vesaire... Burada Serkan'a geleyim, en formda olduğu dönemde hiç çağırılmadı. Ama bu durum, İsmail'e göre daha normal. Gökhan vardı önünde çünkü en azından. Zaten Gökhan, bir maçlık afyon yutma meselesini atlattıktan sonra yine oynayacaktır.Selçuk Şahin de, kadroda görüldüğünde boşuna hırlanan bir adam. “Top hırsızlığı” konusunda, ülkenin en iyi savunma önü oyuncularından biridir. Diğerleri Aurelio, Topal… İlk maçtaki Hiddink hataları, bu oyunculardan hiç birinin sahada olmamasıyla başladı. Selçuk İnan bu rol için fizik olarak uygun değil. Trabzonspor’dayken bile, bu işleri hücumdan devşirme olmasına rağmen Colman yapıyordu. Yine çok ideal olmamasına rağmen, 4-3-3’de oynayacağı en uygun bölde sol veya sağiç… Hatta size bir fıkra anlatayım mı? Hamit de çok ideal bir ortasaha oyuncusu değil bence. Milli takımdaki başarılı maçlarında, genellikle 4-4-2’nin sağında oynuyordu, hatta bekinde… Bu bir tesadüf değil.

Zaten başarısız maçların asıl kritik noktası ortasaha. Oyunu her anlamda domine edecek ortasaha yapısına sahip değiliz. Topu geri kazanmada, pres yapmada da başarı yok; arada bir uzaydan atılan şutlar haricinde, skoru değiştirme adına gelecek hamlelerde de başarı yok… Nuri, yavaştan soliç bölgesinin değişmez ismi olur. Ama sağa da birisi lazım. Yurtiçinden o bölge için en idealleri Necip ve Alper. Almanya’dan ise Emre Can… Mario Gomez’in yeni yeni oynamaya başladığı bir Almanya için, Cenk Tosun’a “onları değil, Türkiye’yi tercih ettim” dedirtmek marifet değil. Mesele Emre Can gibi adamları Türkiye için oynamaya ikna etmek…

Velhasıl, ortasaha meselesini hallettikten sonra; hücumda fazla problem yaşanmaz. Gelecek teknik direktör, santraforun yanına bir de hücum koşusu yapacak bir kanat eklediği zaman işler rayına oturur yavaştan. Ki o teknik direktör de Abdullah Avcı olacak gibi. Holosko'ya da bu nedenle sahip çıkan, oynattığı 4-3-3'de mutlaka en az iki forvet aksanlı adam oynatan bir hocadır kendisi. Gerçi Şifo Hoca da öyledir... Hatta hem Şifo Hoca hem de Abdullah Avcı, Hiddink'ten daha ideal 4-3-3 hocasıdır bence. Bu bir gerçek, ilginç ama öyle... Yine "ilginç ama öyle" meselesi daha söyleyelim; son dakikadaki Hırvat meşalesi, kazara bizimkilerden birine gelse hükmen geçiyorduk turu. Semih'in golünden daha fena yıkım. Direk ülkeyi kapatıp gitme sebebi olurdu herhalde...

Schildenfeld’in Kalesini Görememek

Henüz 2. dakikada, böylesine kritik ve pozisyon vermemek için gerekirse topun çaktırmadan toprak altına gömülesi bir maçta; savunma da yerleşik olmasına rağmen, Hırvatistan boş kaleye bir gol attı… Bu görüntü, sorunun sadece Hiddink’te olmadığına bir işaret. Ama Hiddink’in de, sorun çözücü olmaktan ziyade; sorunları körükleyici hamleler yaptığı da daha büyük bir gerçek…

Selçuk, Emre, Sabri orta sahasıyla; Hırvatistan orta sahasına karşı direnç koymak, her şeyden önce fizik kurallarına aykırıdır zaten. Sabri, fotoğrafta bir örneği görüleceği üzere, topu alıp dipsiz kuyulara düştü maç boyunca. Ama bu onun suçu değil... Çünkü böylesine kesik başlı tavuğun bir araya geldiği, Burak'la stoperlerin arasında bağırsalar seslerini duyuramayacak kadar boşluk olduğu bir ortamda; cesaret edip topla oynamaya kalkan adam yanar... Hiddink, bu tip “topa sahip olma” öncelikli orta saha ve hücumcu seçimlerine Almanya deplasmanıyla başladı. Olmayacağı daha o maçtan belliydi, 90’lı yılların başına dönüş yolu böyle açıldı, Hırvatistan maçıyla da son durağa varmış olduk. Kontrollü futbolun, bize “teslimiyetçilik” olarak geri dönüş yaptığı yıllara geldik yani…Böyle maçlarda bir tane Feyyaz atardı penaltıdan, 3-1 biterdi; tek fark o Feyyaz’ın artık TRT3’de yorumcu olmasıydı.

Milli Takım, biraz Denizli biraz da Şenol Güneş’le “taktik futbol” oynayabilmişti. Onun haricinde, gazla çalışan bir takımdık… 2008’i hatırlayın, en kötü maçımız “aman sakin” diye başlanan Portekiz maçıydı. Ne zamanki kontağı tekrar lpg’ye çevirdik, o zaman 3.lük geldi, final de gelebilirdi… Keza eleme grubunda oynadığımız en iyi maç dersek, hemen İstanbul’daki Belçika maçının ikinci yarısını hatırlarız. O maç, arkasını düşünmeden direk kaleye odaklanmış, “gazla oynayan” milli takımın son şakasıydı…Hiddink hem kendi ağzıyla, “siz taktik futbolu beceremiyorsunuz gençler, çok duygusalsınız. Ne cins bir ülkesiniz arkadaş…” tadındaki gözlemlerine rağmen, ısrarla aksi yönden gitmeye devam etti. Bahsi geçen Belçika maçının kahramanı, hatta kahramanlarından biri olmadığı milli maç yaşamayan Tuncay’ı taca attı mesela… Necip, Mehmet Topuz gibi insan yiyen ortasahaları hiç düşünmedi. Milli takımın var olan özelliği de, zamanla yok oldu. Geldiğimiz son nokta; kör diye neredeyse 2 ton kömür parasına elden çıkarılan Gordon Schildenfeld’in kalesini görememek oldu… Çocukluğumda hatırladığım en ezildiğimiz milli maç, Wembley’de 4-0 biten İngiltere karşılaşmasıydı. Orada bile Ünal’ın direkten dönen şutuyla heyecan yapmıştık. Böylesini hiç görmedim, tamamen hareketsiz kaldığımız bir 90 dakika. Hem futbol takımı, hem de seyirci olarak…

Elbette Hiddink’in de “ben boks koçu değilim, taktik veririm oynarlar. Gaz maz benim tarzım değil, ona göre hoca seçseydiniz.” deme hakkı vardır. Zaten biz tamam olana kadar Hiddink ve benzeri hocalar lükstür. Nasıl tamam oluruz? Schieldenfeld’in takımca iyi savunma yapılan Ankaraspor maçında neden yıldızlaştığını, Serdar Özkan’ın ön libero olduğu İBB maçında neden patladığını anlamaya çalışarak mesela… İyi bir takım savunması olmadıkça, bireysel olarak garibim beklerin, stoperlerin anasını – bacısını risk grubuna dâhil etmeyerek… Mandzukic’in, aynı gol pozisyonda iki kez topa vuracak kadar pozisyon almasını, kovalamasını; çalımlardan, eksantrik şutlardan daha değerli olduğunu idrak ederek… Bu modelde, Türk topraklarında yegane yetişen bir adet Burak Yılmaz’ın, anca 25 yaşında farkında olmayarak; hatta bunu da sadece onun “adam olmasına” bağlamayarak… Sadece hızdan, teknikten ibaret olmayı bırakıp; ortasahanın ortasında oynayacak kadar fiziki güç, zamanla şut atacak yerde, Srna’ya atacağı bir topla “asist öncesi pas” dersi verecek kıvama gelen Modric’e “naaapmış ki bu adam?” demeyerek… İşte o zaman, “neden bu ülkeden topçu çıkmıyor?” demeyiz, çıkan topçudan faydalanmaya başlarız. Ama öncelikle basın, taraftar başta olmak üzere bütün ülke olarak futbolu anlamaya çalışmak gerek… Aksi halde gazla gidilmiş, belirli süreler içerside gelen başarılarla avunup dururuz…

Geçilemeyen Yasaklar

Hafta arasında sıkı bir Avrupa maçı oynamış ve iyi skor almış takımların, bir sonraki lig maçında sallanması olağandır aslında. Nitekim bu sene Serie A’ya giderli olan Udinese gibi bir takıma 4 atmış Atletico Madrid, Getafe deplasmanında duman oldu… O yüzden, bu tip puan kayıplarında hayıflanma derecesini düşürmek lazım. Ama bu kez durum farklıydı; maç 2-0’a gelmişken artık bi’zahmet kazanmak lazımdı. Olmadı… “Nedenlerin” en büyüğü de, yine bu senenin genel sorunuydu; bazı oyuncuların oyundan alınma yasağı(!)

Oysaki maç muhteşem başlamıştı Beşiktaş adına. Uzun zamandır yolunu gözlediğimiz “hücumda çoğalma” eylemini gördük daha maçın başında. Simao soldan ceza sahasını keserken, kırmızıların arasında bir beyaz forma aramıyordu; hem Pektemek, hem de iki ortasaha oyuncusu içerideydi… Böylelikle, topu istediği noktaya atma konusunda Avrupa’nın en iyi kanat oyuncularından birinin Beşiktaş’ta olduğu ortaya çıktı. Topun üstüne “Ernst’in kafası” tadında bir adres yazdı, öyle vurdu Simao…İkinci gol de gayet beklenen bir tarzda geldi. Pektemek 11’deyse, gol şansını kendisi yaratır. Çünkü bizim için Pektemek demek, Chicharito demektir… Attığı golde gözü topta, zihni ise hem topun düşeceği muhtemel yerde hem de ofsayt çizgisindeydi. Basit görünen, ama herkese pek nasip olmayan bir goldü o. Golcülük kanı lazımdır çünkü…

İlk yarıda her şey yolundaydı. Yorgun takım yine en doğrusunu yapıyordu; topu Gençlerbirliği, Beşiktaş ise istediğini alıyordu… Hele bir de Simao’nun şutla tamamladığı pozisyon vardı ki; taç çizgisi kenarında nefis bir üçgen yapıp, Hilbert’in kaçırılmasıyla başlanan atak… O ana kadar ev baklavası, çikolata komasına girmeme rağmen, böyle tat alamamıştım…

Ama işte bir Beşiktaş gerçeği… Rahat maç izleme lüksü, takriben Sergen'in slalom yaptığı Rizespor maçıyla sona ermiştir zaten Beşiktaşlı için. İlk yarıda tüm olumlu şeylere ve 2 gole rağmen; ikinci yarıda bizi bekleyen şey yeni bir gerilim & korku & gizem filmiydi… Pektemek’in kaçırdığı 3. golden sonra değil; ikinci yarıda yorgun takıma yardımcı olacak bir hamle yapılmamasıyla olmaya başladı bu durum aslında.

Dünyanın en iyi dripling yapan oyuncularından biri olmasına rağmen, Quaresma’nın kontratak oyuncusuyla uzaktan yakından alakası yoktur… Çünkü önüne değil, ayağına top isteyen bir adamdır kendisi. İsterse önünde 40 metre boşluk olsun, yine hareketlenmeden ayağına ister “ben nasıl olsa alır giderim” der, bundan zevk alıyor herhalde… O yüzden, henüz fizik olarak toparlanmamış takıma en iyi yardımı hücum oyuncularının yapması gerekiyorken, bu olmadı 2. yarıda. Ne topsuz, ne de toplu oyunda. Oysaki bir Holosko, Akyüz gibi hamleler gelseydi Pektemek de sahadayken; hem hücum tehditlerini sürdürecekti Beşiktaş, hem de geriye daha iyi yardım alacaktı…

Sadece bir kez güzel bir kontra fırsatı yakalandı 2-0’dan sonra. Veli, muhteşem vücut çalımıyla önünü açtı; sonra da Pektemek’in yolunu… Olsaydı, farklı olabilirdi. Olmadı, dönüşünda 2-1 oldu, hemen sonrasında 2-2… Fiziğin dışında, psikolojik gerçeklerin de Beşiktaş’ın maçı kaybettiğine işaretti o 2. gol. Hemen sonrasında gelen Pektemek – Almeida değişikliği de, “futbolun gerçekleri” ışığında maç kaybı olasılığına katkı oldu…

Neden Pektemek? sorusunun cevabı basit. Ya önde haldır haldır basan Gençlerbirliği karşısında ortasahadan adam eksilteceksin, ya da forvet değiştireceksin. İstediği zaman geri koşan; istediği zaman topu, frikiği, tacı, korneri veren; istediğine topu atan, istediğine pazıband takan çocuğu oyundan almak yasak çünkü. Sonucu ne olursa olsun…Cenk’in, bir solbek gibi kaçarak Egemen’i yanıltması sonucu; malumun ilanı oldu. Sonrasında, 3 metre ofsayttaki Almeida’nın el kaldırıp top istemesini falan izledik… Sonrasında Mehmet Akyüz girdi de, pozisyona benzer bir şey yaşandı. Ama sonuç olarak o da zılgıtı yedi Quaresma’dan. Her akında ofsaytta bekleyen kankasına ben hiç öyle tripler yaptığını görmedim mesela… Neyse kıvırmadan söyleyeyim; Beşiktaş’ın kangrenli bölgesi Portekizlilerdir. Şuan tek tahammül edeceğim adam Simao’dur o eşraftan… Zaten, geliş şekli farklı olan tek oyuncuydu. Kariyeri tartışılmazdı, İstanbul’a gelme nedeni sadece yaşıydı.

Kesilmedikçe de bu kangrenli bölge düzelmez, aksine bütün bünyeyi bitirir… İşte arada bazı Avrupa maçlarıyla ilaç tedavisi uygulanır da, sorun yine değişmez, kalıcıdır. “Ürkmeyen” teknik direktör gelse, bu kez de “bu adamlar niye yok” bayramı başlayacak… Ürken teknik direktör de böyle yapıyor işte. En temizi, hocanın rahatlıkla hamle yapacağı, 11 yazacağı denk bir kadro oluşturmak… Ocak’ta bu tip hamleler gelmezse, aynı filmi izler dururuz. Ama gelmesini de pek beklemiyorum, çok lazımmış gibi Almeida’nın diğer yarısı da alınmış falan. Bize kalsa futbolu bıraktıp, Pazartesi bir konfeksiyon atöylesine yazdıracağımız Edu'dan fazlası yok, eksiği var. Bundesliga'ysa, o da Bundesliga'dan gelme. Pektemek'le karşılaştırmıyorum bile... Üstelik kaça alındığını da bilmiyoruz.

Neyse, puan kaybı çok dert değil; play-off'a kafa attıktan sonra asıl mesele başlıyor zaten. Ama aynı nedenlerle kaybettiğini bilmek, bunu maç anında da tekrar tekrar yaşamak; Beşiktaş'ın birçok açıdan çiftliğe dönüştürülmesini görmek can sıkıcı oluyor işte. İyi bayramlar tekrar.

Bayramda Beşiktaş

Benim için bayram; ne çok sevdiğinin, sevildiğinin farkına varmaktır. Genelde uzun zamandır görülmeyen yüzler görülür, uzun zamandır duyulmayan sesler duyulur. Arada “neden daha sık görüşmeyiz ki?” diye sorarsın kendine, ama yine de bir diğer bayrama kadar ertelersin…

Çocukluğumda kurban bayramı yaza denk gelirdi; bu iki kötü, iki iyi haber demekti. Kötü haberin birincisi; zaten yaz tatilinin içine girmesi sebebiyle, ekstradan yatışın ortadan kalmasıydı. İkincisi ise, maç yaptığımız boş arsaların hayvan mezarlığına dönmesiydi… Bir keresinde sağdan topu atıp, Pato gibi uzamış; kime orta yapayım diye içeri keserken, kendimi bağırsak çukurunda bulmuştum… Teknik kapasitesi yüksek oyuncular için, zemin pek elverişli olmuyordu yani.İyi haberlere gelince… İlki, havanın güzel olmasıyla bayramlık seçiminin kolay olması: bir şort, bir tişört tamamdır. Yeni olduğu için de beyazlarından seçer, Andre Aggassi gibi dolaşırdık mahallede. İkinci iyi haber ise; yine havanın güzel olması sebebiyle, ziyaretlerin bir tamam gerçekleşmesiydi. Bunun açılımı; harçlık hasılatının macro seviyede yükselmesi…

Bayramlarda bir Beşiktaş maçının denk gelmesi, resmin tamamlanmasıdır aslında. Her sevdiğini görmüş oluyorsun, onun harçlığı da vereceği galibiyet oluyordu işte… Ama hatırladığım kadarıyla pek öyle bir durum olmadı. Bayrama denk gelen bir Galatasaray derbisini hatırlıyorum, ev epey kalabalık ve herkes Beşiktaşlı. Erdal Keser, Nasri vari bir slalom yapmış, 1-0 kaybetmiştik. O hüzün, cepteki hasılatın verdiği mutluluğun önüne geçmişti kesinlikle…

Neyse, çok uzattık. Anlatıyorum ama buradan “çocukluğunu özleyen tip” imajı çıkmasın. Güzel geçti, özlemedim de değil; ama bir sakız parasına denk gelen meblağ istediğinde bile 10 kere “naapcan? ne alcan??” sorularıyla karşılaşmak, camdan inen sepetle birlikte “küçüüüük!!!” sesinin verdiği gerilimi tekrar yaşamak istemiyorum, böyle iyi… Hele şu "ekmek almaya yollanası, eline çöp poşeti tutuşturulası, belediye otobüsünde oturtulmayası" küçüklük etkiketinden kurtulmak için, erkenden jileti vurmuştum sakala, bıyığa. Yine sonuç hüsran...

Daha ilk günden bayramlaşıyoruz Beşiktaş’la, hazır Perşembe akşamı arayı ısıtmışken… O maç sonrası pek taktik konuşacak hal kalmamıştı, bu maç öncesi de aynı hissiyatım sürmekte. Zaten diyeceğim şeyler belli, çıkacak 11 belli. Belki insafa gelinir de İsmail dinlendirilir, Tanju başlar; geriye kalanın Dinamo Kiev 11’i olması bekleniyor…Olsun da zaten; Hilbert – Sivok – Egemen – İsmail 4’lüsünü Dalton Kardeşler, Necip Ernst Veli üçlüsünü de Mazhar – Fuat – Özkan gibi kanıksayalım. Bir ismi saydığında, hemen diğeri gelsin… Emre, Okan, Suat mesela. Bunu; Suat, Emre, Okan olarak sayanı bile yoktu... Beşiktaş en son belirli bir ortasahaya geçtiğinde şampiyon olmuştu: CissErnst, önünde Tello. Bir önceki de Tayfur - Guinti, önlerinde Pancu işte... Del Bosque bir ara Tayfur - Ahmet Yıldırım ortasahasıyla istikrar sağladı, adamın elinde başka net ortasaha yoktu. Keza Tigana da, kendisi yarattı Serdar Kurtuluş'la falan... Ertuğrul Sağlam'a sorsan o dönemde, ortasaha manasız bir bölgeydi. Bazen ilaç için tek Cisse'yi falan bırakırdı öyle ortaya. Rakip de, Cisse'nin etrafında buluşur; dönen topları aldırmazdı...

Velhasıl, ortasaha önemli. Maç alır, maç verir bu mevki... Beşiktaş'ın Necip - Ernst - Veli'si maç almaya başladı, kesinlikle üzerinde durulası bir üçlü. Gerçi Kiev maçında Aurelio başladı ama Necip’in girmesi uzun sürmedi. Ben Carlos’un, lig maçlarında pek fazla Aurelio’ya dönüş yapacağını sanmıyorum. Kötülüğünden değil, yaşına göre oldukça formda. Ama Badi Ekrem avatarlığına biraz ters düşüyor enerjisiyle… Ernst – Necip olunca, rakip daha bir taca vurma telaşı içine girebilir. Veli zaten, bu aralar Süreyya Abi kadar kalıcı…

Tabi kendi 11’imi yazmadan durmam, tanırsınız artık… Almeida ve Quaresma’ya “kritik maça çıkıyorsunuz ülke olarak gençler” süsü verip, kulübe yolunu gösteriyorum. Zaten bu maçta pek kasacaklarını sanmıyorum, rotasyonun vaktidir... Pektemek ve Holosko ile, ortasahanın hareketliliğine uygun tipte bir hücum hattı kurmak oldukça mantıklı olurdu; aslında sadece rotasyon değil, A Planı için de düşünülesi bir hamle... Şöyle bir düzeni görsem, asıl bayramı o zaman yaşayacağım. Çünkü biliyorum ki çok şey değişecek… Orta sahadan Veli ve ara – ara Necip’le, ceza sahasına destek almaya başladı Beşiktaş. Buna bir de golcülük duruşuna sahip Pektemek ve en bitik haliyle bile, olması gereken yere koşmaktan geri kalmayan Holosko eklenirse; bir diğer kanattan gelecek topları, cezasahasında en az 3 adam bekliyor olacak. Bu durumda da değil İsmail, Simao, Quaresma; Erhan Güven ortalasa ortalık karışır… Beşiktaş’ın, normal oyun akışı içinde karambola düşen bir topu gol yapmışlığı yok ne zamandır; çünkü forvet ıssız, adam kessen kimsenin ruhu duymaz… Defans, ortasaha rayına oturdu; bir de şu hücumsal problem çözülse, 1-0’ı kolayca 2-0 yapabilecek takım olsa Beşiktaş, işte o zaman… Orasını siz doldurun keyfinize göre, saat geç oldu.

İyi bayramlar.

Beşiktaş’sın Sen

Maç öncesi yazısını, “Ne yaparsan yap, seni Pascal’lı maçla hatırlayacağım Dinamo Kiev!” cümlesiyle bitirmiştim. Çok büyük konuşmuşum… Artık Dinamo Kiev bile değil; Dinamo Tiflis deseler, gözümün önüne Amerikan başkanı dâhil herkesin, kale alanında Beşiktaş’a gol atmaya çalıştığı sahne gelecek…

Öyle bir zamanda, skor olarak olmasa da yaşananlar açısından o kadar farklı bir galibiyet yaşadık ki; Beşiktaşlıya tam anlamıyla “ilaç” gibi geldiğine eminim. Nitekim ben serum yemiş gibi oldum şuan, İsmail’e verilenden… Puan durumuna en son baktım, o açıdan da mükemmel olmuş. Ama benim için öncelikli güzellik, sahada yeniden Beşiktaş emarelerini görmemizdi. En ufak detaylar bile, hemen her futbolcunun “umurundaydı”… Zaten Beşiktaşlıyı üzen şey mağlubiyetler değildi ki… Mağlup olma şekliydi asıl rahatsızlık verici olan . Bazılarının eli belindeyken, bazılarının gol yememe gayretinde oluşu gibi durumlar… Son dönemin 11’lerinde Beşiktaş profiline uyan oyuncular egemenlik gösterirken, bugün ise zirve oldu… Portekiz eşrafı da, yeterince benliğini koydu maça. Malum pozisyon sonrasında, tribünler rahatlama efekti olarak “şampiyon Beşiktaş” diye girdi ama asıl uygun olanı şuydu aslında: “Beşiktaş’sın sen, bizim canımız!” Çünkü Beşiktaş demek topu kıçıyla tutmadaki yetenek değil; kaleye giden topa göğüs, kafa, bacak, ciğer, dalak koymaktı…Golün sahibi bile, böyle bir apoleti hak edecek oyuncular listesinde başı çeken adamdı. Bir diğeri de Veli’ydi, o da başka pozisyonun kahramanı oldu. Sanki senaryosu yazılmış bir maçtı yani… Yukarıdaki fotoğrafın adını Egemen değil, Egeman koydum zaten. Gerçi bugün Beşiktaş savunması sağdan, sola; yukarıdan, aşağıya iyiydi gayet. İsmail de ağır hasta olduğunu, ancak full konsantre olduğu maçın sonlanmasıyla farkına vardı; öksürük komasına girdi çocuk. “Sen değil, en ufak hatanda seni yuhalamaya hazır kıta bekleyenler bu hale düşsün” diye beddua edesim var ama bu gece başka gece olsun, dokundurmadan yazayım diyorum…

Yoksa o top, devasa japon balığı Shovkovskiy’le birlikte içeri gitseydi, başka diyeceklerim de vardı aslında. Almeida’nın takriben 70. dakika civarı dili 3 metre dışarı çıkmışken, ancak kendisinden değiştirme talebi gelince orayı tazeleştirdi mesela Carlos. Ki, Edu’nun ısınması, giyinmesi, formasını ütülemesi falan derken 5 dakika daha geçti. Bir de, Quaresma 80 civarı kenara baktı “hayır!” dedi; orada kenardan “seni alayım mı kenara?” önerisi mi geldi, yoksa ben mi paranoyaklaşmaya başladım bilmiyorum… Çünkü Holosko – Quaresma değişimi de şarttı o aralar.

Ama şu da var; Quaresma bu maçta, özellikle topsuz oyun olarak Beşiktaş’taki en faydalı işlerini yaptı diyebiliriz. İyi de oynadı. Bazen mahalle maçlarındaki top sahibi gibi, her frikiğe, taca, kornere atladığı da oldu; hele ters açı olsa da, kaleye çok yakın yerdeki frikiği Simao’ya bırakmadı ya… Neyse. Sonunda lütfetti de, bir korneri Simao kullandı; Egemen’in uçuş mesafesine indirdi topu.Sonrasında yine farkı ikiye çıkaracak trivela da geldi kendisinden; Almeida’nın ağzına ağzına… Bitik olmasa, çok rahat gol yapardı onu Hugo. “Peki, ilk yarıdaki kafa pozisyonunda da mı yorgundu?” diyen adama, sen de haklısın derim… Maç da, böylesine güzel bir skorla bitince; malum "Eternal Sunshine of the Spotless Mind" sendromunu yaşayıp, olumsuzlukları unuttum diyebilirim… Olumsuzluk dediğim de bu kadardı aslında, fazlası yok. Takım gücü elverdiği şekilde oynadı, ben Beşiktaş’ın maç boyunca gole bu kadar yakın olacağını hiç düşünmemiştim mesela…

Verilen pozisyon da, Milevskiy’nin kafası dışında pek yok… Son olayları saymıyorum; o zaten bir Beşiktaş klasiği… 4 attığı Slavia maçında da, Prag’dan gelen topu kalesinde gören bir takımdır Beşiktaş… Nabız 2500’e çıkmadan, bir Beşiktaş maçı bitmemeli. Sonuç olarak, elde güzel bir avantaj var. Stoke City İnönü’ye, çıkış biletini cebine koymuş şekilde gelebilir. Ondan önce, İsrail’den alınacak galibiyetle bu ters gruptan, 1 maç öncesinde çıkılabilir vesaire… Önemli olan, takımdaki bu özgüven ve özverinin kalıcı olmasıdır.

Sözlerimi, son dakikadaki karambolle alakalı olarak atılan ve twitter dünyasını sarsan bir Beşiktaşlı mesajıyla son veriyorum: “Topun gittiği noktayı dikkatlice izleyin, Arapça Allah yazdığını göreceksiniz…”

Maç Öncesi: Beşiktaş – Dinamo Kiev

Bu aralar, en az bir Sivasspor kadar sık karşılaşıyoruz Dinamo Kiev’le. Hemen her kura çekiminde söylenen “tanıdığımız bir takım” tanımına tam uygun… Gerçi 2005’deki ön elemede Malmö çıkınca, Recep’in kendi kalesine vole yapıştırdığı 15 sene önceki eşleşmeye selam çakıp “Beşiktaş bu takımı tanıyor” diyen bir spor yorumcusu da mevcuttu, kimdi tam hatırlamıyorum ama… Genelde bu “tanıdık takım” etiketi, avantaj manasında verilir, Maccabi gibi takımlardan çekinmek gelenektir. Kapalı kutudur çünkü onlar… Ama gelin görün ki, kapalı kutuyu açınca içinden 5 gol çıktı; daha geçen sene 2 maç yaparak baya bir tanıdığımız Dinamo Kiev ise maçın başından sonuna kadar kalemizi dövdü, biz de izledik… Geyikten öte bir şey değildir yani bu; zayıf takım her zaman iyidir, isterse dün kurulmuş olsun. Zaten gönderirsin yardımcını 2 maç izler, her takım tanıdık olur.Dinamo Kiev gibi, belli bir standardın üzerine çıkmış takımlarla ancak onların yaptığı şekilde, yani takım olarak iyi işleyen bir kurguyla başa çıkılabilir. Bireysel oyuncularla ürkütemezsiniz böyle rakipleri… Beşiktaş için ise, son iki senedir takım olarak iyi oynayıp, iyi de sonuç aldığı maç denince hemen akla şu üçlü gelir: 1-0’lık Bursaspor maçı, 1-2’lik son Sami Yen deplasmanı, 1-1’lik Porto deplasmanı… Bu üç maçının ortak özelliği, Quaresma’nın oynamamasıdır. Çünkü Quaresma varken iki şey olmuyor: takım halinde hücum, takım halinde savunma.

Rocky, meşhur olduktan sonra “vefa İstanbul’da bir semt adıymış” misali, kendisine gider yapacak Tommy isimli dengesizi sokaktan toplamıştı hatırlasanız.Ona boksu öğretirken şöyle bir şey demişti: “yumruk atmadan önce omzunu hareket ettiriyorsun, hangi taraftan geleceğin belli oluyor”. Quaresma’lı Beşiktaş da biraz öyle… Hücum ederken gözler onu arıyor takımda, ve mutlaka en son topa dokunanlardan biri kendisi oluyor. Hücum yönü belli… Rakip de, Quaresma karşısında kademeli savunma yapınca; sadece onu değil, Beşiktaş’ı da kilitlemiş oluyor. Halbuki o olmasa, Beşiktaş daha bilinmezli bir takım olabilir. Ne bileyim; Holosko adamın içinden geçemez, ama top geçer arkadan Hilbert bindirmiş olur, ortalar Pektemek karıştırır, Veli tamamlar falan… Aynı zamanda topsuz oyunu da, takımca yapmış olur Beşiktaş.

Ama bu durumu gerektiren şey, Quaresma’nın kötü futbolcu olmasından değil tabi. Realite bu olsa da… Schuster sonrası, Quaresma’nın daha da etkisizleşmesi için her şey yapılıyor üstlüne üstlük. Defans geriye çekildi, ceza sahasına koşu yapacak adam sayısı azaldı vesaire. Yoksa Quaresma’nın iyi şekillenmiş takım içersinde, iyi oynadığı Avrupa maçı yok değil. Hatta o olmasaydı, geçen sene belki gruplara bile kalamayacaktık… Flash back yapayım hemen: Deplasmandaki maçta Plzen yardır yadır gelirken, hiç yoktan penaltı yarattı 1-1. İçerdeki maç, adamın suratına kırmızıyı yedirtti, üzerine trivela tavana takıldı, bir de Delgado’ya asist, tur geldi… Keza Helsinki’ye attığı olağan üstü golle skor daha bir avantajlı hale geldi. Yine deplasmanda daha 2. dakikada o uzun şutla attığı golü göndermese, maçın gayet sakata geleceği Helsinki’nin ceza sahamızdan çıkmamasıyla belli oldu…

Ama o zaman Beşiktaş daha takımdı, daha yeni olmasına rağmen. Daha önde oynuyordu, ceza sahasını zorlayan daha çok adam vardı, Quaresma bu kadar “tek hücum seçeneği” pozisyonunda değildi. Aynı zamanda Quaresma da, bu pazıbandını taktıktan sonraki kadar bireysel değildi… Çok şey değişti, ama yine de “hala” iyi kullanılabilir. Onun da nasıl olacağını çok fazla yazdık, tekrar gerek yok… Ama olmayacak, Beşiktaş yine hem Simao, hem Quaresma’yla çıkacak ve ceza sahası içersinde, çevresinde tek forvet göreceğiz. Bu durumda Quaresma’nın skora katkısı, ancak jeneriklik bir gol ya da asistle olacak; ama yine de istisnalar kaideyi bozmayacak…

O tek forvet de, en azından Pektemek olsa da; farklı şeyler beklesek… İlk başlarda top tutamıyordu, ama maç temposu arttıkça kendine gelmiş. Son Beşiktaş golünde, nefis bir orta forvet oyunu izledik. Sırtı dönük aldı, iki kişi arasından çıktı ve Quaresma’ya aktardı, o top asist oldu. Asıl güzel tarafı, orta sahaya yakınken yaptığı bu servis sonrası, hemen ceza sahasına geri koşmasıydı Pektemek’in. Misal Almeida, kendini pozisyon icabı sola falan atınca, bi’ 6 dakika orada kalıyor…Ayrıca Pektemek, daha bir “tilki” forvet olmasının yanında gol vuruşu açısından da daha golcü. Necip’in son maçta, direkt gole yönelik iki adet pası vardı. Birinde geç uyandı, diğerinde ise fantezi bir vuruş yaptı Hugo. Oralarda Pektemek daha sonuç alıcı işler yapardı sanki… Ve her zaman söylediğim gibi, gol olarak katkı sağlayamasa bile “oyunun her zaman içinde” oluşu en önemli özelliği.

Bu maçta o tek forvet kim olacaksa, ona çok iş düşecek. Yine kanatlardan pek 2. forvet katkısı gelmeyecek çünkü… Orta sahadan ise, ceza sahası koşularını yine Veli’den bekliyorum. Tıpkı geçen sene Ersan’ın yaptığı gibi, formayı aldı ve vereceğe pek benzemiyor. Uzun zamandır da golün eşiğinde dolaşıyor, yarın akşam içine düşse bari… İsmail’in hastalığı geçmiş, Aurelio da antrenmana katılmış. Ama Carlos’un yeni düzelen adamları oynatmama geleneği var. Tanju dedim aslında ama, gelen yorumlarla düzeltiyorum; çünkü adı UEFA listesinde yok. Zamanında Alves'in adının verdiliği yerde, içinde tek solbekin olduğu kadro verilince, böyle bir sıkıntının olacağı apaçık belliydi. İsmail oynayamazsa, mecburen Sidnei stopere, Egemen de solbeke geçecek... Hazır solbek stoperken, Quaresma da oralarda takılsa daha iyi olur. Hem, Hilbert’in Simao ile arkaya kaçma fırsatı daha fazla...

Sene 2002, kalabalıktan anca yeni açık en üst taraftan bir yer edinmiş, rüzgarı içimize çekerek maçı izliyoruz. Pascal bir aşırtma deniyor, ama kaleci Reva yerinde... İşaret parmağıyla kafasını işaret edip "yer miyim lan ben bunları?" hareketini çekiyor; ama aynı maçta Pascal, yine topun dibine giriyor, sonuç malum... Maç zor. Sağolsun Demirören, kaybetme zevkimizi bile elimizden aldı. Oysa yenilmek bile güzeldi, yeterki Beşiktaş maçı olsun... Neyse, yine amatör duygularla kazanma umutlarıyla izleyeceğiz maçı. Sonrasına bakarız, kaybetme şansımız yüksek. Ama ne yapsan; adın geçtiğinde seni Pascal'lı maçla hatırlayacağım Dinamo Kiev...

İyi maçlar.