Takke Düşecekken : Viktoria Plazen 1 - Beşiktaş 1

Nihayet Schuster'in kurguladığı "sahada kendiliğinden iki bölünen" sistemi test edeceğimiz bir maçla karşılaştık... Bu kez rakip; sabah kalktığında dükkanı açan, ofisine giden ya da okula uğrayan değil, antremana katılan "direkt" futbolculardan kurulu bir takımdı. Zaten Çek Cumhuriyeti bir futbol ülkesiydi ve bu takım da o ülkenin fedarasyon kupasını kaldırmıştı... Yani, tamamen ölçü alınabilir bir maç olacaktı, öyle de oldu. Ölçü alınırken, beklenen gerçekleşti ve rakip kantarda ağır çekmeye başladı... H harfinin ortasındaki paralel çizgiyi tek başına Ernst'in çektiği ve yine H harfine benzer dizilişteki; Schuster'in 4-1-4-1'i sahadaydı. Ortasahanın boş olması sebebiyle, savunmacılardan biri daha önde basmak zorunda kalıyor, bu durum defans çizgisini zigzaglaştırıyor, rakip üst üste pozisyonlar bulurken; Beşiktaş takım olarak topu göremediğinden, haliyle forvetlerin de ayağına top deymiyordu...
İlk yarıdaki Beşiktaş'a, "13 kişiyle oynayacaksınız, ama o iki ek adamı da forvete koyacaksınız" diye bir hak tanısalar, yine sonuç değişmezdi... Ortasaha direncinin, takım organizasyonunun olmadığı bir ortamda; en kral forvetlerin bile sıradanlaştığını, sağolsun Maradona bizlere göstermişti geçtiğimiz ay, Schuster'in sistemine benzer şekilde oynattığı Arjantin'i ile...

Bu deneme acı sonla bitebilirdi. Takke düşüp, keli göstere bilir; bırakın maçı tur bile zora girebilirdi... Neyseki sezona en hazır gözüken Hakan farkı çıktı ortaya. Normal kurtarışların dışında, 3 adet "çıkmayacak top" çıkardı... Hakan'ın performansına, Necip hamlesi de eklenince; düşmek üzere olan takke, tekrar yerine oturdu.
Necip harika pozison savunmasıyla ortasahayı doldurdu, tüm dönen topları aldı. Delgado daha etkin olabileceği yere geçti, daha az baskı altında kaldı ve gönderdiği adamın "lifini attıracak" cinsteki paslarını azalttı, Quaresma'ya daha fazla topla oynama şansı doğdu. Böylelikle Beşiktaş, oyunu istediği gibi oynadı ve güzel de pozisyonlar yakaladı. Oysaki; ilk yarının Beşiktaş'ında "fazladan 1 forvet daha varken" duran toplar haricinde tek pozisyonu vardı. Orada da, Erhan'ın sağdan ortasında top Delgado'ya gelmeden önce, son anda araya giren Nobre tehlikeyi uzaklaştırdı... Farkındaysanız, asıl önemli "kurgu" hatalarından, Nobre'nin Bobo'ya tercih edilmesine gelmedim bile. Ama görsün tabii; bizim senelerdir izlediğimiz filmi, bir iki maç da Schuster izlesin, sakınca yok...

Hilbert'i pek anlayamadık, zamanla daha net değerlendiririz. Ancak, ileride oynayan oyuncular arasında geri koşuları nispeten en iyi olan oyuncuydu. Ters kanatta aldığı topla iyi de bir şut çekti, neredeyse çatala gidiyordu... Ama, bu işlerin erbabı Delgado'dur mevcut kadroda, tekrar yinelemek gerekirse... Şayet Schuster, Delgado'yu önümüzdeki sezon kadroda tutmayı düşünüyorsa; O'ndan "bir Gago" çıkartmayı bırakıp, sol forvet bölgesinde değerlendirmeli, Quaresma'nın olmadığı maçlarda; "yaratıcı kenar adamı" eksikliğini gidermelidir... Bu takımın Gago'su bellidir: Necip Uysal... Ya da geçelim Gago'yu, bu takımın "Necip'i" var diyelim... Çünkü Necip, kendine has ve benzersiz bir oyuncu olma çabasında... Topsuz oyun zekası, yaşına ve "toy" tecrübesine rağmen müthiş... Fiziğini de geliştiriyor, ofansif yönü zaten var ve daha da katedecektir... Sarı Melek umarım tez zamanda kendisini bankolar arasına yazar. Ferrari'ye de Şahin muamelesini artık yavaş yavaş, hata alelacele bırakmalı, bir de; Prag'a getirmediği İsmail denen "defansif yönü olmayan!" beki de hazırlamalı elbet... Hani defansif yönü daha güçlü denilen Üzülmez'e nazaran, bu maçta Toraman'ı daha fazla "solbek savunması" yaparken gördüm de, onu da belirteyim...
Konu arasında atladık; "İlk yarıdaki şablonda Delgado yerine, Guti girse ne olur?" diye bir soru sorulabilir... Elbet, bu düzene nazaran daha iyi olur ama Guti'ye yazık olur, sıradanlaşır... İkinci şablonda, sahada Necip varken Delgado'nun pozisyonunda olsa ne olur? Beşiktaş'ı 2 sene şampiyon yapar gider... 70'de değil de, soyunma odasında Necip'i giyindirmesiyle, "en azından inatçı olmadığını" gösteren Schuster'in, sistem olarak 4-2-3-1'i kalıcılaştırması ümidiyle...

Anaa, Guti Laa!!

İsmail "ben bu adamla top mu oynayacağım lan?" dercesine bir bakış atarken, ben de bu fotoğrafı ilk gördüğümde "bu adamın İstanbul'da ne işi var?" tepkisini gösterdim. Mâlum, benim için Quaresma ve Guti kadar bir elzemdir İsmail'i oynatmak... Hücumda çabuk çoğalan, sık paslaşan "yeni oluşum" adına önemli katkılar yapacaktır bek bölgesinde. 10 maç oynasın, kalecisinden topu alıp oyuna sürer bu çocuk...
Aynı umutları beslediğim bir diğer bek Rıdvan ise, içinden besmele çekerken bir yandan da elindeki kırıntıları temizliyor, Hazreti Guti ile tanışmadan 1 saniye evvel... Ağızlarına mikrofon dayayıp "Guti ile oynayacaksınız, nasıl bir duygu?" diye sormaya gerek yok aslında, çocukların gözlerinin içine bakarak bunun nasıl bir duygu olacağını görebiliyoruz. Bu karede olmayan Onur ve Necip ise, gelişimleri adına 2 yıllık birer burs kazanmışlardır... Televizyondan izleyerek bile, "birşeylerinden faydalanası" oyunculardan biri, artık onların yanında antrenman yapacak.

Tüm bunların dışında: 1 yıl öncesine kadar, her hangi bir Anadolu takımına karşı geri düştüğünde "çözüm üretmekte zorlanan" Beşiktaş'ta, en üst düzey futbolda çözüm üretmiş ve 15 kupaya katkı yapmış bir isim var artık. Hem de "çözümün" üretildiği ana noktada, ortasahada... Yaşının ilerlemesine rağmen, "kendini heba etmeyen" pozisyon savunması ve önemli mesafeleri attığı paslarla "katetmesiyle", Beşiktaş'a futbol kalitesi adına bir iki gömlek daha giydireceği kesindir...
Ayrıca, çok da güzel 3'lü çektiriyormuş. Hele ki, "bir iki üç" yaptırırken suratında oluşan ifadeye bayıldım resmen...

Güneşli Notlar : Vikingur 0 - Beşiktaş 4

Nihat'ı 9 yıl öncesine götüren şey, sadece bu gol değildi aslında.... Geçen sezonun sonlarında, şimdiki formunun sinyallerini vermiş, tribünlerden "Beşiktaş'ın çocuğu" seslerini yükseltmişti. Klasik gol sevincini yaşarken, yüzüne vuran güneş; Schuster'le birlikte bankolardan biri olacağı muhtemelken, bu maçta da boş geçmemenin verdiği mutluluğunu afişe ediyordu. Yine aynı güneş, "öğrencilerini kır gezisine çıkarmış öğretmen" edasında kenarda oturan Schuster'in de yüzüne vuruyor, memnuniyet ifadesini görmemizi sağlıyordu...
Elbette rakip zayıf ötesiydi, antrenman maçı bile denemezdi. Zira, bu maçta forma giymeyen oyunculara birer "turuncu atlet" dağıtıp, rakip yapsanız; çok daha zorlu bir maç ortaya çıkabilirdi. Ama yine de ben; Quaresma başta olmak üzere bir çok oyuncunun "iştahı" dışında, takım olarak da önemli değişimler görerek, bir kaç güzel ve güneşli notlar tuttum. Onları aktarayım...

Defansın önde kurulması, Beşiktaş'ı olumlu yönde değiştirecek en önemli etkendir... Defansı önde kurmak bir risk değil, aksine çok akılcıl bir hamledir. Böyle bir savunmaya sahipseniz takımın boyu kısalır, ortasahanız çok fazla "geri koşular" yapmak zorunda kalmaz, rakiplerin gelişi güzel uzunlarını önde alıp, atağın devamını sağlarsınız. Bir takımı ofansif olarak da ileri götürmesinin yanında, savunma açısından da en güvenli yoldur bu... Rakip; ters anda kaptığı topla, iyi bir derin pas atıp forvetini kaçırır; ancak böyle pozisyon verilir. Zaten büyük takımların da gol yeme tarzı budur. Yoksa; rakibini kendi cezasahasının içinde karşılayıp "dön vur" dedirten savunma anlayışı; Beşiktaş'ın değil, Vikingur gibi takımların işidir... Geçen sezonun ikinci yarısında, Beşiktaş'ın Kasımpaşa'dan yediği golleri izleyin, hemen ardından bu maçta atılan golleri izleyin... Anlatmak istediğim şeyler, daha da açıklayıcı olacaktır...
Schuster'in öncelikli sistemi; yardımlaşmacı ve hareketli bir 4-4-2 gibi gözüküyor, ya da kısaca 4-1-4-1. Ve bu sistem içersinde de, hücumsal anlamda bazı oyuncu tercihleri belirginleşmeye başladı diyebilirim. Yukarıdaki şablon Schuster'in A planı olacaktır diye tahmin ediyorum. Yine son Vikingur maçıyla, takımın önde olduğu anda nasıl bir B Planı şekilleneceğini görmüş olduk. Tıpkı İspanya ve Barcelona'nın yaptığı gibi; sık paslarla topa sahip olarak, rakibe skoru "kabullendirme" eylemi... Hazırlık paslarını dahi zor yapan Beşiktaş'ın, önümüzdeki sezon az biraz "topa sahip takım" görüntüsünü sunma umutları, güneşli notlarıma düşü verdi elbette... Özellikle de Çırak Pasör : Onur Bayramoğlu'nun oyuna dahil olmasının ardından, bu uygulama iyice hayat buldu diyebilirim... Onur, kamp raporlarında muhabirler tarafından pek fazla övülmedi, övülemezde... Çünkü Onur tarzındaki oyuncular göz boyamaz, antrenmanlarda kendini hissettirmez. Ancak durum "maç oynamaya" gelince, takımının topa sahip olma oranını %10 değerinde bir artışa neden olabilir...
Hem futbolcu, hem de alt yapı sorumlusu olarak, zamanında Barcelona havasını da solumuş olan Schuster; "oyunu tutma" düşüncesinin "pas" yolundan geçtiğini benimsemiş gibi duruyor. Yani, skoru korumak için stoper sokanlardan olmayıp, ortasahasını "pas trafiğini arttıracak" oyuncularla takviye edecek bir mentaliteye sahip gözüküyor. Ve bu uğurda da Onur Bayramoğlu, "neden kalıcı A takım oyuncusu olarak" yükseldiğini bizlere gösteriyor...
Onur, Beşiktaş'ın İspanyamsı 4-5-1'inde "Busquets görevini" rahatlıkla görebilir... Topu emanet alır gibi almıyor, ayağına dolamıyor... Pas alıyor, pas veriyor, tekrar boşa hareketleniyor, bir daha pas alıyor... Dünkü maçta önde kullanılsa da, kendisi hakkında yazmış olduğum makalede de belirdiğim gibi; ortasahanın arkasında yani Busquets bölgesinde daha faydalı olacaktır. Ernst'in Alonso, Guti de Xavi esintilerini sunacağı bir 4-5-1, tribünlere tezahuratı bıraktırıp, oley çektirecektir diye düşünüyorum... Unutmuş değilim elbet; herşeye rağmen, takımın 2. ortasahasında en hazırı Necip Uysal'dır...

"İki top oynayalım" edasında sahaya çıkmış, sıradan vatandaşlardan kurulan Vikingur'a karşı özgü olmayıp, Beşiktaş'ın geleceğinde "gelenek" olmasını ümit ettiğim notlarımı aktarmış bulunuyorum. Umutlandırıp, utandırmayacağını umuyorum Sarı Melek'in...

Schuster'le Beşiktaş ve Guti Haz.

Gündemden uzak kaldığım dönemde, Beşiktaş adına en sevindici gelişme Guti'nin imzaladığı haberiydi. Her ne kadar halâ "son söz Madrid'de" dense de, Guti'nin borsaya düşmesinin an meselesi olduğu biliniyor. Tıpkı Quaresma transferinde olduğu gibi, Guti için de "şöyle oyuncu - böyle oyuncu" gibi tanımlamalara gerek yoktur diye düşünüyorum. Hatta kariyeri itibariyle Quaresma'dan da daha ön planda kalmış, bir çok maçını izlediğimiz, hakkında "standart bir Türk futbolcusuna nazaran bile" daha fazla fikir sahibi olduğumuz bir oyuncudur.
Ama yine de adet yerini bulsun diyerekten, için bir iki kelâm edelim futbolculuğu hakkında: Pas konusunda Dünya'nın bir numarasıdır diyen olsa, pek itiraz edemeyiz. Xavi kadar oyunun içinde kalan ve daha hareketli bir isim olsaydı, zamanın da "Dünyalı mı, uzaylı mı?" tartışmaları O'na da yapılırdı. Gelmiş geçmiş en iyi asist konusunda Top 10 yapılsa, Guti birden fazla asistini o listeye koyardı diye düşünüyorum. Bir çırpıda herkesin aklına gelecek asistleri var mesela; Zidane'a attığı "ayak içiyle bile zor verilecek" ara pasını, topukla gerçekleştirmesi; arka gözleriyle Benzama'yı görüp, "ayağının arka dışıyla" al da at demesi gibi...

Yaşının 33'e dayanması, bir çok konuda kendisini geriye itecektir. Ama bu durum O'nun en önemli özelliğini, yani pas konusundaki başarısını bozmayacaktır. Dirençli, iyi yardımlaşan ve yakın oynayan bir takım; O'nun güç handikapını kapatacak ve yaratıcılık sanatını sahnelemesi adına zemin hazırlayacaktır... Buradan asıl konuya geçelim; Schuster'in Real Madrid günlerindeki Guti tercihleri ışığında, Beşiktaş'ın taktiksel tahminlerini yapalım...
Schuster'in Real Madrid döneminde kullandığı iki türlü şablon vardı. Lige başladığı sistem, bugünlerde Beşiktaş'ta da denediği 4-1-4-1 tadında bir dizilişti. Burada Guti, gereğinden fazla bir yükle sahada oluyordu... Diarra'nın önünde, ilerideki hücum oyuncuların hemen arkasında bir köprü vazifesi görüyordu... Real Madrid o dönemde bu "fantazi kokan" şablona rağmen başarılı maçlar çıkarttı, en çarpıcı örneği ise Villareal'i deplasmanda 5-0 yenmeleriydi. Ancak asıl ilginç olan ise, 5-0 kazandıkları bu maç da dahil olmak üzere; bu şablonla oynadıkları çoğu maçta rakiplerin daha fazla şut, daha fazla pozisyon bulmasıydı...
Real Madrid'i o sezon asıl şampiyon yapan, Guti'yi muthiş kullanan, Barcelona karşısında unutulmaz bir zafer kazandıran (ki muhtemelen, uzun bir süre böyle 4-1 gibi bir skor elde edemeyecekler El Classico'da) oyun kurgusu; 4-2-3-1 gibi sahaya dağılan sistemleriydi...
Guti bu şablonda; ortasahada pek fazla geri koşu yapmaya gerek duymadan, Gago ve Diarra'dan aldığı kısa pasları, hücumda sürekli hareketli oynayan forvet oyuncularına aktarma görevini yapıyordu ve çok da başarılı oluyordu. 4 asistle bitirdiği maç bile var bu şablonla...

Schuster, ilk Beşiktaş planlarında gösterdiği üzere; Real Madrid'le de başladığı 4-1-4-1 gibi görünen ama aslında 4-4-2 olan bir oyun tarzını benimsemek istiyor. Hazırlık maçlarında büyük bölümde ve de Vikingur karşısında da bu sistem vardı karşımızda.
Real Madrid'de Sniejder'in üstlendiği "memleketi ofansif ortasaha olan kanat oyuncusu" konumunda Tabata'yı görüyoruz. Robinho veya Robben'in yürüttüğü serbest oynayan "kanat-forvet" görevinde de Quaresma var... Raul'un, "tamamlayıcı forvet - yardımcı ortasaha" rolünde Nihat, santraforda Bobo, Guti'nin görevinde Delgado, Diarra'nın ön libero tanımına "tam uyan" rolünde de Ernst gözüküyor...
Şayet Guti, bu şablona dahil olacaksa, Delgado'nun bölgesinde oynayacaktır. Sniejder kadar topsuz oyunda bu sistemi kurtaracak kanat oyuncusu ise Hilbert olur, başkası olamaz diye düşünüyorum... Yoksa bu sistem, Vikingur gibi rakipler dışında hemen herkese karşı intihar olabilir...
Guti'li bir Beşiktaş 4-1-4-1 ideali şöyle gözüküyor;
İşin realist tarafından bakacak olursak; Ne Guti "3 sene öncesinde olduğu gibi" bir komple ortasaha, ne de Ernst Diarra kadar bir insan azmanı... Ne de Beşiktaş, o günün Real Madrid'i kadar yakın ve önde basan takımı... O nedenle bu sistemin ben ciddi şekilde patlak vereceğini, belki bazı İnönü maçlarında kullanılmasında sakınca görmesem de, asıl şablonun; Real Madrid 4-2-3-1'ine benzer bir şekilde olması gerektiğini düşünüyorum.
Tıpkı Real'de Gago'yu kullandığı gibi, yakın zamanda da Necip'i o şekilde takıma monte edip, ikili ortasahanın önüde Guti'yi oynatmasını umuyorum... Bu durumda da, Quaresma'nın ters kanadında Tabata - Delgado gibi "daha bir yaratıcı" isim de kullanılabilir. Bu konuda Delgado zaafımı bilenler, hangisini tercih edeceğimi tahmin edebilirler... Yine yanlış bir bölgede olmasına karşın, 2 adet "asist öncesi pas" gerçekleştirmiş, 1 sene resmi maç oynamamasına rağmen, gayet oyunun içinde kalmıştır... Guti'li ve kalabalık bir ortasahanın önünde, topun yerden en asgari şekilde kalktığı bir takımda çok faydalı olacaktır...
Şimdi asıl soru işareti; 4-2-3-1 sisteminde düşülecek tek forvette, hangi ismin yazacağı... Genel kabul görmüş futbol normlarına göre bu isim Bobo olmalıdır. Fakat, Schuster'in bakış açısı biraz farklı bu duruma... Real Madrid'de bu sistemde tek bıraktığı isim "formda olmasına rağmen" Nistelrooy değil; O'nun kadar fizikli, sırtı dönük oyunu beceremeyen fakat temiz gol vuruşları olan Raul oluyordu... Hatta Raul, Schuster'in şampiyon olduğu dönemde Casillas kadar maça çıkmıştır... Raul transferi de konuşuluyor, gelirse bu isim aynı kalacaktır. Fakat böyle bir transfer gerçekleşmez ise, Raul'un Beşiktaş'taki görevini üstlenen Nihat, Beşiktaş'ın 4-2-3-1'inde tek forveti alır mı diye düşünmekteyim...
Guti - Delgado - Quaresma gibi isimleri arkasına almış bir forvetin, sırtı dönük ya da yan toplara kafa vuran bir oyuncu mu olması gerekiyor, yoksa Nihat gibi daha hareketli, iyi şut atan, temiz gol vuruşları olan, "golcü tanımında" İspanyolca da metin yazmış bir isim mi daha önem kazanır? Bunu göreceğiz... Ama benim tahminim, Schuster'in bu sistemde de Nihat'ı sabit bırakacağıdır...

Beşiktaş şuana kadar kendi ayarında bir rakiple karşılaşmamış, zaten toplamda da 1 adet "kıytırık" resmi maç oynamıştır. O nedenle Schuster'in ne düşündüğünü tartışmak için erken olsa da, bir ön yazı sunmak istedim... Hani değerlendirmeden öte, birazcık "umut etme" tadında bir görüş bildirme oldu sanki... Tahminim o ki Schuster; futbol konuşmayı, yazmayı çok seven bizlere en az Mustafa Denizli kadar malzeme sunacaktır...

Malumun İlanı : İspanya 1 - Hollanda 0



Bundan tam 4 yıl evvel, Fernando Torres Ukrayna karşısında takımının 4. golünü attığında, bugünlere dair bazı ışıklar saçılmıştı aslında. Farklı kazanan İspanya, Dünya Kupası'nda nadir görülen organize bir atakla harika bir gol atmış, ilk maçının kapanışı yapmıştı. İspanya farklı takımdı, onları farklı kılan da tam buydu aslında: "takımlardı"... O maçta forma giyen tam 8 oyuncuyu, bugün finalde izlemiş olduk. Bu çok önemli bir rakam rakamdır... Aradan geçen 4 yılın bu takımı değiştirmediğini, üstelik daha da sağlıklı bir takım yaptığının göstergesi... O gün olmayıp, bugün 11'de olan oyuncular da; İspanya'nın "pas yapan" düzenine uyumlu hatta daha da öteye geçmesini sağlayan isimlerdir: Pique, Busquets, Iniesta, Pedro...
Sonuç olarak, bu turnuvada da oynadıkları komple futbol ve takım uyumuyla bu kupaya yakışmışlardır. İspanya'nın kupayı alması, benim ve bir çok futbolsever için "malumun ilanı" olmuştur heralde... Muhtemelen 2014'de de, bugün oynayanlardan bir çok oyuncu göreceğiz... Villa, Puyol, Casillas, Xabi, Capdevilla 4 yaş daha yaşlanmış olacaklar ve Onları belki hiç, belki de "eskisi kadar iyi" göremeyeceğiz bir dahaki dönem. Ama İspanya artık bir "ekol" yakalamıştır, gidenlerin yerini dolduran çıkacaktır... Bir çok Dünya Kupası'nda daha favori gösterilerek devam edeceklerdir ve bana göre Brezilya'yla adı beraber anılacaktır "kim kazanır?" anketlerinde...
Bir de madalyonun öteki yüzü var elbet: Robben herşeyi bitirebilirdi... Ama ondan önce De Jong atılabilir, herşey "başlamadan" da bitebilirdi... Sonuç olarak finalin kaderi, Barcelona'nın kapısında yattığı fakat İspanya 11'ine giremeyen Fabregas'ın asisti ve maç boyu aranan Iniesta'nın golü ile yazıldı. Fabregas, artık Xabi'den formayı alacaktır bir dahaki turnuvalarda...
Casillas'ın gol sonrası yüz ifadesinde, ağlamasında "Dünya Kupası'nı kazanmanın ne demek olduğu?" anlatılıyordu. Maç sonunda güzel sevgilisi de röportaja girişmiş ve ilginç bir olay yaşanmış. Adam Dünya Kupası'nı almış, kimi görse "öpecek" durumda; adam sevinçli; üstelik adamın karşısında sevgilisi de var... Yani "adam haklı beyler" (meraklısına ->link)...
Turnuvanın en güzel gol sevinci de, veda golünde gerçekleşmiştir... Iniesta, geçen yaz kalp krizi ile hayata veda eden Espanyol Kaptanı Daniel Jarque'ye hitaben "Her zaman bizimlesin" yazılı atletiyle kameralara koşmuştur... Ve bu durum "2010 denince aklıma düşecekler" listesinde başta yer alacaktır. Diğerleri: Forlan'ın "bir takım alıp nasıl yürütülür" dersi; Bielsa'nın "görülmemiş, denenmemiş" şablon ve oyuncu seçimleriyle yukarıyı zorlayan Şili'si ve 110. dakikada "yeni santra yapmışcasına" oynayan Ganalı kardeşlerimiz olacaktır...

Elden geldiğince Dünya Kupası maçlarını kaleme aldık, bol bol yaşadık... Tipik bir yaz aşkı gibi sonlandı... Şimdi 1 hafta internetsiz, mümkünse futbolsuz bir tatile girişme vakti...

Gitsin Kjaer, Gelsin Kamil...

Palermo'dan, "iyi bir scout sistemiyle orta direk bir kulüp nasıl yönetilir?" dersleri devam ediyor... Luca Toni'yi sattıkları sezon, bir hışıma hemen aynı paraya Caracciolo'yu getirmelerinin dışında, hiç bir transfer yanlışı yapmadılar diyebilirim uzun zamandır. Türk kulüplerinin de "acil bir şekilde" örnek alması gereken, harika bir scout sistemleri var. Kelepire al, parlat ve sat prensibi şuana kadar gayet iyi işliyor. Ve bunu yaparken zirve yarışında bulunmayı da ihmal etmiyorlar; geçen sezon bilindiği gibi Şampiyonlar Ligi'nin eşiğinden döndüler...
Genellikle "iyi zamanlamayla" gerçekleştirdiği satışlara, Kjaer ile devam ettiler... Kjaer, normal şartlarda beğendiğim bir oyuncu olsa da, turnuvada ciddi şekilde tehlike çanları çalmıştı. "Ben oldum" havasında ve 40 yaşında bir adam gibi savunma oyunu oynayarak, kalecisinin 10 metre yakınına kadar çekiyordu defans çizgisini... Bu görüntüsü; hem Kjaer için, hem de Palermo için "ayrılık" işaretiydi. Artık Kjaer'in Palermo'da öğrenecek çok şey kalmamıştı ve bir kademe üst takıma gitmeliydi. Palermo da, Kjaer'den kazanabileceği paranın zirve yaptığı noktasındaydı. Ve transfer gerçekleşti: Palermo, "yağlı müşterisi" Wolfsburg'a 12 milyon Euro bedelle Kjaer'i verdi... Manchester Unied'lardan falan bahsediliyordu, ne oldu da değişti, Onlar da benim gibi turnuvadaki görüntüsünden mi korktular? Yoksa, Almanlar red edilemeyecek bir teklif mi geldi? Bilemem...

Ama bir gerçek varki; Wolfsburg, hem sağ bek, hem de stoper oynayabilen, fizikli ve üst düzey iki savunmacıya kavuştu: Friedrich ve Kjaer... Bunlardan biri yine sağbek mi oynar? Yoksa, ikisi tandemi paylaşır, sağbekte Pekarik devam mı eder? Bunu zaman gösterecek...

Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Palermo eksilen stoper alternatifini; yine bir scout çalışmasıyla kapatıyor, genç Polonyalı Kamil Glik'e "1.5 milyon Euro" bedelle Sicilya yolu açılıyordu... Kamil, bir dönem Real Madrid alt yapısında da denenmiş, ancak tutunamayarak memleketinin takımlarından Piast Gliwice ile 5 yıllık sözleşme imzalamış. Bu kulüpte son 2 sezonda, tam 50 maça çıkmış ve son dönemde Polonya'nın A Milli düzeyine kadar yükselmiş... 1.90 boyunda ve 22 yaşında olduğunu da belirtelim... Şimdi burada; "bu çocuk Kjaer'i aratmaz" dersek, işkembe-i kübradan atmış oluruz. Ancak, gerek verilerle olsun, gerek Palermo'nun bu zamana kadar ki scout başarısıyla olsun; bu elemanın 12 milyon Euro'ya giden Kjaer'i aratmayacak olması hiç de düşük bir ihtimal olarak görülmemelidir...
Sportif Direktör Sabatini, "peki bu çocuk madem iyi, neden Real Madrid'de devam edememiş?" gibi bir soru üzerine, "O'na bakarsanız Real Madrid'de Sneijder de beğenilmedi..." gibi bir cevap vermiş; hem zülfiyare dokunmuş hem de genç Kamil'e güven aşılamış... Bekleyelim görelim... Ama sonuç ne olursa olsun; Palermo'nun bu "gitsin Kjaer, gelsin Kamil" stratejisi fazlasıyla hoşuma gidiyor diyorum ve böyle mentalitedeki kulüplerin ülkemizde de çoğalmasını diliyorum...

Komple Takım Olmak : İspanya 1 - Almanya 0

Müller'le Almanya, "top gider, gelir ama sonunda Almanlar kazanır" prensibini bırakıp, "top rakip yarısahada kalır ve sonunda Almanlar "rahat" kazanır" gibi bir senaryoya kavuşmuştu. Müller'in yokluğunu ciddi şekilde hissedeceklerini tahmin ediyordum, ama bu kadarını değil... Müller çok şey ifade ediyormuş, O'nu bir kez daha gördük. Almanya'nın hücumda çabuk çoğalmasında, kombine ataklarında hem Müller'in imzası vardı. Bazen cezasahasına girip, ikinci forvet oluyor ve Klose'yi rahatlatıyordu; bazen de muazzam bir kanat oyuncusu oluyor, topsuz oyunda da Lahm'ın dibine kadar geliyordu. Hatta ve hatta, bazen O'nu "forvet arkası" bir ortasaha olarak görüyorduk... Daha önce de vurguladığım gibi; Müller, fazla teknik olmayan bir futbolcunun, ulaşabileceği son noktadır... Mental, fizik, taktik disiplin, bireysel taktik, topa vuruş ve hava hakimiyeti... Herşeye sahip bir oyuncudur... Ve bu maçla göstermiştir ki; "yıldızlarından çok" takım oyunuyla bu noktaya geldi denilen Almanya'nın, gizli ama "apaçık" bir yıldızıydı...
İşin "finalist" tarafında ise, bu kez doğru bir kadro sahaya çıkmıştı; Paraguay maçının son bölümünde keşfedilen gerçek... Pedro ile İspanya, daha bir "Barcelonalaştı" ve sol forvetteki Iniesta'yı daha verimli kullandı... Tabi bu durum, Villa'yı orta forvete itiyor ve bunun sonucunda; sol forvetteki oyunuyla İspanya'yı Honduras maçından alıp, bu noktaya taşıyan "özgür ve yaratıcı Villa'yı" görme şansını elimizden alıyordu. Ama bu durum; "takım olarak" bir şeyleri olumlu yönde değiştiriyorsa, "bu hamle haklıdır" der geçeriz...Sonuçta, maçın başından itibaren İspanya; "bu maçta gol olursa ben atarım!" der gibi oynamış, sonunda da atmış ve kazanmıştır, çok da zorlanmadan... Tabi bana kalırsa; Sergio'nun yerinde Torres "sırf Villa'yı sol forvet yapıyor olmasıyla" bile ilk 11'de oynar, Iniesta da "asıl fark yarattığı yere" yani ortasahaya döner, daha da ürkütücü bir hal alır İspanya... Bu duruma "topsuz oyun zaafiyeti verirler" gerekçesiyle karşı çıkan olur elbet.. Zaten Del Bosque de öyle düşünüyor olacak ki, skor elden gitmedikçe Alonso - Busquets ikilisini bozmuyor. Ama ben: Iniesta - Xavi - Alonso ortasahasından - Villa ve Pedro'nun da kenardan yardımlarıyla - topun pek "alınamayacağından", ortada haliyle "topsuz oyun" diyebileceğimiz çok kısa bir sürenin oluşacağını, böylelikle İspanya için "topsuz oyunda" bir mücadele gerekmeyeceğini savunurum... Ama ne diyelim; sonuçta böyle de kazanıyorlar hem de daha az riskle...
Puyol'u gördükçe, 2006'nın Cannavaro dejavusunu yaşıyorum. Bir fark var; Puyol bir de çıktı final yolunu açan golün de attı; kafa "şutuyla"... Gerrard'ın İnönü'de canlı gözlerle şahit olduğum kafasından sonra, gördüğüm ikinci "kafa şutudur" bu... Vuruş falan değil, bildiğiniz ağları sarsan şut... İspanya golü attıktan sonra da, gerekli zamanda topun arkasında durmayı gayet iyi becereceğini gösterdi. Almanlar'ın yapabildiği tek hamle, Gomez'i sokup top şişirmeyi denemek oldu... Hoş, Casillas bu maça "kafayı kazıtıp" çıkmış olsa, farkeder miydik maç boyu? Ondan da emin değilim... Komple takım olmak böyle bir şey heralde. Bu ekole bir Dünya Kupası yakışırdı...

Tam Bir Finaldi : Hollanda 3 - Uruguay 2

Maç öncesi kadrolar açıklandığında, Fucile'nin yokluğunda Tabarez'in tekrar 3'lüye döneceğini tahmin etmiştim. Ancak, Caceres solbekte görününce gerçekler ortaya çıktı: Uruguay, "ön kanat oyuncularını pek öne çıkartmayan" bir 4-4-2 oynuyor, "golün kaderini" her zamanki gibi Forlan'ın yazmasını bekliyordu... İki takımın topa sahip olmaya çalışıp, ileri hamlelere yeltenmediği dakikada; Van Bronckhorst, Dünya Kupaları'nın şahit olduğu en muazzam gollerinden birini atıyordu... Sanki kale çok daha uzakta olsa da o top girecekti, topun üstüne "doksanın" adresi yazılmış gibiydi... "Bu maçı izlemeye değerdi" dedirtecek bir goldü, ama devamının gelmesi çok kısa sürdü...
Bu turnuvada "liderliğin" tanımını yapan ve her maç "cümle içinde kullanan" Forlan; kendisine emanet edilmiş gol kaderini, Uruguaylı'ları sevindirecek şekilde yazıyordu. O topu sol ayağına çektiğinde, golle süslenmesi gerekirdi; öyle de oldu... Kendimi bildim bileli, "milli takımlar" denince; güçlüler kategorisine her daim girmiş Hollanda için, çok büyük bir final fırsatıydı bu maç... Ciddi eksiklerle, "neden olmasın" tadında çıkmış Uruguay'a karşı tam zorlanmaya başlamışken, yine kısmet bir gol attılar... Zaten, ne zaman Hollanda "birşey oynamıyorlar bunlar" dedirtirse, o an için tehlike vardır... Bu maçta da öyle oldu; önce turnuvanın büyük yıldızı Sneijder meşaleyi yaktı, sonra da Kuyt ve Robben ikilisi uygulamalı olarak bir "kenar forvet dersi" vererek o meşaleyi "finale" taşıdı...

Maximiliano'nun golü, böylesine bir maçın en güzel seyirle bitmesini sağladı... Bir takımın sağbeki ileriye çıktığında, "sol ayağının içiyle" uzak direği görüyorsa; o takım kalitelidir ve buraya tesadüfen gelmemiştir... Son dakikalarda yaşanan karambol gol olabilir, her zaman Hollanda'nın yaşattığı durum terse dönebilirdi... Hollanda, "topun arkasında" nasıl oynayacağını öğrendiği ilk turnuvada, finale çıkmış oldu... Aslında önceleri ofansif olarak çok daha müthiş takımlar yakalasalar da, yarı final bile görememişlerdi... Bugün finaldeler. Modern futbolda artık kalite, topun arkasında başlarsa fark yaratılıyor...
Ancak bana göre bu maçla, finalde çıkacak rakiplerine sinyal vermiş oldular. Defansları biraz derin kalıyor ve ortasahaları "arayı kapatmakta" biraz ağır kalıyor Hollanda'da... Şayet rakip İspanya olur ve yine Xabi-Sergio ikilisiyle başlarlasa, çok fazla sorun yaratmaya bilir bu durum. Ancak; Müller'siz vaziyette İspanya'yı geçebilirlerse, Müller'le "hücumda çabuk çoğalan Almanlar", Hollanda karşısında kupayı alıp giderler diye düşünüyorum...

Eleştriyi eleştrimek sevmediğim bir durumdur. Ama bu kupaya zevksiz demek, bir insanın yeterince "futbolsever" olmadığına işaret eder bir yerde... Şu yarı final, herşeyiyle ama "herşeyiyle" tam "bir final maçı" gibi oldu. Bir finalden bekleyebileceğiniz herşey vardı... Zaten şunun şurasında 3 maç kaldı, artık biraz zevk almaya çalışmak gerek, öyle düşünülüyorsa bile...

Yoksa O Sen Misin? : Erkan KAŞ #2

En güzel gol, boş kaleye atılan goldür... Oynadığı ilk hazırlık maçında pozisyon sıkıntısı çeken Beşiktaş, attığı golle Cruyff'un bu sözüne atıfta bulunuyor gibiydi. Hele de, rakip kendi cezasahasında kalabalık savunuyorken gelmişse bu "boş kaleye atılan gol", gerçekten çok güzel bir goldür... Bunun için iki şey gereklidir; harika bir gol pası ve "kendisini boşa çıkartacak şekilde" koşu yapan bir forvet zekâsı. Gol pasının sahibi; son 4 sezonun her yaz kampında "satılıyor" denmesi, artık bir gelenek halini almış: Bobo... Golü yapan ise; tıpkı Orhan Gülle gibi, düne kadar profesyonel sözleşmesi olmayıp, "elden uçtu uçacak" gözüyle baktığımız, fakat neyseki mutlu sonla kendisini kampta gördüğümüz: Erkan Kaş...
Henüz topla çalışmalara başlamış, farklı bir şablon deneyen ve haliyle organizasyon sorunu çeken Beşiktaş'ta, "kendini gösterecek fırsat" bulamayan oyunculardandı aslında Erkan Kaş. Kendini gösteremiyor diyorum, çünkü kendisinin o golle sınırlı bir oyuncu olmayacağını biliyorum... Ancak yine de, Beşiktaşlı'nın "gol sevinci" perdesini açan isim oldu Erkan... Bobo'ya "doğru pas verme" alternatifini oluşturacak, harika bir koşu yaptı. Ve bir kanat oyuncusu için hiç de fena olmayan boy avantajıyla (1.80 civarıdır) boş kaleye kafayı vurdu ve "güzel bir gol" oldu... Bir oyuncuyu övmek adına, bir başka oyuncuyu kurban etmek tarzım değildir. Ancak örnek oluşturması açısından demeden geçemeyeceğim; Denizli döneminden bu yana, kenar-forvet oynayan Tello'nun, arka direkte böylesine kendini boşa çıkarıp "rahat bir gol" yaptığını hiç hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum... Halbuki, bir kenar forvetin sezon boyunca bunlardan sık sık yapmış olması gerekir. Ancak suç Tello'da değil elbet, düne kadar ofansif olarak en fazla 3-5-2'nin solunda oynamış bir oyuncuydu. Ondan ve benzerlerinden kenar forvet olmasını beklemek, Beşiktaş'ı kısır bir takıma döndürmüştü...

Schuster, o bölge için Erkan Kaş'ı ciddi şekilde hazırlıyor, hatta arka direk koşularını da "bire bir konuşmalarla" öğütlüyormuş gelen haberlere göre... Zaten, daha bir "A planı gibi" gözüken, ikinci devrenin takımında Erkan'ı düşünerek, bu söylentileri doğruluyordu bir yerde. Fizik olarak daha da kuvvetlenmiş gördüm ayrıca kendisini. Üstelik, henüz topla yapacaklarını sunamadı. "Sıfıra inen bir Beşiktaşlı" yazısında; kendisinin topla yetenekler, sürat ve dribling konusunda çok önemli bir oyuncu olduğundan bahsetmiştik. Bu yeteneğini, arada sırada "basit oynayarak" doğru kullandığı taktirde, A takım hatta "11 yolu" hiç de uzak olmaz... Tüm bu özellikleriyle ve de topsuz oyundaki başarısıyla kendisiyle eş değer tutulacak başka bir oyuncuda yoktur bana göre Beşiktaş'ta... Tabii oynadığı mevki itibariyle, o mevkinin gereksinimlerini ve şuanki kadroyu baz alarak yapıyorum bu değerlendirmeyi...

Schuster, basın toplantısında "genç oyuncular" hakkındaki soru üzerine; "11'de bile oynayabilecek oyuncular var." derken... O sen olmayasın Erkan!? Biraz tahmin, biraz temenni...

Öne Çıkanlar : Jorge FUCILE (Uruguay)

Bu turnuvanın, Fabio Coentrao'dan sonra en değerli solbekidir benim gözümde. Uruguay'ın bu noktaya gelmesinde çok büyük katkıları var. Uruguay, Fransa maçında iyi başlayan ve sakatlığı sebebiyle kaybedilen Godin gibi bir stoperi bugüne kadar aramadıysa, bu konuda kesinlikle Fucile'ye duacı olmalı... Hemen her maç "ters kademe nasıl yapılır?" dersini sunarak, Uruguay stoperlerini inanılmaz rahatlatıyor. Yerden ve havadan, stopervari ters kademelerinin dışında; bire bir savunduğu kanat oyuncularına karşı da gayet sağlam duruyor. Üstelik, önünde oynayan ve savunma anlamında O'na yardımcı olması beklenen oyuncunun, çoğunlukla "özünde santrafor olan" Cavani'nin olduğunu unutmamak gerekir... Cavani olmasa bile, baklavalı ortasahaya geçildiğinde; Fucile'ye güvenilerek, soliçte Lodeiro hamlesine olanak sağlanıyor...
Gana maçında da; uzun süre sarı kartlı olmasına, Inkoom gibi bir oyuncuyu o kartla ve çoğunlukla tek başına savunmasına, bir pozisyonda beyin üstü düşmesine, baygınlık geçirerek bizi korkutmasına rağmen, 120 dakikayı hatasız bitirdi, bir 120 dakika daha olsa, aynı oyununu oynayacakmış gibi bir izlenim sundu...
Halen Porto'da forma giyen ve 84 doğumlu olan Fucile, son derece saygı duyulacak bir oyuncu karakterine sahip. Her taraftarın, kendi takımında görmek isteyeceği bir futbolcu modelidir... Hücuma da, gerekli zamanda gerekli katkıyı verse de; çoğunlukla bir diğer bek: Maximiliano Pereira'nın hücuma çıkışarı sırasında, bir iki adım geride durarak sigorta vazifesini görüyor... Uruguay, Hollanda karşısında Fucile'sinden yoksun olacak... İki as stoperin yokluğunu hissetmemelerinde, Fucile'nin rolü büyüktü. Şimdi hem savunma anlamında 3. stoper olan, hem de hücum anlamında "ofasif bir sol ön oyuncusunu" kaldırabilecek bir Fucile yok elde... Bazı oyuncular vardır; varlığı hissedilmez ama yokluğu hissedilir... Fucile de onlardan biridir.

Bakü Maçındaki Beşiktaş ve Arjantin

Arjantin - Almanya maçının hemen ardından, Beşiktaş hazırlık maçının başlaması sebebiyle, bu maça dair bir şeyler yazamamıştık. Kader bu ya; Beşiktaş'ın maçından, özellikle de 2. yarıdaki görüntüden sonra, "futbol adına" konuşacağımız şeyler, Arjantin'in vedasıyla çok örtüşüyordu. Arjantin'in başına gelenler, "Perşembe'de belliydi" esasında... Dişli bir rakip karşısında, Di Maria ve Maxi'den ortasaha savunması, oyunu bekleyen Maradona sisteminin patlak vereceği apaçıktı. Messi'nin ortasahaya yanaşıp, sürdüğü 15-20 metrelik toplarla bu noktaya geldiler diyebiliriz bir bakıma... Messi, "istatistik olarak" sadece 1 asistle turnuvaya veda etse de, benim izlediğim Dünya Kupaları'nda "bir takıma, bireysel olarak en çok ivme kazandıran" oyuncusu olarak kalacak aklımda...
Messi'siz bir Arjantin, bu düzende bırakın ileriye hamle yapmayı, hazırlık paslarını bile çok zor görürdü... Messi; maçın başlarında iyi götürdüğü oyundan, bir zaman sonra "artık sıkılmaya başladı"... Bunda Alman savunmasının sert ve kademeli basması da bir etkendi elbet. Messi'nin moralsizliği ve takımından umudu kesmesiyle, Almanya 4'e kadar yürüdü. Bugün; çarklarının iyi işlediği ve doğru kurulmuş bir düzende oynayan takıma karşı, Dünya'nın en iyi oyuncusunun bile "bireysel olarak" bir noktaya kadar isyan edebildiğini, eninde sonunda ise "doğru futbolun" galip geldiğini görmüş olduk.
Buradan Beşiktaş maçına geçelim. İlk yarıyı yarım yamalak, ikinci yarıyı sağlıklı olarak izledim. Ve sanırım Schuster'in kafasındaki A planı, ikinci yarıdaki takımdı. Hani pratikte 4-4-2 olan; fakat ortasahalardan Ernst'in daha defansif, Delgado'nun ise ileriye hamleli; Nihat'ın da "gezgin forvet" rolünde olmasıyla, basının 4-1-4-1 olarak lanse ettiği sistem... Bir bakıma bugünkü Arjantin'in şablonuna çok benziyordu... Her ne kadar Erkan ve Hilbert'in, Di Maria - Maxi ikilisinden "savunma anlamında" daha iştahlı olacağı kesin olsa da; ben bu şablonla Beşiktaş'ın yolunu uzun görmüyorum... Tabi, Quaresma'nın yokluğunda, alternatif yani "B planı" olarak düşünülebilir. Ama Beşiktaş'ın A planında, ilk yarıdaki şablona benzer, en azından ortasahasını iki adamla tutmaya devam ettiği bir sistemi tercih ederim...

Ancak şu var; bugün her iki kadroda farklı şablonlar deneyen Schuster, ikinci yarıda çıkan daha bir "as ağırlıklı takımın" sahne aldığı 4-1-4-1 düzeni içersinde, Quaresma'nın yerine Hilbert'i düşünmemesiyle, en azından arada sistem hataları yapsa da, "oyuncu tercihlerinde" pek hata yapmayacağını işaret etti... Beşiktaş, 4-1-4-1 oynayacaksa, o isimlerle oynayabilirdi... Daha ilk hazırlık maçı. Buralarda denenmeyecekse , nerede denenecek? diye düşünüp, fazla da heyecana kapılmamak lazım. Bekleyelim, görelim...
Bireysel olarak; ilk yarıda Ali Kuçik'e ve Quaresma'ya övgüler var, ben yarım yamalak bakabildiğimden çok fazla değinemeyeceğim. Ama Quaresma'nın klasik "rabonasını" görmüş oldu. Bakü'nün attığı gol de, (Ömer Üründülleşme diyeceksiniz ama, başka terim yok) çok enterasandı... Barcelona bile öyle bir organizasyonu denemez yahu, bravo...
İkinci kadrodan; Delgado fizik olarak diri göründü. Bir yıl maç oynamamış olması, getiri sağlamış güçlenmesi açısından. İştah olarak da her zamanki haliydi ve topla ilişkiler konusunda da gerilememiş... Ancak, yine kaleden uzakta oynadı. Orada düşünülecekse, pek düşünülmesin. Ancak; gezgin forvet, forvet arkası, sol forvet bölgelerinde klas bir alternatif olacaktır... Hilbert, tam bir futbolcu, o belli. Ancak A planında kontenjana takılacaktır... Avrupa maçlarında Quaresma'yı diğer kanada itip, sağda yerini alabilir. Erhan, bu takımda alternatif adına kalmalıdır, stoperde de oynayabiliyor durumu unutulmasın. Erkan Kaş'ın gol atmasına çok sevindim. Fizik olarak da beklediğim gibi "A takım" düzeyindeydi. Topla harika işler yapabilen bir çocuk, bugün gösteremese de. Schuster'in "11'de oynayacak gençler var" açıklamasında, direkt Erkan kokusu var... Beşiktaş'taki Albin'i olacak sanırım, çok sevindirici..

Gelecek günlerde daha sağlıklı değerlendirmeler yaparız, daha yep yeni bir oluşum söz konusu... Ve belki daha transferler olacak...

Konuyla alakalı olarak önceki yazılardan: Beşiktaş'ın 2011 Planları #1 ; İlk Transfer Ümraniye'den: Matias Delgado

Gururlu Veda... : Uruguay 1 (P) - Gana 1

Uzun metrajlı bir futbol "filmi" izledik, sadece maç demek olmaz... Bu turnuva kesinlike izlediğim en iyi Dünya Kupası oluyor... Gana, karşısında tempo düşürmeye niyetli bir takım olsa bile, oynamaya teşfik eden, rakibin iştahını kabartan bir ekip. O nedenle ben de bir çok futbolsever gibi yarı finale çıkmalarını ümit etmiştim. Çok da yaklaştılar aslında; maçın zirve anını, bitiş düdüğünden 1 saniye önce yakaladılar. Ama ne var ki Suarez, gemileri yaktı ve topu eliyle çıkarttı... Normalde çoğu kez denk gelmişizdir, son dakikaların "kaleci-futbolcularına"... Ancak, genellikle bu penaltılar gol oluyor, kendini heba edenler ise "ne şehit, ne gazi" oluyorlardı... Ama bu kez Suarez'den, "Uruguay'ın gazisi" olarak bahsedileceği kesin... İlk kez böyle bir durumun işe yaradığını görmüş oldum...
Suarez, muhtemelen Gana ile birlikte Dünya Kupası'na veda etti. Ama Gyan'ın penaltısı direkten dönünce, ülkesine bu yolun devamını sağladı... Oldum olası, ameyane tabirle "abanılarak" kullanılan penaltıları sevmemişimdir. Futbolcusun, topla yatıp kalkıyorsun... Belli bir köşe belirleyip, hafif havalı vuracaksın, tıpkı 96'nın Almanları gibi... Penaltının adabı budur bana göre... Gyan, seri penaltılara başlarken yine cesaretle "yukarı" vurmayı hedefledi, ancak bu kez "iç vurdu" ve tavana takıldı top... Kaçan penaltıların en leşleri ise; Mensah ve Perreira'ya ait olanlardı... Mensah, topa vurarken "centilmenlik" yapar gibiydi ama ortada Fowler olayında olduğu gibi; verilmiş "centilmenlik dışı" bir penaltı yoktu...Perreria ise, penaltı değil, resmen aut atışı kullandı... En son olarak da, Uruguay'ın emekterı ve aynı zamanda kurtarıcısı (Abreu'nun, playoflarda Kosta Rika'ya attığı golle buradalar bir bakıma) tam bir penaltı dersi vererek, Uruguay'ı yarı finale taşımış oldu...
Uruguay, şanslı fikstürüne devam ediyor. Acaba grup lideri olduklarında, bulunmaz bir fırsat yakaladıklarının farkında mıydılar? Buraya kadar "kendilerinin favori gösterileceği" takımlarla eşleştiler, yarı finalde de; eledikleri taktirde pek de "sürpriz" sayılmayacak bir takımla karşılaşacaklar Hollanda... Diğer grupta olsalar, çoktan tarumar olmuşlardı. Ancak bu yolda final kapısı bile artık uzakta değil... Gana ise, Afrika'nın Dünya Kupaları'nda en başarılı takımı olarak, "gururla" veda etmiş oldu...Daha önce yarı final oynayanlar olmuştu, Afrika takımları bazında: Kamerun ve Senegal. Ancak Gana; FIFA kurallarınca "berabere" sayılan bir maçla veda ettiler. Bu da onları "en başarılı" kılıyor... Başarıları, aynı zamanda futbol değerlerinde de geçerliydi. Tam bir 4-5-1 dersi verdiler turnuva boyunca; özellikle hücumda çoğalma konusunda. Topsuz oyunda 4-5-1 ama, Annan dışında diğer 4 ortasahanın ve Gyan'ın "birinci gol bölgesinde" dolaştığı bir sisteme sahiplerdi. Biraz kontralara çıkmayı bilseler, ya da daha doğrusu ortasahada bir "yumuşak ayağa" sahip olabilselerdi, bu maç bu noktaya kadar taşınmazdı...
Gana - Hollanda yarı finali çok daha verimli olurdu aslında... Ama Uruguay - Hollanda eşleşmesi de en azından "farkılılık" açısından ilginç olacak. Suarez'in yokluğuyla, top taşıyan forvet konusunda sıkıntı olacak Uruguay'da, belki de sistem değişikliğine gidecekler. Bu durumda da; Juve'ye transfer yapan, sakatlığı sebebiyle turnuva dışı kalan Jorge Martinez'i arayacak gözler...
Dünya Kupası dedik, o da bitiyor malesef yavaş yavaş... Beklemesi uzun, yaşaması kısa. Futbolseverlerin yaz aşkı işte...

Harikaydı... : Hollanda 2 - Brezilya 1

Hollanda defansı, ilk yarıda kalesini yakın savunarak oynuyordu. Aslında turnuva boyu sadece 1 gol yerken, hep bu düzende oynadılar. Ancak, bu kez karşıda en "düz" adamlarının bile, 40 metreden "isabetli derin top" atabilecek oyunculardan kurulu bir takım olunca; bu defans anlayışı ciddi şekilde patlak veriyordu. Brezilya, attığı erken golden sonra da, çok ciddi pozisyonlar yakaladı. Robinho'nun getirdiği pozisyonda, Kaka'nın uzak direğe yolladığı plasesi ve Stekelenburg'un köşeden çıkartması; turnuvanın en güzel hareketlerinden biriydi... Hollanda'nın A planı, maçın başından beri işlemiyor ve ilk yarının bitiş düdüğü; basketbol tabiri ile "yerinde mola" oluyordu onlar adına...Kuyt'ın kanat savunması sebebiyle sıklıkla arkada kalması ve Van Persie'nin silik oyunu sebebiyle, bir tek Robben'in kanadına bakıyordu Hollanda... Robben ise, fizik olarak tam bir tempo yakalayamamış; "aklının istediğini, ayaklarının gerçekleştirememesi" sendromunu yaşıyordu...
Hollanda'nın ikinci yarıda yapacağı iki şey vardı; ya ilk planı değiştirecek hamleler yapmalıydı (Elia'nın oyuna girmesi gibi) ya da kurulu düzeni bozmadan, "golü tesadüflere" bırakacaklardı... Öyle de oldu; Sneijder'in ters ayağıyla yaptığı iyi orta, Melo'nun kendi kalesini görmesine sebep oluyordu. Hollanda, bu gol sonrası iyice momentumu yakalarken, bir de çaktırmadan "B planına" geçiyordu aslında... Artık kalelerini yakında değil, uzakta savunuyorlar; Kuyt, Sniejder gibi etkili ayakları da, topla daha tehlikeli bölgede buluşturuyolardı... Artık bambaşka bir maç izlemeye koyulmuştuk. Hollanda'nın baskısı sonucu kazanılan bir duran top da, yine "büyülü adam" Sniejder'in kafasıyla gol olunca da; Brezilyalı oyuncularda hemen bir güven kaybı başladı... Çözüm üretmek yerine, sert faullere yeltendiler. Melo, çok iyi götürdüğü maçta, hazımsızlık sorunu çekti ve insanlık dışı faulle kırmızıyı gördü... Melo böyledir... Çok iyi götürdüğü maçta bile, en ufak moral bozukluğu yaşasın, hemen "City of God" çocuğuna döner... Kırmızıdan sonra herşey Hollanda adına iyi gidiyordu; Van Persie'nin "ne oynuyorum be!" imajı yaratmak adına, "en azından duran toplara vurayım" düşüncesinin dışında...
Sonuç olarak; hem hikayesi hem de"taktik savaşı" açısından, harika bir maç izledik... Ben dahil bir çok futbolseverin favorisi Brezilya "hakederek" elendi. Hollanda, "acaba mı?" sorusunu, evete çevirdi... Açık olan final yolunda, bu kez onlar var... Sneijder ise; "paranız çok, ama beş kuruşluk aklınız yok" mesajlarını göndermeye devam ediyor Real Madrid'e... Geçirdiği harika sezondan sonra, şimdi de Dünya Kupası'ndaki muhteşem performansıyla...

Luis Jimenez Ternana'ya Döndü

Futbolseverlerin çoğunluka Inter'le adını duyduğu bu oyuncu, İtalya'da Ternana forması altında parlamıştı. Inter'de tam fırsat bulduğu sıralar, çok kötü bir sakatlık geçirerek, uzun bir süre futboldan ayrı kaldı. Daha sonra, Westham United ve en son olarak Parma'da kiralık oynadı. Parma'nın son döneminde takip ettiğim kadarıyla gayet iyi işler çıkarıyordu. Normalde forvet veya forvet arkası oynayan Jimenez, Parma forması altında "iki yönlü oyununu" ortasahada da sergilemeye başlamıştı. Aslında o görüntüsüyle, tekrar bir basamak atlamasını bekliyordum...
Buradan asıl mevzuya gelelim; bu sezon Ternana ve Inter'in, Jimenez üzerindeki co-ownership anlaşmasının sonuymuş. Her iki taraf da kapalı teklifini sunmuşlar, bonservisini alma adına. Serie C'ye kadar gerileyen Ternana'dan "nasıl olsa para çıkmaz!" düşüncesiyle olacak ki, Inter sadece 2 milyon Euro yazmış kağıda... Ancak -ummadık taş, baş yarmış- ve Ternana 3 milyon Euro'luk teklifiyle Jimenez'in tüm haklarına tekrar sahip olmuş... Daha önce yine yaptığı gibi, "ben burada oynamak istemiyorum!" diyerekten, FİFA'ya gözyaşlarını döker mi Jimenez? Onu göreceğiz... Şayet, önümüzdeki sezon Ternana formasını giyecek olur da, herşeyinden "birazını" verirse, takımının Serie B'ye yükselmesinde büyük katkılar yapacaktır, orası bir gerçek...


Sosyalist ve güçlü taraftar grubuyla bilinen Ternana, bu hamleyle gözünü yukarılara dikmişe benziyor... Sürekli "napıyorlar bu sene" diye takım ettiğim, yukarılara yanaşmasını arzuladığım, potansiyel camialardan birisidir. Tıpkı; Avellino, Vicenza, Salernitana, Rimini gibi...

Çizme'den 2011 Transferleri #1

Leonardo Bonucci, Jorge Martínez ve Simone Pepe Juventus'ta...

Azzurri'nin Dünya Kupası kadrosunda da bulunan Bonucci, 15.5 milyon Euro gibi yüksek bir değerle Juventus yolunu tuttu... Inter altyapısında yetişen, 1.90 boyunda ve 1987 doğumlu olan bu oyuncu, düne kadar sürekli Serie B takımlarına kiralanıyordu. Serie A'da şans bulduğu ilk fırsatta da, çabucak Milli Takım'a yükseldi, sonra da Juventus transferini gerçekleştirdi. Umarım, hem Juve hem de Azzurri için, Cannavaro'nun boşluğunu dolduran bir isim olur... Boyunun yanında altetik fiziğiyle dikkat çekiyor ve sürekli "süpriz goller" atıyor Leonardo. Son dönemde Serie A'da gerçekleşmiş en pahalı "savunma transferlerinden" biri oldu böylelikle kendisi...
Geçen sezonun sonlarına doğru başlattığımız Serie A değerlendirmelerinde, hem Juventus'un "top taşıyan forvet" eksikliğine dem vurmuş, hem de Catania'nın başarılı performansında rol oynayan, "Uruguay'ın yetiştirdiği klas yardımcı forvetlerinden" sayılabilecek bir adamdan bahsetmiştik: Jorge Martinez... Martinez, özellikle de Maxi Lopez transferiyle daha da serbest oynamış ve yeteneklerini sergilemişti. 4-2-3-1'in kanatlarında, 4-3-3'ün kenar forvetlerinde, 4-4-2'in ise gezici forvet rolünde gayet başarıyla oynayabilecek bir oyuncudur. Juventus kesinlike iyi bir iş yapmıştır bu transferle...
Bir de Simone Pepe var tabii... Juventus'un geçen sezon 7. kalışında büyük faktörlerden biri de; gerekli zamanda oyunu kenarlara yıkacak hiç bir oyuncunun olmayışıydı elde... Camonaresi de götürmüyor artık, bu bir gerçek. Şimdi hem Pepe transferi, hem de Krasic hamlelerinin devam etmesiyle, bu sorunun üzerinde durduklarını apaçık belli ediyorlar...

Mauricio Pinilla Palermo'da...

Pinilla, hayat çizgisi olarak bir garip futbolcudur... Genç dönemlerini hatırlıyorum; attığı harika kafa golleri vardı, uzun boyu, güçlü fiziği ile önemli komple forvetlerden biri olarak görülüyordu, Inter de O'nu bu umutla transfer etti. Ancak, kendisinden beklenen patlama bir türlü gerçekleşmeyince, tam bir "kaşife" bağladı...Şili, İtalya, İspanya, Portekiz, tekrar İspanya, İskoçya, bir kez daha Şili, sonra Brezilya, Kıbrıs Rum Kesimi derken, en son tekrar İtalya'ya demir atarak, Macellan'ı kıskandıran yolculuğunu bir süreliğine dondurmuş oldu... Serie B takımlarından Grosseto formasıyla 24 gol atarak, nihayet istikrarlı bir sezonu kapattı. Ve birden tekrar değer kazandı... Palermo gibi ince eleyip, sık dokuyan ve transferde "eli titreyen" bir kulüp bile, kendisine 5 milyon Euro bonservis ödediyse, gerçekten artık bir şeyler sunmuştur... Grosseto da, artık Avrupa Futbolu'ndan afaroz edilmiş bir oyuncuya ufak bir şans vererek, piyangodan 5 milyon Euro vurmuş oldu...
Bu transfer aynı zamanda "Cavani'nin Premier League yolculuğuna" da mı işaret? Bunu ilerleyen günlerde göreceğiz.... Pinilla'nın bunca maceraya rağmen, halen 26 yaşında olduğunu (1984 doğumlu) da son not olarak belirtelim...

Udinese'nin yeni çocuğu: Luis Muriel...

Udinese'nin scout ekibi çalışmaya devam ediyor... Luis Muriel, henüz 19 yaşında ve Deportivo Cali formasını giyen bir oyuncu. Aynı zamada düzenli olarak ülkesinin U20 takımına da çağırılıyormuş. Kendi takımında sadece 11 maç oynamasına rağmen, Udinese'nin yetenek avcılarına "ışık saçmış" olacak ki, direkt olarak transferini bitirmişler 1.5 milyon Euro'ya... O 11 maçta da, 9 gol attığını belirtelim... Kendisinin videolarını biraz araştırdım, yine Alexis Sanchez modeli "bağlasan durmaz" bir kenar forvet bulmuşlar...Yetenek bulma konusunda gösterdikleri başarıyı, puantaj olarak da gösterebilselerdi, çoktan 7 kız kardeş sayısını 8'e yükseltmişlerdi...